Mevâhib-i Ledünniyye / CİLT 1 |
| |
MEDİNE DEVRİMekke’den Medine’ye Hicret |
Bu mertebeden sonra kâfirlerle savaşmağa Allah tarafından izin verilip:
“Üzine lillezîne yükatilûne bi-ennehüm zulimû - Zulüm görmeleri sebebiyle onların savaşa girmesine izin verildi,” (Hacc sûresi: 22/39) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, zikrolunan Müslümanların arasından on iki kişiyi diğerlerinin üzerine reis tayin etti.
İbn-i İshak (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Peygamber Efendimizin zikrolunan toplulukla biat etmesi Kureyş kâfirlerinden gizli oldu. Mekke-i Mükerreme’de olan Müslümanlara, Medine-i Münevvere’ye hicret edip çekilmelerini emretti. Hemen bu seçkin sahâbeler (Allah onların hepsinden razı olsun) bölük bölük Mekke’den çıktılar, Medine-i Münevvere yönünde yola koyuldular. Kendileri Mekke’de kalıp Hak teâlâ hazretlerinden izin gelmesini beklediler.”
Rivâyet olunur ki, muhacirler içinde herkesten önce hicret edip Medine’ye giden Ebû Seleme bin Abdü’l-Esed (radıyallahü anh) idi. Akabe’de olan bîattan bir yıl önce gitmişti. Habeş vilâyetinde idi, Mekke’ye geldi. Kureyş topluluğu onu incittiler. Medine kavminden bâzı kimselerin İslâm’a geldiklerini işitti. Hemen Medine yönüne çıkıp gitti. Ondan sonra Âmir bin Rebia, hâtunu Leylâ ile beraber gitmişlerdi. Ondan sonra Abdullah bin Cahş gitti. Ondan sonra cemaat cemaat çekilmeğe başladılar. Çok kimse gitti. Ondan sonra Hazret-i Ömer bin Hattâb ile kardeşi Zeyd ve Ayyaş bin Rebia, hepsi yirmi kişi, develere binip gittiler. Medine-i Münevvereye geldiler, Avâli’de konakladılar.
Bunlardan sonra Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh) çıktı. Velhâsıl Mekke şehrinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanında Hazret-i Ebû Bekir Sıddık ile Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’den başka kimse kalmadı. Hazret-i Ebû Bekir de gitmek için izin istedikçe Resûlüllah Efendimiz:
— Katlan, yâ Ebâ Bekir! Acele etme. Hak teâlâ hazretlerinin seni bana yoldaş eylemesini ümid ve temenni ederim, diye buyururlardı.
Hazret-i Ebû Bekir de o ümit üzre idi.
Ondan bir gün sonra Kureyş tâifesi, Mekke’de Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Mel’un İblis de Necid kavminden ihtiyar bir adam sûretine girdi ve Dâru’n Nedve’de Kureyşle beraber meşverete hazır oldu. Velhâsıl o gün danışık ettiler. Çare ve yollar araştırıp şunun üzerinde ittifak ettiler: Resûlüllah Efendimiz hazretlerini öldürmek gerek. Başka çare yoktur!
Hemen Cebrâil aleyhisselâm geldi:
— Ya Muhammed, Kureyş kavmi seni öldürmeyi kararlaştırdılar. O halde sen bu gece evvelki yatağında yatma, diye tenbih eyledi.
Gece olunca kâfirler Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kapısına toplandılar. Uykuya vardığı zaman içeri girip onu öldürmeye hazırlandılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’i kendi yatağinin üstüne yatırttı. Kendisi de Yâsin sûresini okumağa başladı:
“Ve cealnâ min beyni eydiyhim şedden ve min halfihim şedden... Onların önlerine bir sed, arkalarına bir sed çektik ve gözlerini perdeledik. Artık onlar Hakk’ı ve hakikati göremezler,” (K:36/9)) âyet-i kerîmesini sonuna varıncaya kadar okudu. Sonra dışarı çıktı. Orada duran kâfirlerin başlarına bir avuç toprak saçtı, istediği yere gitti. Mel’unlar kör gibi bakıp durdular. Peygamber Efendimizi göremediler. Sonradan bir kâfir gelip duranları gördü:
— Burada ne duruyorsunuz? dedi.
— Muhammed’i gözetiyoruz, dediler.
Bunun üzerine o:
— Vallahi Muhammed çıktı, istediği yere gitti. Siz onu görememişsiniz, dedi.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri toprak saçtığı zaman kime dokundu ise Bedir gazâsında onlar öldürüldüler.”
İş bu dereceye vardıktan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de hicret etmesi için izin geldi, izin verilmesi şu âyet-i kerîme ile vâki olmuştur ki, Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında buyurdu:
“De ki: Ey Rabbim! Beni sıdkın (dostluk ve doğruluğun) girişinden girdir ve yine sıdkın çıkışından çıkar. Ve kendi katından bana yardım edecek bir hüccet ve bürhan ver.” (Isrâ sûresi: 17/80).
Mezkûr rivâyet üzere mânası Resûlüllah Efendimiz hazretlerine, şöyle dua etmesi için emirdir:
“Ya Rab, beni rıza've hoşlukla Medine şehrine dahil eyle. Rıza ve kolaylık ile Mekke’den çıkar. Ve senin katından bir hüccet ver ki, şu muhalefet edenler üzre bana yardımcı olsun,” demektir.
Hadîs İmâmlarından Hâkim (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Mekke’den çıkışı, ensar ile Akabe’de biat ettikten üç ay yahut üç aya yakın bir zaman sonra idi.” Bundan başka rivâyetler de gelmiştir. Yine Hâkim buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Pazartesi günü Mekke’den çıktı ve yine Pazartesi günü Medine’ye girdi, diye büyük bir topluluk tarafından rivâyetler gelmiştir.”
Ama Muhammed bin Mûