Mevâhib-i Ledünniyye / CİLT 3 |
| |
10 ONUNCU BÖLÜMAllah'ın Peygamberimizi Kendine Davetle Nimetini Tamamlaması |
Hak teâlâ hazretleri'nin, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ni kutluluk bahçesine ve dostluk civarına dâvetle nimetini tamamlaması, güzellik ve yüceliğini kemâle erdirmesi, âhiret yurdunda en yüce saygı mertebeleri ve en üstün sevgi dereceleriyle şereflendirmesi, şerefli kabrini ve büyük mescidini ziyaretin âdâbı burada zikredilmiştir. Bu bölüm, üç faslı içine almıştır.
1 . Fasıl
Evvelâ malûm olsun ki, ruhun ayrılışında olan şiddet ve meşakkat sebebiyle ölüm, tabiatın hoşlanmadığı bir şey olduğu için peygamberlerden hiç bir peygamber ihtiyarı ve isteği alınmadan vefat etmemiştir. Eğer kendileri isteyip ölümü tercih etmeseler, Hak teâlâ hazretleri onların ruhlarını kabzetmezdi.
Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'nin ömrünün sona erdiğini ve ecelinin yaklaştığını ilkönce "İzâ câe nasrullahi ve'l-fethu" (Nasr) sûresi ile bildirilmiştir. Zira bu sûreden murad:
"Yâ Muhammedi Hak teâlâ hazretleri sana beldelerin fethini müyesser edip Âdemoğulları bölük bölük senin dinine girdikleri vakit gerçekten senin ecelin yaklaşmıştır. Hamd ve istiğfar eyle. Bizimle buluşmaya hazırlan. Zira senin emredilmiş olduğun elçiliğin edasından kasdedilen netice hâsıl oldu. Bizim katımızda olan, elbette dünyada olandan sana daha hayırlıdır. O halde bizim kâtımıza intikale hazırlan," demektir, diye buyurmuşlardır.
Bu mubarek sûre, en son inen sûredir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri vedâ haccında Minâ'da iken indi, demişlerdir. Bundan sonra Peygamber Efendimiz seksen bir gün sağ kaldı. Bir rivâyette İbn-i Abbâs hazretleri, "Dokuz gece. sağ kaldı," demiştir. Mukatil'den yedi gece ve bazılarından üç gece rivâyet olunmuştur.
İbn-i Ömer'den rivâyet olunmuştur ki: "Bu sûre, vedâ haccında teşrik günlerinin ortasında indi. Peygamber Efendimiz, onun vedâ mânâsına geldiğini anladı," demiştir.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: İzâ Câe (Nasr) sûresi indiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Fâtıma'yı çağırıp:
— Bana kendi vefatım haber verildi, diye buyurdu.
Hemen Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz:
— Ağlama! Zira benim ehlimden bana ilk katılan sen olacaksın, buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma güldü.
Yine İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Bu sûrenin inmesinden sonra Resûlüllah Efendimiz, âhiret işlerine daha fazla çalışır oldu," demiştir. Câbir (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Bu sûre indiği zaman Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâm'a:
— Bana kendi vefatım haber verildi, dedi.
O da:
— Elbette senin sonun başlangıcından daha iyidir, (Duha sûresi: 93/4) diye cevap verdi."
Her yıl Cebrâil aleyhisselâmla Kur'ân'ı bir kere gözden geçirir, karşılıklı okuyup dinlerlerdi. O yıl iki kere gözden geçirdiler. Ramazanın sonunda on gün itikâf ederdi. O yıl yirmi gün etti. Zikir ve istiğfarı da çok eder oldu.
Müminlerin anası Ümmü Seleme (radıyallahü anh): "Fahr-i Âlem hazretleri, ömrünün sonlarında ne zaman kalksa, otursa, gelse ve gitse her defasında muhakkak: "Sübhanallahi ve bi-hamdihi ve etûbü ileyhi," derdi. Ben:
— Sen, bundan evvel etmediğin bir duayı ediyorsun, dedim.
Peygamber Efendimiz hazretleri:
— Rabbim bana, yakında ümmetimin içinde bir alâmet göreceğimi ve onu gördüğüm zaman kendisini hamd ve istiğfarla tesbih etmemi haber verdi, diye buyurdu. Ondan sonra bu sûreyi okudu," demiştir.
Hâsılı bu mubarek sûrede Hak teâlâ hazretleri, kendine hamd ve istiğfar etmeyi buyurmuştur. Onun yüce mânâsı hükmünce Resûlüllah Efendimiz hamd ve istiğfarı çok eder olmuştu.
İmâm-ı Buhârî ve Utbe bin Âmir (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, sekiz yıldan sonra Uhud şehitlerinin üzerine gidip namaz kıldı. Ölülere, dirilere veda eder gibi veda etti. Ondan sonra minbere çıkıp: "Ben sizin önünüzce giden farat'ım*. Ben sizin üzerinize şâhidim. Size vaad edilen yer Kevser havuzudur. Yâni sizinle orada buluşmak vaadimiz olsun. Gerçekten ben, durduğum yerden o havuza bakıyorum. Gerçekten arzın hazinelerinin anahtarları bana verildi. Gerçekten ben, sizin benden sonra müşrik olmanızdan (Allah'a ortak koşmanızdan) korkmam, fakat dünyaya rağbet etmenizden ve birbirinizle cenk edip helâk olmanızdan korkarım. Nitekim sizden önce gelenler, böyle ederek helâk olmuşlardır," diye buyurdu.
Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri, minbere çıkıp oturdu ve:
— Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, bir kulu muhayyer kılıp "Eğer dilersen dünyanın lezzetlerinden ne murad edinirsen sana yereyim, dünyada kal. Eğer dilersen benim katımda olan fazl ve kerameti vereyim dünyadan ferağat et. Hâsılı hangisini dilersen seçme hakkı elinde bulunsun," buyurdu. O kul, Hak teâlâ hazretleri'nin katında olanı seçti, buyurdu.
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) bu sözü işitince ağlamağa başladı:
— Yâ Resûlâllah! Babamız ve anamız sana feda olsun, dedi.
Ashâb buna taaccüp edip "Bakın şu ihtiyara! Fahr-i Âlem hazretleri bir kulu Hak teâlâ hazretleri muhayyer kıldı diye haber veriyor, o Anamız babamız sana feda olsun' diyor," dediler. Resûlüllah hazretleri'nin remzini Ebû Bekir (radıyallahü anh) fehmedip kuldan muradın Fahr-i Âlem Hâzretleri'nin kendi nefsi olduğunu anlamıştı. Onun hallerini ve davranışlarını herkesten daha iyi bilirdi. Ne buyurursa şerefli muradını idrâk ederdi. Bunu anlayamadıklarından dolayı diğerleri taaccüp ettiler. Bundan dolayı Fahr-i Kâinat hazretleri: "Arkadaşlık, yakınlık, mal ve nimetle yardım cihetinden bana halkın en ziyade in'am edeni Ebû Bekir Sıddîk'dır. Eğer ben, arz ehlinden bir dost edinseydim Ebû Bekir'i dost edinirdim. Fakat aramızda olan İslâm kardeşliğidir," diye buyurdu. Ayrıca: "Mescide açılan kapılardan bir kapı kalmasın, kapatılsın. Ancak Ebû Bekir'in kapısı kalsın," buyurdu.
Peygamber Efendimiz, şerefli ömürlerinin sonlarında daima ecelinin yakın olduğunu imâ ederdi. Hattâ vedâ haccında halka hitap edip:
— Hacda edeceğiniz ibadetleri benden öğrenin. Zira ben zannederim ki, bu yıldan sonra sizinle buluşamam, diye buyurdu.
Böyle dedikten sonra halka vedâ etmeye başladı. Bundan dolayı orada bulunan kimseler: "Bu vedâ haccıdır," dediler. Yâni Resûlüllah Efendimizin şerefli haccına "vedâ haccı" denilmesi oradan kaldı. Medine'ye döndüğü zaman da yol üzerinde "Hum" diye bilinen bir suyun üzerinde halkı toplayıp hutbe okuduğunda:
—Ey insanlar! Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yakında bana Rabbimin Peygamberi gelir, beni dâvet eder, ben de bu dâvete icabet ederim, diye buyurdu.
Ondan sonra Allah'ın kitabına sımsıkı yapışmak üzerine halkı terğib edip Ehl-i Beytine riayet etmeyi vasiyet etti.
Hâfız bin Receb der ki: "Fahr-i Âlem hazretleri'nin hastalığinin başlangıcı, Sefer ayinin sonlarında idi. Meşhur söz şudur ki, on üç gün hasta oldu. Vakta ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri vefatı haberini imâ yoliyle ifade buyurup açıkça söylememişti, şerefli muradinin ne olduğunu Mağara Dostu Ebû Bekir Sıddîk'dan başka kimse anlamadı. O anlayıp ıstıraba ve inlemeye düşünce Fahr-i Kâinat hazretleri minber üzerinden onu teskin ve teselli etmeye başlayıp medh ve senâsına girişti. Tâ ki, halk, onun ümmetin efdali olduğunu bilip sonra hilâfeti hususunda ihtilâfa düşmesinler. "Onun kapısından başka mescide açılan kapı kalmasın," diye buyurması, kendinden sonra İmâmet ve hilâfetin ona takdir edilmiş olduğuna işaretti. Zira o şerefli zamanın âdeti gereğince vaktin İmâminin mescidde oturması lâzımdı. Müslümanların işleri mescidde görülürdü. Etraftan gelen rasüller mescide gelirdi. Fikirler orada açıklanır ve tedbirler orada alınırdı. Sonradan mezkûr mânâyı kuvvetlendirmek ve şiddetlendirmek için:
— Yâ Ebâ Bekir! Geç, halka namaz kıldır, diye buyurdu.
Böylece namazın İmâmlığına onu memur kıldı. Bunun içindi ki, sahâbe-i kirâm (Allah onlardan razı olsun) Ebû Bekir'e bîat ettikleri zaman:
— Resûlüllah hazretleri dinimiz için onu ihtiyâr edip ondan razı oldu. Ya biz dünyamız için onu ihtiyâr edip razı olmaz mıyız? dediler.
İsteyerek ve razı olarak itaatinin boyunduruğuna boyun verdiler."
Zührî'den rivâyet edilmiş olduğu üzre Resûlüllah Efendimizin hastalığinin başlaması, müminlerin anası Meymûne'nin (radıyallahü anh) evinde vâki olmuştu. Bununla beraber bazıları Zeyneb'in ve bazıları da Reyhane'nin evinde vâki oldu, demişlerdir. Ama birinci söz daha güvenilirdir.
Hitâbî'nin sözünce Pazartesi günü idi. Bazıları Cumartesi günü idi ve bazıları da Çarşamba günü idi, demişlerdir. Hastalık müddeti, işaret olunduğu üzre, on üç gündü. Ama on dört ve on iki gün olduğu rivâyetleri de gelmiştir. Bazıları, on gündü, demişlerdir. Süleyman Teymî buna hükmetmiştir.
Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ıstırabı artıp hastalığı ağırlaştığı vakit benim evimde yatması ve bende bakılması için hatunlarından izin istedi. Onlar da izin verdiler. Bunun üzerine iki kişi koltuğuna girip Fahr-i Kâinat hazretleri'ni getirdiler," dedi. Onların biri Abbâs ve biri de Ali bin Ebî Tâlib idi, demişlerdir. Allah onlardan razı olsun.
Bazılarının rivâyetinde başka kimselerdi denilmiştir. Bu rivâyetler doğru olduğu takdirde birkaç kişinin değişmiş olması yahut kimisinin koltuğuna girip kimisine de Resûlüllah Efendimizin dayanmış olması mümkündür, demişlerdir.
İbn-i Ebî Melike'nin naklinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, onun evine geldiği gün Pazartesi günü idi. Öbür Pazartesi gününde de hoşnutluk bahçesine intikal etti. İmâm-ı Ahmed ve Nesâî'nin rivâyetlerinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün Fahr-i Âlem hazretleri, bir cenazeyle Medine mezarlığına çıkmıştı. Oradan geldiğinde bana baş ağrısı ârız olmuştu:
— Vay başım! diye baş ağrısından şikâyet ettim. 0 Hazret de:
— Belki vay benim başım! diye buyurdu."
Ondan sonra Âişe'ye:
— Eğer benden önce vefat edersen ne zarar edersin? Seni kendi elimle yıkarım, kefenlerim, namazını kılarım ve defnederim, dedi.
Hazret-i Âişe:
— Vallahi eğer böyle edersen mezardan dönüp geldiğin gibi o gece, benim evimde güveği olursun, dedi.
Fahr-i Âlem hazretleri, kendini tutamayarak tebessüm etti. Ondan sonra ıstırabı artınaya başladı.
Sâbit olmuş ve belirlenmiştir ki, Resûlüllah Efendimizin hastalığinin başlangıcı baş ağrısı idi. Ama açık olan şudur ki, baş ağrısı humma (ateş) ile beraberdi. Zira hastalığında ateşi ziyade şiddet üzere idi. Öyle harareti yükselirdi ki, bir leğen içine otururdu da üzerine yedi kırba dolusu su dökerlerdi. Böylece biraz serinlik kazanırdı. Nitekim Sahîh-i Buhârî'de zikredilmiştir.
Rivâyet olunur ki, mübarek arkasına bir kadife giyerdi. Elini o kadifenin üstüne koyan bir kimse, mübarek cisminde olan ateşin hararetini hissederdi:
— Yâ Resûlâllah! Ne acayip hararetiniz var? derdi.
Fahr-i Kâinat hazretleri:
— Biz böyle oluruz. Bizim üzerimize belâ şiddetlendirilir, ecir ve sevabımız da kat kat arttırılır, diye buyururdu.
Hadîs âlimlerinden nice kimse Ebû Saîdi'l-Hudrî hazretleri'nden böylece rivâyet etmişlerdir. Zikrolunan kadife'den murad, bir cins havlu bezdir. Bu diyarda maruf olan ipekli kumaş değildir.
İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Abdullah'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimizin şerefli huzuruna girdim. Efendimiz hazretleri'ne ateş ârız olmuştu.
— Yâ Resûlâllah! Sizi ne kötü bir ateş tutuyor? dedim.
— Evet, sizin ikinizi tuttuğu kadar beni tutar, buyurdu.
Ben:
— Aslı şudur ki, sana iki kat ecir verilir, dedim.
Fahr-i Âlem hazretleri:
— Evet, öyledir, diye buyurdu.
Ayrıca:
— Kendisine bir ezâ yetişen, bir diken batan veya daha ziyade bir şey olan bir müslümanın günahlarını elbette Hak teâlâ hazretleri o ezâ sebebiyle mağfiret eder. Ağacın yaprakları gibi günahları dökülür gider, diye buyurdu," demiştir.
Ebû Hüreyre'nin kendisi buyurmuştur ki: "Benim için hummadan (ateşli hastalıktan) daha sevgili bir hastalık yoktur. Ateş, insanın her mafsalına girer. Hak teâlâ hazretleri, her mafsala ecir ve sevaptan hisse verir."
Belâ, peygamberlere diğer insanlardan daha fazla musallat olur. Nitekim bazı rivâyette Fahr-i Âlem hazretleri'nden: "Belânın en şiddetlisi peygamberler üzerine, sonra velîlere, sonra onlara en çok benzeyenlere ve onlara çok benzeyenlere gelir," diye varid olmuştur.
İmâm-ı Nesâî'nin naklinde şu da Fahr-i Kâinat hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "insanlardan belânın en şiddetlisine uğrayanlar peygamberler, sonra onları takip edenlerdir," buyurmuşlardır.
Bunun da mânâsı birinci hadîsin mânâsına uygundur. Hâsılı, "insanların en şereflisi olan peygamberlerdir. Belânın en şiddetlisi de onlara musallat olur. Onlardan sonra onlara en yakın olanlara musallat olur. Ondan sonra da onlara en yakın olanlara musallat olur. Bu sıra üzre gittikçe iner," demektir.
İmâm-ı Buhârî, Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet eder ki: "Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri'nin önünde bir kab içinde su duruyordu. Hararetten mübarek ellerini suya sokup yüzüne sürer:
— Lâ ilâhe ilâllahü. İnne lil-mevti sekerâti. — Allah'dan başka ilâh yoktur. Elbette bu, ölüm sekerâtıdır, diye buyururdu."
Yine Buhârî'nin naklinde Urve'den rivâyet edilmiştir ki: "O Hayber'de yediğim zehirli yemeğin elem ve ıstırabını kendimde bulmaktan aslâ hâli değildim. Şimdi hissettim, onun tesirinden ebherim kesildi," buyurmuştur.
Ebher (atardamar) dedikleri, kalbe bitişik bir damardır. O kesilince sahibi ölür. O yemeğin hikâyesi de kitabın başlarında Hayber gazvesi sırasında zikrolunmuştur.
İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) ve başkalarının reyleri şu idi ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sonunda o zehrin eserinden şehit gitti," derlerdi. Zira zaman zaman şerefli mizaçlarında o sebepten değişme ve bozulma hâsıl olurdu.
Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe-i Sıddîka'dan (radıyallahü anha) rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, her ne zaman biraz hoş olmasa Muavvezât okuyup kendi üzerine üflerdi, mübarek eliyle de kendini meshederdi. Ölüm hastalığında vâki olan ıstıraptan şikâyet ettiği zaman ben de onun okuduğu Muavvezat'tan okuyup Fahr-i Kâinat hazretleri'nin üzerine üflemeğe başladım. Bir taraftan da elimle mübarek cismini meshederdim," demiştir.
İmâm-ı Mâlik'in rivâyetinde: "Mübarek elinin bereketini umduğumdan kendi eliyle meshederdim," demiştir.
Müslim'in naklinde de böyle gelmiştir.
Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i a-i Sıddîka (radıyallahü anh)dan rivâyet edilmiştir ki: "Abdullah bin Ebû Bekir (yâni Hazret-i Âişe'nin kardeşi), Resûlüllah Efendimizin huzuruna geldi. Peygamber Efendimiz de benim göğsüme dayanıp duruyordu. Abdurrahman'ın elinde taze bir misvâk dalı vardı. Resûlüllah hazretleri'nin şerefli nazarı ona ilişti. Ben de onun elinden misvâki alıp çiğnedim ve su ile yumuşattım. Resûlüllah hazretleri'nin eline sundum. Alıp mübarek dişlerini güzel güzel misvâkledi. Ondan güzel misvâklediğini hiç görmüş değildim," diye buyurdu.
Mezkûr kıssa başka bazı ibarelerle de rivâyet olunmuştur.
Hasan-ı Basrî hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Beşeriyet hükmü sonucu peygamberler ölümü kerih (çirkin) gördükleri vakit Hak teâlâ hazretleri, kendi buluşması ile onları şereflendirmek için fazla sevgi ve ikramından dolayı sevdikleri her nesne ile onlara ölümü kolaylaştırdı. Hattâ birinin ruhu cisminden çekilip giderken haz duyar. Zira o caninin sevdiği nesne, karşısında bir surete bürünür, onun arzusiyle ruhun bedenden ayrılması ona kolay olur," demiştir.
Müsned'de Hazret-i Âişe-i Sıddîka'dan rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Ölüm bana kolay olur. Zira ben, cennette Âişe'nin avcunun beyazını gördüm," buyurmuşlar.
Hazret-i Âişe-i Sıddîka'ya muhabbetleri kemâl derecesinde olduğundan onun avcunun beyazı cennette bir sûrete bürünerek Fahr-i Kâinat hazretleri'ne sunuldu. Tâ ki, ölümü kolay olsun... Zira yaşamanın hazzı ve safâsı, sevilenlerin toplânmasiyledir. Peygamber Efendimiz de Hazret-i Âişe-i Sıddîka'yı çok severlerdi. Kişinin hatununu sevmesi Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin sünnetidir. Kadınların da kocalarını sevmesi Hazret-i Âişe'nin sünnetidir.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ölüm hastalığında yedi tane altını vardı. "Onları sadaka edin!" diye buyurdu. Ondan sonra biraz bayıldı. Yanında bulunanlar onun haliyle meşgul oldular, altınları unuttular. Sonra kendilerine gelince o altınları getirtip mübarek avcuna koydu da:
— Eğer bunlar yanında olduğu halde Muhammed, Rabbine mülâki olursa ne yüzle O'na bakar? dedi.
Ondan sonra hepsini sadaka verdi. Şu hale bakılsın ki, Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış iken yedi tane altın için böyle buyurup yanında bırakmadı. Öyleyse zulüm ve eziyetlerle yetimlerin ve fakirlerin mallarını toplayıp gidenlerin hâli nice olsa gerektir?..
Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe-i Sıddîka'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hastalığında Hazret-i Fâtıma'yı dâvet edip ona yavaş yavaş bir şey söyledi. Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) ağlamaya başladı. Ondan sonra yine çağırıp bir şey daha söyledi. Bu sefer Hazret-i Fâtıma gülmeye başladı. Biz Fâtıma'ya sorup:
— Fahr-i Âlem hazretleri'nin buyurduğu neydi? dedik.
Hazret-i Fâtıma:
— Bu hastalıktan öleceğini söyledi. Ben de ağladım. Sonra ehlinden kendisinin ardınca ilk gelecek olanın ben olduğumu haber verdi. Bunun üzerine güldüm, dedi."
Gerçekten de Resûlüllah Efendimizin Ehl-i Beyt'inden âhirete ilk intikal eden Hazret-i Fâtıma oldu. Resûlüllah Efendimizin intikalinden altı ay sonra kendisiyle buluştu. Hadîs âlimlerinden çok kimse Hazret-i Âişe'den nakletmişlerdir ki: "Resûlüllah Efendimize sûret ve sîret, tavır ve hareket bakımlarından Fâtıma'dan daha fazla benzeyen hiç bir kimse görmedim," buyurmuş.
Âlemlerin hocası Efendimiz, Hazret-i Fâtıma'yı öyle severdi ki, geldiği zaman kalkıp öper ve sarılır, kendi yerine oturturdu. Kendisi Hazret-i Fâtıma'nın evine gittiği zaman da öyle ederdi. Ama Fahr-i Âlem hazretleri'nin hastalığında gelip girdiği zaman üzerine gelip eğildi de güzel yüzünü öptü.
Rivâyetçiler ittifak etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimizin Fâtıma'ya ilk fısıldayıp Fâtıma'nın ağladığı zamanda söylediği o hastalıktan vefat edeceği idi. Ama sonra fısıldayıp Fâtıma'nın güldüğü zamanda söylediğinin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Urve'den rivâyet edilmiş olduğu üzre yukarıda zikredilen sözdü. Yâni kendine ilk gelip buluşacak olanın Fâtıma olduğu haberi idi. Mesruk'dan nakledilmiş olduğu üzre söylediği: "Sen cennet ehli hatunlarının seyyîdesisin. Cennette senden büyük hatun olmasa gerek," demekti. Ama birinci söz tercih edilmiştir.
Nesâî'nin naklinde Ebû Seleme yoliyle Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Fâtıma'nın gülmesinin sebebi, zikrolunan sözlerin ikisi birlikte idi," demişlerdir.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hastalığında bazen bayılıp usu (aklı) giderdi, sonra yine kendine gelirdi. Bir kere bayılıp kendinden geçti. Hastalığinin zatülcenb olduğunu sandılar. Gittiler, bir miktar ilâç hazırlayıp mübarek ağzina koydular. "Giderin, koymayın," diye işaret etti. Eslemeyip (aldırmayıp) "Hastadır, ilâcı kerih görüyor," dediler, koydular. Sonra biraz iyileşince:
— Ben sizi nehyetmedim mi? Niçin o ilâcı ağzıma koydunuz? dedi.
— Hastadır, ilâcı kerih görüyor dedik, dediler.
Yâni faydalı olacağını düşündük. Senin nehyetmeni mizacinin almamasına hamlettik. Belki faydalı olur diye koyduk, dediler.
— Bu evde Abbâs'dan başka kimse kalmasın. Hepsinin ağzına o ilâçtan koysunlar, ben göreyim, dedi.
Abbâs'ı istisna etmesinin sebebi şu idi ki, o zaman onların yanında hazır değildi... İmâm Buhârî, böyle rivâyet etmiştir.
Taberanî'nin Abbâs'dan naklettiğine göre o ilâç, kust (topalak otu) ile zeytinyağı idi. Ehl-i Beyt'in ağızlarına koydurması, sözünü tutmamalarının cezası idi. Bazıları, "Sözünü tutmamayı âdet edinmemeleri için şerefli maksadı onları tedip etmekti. İlâçtan kaçınmasının sebebi de o hastalıktan vefat edeceğini kesin olarak bilmesiydi. Onun fayda vermesi ihtimali yoktu. Bunun için ilâcı reddetti. Yoksa bazı hastalıklarında ilâç kullanarak tedavi olmak güzel âdetlerindendi." demişlerdir.
İbn-i Hacer der: "Zâhir olan şudur ki, mezkûr husus, kendisinin ölümle ebedî dünya hayatı arasında muhayyer kılınmasından önce idi. Bu takdirde mezkûr ilâçtan kaçınması, kendine münasip olmadığı içindi. Zira hastalığını Ehl-i Beyt zatülcenb sanmışlardı. Ona göre ilâç yapmaya girişmişlerdi. Halbuki onun hastalığı zatülcenb değildi. Nitekim hadîsin geliş tarzı buna açıkça delâlet eder."
İbn-i Sa'd'ın rivâyetinde şöyledir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin bazen böğrüne ağrı ârız olurdu. Bir gün ağrısı şiddetlendi, aklı başından gitti. Bunun üzerine ilâç yapmaya girişip mübarek ağzına bir miktar ilâç koydular. Hoşlanmadı, kendine gelince üzüldü:
— Siz Hak teâlâ hazretleri'nin bana zatülcenbi musallat ettiğini sandınız. Hak teâlâ hazretleri, onu bana musallat etmez, buyurdu.
Ondan sonra yemin etti ki, evde hiç kimse kalmasın, hepsinin ağzına o ilâçtan koysunlar. Râvi der ki: Ağzına o ilâçtan konulmayan hiç kimse kalmadı. Meymûne oruçlu idi, onun da ağzına koydular."
Ebû Ya'lâ'nın rivâyetinde zayıf senetle Hazret-i Aişe-i Sıddika'dan rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri zatülcenbden gitti," diye buyurmuş.
Bunun aslı şudur: Zatülcenb, iki hastalığın ismidir. Birisi, ateşli bir verem (iltihap, şişkinlik) dir. Müstebtın zarında olur. Yâni iyeğilerin iç yüzünde bir perde vardır, ona ârız olan bir veremdir. Birisi de iyeğilerin arasında sıkışmış olan yeldir. Fahr-i Kâinat hazretleri'nin "O bana musallat olmaz" diye buyurduğu birinci manâda olan zatülcenbdir, dediler. Hâkim, Müstedrek'inde: "Zatülcenb şeytandandır," diye rivâyet etmiştir.
Buharî'nin naklinde İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin vefatı çok yaklaşınca ashâbına:
— Çabuk gelin, size bir nâme (yazı) yazayım ki, ondan sonra dalâlete düşmeyesiniz, dedi.
Ashâbın kimisi:
— Mizacına hastalık galebe etti. Kur'an ise sizin yanınızda durur. Allah'ın kitabı bize yeter, dediler.
Yâni "Daha nâme yazdırıp ne yapacağız? Allah'ın Kitabı bize yeter," dediler. Bunun üzerine Ehl-i Beyt, birbiriyle ihtilâf ve husumete düştüler. Kimisi de:
— Gelin, yanına gidelim. Bir nâme yazsın, dediler.
Her biri bir türlü söyledi. Velhasıl şerefli huzurunda dedikodu çoğaldı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri:
— Kalkın, yanımdan! diyerek bunları yanından kovdu."
Sonradan İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "O yazinin yazılmasına mâni olan nesne ne büyük bir musibettir," diye teessüf ederdi.
Mâzerî'nin buyurduğu üzre Resûlüllah Efendimiz "Gelin, sizin için bir nâme yazayım," diye açıkça emrettikten sonra sahâbenin bu hususta ihtilâfa düşmelerinin cevazı şu idi: Emirlere bazı halet ilişir ki, onu vücuptan nakleder. Yâni emri yerine getirilmesi gerekli bir şey olmaktan çıkarır, işte bu şekilde Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden muhayyer kılmaya delâlet eden bazı karinelerin sudûr etmiş olduğu, vücu'bun (mutlaka öyle yapılmasının) murad olunmadığı, belki onları muhtâr kılmış olduğu zannolunur. Buna dayanarak ihtilâf edip kimisi "Yazsın," ve kimisi de "Yazmasın, Allah'ın kitabı bize yeter," demiş olmalılar."
İmâm Nevevî: "Âlimler ihtilâf etmişlerdir ki, 'Allah'ın kitabı bize yeter,' diyen Hazret-i Ömer'di. Anlayış kuvveti ve görüş dikkatinden ötürü korktu ki, Resûlüllah
Efendimiz hazretleri nâmede bazı emirler yazdırır da ümmet onları işlemekten âciz olurlar, bundan dolayı ukubete müstahak olurlar. Zira her ne buyursa Allah'ın hükmü olarak belirlenmiş olurdu ve ona uymamaya ukubet lâzım gelirdi. Şunu da murad edindi ki, âlimlere içtihat kapısı kapanmış olmasın."
Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin, Ömer'in sözünü inkâr etmeyip sükût etmesinde onun reyini tasvibe delâlet vardır. İbn-i Abbâs hazretleri'nin "O yazinin yazılmasına mâni olan nesne ne büyük bir musibettir," demesinde Ömer'in sözüne karşı gelme yoktur. Zira Hazret-i Ömer, ondan daha fakih idi. Kesin olarak böyleydi, demişlerdir. Hatıra gelmesin ki, İbn-i Abbâs hazretleri Kur'ân'ın âlimi, tefsir ve tevilini insanların en iyi bilicisi iken Kur'an'la iktifa etmemiş olsun. Böyle değildir. Belki onun dediği, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden vâki olacak tasrih ve beyanın kaçırılmış olduğuna teessüf ve tahassürdü. Zira onun bir hususu açıkça bildirmesinin, başkasının deliller çıkararak bulmasından daha üstün olduğunda şüphe yoktur.
Şeyhayn'ın rivâyetlerinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimizin hastalığı şiddetlendiği zaman:
— Ebû Bekir'e emredin, halka namaz kıldırsın, dedi.
Muradı, "Sahâbeye İmâmet etsin" demekti. Hazret-i Âişe (radıyallahü anha):
— O yüreği yufka bir kimsedir. Senin yerine mihraba geçtiği zaman ağlamaktan okuduğunu halka işittiremese gerek, dedi.
Fahr-i Âlem hazretleri yine:
— Ebû Bekir'e emredin, halka namaz kıldırsın, dedi.
Hazret-i Âişe yine öyle cevap verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— "Siz kadınlar, Yûsuf'un savâhibâtı (kadın arkadaşları) gibisiniz. Ebû Bekir'e emredin, halka namaz kıldırsın," diye buyurdu.
Ebû Hâtem de böyle rivâyet etmiştir. Hadîsin lâfzı onun siyâkı üzredir:Yûsuf'un savâhibâtı'ndan murad Züleyha idi, demişlerdir. "Innekünne — Siz kadınlar," sözü de gerçi çoğul sigası üzre buyrulmuştur, ama murad Hazret-i Âişe idi. Onu Züleyha'ya benzetmekten murad, yâni içinde gizlediğinin aksini göstermekte onun gibisin, demekti. Tafsilâtı şudur:
Züleyha, ziyafet bahanesiyle hatunları toplamıştı. Onları toplamasının sebebi zahirde ikramdı, ama hakikatte onlara Yûsuf'u seyrettirmekti. Tâ ki, görsünler de kendini mazur tutsunlar. Âişe-i Sıddîka'nın sözü de zahirde "Okuduğu şeyi ağlamaktan halka işittiremez" diye İmâmeti Ebû Bekir'den başkasına çevirmeye delâlet ederdi.
Ama hakikatte muradı şu idi ki, şayet halk onu Resûlüllah'ın yerinde görüp hatırlarına hoş gelmezse kendisine artık çirkin bir gözle bakarlardı. Bu mânâdan kaçtığı için öyle demişti. Muradinin bu olduğunu bir kavlinde tasrih etmiştir. Nitekim Sahîh-i Buhârî'de Fahr-i Âlem hazretleri'nin vefatı bahsinde zikrolunmuştur.
Peygamberimizin Son Hutbesi ve Ensar'a Hürmet Etmeyi Vasiyet Buyurması:
Yine İmanı Buhârî, Hazret-i Enes bin Mâlik'den rivâyet eder ki: "Ebû Bekir ile Abbâs (Allah onlardan razı olsun) geçip giderlerken Ensar'dan birkaç kişinin üzerine geldiler. Bunların oturmuş ağlaştıklarını gördüler.
— Niçin ağlaşıyorsunuz? dediler.
Onlar:
— Resûlüllah Efendimizin bizimle meclisini (beraber oturmasını, sohbet ve arkadaşlığını) hatırlayıp ağlaşıyoruz, dediler.
Ondan sonra ikisi, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin huzuruna girip Ensar'ın ahvalini arzettiler. Hemen dışarı çıktı. Mübarek başını hırkasının kenarı ile sarmıştı. Oradan minbere çıktı. Ondan sonra bir daha çıkması müyesser olmadı. Böylece Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâ ettikten sonra:
— Ensar kavmine riayet ve hürmet etmenizi vasiyet ederim. Onlar, benim sırdaşlarım ve emînlerimdir. Onlar benim güvendiğim bir topluluktur. Onlar, üzerlerine lâzım olan hizmeti ettiler. Onlara ecir ve mükâfatlarının karşılığinin verilmesi kaldı. O halde siz onların iyilik edenlerinin iyiliklerini kabul edin ve kemlik edenlerinin günahlarından geçin, diye vasiyet etti."
Fâkihânî Fecr-i Münir adlı kitabında bazı kimselerden şöyle rivâyet etmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri'nin hastalığı artınca Ensar topluluğu Mescid-i şerifi dolaşmaya başladılar. Peygamber Efendimizin halinden gam ve ıstıraba düştüler. Abbâs (radıyallahü anh) girip onların hallerini bildirdi. Onun ardından Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) girip o da arzetti. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat hazretleri, mübarek başını sarıp Mescid'e çıktı. Minberin alt basamağında oturdu. Halk yanına toplandılar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâ etti. Halka hitap edip:
— Ey Âdemoğulları! Bana ulaştı ki, siz Peygamberinizin ölümünden korkuyormuşsunuz? Hiç benden önce gelenlerden bir peygamber dünyada ebedî kaldı mı ki, ben kalayım? İyi bilin ki, ben Rabbime kavuşuyorum. Elbet siz de ona kavuşursunuz. Dünyada kimse kalmaz! dedi.
Ondan sonra Muhacirlere hürmet ve izzet etmeyi vasiyet etti. Daha sonra da halka nasihat edip:
— Olmaya ki, bir muradın eğlenmesi sizin acelenize sebep olsun. Zira Hak teâlâ hazretleri, kimsenin acele etmesiyle acele etmez, dedi.
Sonra:
— O'na galip olmayı dileyen, yâni O'nun yapmasına razı olmayıp "Elbette ben filân muradı ele geçiririm ve filân düşmanı kahrederim!" diyen bir kimse, sabretmeyip kendi reyi üzre çalışıp çabalarsa o kişinin kendisi mağlûp olur. O'nu aldatmak isteyen kimsenin kendisi aldanmış olur. Hile edenin hilesi kendisine olur, dedi.
Sonra: "Fehel aseytüm in tevelleytüm en tufsidû fî'l-arzi ve tukattiû erhâmeküm — Sizden beklenir mi ki, eğer insanlar üzerine hâkim olursanız yeryüzünde fesat çıkarasınız, kibir ve zorbalıktan ötürü yakınlarınızdan ilişkinizi kesesiniz?" (Muhammed sûresi: 47/22) âyet-i kerîmesini okudu.
Mânâsinin özü: "Olmaya ki, böyle edesiniz," demektir. Ondan sonra Ensar topluluğuna vasiyet buyurdu. Onların in'am ve ihsanlarını zikredip her hususta onlara riayeti tenbih etti. Kendisinin saadetle âhiret yurduna intikal edeceğini zikredip:
— Sizinle buluşma yerimiz Kevser havuzu olsun, orada buluşalım. Ve haberdar olun ki, yarın benimle buluşmaktan hoşlanan kimse, elini ve dilini tutsun, yâni elini ve dilini lâyık olmayan nesnelere kullanmasın, dedi.
Ondan sonra:
— Ey insanlar! Bilmiş olun ki, günahları işlemek, nimetleri tağyir ve kısmetleri tebdil eder. O halde her ne zaman halk iyilik ve doğruluk üzere olsalar, onların sultanları ve hâkimleri de iyilik, doğruluk, insaf ve adalet üzre olurlar. Her ne zaman fücur ve isyan üzere olsalar, sultanları ve hâkimleri de onları zulüm ve işkence ile incitirler, dedi."
Sahih-i Buhârî'dc Aişe-i Sıddîka'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sohbet halinde buyururdu ki: 'Hiç bir peygamber, cennette yeri gösterilmeden kabzolunmadı. Onlara yerlerini gösterirler de ondan sonra muhayyer bırakırlar. Dilerse dünyada kalır, dilerse cennete gider,' dedi. Vakta ki, hasta olup ölümü yaklaştı, mübarek başı benim dizimde iken bayılıp aklı gitti. Ondan sonra yine kendine gelince mübarek nazarını tavana dikti de: 'Allahümme'r-refiku'l-a'lâ — Allahım, yüce dost!' dedi. Hemen bildim ki, bizi terkedip gidecektir, cenneti ihtiyâr etmiştir," dedi.
Bir rivâyette: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, arkası üzerine dayanıp yatarken işittim: "Allahümmeğfir-lî ve'rhamnî ve'lhıknî bi'r-refiki'l-a'lâ — Allahım, beni bağışla, bana merhamet et ve beni yüce dosta kavuştur," derdi," demiştir..
İmâm-ı Ahmed'in naklinde de Hazret-i Aişe-i Sıddîka'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, 'Hiç bir nebî yoktur ki, mükâfatı gösterilip sonra muhayyer bırakılmadan kabzedilmiş olsun,' derdi," demiştir. Bu mânâda değişik ibarelerle bazı rivâyetler daha gelmiştir. Hepsinin mânâsı, Hak teâlâ hazretleri, her peygambere cennette edeceği lütuf ve ikramı gösterir de ondan sonra muhayyer bırakır, demektir.
Nesâî'nin naklinde Ebû Mûsâ (radıyallahü anh): "Allah'dan, beni Cebrâil, Mikâil ve Isrâfil ile beraber Refik-i Alâ'ya yükseltmesini diledim," diye rivâyet etmiştir.
Açık olan şudur ki, refik, burada zikredilenlerle uygunluk hâsıl olan bir mekândır, demişlerdir. İbn-i Esir, Nihâye'de "Refîk'den murad, Alâ-i llliyyîn'de olan enbiyâ cemaatidir," demiştir. Bazıları da: "Refik, rıfk ve re'fet'ten gelir. Murad, Allahü teâlâ hazretleri'dir," demişlerdir. Bazıları, "Murad, Hazîretü'l-Kuds'dür," dediler. Halin hakikatini Allah bilir.
Bazı rivâyette gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz: "Allahım, gerçekten sen ruhu, sinir, kemik ve parmak uçları arasından alırsın. Bütün uzuvlardan alırsın. O halde bana sen yardım eyle ve onu bana sen kolaylaştır," diye dua ve tazarru ederdi.
Ahmed'in naklinde, "Mübarek elini suya sokardı da mübarek yüzüne sürerdi ve 'Allahım, ölüm sekerâtında bana yardım eyle' derdi," demişlerdir.
Buharî'nin rivâyetinde Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh):
— Hastalığın ıstırap veriyor mu? dedi.
Fahr-i Kâinat hazretleri de:
— Bugünden sonra baban için ıstırap ve keder yoktur, dedi.
Maksadı, "Elem ve ıstırabı çektiğim sadece bugünlüktür. Bugünden sonra bana gam yoktur," demekti.
Sahîh-i Buhârî'de Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Pazartesi günü Müslümanlar sabah namazında Ebû Bekir onlara İmâmet ederken Fahr-i Âlem hazretleri, Âişe'nin hücresinin perdesini açıp ashâba nazar buyurarak tebessüm etti. Ebû Bekir (radıyallahü anh) sandı ki, Resûlüllah Efendimiz namaza çıkmak istiyor. Mihraptan geri çekildi. Tâ ki, safa girsin. Müslümanlar da Fahr-i Kâinat hazretleri'ne sevindiklerinden namazlarını bozmak istediler. Hemen mübarek eliyle "Yerinizde durun, namazınızı tamamlayın," diye işaret edip kendisi hücreye çekilerek perdeyi salıverdi," demişlerdir.
Buharî'nin rivâyetinde "Hemen o gün vefat etti," demişlerdir. Allah'ın yardımı ve selâmı onun üzerine olsun.
Bazı hadîs âlimleri kesin olarak hükmetmişlerdir ki, Fahr-i Âlem hazretleri'nin kabzolunduğu zaman güneş zevale vardığı vakitti. Urve'den ve başkalarından böyle rivâyet edilmiştir.
İmâm Süheylî: "Vakidî'nin bazı kitaplarında buldum ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Halime katında süt emerken ilk konuştuğunda söylediği söz 'Allahü ekber' demekti. Son konuştuğu söz de 'Er-refîku'l-a'lâ' demekti," demiştir.
Hâkim'in Enes'den naklettiğine göre son sözü "Celâle rabbi'rrefîu" demekti, demişlerdir. En iyisini Allah bilir.
Taberî Ri âz'da zikretmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri vefat ettiği zaman Ebû Bekir (radıyallahü anh) orada değildi. Resûlüllah Efendimizin izniyle Sünuh dedikleri yerde hatununun evine gitmişti. Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) kılıcını sıyırıp:
— Her kim, Resûlüllah öldü derse onu parçalarım. Peygamber ölmedi, belki irsal olundu. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm irsal olunup kırk gün eğlendi, kavmine gelmedi. Ben, yine geleceğini ve nice kimselerin ellerini ve ayaklarını keseceğini ümid ederim, dedi.
Ondan sonra Ebû Bekir (radıyallahü anh) gelip yetişti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin mübarek yüzünden örtüyü kaldırıp diz çökerek öptü. Ondan sonra ağlamaya başladı:
— Benim nefsimi elinde tutan Allah hakkı için Peygamber vefat etti, dedi.
Ondan sonra salâvat verip:
— Yâ Resûlâllah! Hayatında ve ölümünde ne güzelsin, ne gökçeksin! diyerek Fahr-i Âlem hazretleri'ni övdü."
İki Ölüm:
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde şöyledir: "Ebû Bekir Sıddik (radıyallahü anh) mezkûr yerden gelip atından indi ve Mescid-i şerife girdi. Kimseye bir şey söylemedi. Hattâ Hazreti Âişe'nin evine girdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ni bir hırka ile örtmüşler, yatar halde gördü. Hemen Resûlüllah hazretleri'nin mübarek yüzünden hırkayı açtı da eğilip öptü. Ondan sonra ağladı:
— Babam anam sana feda olsun. Hak teâlâ hazretleri, senin üzerinde iki ölümü birleştirmez. Senin üzerine yazılan ölüm gelip yetişti. Gerçekten sen vefat ettin, dedi."
Ebû Bekir'in bu sözden muradinin ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "İki ölüm demesi hakikati üzredir. Maksadı, 'Yine gelir, nice kimsenin elini, ayağını keser,' diyenin sözünü reddetmekti," dediler. Özü şudur ki: Eğer bir kere daha gelirse bir daha ölmesi lâzım gelir. Onun ölümü birdir. Hak teâlâ hazretleri'nin ona yazmış olduğu ölüm vâki oldu. Başkalarından kiminde birleştiği gibi bunun üzerinde iki ölüm birleşmez, demektir. Nitekim o vebadan kaçıp Hak teâlâ hazretleri'nin emriyle hepsi kırılan tâife gibi ki, sonra yine Allah'ın emriyle hayat bulup âkıbet yine vefat etmişlerdir. Nitekim ayrıntıları:
"Ellezîne harecû min diyârihim ve hüm ülûfün hazere'l-mevti fekale lehumullahü mûtû sümme ehyâhüm — Şu binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarım terkedenlere Allah ölün dedi de sonra kendilerini diriltti," (Bakara sûresi: 2/243) âyet-i kerîmesinin tefsirinde yazılıdır.
İki ölümün birleştiği kimselerden biri de Hazret-i Üzeyr aleyhisselâm'dır. Nitekim ayrıntıları: "Ev kellezî merre alâ karyetin ve hiye hâviyetün alâ uruşihâ kale innî yuhyî hâzihillahü ba'de mevtihâ feemâtehullahü miete âmin sümme ba'sehü — Yahut şu kimse gibisini görmedin mi ki, duvarları çatılarının üstüne yıkılmış bir köye uğramıştı da 'Allah bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?' demişti. Allah onu yüz sene öldürüp sonra diriltti," (Bakara sûresi: 2/259) âyet-i kerîmesinin tefsirinde zikredilmiştir.
Hazret-i Ebû Bekir'in sözü hakkında gelen tevcihlerin en açık ve en kabul edilebilir olanı bu tevcihtir. Ama bazıları: "Muradı, başkaları gibi kabrinde bir ölüm daha vâki olmaz," demektir, dediler. Yâni başkaları sual için kabirlerinde diriltilir, sualden sonra yine vefat ederler. Bu, öyle olmaz, demektir, dediler.
Bazıları da: "İki ölümden murad, biri nefsinin ölümü, biri de şeriatinin ölümüdür. Nefsi vefat etti, ama şeriatı vefat etmez, yâni fenâ bulmaz, demektir," dediler.
Bazıları da: "ikinci ölüm, kerb (gam ve keder) den kinâye idi. Yâni bu ölümün kerbinden sonra sana başka bir kerb erişmez demek isterdi," dediler. En iyisini Allah bilir. Bu hususta birkaç rivâyet gelmiştir. Kimisi icmâl ve kimisi tafsil üzredir.
Bu cümleden biri de yine Buhârî'nin naklinde Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiş olandır ki: "Ömer (radıyallahü anh):
— Vallahi Resûlüllah ölmedi, deyip dururdu.
Ebû Bekir (radıyallahü anh) gelip Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin mübarek yüzünü açıp öptü ve ağladı, medih ve senâ etti. Ondan sonra yemin edip:
— Ey and içip Peygamber vefat etmedi diyen! Çok direnme, yavaş ol, aklını başına getir, diye nasihat etti.
Hemen Hazret-i Ömer oturdu, sükût etti. Ondan sonra Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâ etti. Sonra halka hitap edip:
— Muhammed'e ibadet eden kimse bilsin ki, Muhammed gerçekten ölmüştür. Allah'a ibadet eden kimse bilsin ki, Allah ölümsüz diridir, O'na fenâ (yokluk) ilişmez, dedi.
Ondan sonra:
— "İnneke meyyitun ve innehüm meyyitûne — Sen ölüsün, onlar da ölüdürler," (Zümer sûresi: 39/30) âyet-i kerîmesini okudu.
Ondan sonra:
— "Ve mâ Muhammedün illâ resûlün kad halet min kablihi'r-rüsûlü... — Muhammed, bir rasülden başka bir şey değildir. Ondan önce de rasüller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz, ökçeleriniz üzerinde geri mi döneceksiniz? Her kim ökçesi üzerinde geri dönerse Allah'a bir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandırıcıdır," (Âl-i lmran sûresi: 3/144) âyet-i kerîmesini okudu. Bunun üzerine halk feryat ederek ağlamaya başladılar."
Zikrolunan âyet-i kerîmeler, Fahr-i Cihan hazretleri'nin vefatına delâlet eden âyetlerdendir. Taberî der ki: "Hazret-i Ömer, bu âyetleri Ebû Bekir'den işitince:
— Vallahi öyle hatırımdan çıkmış ki, sanki bu âyetleri hiç okumamıştım, dedi.
Ve sözünden rücû edip Hazret-i Sıddîk'a tâbi oldu."
Ebû Nasr'ın buyurduğu üzre Hazret-i Ömer'in önce öyle demesi, fitne ve fesat çıkmasından, münafıkların hücum ve galebe etmelerinden korkmasındandı. Vakta ki, Sıddîk-ı Ekber'in kesin inancinin kuvvetini müşahede etti, zikrolunan âyet-i kerîmeleri okuduğunu gördü, hemen kendine sükûn gelip artık o sözü söylemedi. Hazret-i Sıddîk'ın öyle buyurmasiyle halka öyle bir hal geldi ki, mezkûr âyetleri Medine'nin sokaklarında okuyup gezerlerdi. Sanki onlar o gün nüzûl etmişti.
İbn-i Münîr der ki: "Fahr-i Âlem hazretleri'nin vefatı vâki olunca halkın arasına çok ıstırap ve perişanlık düştü. Nicesinin aklı zâyi oldu. Hazret-i Ömer onlardandı. Nicesinin de mecali kalmayıp oturdu, kaldı. Ayağa kalkmaya kudreti olmadı. Hazret-i Ali onlardandı. Öyle oldu ki, harekete kudreti kalmadı. Bazılarının da nutku tutuldu, söz söylemeye mecalleri kalmadı. Hazret-i Osman onlardandı. Halk yanına gider gelirlerdi, bir şey söylemeye kadir değildi. Bazıları da üzüntüden hasta oldular. Abdullah bin Uneys onlardandı. Hattâ o teessürle vefat etmiştir. Hepsinden dayanıklı olan Ebû Bekir Sıddîk idi. Gerçi gözlerinin yaşı durmadan akardı, devamlı ah edip inler, ağlardı, ama onun davranışı hepsinden daha âkılâne idi. Sabır ve sebatı başkalarından daha fazlaydı. Istırap ve perişanlığa düşenleri o teskin ve teselli etti."
Beyhakî ve Ebû Nuaym nakletmişlerdir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri vefat ettiği zaman bazıları 'vefat etti' ve bazıları 'vefat etmedi' diye şüpheye düştüler. Esmâ binti Umeys (radıyallahü anh), elini Fahr-i Âlem hazretleri'nin mübarek omzuna koydu da:
— Vefat etmiş, diye haber verdi.
Mübarek sırtından nübüvvet mührü gitmişti. Vefatını bundan kesin olarak anladılar, şüpheleri kalmadı," demişlerdir.
Buharî'nin naklinde Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri'nin vefatı sırasında şöyle demiştir:
— Ey babacığım! Ey Rabbinin dâvetine icabet eden babaağım! Ey babacığım! Yurdu Firdevs cenneti olan babacığım! Ey babacığım! Cebrâil'in bana ölüm haberini getirdiği babacığım!
İbn-i Hacer bazılarından nakletmiştir ki: Hazret-i Fâtıma'nın sözünde geçen "Yâ ebâtahu ileyye Cibrîlu yen'ahu" sözünden maksat, "Cebrâil'in bana onun ölüm haberini getirdiği," demek olur. Mir'âtü'z-Zemân Sahibi, kesinlikle buna hükmetti. Ama birincisi tevcih edilmiştir zanniyle rivâyetçileri yanılmakla itham etmek câiz değildir, demiştir.
Taberî'nin naklinde: "Vâ ebetâhu min rabbihi ednâhu — Vah babacığım, Rabbine daha yakın olan babacığım!" sözü de vâki olmuştur.
Fâtımatü'z-Zehrâ (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden sonra altı ay sağ kaldı. Ama bu müddet içinde asla güldüğü olmadı, demişlerdir.
Ebû Nuaym, Hazret-i Ali'den nakleder ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri kabzolunduğu zaman ölüm meleği göğe çıktı. Onu hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için gökten bir ses işittim: "Vâ Muhammedâhu — Vah Muhammed!" diye nidâ ediyordu," diye buyurmuşlar.
İbn-i Mâce'nin süneninde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hastalık halinde halka hitap edip:
— Eğer insanlardan bir kimse yahut müminlerden biri bir musibete uğrarsa o yetişen musibetten benim musibetimle teselli bulsun. Yâni benim ölümümle bulduğum musibeti hatırlasın da diğer musibetlerden nefsine sabır ve tahammül getirsin. Zira benim ümmetimden hiç bir kimseye benden sonra bir musibet yetişmez ki, o, ona benim musibetimden daha şiddetli olsun, buyurdu.
Mucizeler bahsinde geçmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, minber yapılmadan önce bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe okurdu. Sonradan minber konulup ondan vazgeçince inleyip feryat etmeye başladı. Mescid içinde olanlar, onun iniltisinden duramadılar. Öyle bir şerefli vücut ki, onun ayrılışından cemadât bile müteessir olup feryat ederler, insanın hali ne olacaktır? Böylece Peygamber Efendimiz hazretleri'nin yürüyen ruh kuşu beden sarayından uçup Arş yuvasını gezi yeri ettiği gün bütün ümmetin feryat ve figanı gök kubbenin en yüksek yerine erdi.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ölümünden sonra daha defnolunmadan Hazret-i Bilâl ezan okuyup: "Eşhedü enne Muhammeden resûlüllah," dediği zaman ashâbın feryat ve figanla ağlaşmalarından mescid harekete gelirdi. Defnolunduktan sonra Bilâl artık ezan okumadı, demişlerdir. Bazı rivâyette: "Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) hatırı için onun hilâfeti zamanında okudu. Sonra terkedip gazâ ile meşgul oldu," demişlerdir. Bazı rivâyette: "Şam fetholunduğu gün de bir kere çıkıp ezan okumuştur. Onda da ashâb, Bilâl’in ezanını işitip Fahr-i Âlem hazretleri'ni yâd ettiler de öyle feryat ve figan ettiler ki, dağ ve taşı harekete getirdiler," denilmiştir.
Peygamber Efendimiz hazretleri'nin vefatinin Pazartesi günü vâki olduğunda ittifak etmişlerdir. Hiç kimse buna aykırı bir söz söylememiştir. "Hicret edip Medine'ye geldiğinde şehre ne zaman girdiyse o zamanda kabzolundu," demişlerdir. O zaman duha-i kübrâ (büyük kuşluk) zamanı idi. En iyisini Allah bilir. Ama defni, bazı sözlerde Salı günü, bazı sözlerde Çarşamba gecesi vâki oldu, demişlerdir.
İbn-i Asâkir'in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Züeyyebü'l Hezli'den rivâyet edilmiştir ki: "Huzeyl kabilesine 'Peygamber Efendimiz vefat etti' diye haber geldi. Kabile halkı arasına korku düştü. O gece yattım, hattâ sabah yaklaşınca hâtiften bir ses işittim. Şu beyitleri okuyorlardı:
"Hatbün ecellü. Enâha bi'l-İslâmi.
Beyne'n-Nahîl'i ve malkadi'l-Atâmi.
Kubize'n-Nebiyyü Muhammedün feuyününâ.
Tübdi'd-Dümûa aleyhi bi'n-Nicâmi."
"Çok büyük bir hâdise oldu,
İslâmı, Nahil pınarıyla Medine kemerleri arasına sıkıştırdı
Çünkü Muhammed'in ruhu kabzolundu
Gözlerimiz yıldızlarla birlikte gözyaşları döker oldu."
Hemen korkudan sıçrayıp uyandım. Yıldızlara baktım. Sa'd-ı Zâbih dedikleri yıldızı gördüm. Nebî aleyhisselâmın vefat ettiğini anladım. Oradan Medine'ye geldim. Resûlüllahın ehl-i beytinin seslerini işittim. Hacılar ihram bağlayıp tekbir getirdikleri zaman sesleri nasıl çıkarsa onların feryadı da öyle çıkıyordu. Ondan sonra:
— Bu nedir? diye birine sordum.
— Muhammed aleyhisselâm kabzolundu, diye cevap verdi," demiştir.
Üzerinde ittifak edilen acayip şeyler cümlesinden biri de şudur ki, Fahr-i Âlem hazretleri'ni gasletmeyi murad edindikleri zaman ashâb tereddüt edip:
— Bilmiyoruz, ne yapalım? Kendi ölülerimizi soyup gaslettiğimiz gibi mi edelim, yoksa elbiseyle mi gasledelim? dediler.
Böyle ihtilâfa düştükleri vakit Allah onlara bir uyku verdi. Her biri uykuya vardı. Hattâ çeneleri göğüslerine dokundu. Beytullah yönünden hiç kimsenin bilmediği bir kimse konuşup:
— Peygamber aleyhisselâm'ı elbisesiyle gasledin! dedi.
Bunun üzerine kalktılar, mübarek gömleği üzerinde olduğu halde gaslettiler. Suyu gömleğin üzerinden dökerlerdi. İmâm-ı Beyhakî, Delâil-i Nübüvvet'de böyle rivâyet etmiştir.
Bazı rivâyette Fahr-i Kâinat Efendimiz'den merfuan gelmiştir ki: "Öldüğüm zaman beni Gars kuyusundan yedi kırba su ile yıkayın," diye vasiyet buyurmuşlar.
Gars kuyusu dedikleri, Medine'de bulunan bir kuyudur. Buhârî'nin rivâyetinde gelmiştir ki: "Bu gece rüyada sabah vaktinde cennette bir kuyunun üzerine vardığımı gördüm, dedi. Sabah olunca mezkûr Gars kuyusunun üzerine vardı. Abdest aldı ve içine mübarek ağzinin bârını bıraktı," demişlerdir.
Bezzâr ve Beyhakî'nin rivâyetlerinde, üç kere yıkandı. Birinde saf su ile, birinde su ve sedir ile, birinde de su ve kâfur ile yıkadılar. Ali bin Ebî Tâlib yıkardı, Abbâs ve oğlu Fazıl ona yardım ederlerdi. Kuşem, Usâme ve Şukrân su dökerlerdi. Gözleri bağlı idi. Zira Hazret-i Ali (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki:
"Beni senden başka kimse yıkamasın. Çünkü benim avretimi, gözleri fena bulan bir kimseden başkası görmez," diye buyurmuştur.
Yâni bundan anlaşılan şudur ki, "Senin halleri zabtetmene itimadım vardır. Diğerleri gözlerini muhafaza edemezler," demiştir ve Hazret-i Ali'den başkasının gözleri bunun için bağlanmıştır.
Peygamber Efendimiz'in mübarek cisminin güzelliğine ve temizliğine agâh olan Hazret-i Ali Efendimiz, gaslederken: "Anam babam sana feda olsun. Sağ iken de temiz ve güzeldin, ölmüş iken de güzel ve temizsin," derdi.
İbn-i Sa'd'ın rivâyetinde: "Peygamber Efendimiz gaslolunurken öyle şaşılacak bir güzel koku peyda oldu ki, asla eşi görülmemişti," demişlerdir. Bazı sözlerde Hazret-i Ali, eline bir bez parçası sarıp gömleğinin altına elini soktu. Ondan sonra gömleği sıktı. Secde yerlerine ve mafsallarına hoş kokulu nesneler sürdü. Abdest aldırıp iki kolunu, yüzünü, avuçlarını ve ayaklarını yıkadı; ödle buhurladı," demişlerdir.
Urve'nin hadîsinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anha)den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ni üç kat beyaz mahûli bezi içinde kefenlediler," demiştir.
Altı hadîs İmâminin rivâyetlerinde Hişâm bin Urve yoliyle Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet edilmiştir ki, zikredilen sözden fazla olarak: "O bezler pamuktandı. Ve Peygamber Efendimizin kefeninde gömlek ve sarık yoktu," buyurmuştur. Tirmizî ve
İbn-i Mâce'nin rivâyetlerinde "Onlar pamuktandı" sözü yoktur. Beyhakî'nin naklinde "Uç kat yeni mahûlî bezi içinde kefenlendi," diye gelmiştir.
İmâm Tirmizî'nin buyurduğu üzre Fahr-i Kâinat hazretleri'nin kefeni hususunda muhtelif rivâyetler gelmiştir. Hadislerin en doğrusu Hazret-i Aişe'nin hadîsidir. Sahâbe-i kirâmden ve başkalarından âlimlerin ekserinin itimadı ve ameli onun sözü üzredir.
Beyhakî, değişik olan rivâyetler hususunda Hâkim'den nakletmiştir ki, Ali bin Ebî Tâlib'den, İbn-i Abbâs'dan, Aişe'den, İbn-i Ömer'den, Câbir'den ve başkalarından tevatür derecesinde haberler vermiştir ki, Kâinatın Hocası Efendimiz hazretleri üç parça bez içinde kefenlendi. Onda kamîs ve imâme (gömlek ve sarık) yoktu, demişlerdir. Ama bu sözün mânâsında ihtilâf olunup bazıları, "Onda gömlek ve sarık yoktu, demelerinin mânâsı, kefende asla gömlek ve sarık yoktu, demektir," dediler.. Bazıları da, "Gömlek ve. sarıktan başka üç parça bez içinde kefenlendi, demektir," dediler.
Hanefî âlimlerinin hepsinin sözlerinde sünnet olan kefen şudur: Üç parça bez olur. Onların biri izâr ve biri lifâfedir ki, bunlar tâ tepeden ayak altına varıncaya kadardır. Biri de gömlektir ki, boyun dibinden ayaklara kadardır.
Kifâye olan kefen şudur: İki kat olur. Yâni izâr ve lifâfe ederler, gömlek etmezler. Kadınlar için sünnet olan kefen, şudur: Dir', izâr, himâr ve lifâfe ederler. Bir bez parçasiyle de memelerinin üstünden bağlarlar. Dir' dedikleri, gömlek üstüne giydirdikleridir. Himâr da kadınların başlarına örtündükleridir. Hâsılı bunların sünnet olan kefeni beş parça bezle hâsıl olur. Kadınların kifâye olan kefeni, üç kat bezle hâsıl olur. Bunlar, izâr, lifâfe ve himâr'dır. Gerek erkek ve gerek kadın için zaruret kefeni, sadece bulunan bezle sarılıp defnedilmektir.
Şafiî âlimleri katında da erkeğe sünnet olan kefen, üç kattır. Ama onlar gömlek etmezler. Hadîsin zahiriyle amel etmişlerdir. Bununla beraber bazı hadîste "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mübarek arkasında bulunan gömlekle kefenlendi," denilmiştir. Nitekim Sünen-i Ebî Dâvud'da İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiştir ki:
"Resûlüllah Efendimiz üç kat elbise içinde kefenlendi: İki hülle ve bir de içinde vefat ettiği gömlek," demiştir.
Kişinin sağlığında giydiği elbiseler, biri iç gömlek, üzerinebir elbise ve onun da üstüne bir feracedir. Ölümü halinde de bu üslûp üzre bir gömlek ve onun üzerine iki kat etmek gerektir. Hanefî âlimlerinin kavilleri budur.
İslâm ehli, kefenlemenin vacib olduğunu icmâ etmişlerdir. Kişinin kendi malından harcamak gerektir. Eğer malı yoksa nafakası kimin üstüne vacibse onun harcaması gerektir.
İbn-i Mâce'nin rivâyetinde Abdullah bin Abbâs'ın hadîsinde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin teçhizinden Salı günü fâriğ oldular ve kendisini şerefli evinde sedirin üzerine koydular. Ondan sonra halk cemaat cemaat girip namazını kıldılar. Erkekler namazını kılıp bitirince kadınlar kıldılar. Onlar bitirdiğinde çocuklar kıldılar. Onun namazında İmâm yoktu. Sadece saf saf durup kılmışlardı.
Bir rivâyette önce bölük bölük melekler kıldılar. Sonra Ehl-i Beyt'i kıldılar. Sonra bölük bölük diğer insanlar kıldılar. Sonra kendi hatunları kıldılar, denilmiştir.
Şeyh Zeynüddin İbn-i Hüseyin Tahkiku'n-Nusret adlı kitabında der ki: "Peygamber Efendimiz'in namazında ne okuyacaklarını bilemeyip Ehl-i Beyt:
— Ne okuyalım? diye tereddüt ettiler.
Abdullah bin Mes'ud'a sordular. O da:
— Hazret-i Ali'ye sorun, diye buyurdu.
O da:
— Şöyle deyin, diye buyurdu: "İnnallahe ve melâiketehu yusallûne ale'n-nebiyyi yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmen — Elbette Allah ve melekleri peygamber üzerine yardım ederler, ey imân edenler, siz de onun doğruluğunu kabul ve teslim ederek ona yardım edin (işini kolaylaştırın ve yoluna hizmet edin), böylece selâmete erip gerçek müslümanlar olun." (Ahzâb sûresi: 33/56).
"Lebbeyke Allahümme rabbenâ ve sa'deyke salâvatullahi'l-birri'r-rahîmi ve melâiketi'l-mukarrebîne ve'n-nebiyyîne ve's-sıddıkîne, ve'ş-şühedâi ve's-salihîne ve mâ sebbahe leke min şey'in yâ rabbe'l-âlemîne alâ Muhammed bin Abdillah hâtemi'n-nebiyyine ve seyyidi'l-mürselîne ve imâmi'l-müttekîne ve resûli rabbi'l-âlemîne'ş-şâhidi'l-beşîri'd-dâî ileyke bi-iznike's-sirâci'l-münîri ve aleyhi's-selâmi."
Duanın Türkçesi:
"Buyur, Allahım! Ey Rabbimiz! Kutluluk senindir. Birr (iyilik) ve rahîm sıfatlarının sahibi Allah'ın, iyilik ve esirgemesi, mukarreb meleklerin, nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin, sâlihlerin, seni her şeyden tenzih ve takdis ederek tesbih edenlerin salâvatı, ey Âlemlerin Rabbi, Abdullah oğlu Muhammed'in üzerine olsun. O ki, resûllerin efendisi, müttakîlerin İmâmı, Âlemlerin Rabbinin Peygamberi, sana şehadet ettirici, seni müjdeleyici ve sana ileticidir, senin izninle aydınlatıcı bir meşaledir, selâm onun üzerine olsun."
Onlar da mezkûr âyet-i kerimeyi ve bu duayı okudular. Ondan sonra:
— Nereye defnedelim? diye konuşmaya başladılar. Hazret-i Sıddîk (radıyallahü anh):
— Ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden işittim: "Ölen hiç bir peygamber yoktur ki, ruhunun kabzolunduğu yere gömülmemiş olsun," buyururdu, dedi. Hâsılı, her peygamber vefat ettiği yerde defnolunmuştur. O halde Peygamber Efendimiz hazretleri de kendi şerefli evinde defnolunmalıdır, diye işaret etti.
Ondan sonra Ebû Talha, Peygamber Efendimiz hazretleri'nin ruhunun kabzolunduğu döşeğin yerinde şerefli kabrini kazdı.
Rivâyetlerin en doğrusu şudur ki, Peygamber Efendimizi şerefli kabrine indirenler, Hazret-i Abbâs, Ali, Kuşem bin Abbâs, Fazıl bin Abbâs idi. Allah onlardan razı olsun. Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimizin şerefli kabri dokuz adet kerpiçle yapılmıştır. Buharanî bir kadifesi vardı, onu altına yaydılar. Resûlüllah Efendimiz sağlığında onu örtünürdü. Şukrân:
— Vallahi senden sonra onu kimse giymez, dedi ve ondan sonra şerefli kabrin içine döşedi, demişlerdir.
İmâm Nevevî der ki: "İmâm-ı Şafiî, bütün Şafiî âlimleri ve başkaları kesin olarak hükmetmişlerdir ki, kabirde ölünün altına kadife yahut onun benzeri kumaştan bir şey koymak mekruhtur."
Ama Şafiî âlimlerinden Beğavî Tehzîb'de: "Bunda beis yoktur," diyerek câiz olduğuna mezkûr hadîsi delil getirmiştir.
Cumhurun kavli şudur ki, mezkûr fiilde Şükran yalnızdı. Sahâbeden kimse ona muvafakat etmedi. Ve bilmediler, sadece Şukrân, Peygamber Efendimiz hazretleri'nden sonra kimse giymesin diye etmişti, dediler. Ama bu, akla hayli uzak bir şeydir. Bu kadar kişi içinde bir iş olsun da ona muttali olmasınlar! Hele şerefli kabrin içinde dört kişi olursa... Bazı rivâyette "Döşendikten sonra tekrar kaldırıp çıkardılar," denilmiştir. En iyisini Allah bilir.
Naklederler ki, sahâbe-i kirâmın Fahr-i Âlem hazretleri'ni defnetmelerinden sonra Fâtıma (radıyallahü anh) gelip:
— Resûlüllah hazretleri'nin üzerine toprak atmaktan nefsleriniz nasıl hoşnut oldu? dedi.
Ondan sonra şerefli kabrin toprağından bir miktar alıp gözlerine sürdü ve şu beyitleri okudu:
"Ahmed'in toprağını koklayan bir kimse, zaman boyunca galiye misklerini koklamasa ne lâzım gelir?" diye birinci beytle Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin pâk kabrinin ıtırlı toprağını övdü.
Ondan sonra kendinin ayrılık ateşinin tutuşmasiyle derununda olan ateş ve yangını beyan buyurup:
"Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer gündüzlerin üzerine dökülseydi gündüzler gece olurdu," diye buyurdu. Allah kendisinden razı olsun.
Rivâyet olunur ki, Bilâl-i Habeşi (radıyallahü anh) şerefli kabrin üzerine bir kırba su saçtı. Mübarek başı ucundan başladı, demişlerdir. O münevver kabrin üzerine akça ve kızılca taşcağızlar dizdiler. Bir karış miktarı toprağını yerden yukarı kaldırdılar.
İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki:
"Peygamber Efendimiz hazretleri, kendisinden kalkıp kurtulamadığı hastalığında: 'Allah, peygamberlerinin kabirlerini mescid ittihaz eden Yahudi ve Hıristiyanlara lânet etsin,' diye buyurdu. Eğer böyle olmasaydı, eğer böyle olmasaydı, Resûlüllah hazretleri'nin kabri aşikâr edilirdi. Beyt-i şerifte perde arkasında örtülü tutulmazdı. Ancak mescid ittihaz olunur diye korkuldu," demiştir.
Ebû Avâne'nin Hilâl'den rivâyet ettiği üzre "haşy — korkuldu" kelimesi, rivâyet edenin şekkinden dolayı meçhul ve malûm sigasiyle rivâyet edilmiştir. Meçhul sigasiyle kabul edildiği takdirde korkan, Hazret-i Âişe'nin kendisi olmuş olur ve ona muvafakat edenler olur. Malûm sigasiyle kabul edildiği takdirde fiil, Fahr-i Kâinat hazretleri'ne isnad edilmiş olur. Yâni "Resûlüllah Efendimiz, kabrinin mescid ittihaz edilmesinden korktu da böyle buyurdu," demek olur. Bu mânâyı düşünerek ihfâyı (gizlemeyi) emretmiş olur. Ihfâ'dan murad sadece evin içinde defnedilmiş olmaktır. Yoksa nice zamanlar şerefli kabir, evin içinde üzeri açık olarak dururdu. Mukaddes türbeye nazar olunurdu. Hazret-i Âişe, mezkûr sözü, Mescid-i şerîf genişletilmeden önce söylemişti. O zaman Mescid'i büyüttüler. O da üçgen şeklinde olan hücresini öyle bir halet üzre eyledi ki, kıbleye yönelmekle şerefli kabir yönüne namaz kılmak müyesser olmaz oldu.
Sahîh-i Buhârî'de Süfyân İbn-i Temâr'dan rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri'nin şerefli kabrini gördüm. Müsennem (çatı biçiminde, kabartılmış) idi," demiştir. Müsennem diye sinân (süngü demiri) şeklinde yerden yükseltilmiş olana derler. Senâm, devenin arkası, yâni hörgücüdür. Rum diyarının kabirleri müsennem, yâni devenin hörgücü şeklinde kabartılmış olur. Bazı diyarda musattah (düz) ederler. Musattah şudur ki, toprağı düzlerler; kabrin üstü seki şeklinde yassı olur.
Ebû Nuaym'ın rivâyetinde: "Ebû Bekir ve Ömer'in (Allah onlardan razı olsun) kabirleri de müsennemdi," demişlerdir.
İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ve Şafiîlerden çok kimse, "Bu hadîs-i şerîf gereğince kabrin müsennem olması müstehaptır." diye buyurmuşlardır. Ama Şafiîlerin en eskilerinden bir cemaat, "Müstehap olan, kabrin musattah (düz) olmasıdır," dediler.
Mezkûr ihtilâf, hangisinin daha üstün olduğuna göredir. Yoksa hangisi olursa olsun câiz olduğunda şüphe yoktur.
Hâkim ve başkalarının rivâyetlerinde gelmiştir ki, Kasım bin Muhammed İbn-i Ebî Bekir (radıyallahü anh)): "Bir gün Hazret-i Aişe'nin yanına vardım:
— Ey ana! Bana Peygamber Efendimizin kabrini aç, dedim.
Bunun üzerine bana Beyt-i şerifi açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber Efendimiz hazretleri'nin şerefli kabri hepsinden ileride idi. Hazret-i Sıddîk'ın başı, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin mübarek sırtı hizasında, Hazret-r Ömer'in başı da Fahr-i Âlem hazretleri'nin ayağı hizasında idi," demiştir.
Zannolunur ki, o şerefli kabirler musattahdı. Sonradan Ömer bin Abdülaziz, Velid bin Abdülmelik tarafından Medine'de emir iken, Beyt-i Şerifin duvarı yenilendiğinde yükseltilmiş olsa gerek.
İmâm Müzeni, kabrin çatı şeklinde yapılmasını mânâ bakımından düz yapılmasından daha üstün tutup "Düz olunca oturmak için yapılmış olana benzemiş olur. Çatı şeklinde yapılınca böyle olmaz," demiştir.
Düz yapılmasını tercih edenler, İmâm Müslim'in rivâyeti üzre "Fadâle bin Ubeyd bir gün bir kabrin üzerine uğradı. Toprağını düzelttikten sonra:
— Resûlüllah Efendimizden işittim, kabri tesviye (düz) etmeyi emretti, dedi," demişlerdir.
Beyt-i şerifteki üç kabrin tertibi hakkında muhtelif rivâyetler vardır. En kuvvetlisi ve en doğrusu Kasım'ın rivâyetidir. Ama başkalarının naklinde kimisi "Ebû Bekir'in başı, Fahr-i Âlem hazretleri'nin beliyle beraberdir. Hazret-i Ömer'in başı da Hazret-i Ebû Bekir'in beliyle beraberdir," diye nakletmiştir. Kimisi de "Ebû Bekir'in başı Resûlüllah Efendimizin göğsü beraberinde, Hazret-i Ömer'in başı da Hazret-i Ebû Bekir'in göğsü beraberindedir," diye zikretmiştir. Hâsılı bu hususta siyer ehli ihtilâf edip yedi kavil zikretmişlerdir. En doğrusunu Allah bilir.
Saîd bin Müseyyeb'den nakledilmiştir ki, "Beyt-i şerifin içinde Doğu tarafında bir kabir yeri daha kalmıştır. Oraya Hazret-i îsâ aleyhisselâm defnedilecektir," demiştir.
İbn-i Cevzî'nin Muntazam adlı kitabında İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) nakledilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz buyurdu ki: Meryem oğlu İsa, yeryüzüne iner, evlenir ve çocuk sahibi olur. Yeryüzünde kırk beş sene eğlendikten sonra ölür ve benim kabrimde yanıma defnedilir. Ben ve Meryem oğlu İsa, Ebû Bekir ve Ömer arasında aynı kabirden kalkarız," diye buyurmuşlar.
Bundan, İsa aleyhisselâmın, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin şerefli kabrine defnedilmiş olduğu anlaşılır.
Eğer sual olunup:
— Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin Pazartesi günü vefat edip Çarşamba günü defnedilmesinin sebebi neydi? Niçin tehir edildi? Bâhusus Fahr-i Kâinat hazretleri: "Ölülerinizi defnetmekte acele edin, onu tehir etmeyin," buyurmuşken?., denilirse cevabı şudur:
— Ölümü hususunda ittifak etmemişlerdi. Yahut nereye defnedeceklerini tayin edemeyip kimisi "Bakia'ya defnolunsun," dedi. Kimisi, "Mescid-i şerife defnolunsun," dedi. Bir tâife de, "Götürelim, babası İbrahim aleyhisselâmın yanına defnedelim," demişlerdi. Sonunda Hazret-i Sıddîk'ın buyurduğu üzre Beyt-i şerife defnettiler. Onun için eğlendi. Yahut Muhacirler ve Ensar hilâfet hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi. Sonradan Ebû Bekir Sıddîk'a karar verdiler. Havas ona biat ettiler. Ertesi gün tekrar halkın önünde bîat olundu. Hilâfet gibi mühim bir işi bertaraf edinceye kadar eğlenmek lâzım geldi, demişlerdir.
Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "Ben, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin Medine'ye geldiği günden güzel, nuranî bir gün görmemiştim. Ama vefatı gününü öyle çirkin gördüm ki, ondan daha çirkin ve daha karanlık bir gün görmedim," diye buyurmuştur.
Tirmizî'nin naklinde yine ondan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine'ye girdiği gün şehirde olan her nesne aydınlanmıştı. Vakta ki, vefatı günü oldu, her nesne karardı. Henüz Resûlüllah hazretleri'nin defnine girişen ellerimizin toprağını silkmemiştik, bu halde yine kalbimiz inkâr ederdi, bizi tasdik etmezdi," demiştir.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ölümünden sonra zuhur eden âyetlerin (işaret ve alâmetlerin) biri şudur ki, devesi asla yemedi ve içmedi, açlıktan, susuzluktan helâk oldu. Bir merkebi vardı, kendini kuyuya atıp helâk oldu. Bunun benzeri acayip işler çok zuhur etti.
İmâm Müslim'in naklinde Ebû Mûsâ (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Allah, kullarından bir ümmete hayır murad edinse peygamberlerini kendilerinden önce kabzedip önlerince onu öncü ve fara t* kılar. Eğer bir ümmetin helâklerini murad edinse peygamberleri sağ iken onlara azâb eder ve onun gözü önünde onları helâk eder. Onu tekzib edip emrine isyan ettikleri sırada helâkleriyle onun gözünü aydın kılar," diye buyurmuşlar.
Ümmetten önce peygamberin kabzolunmasında hayır şudur ki, eğer ümmet daha önce kabzolunsalar amelleri kesilir gider. Peygamberlerden sonra kalınca onun emrettiği üzre ibadetler etmek ve güzel işler işlemekle nesilden nesile hayırları sürekli ve semereli olur. Elbette her şeyin doğrusunu ve en iyisini Allah bilir.
Farat: Öne geçen ve ileri giden. Nişan ve alâmet ki, ıssız yerlerde ederler. Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse. (Ahterî-i Kebir)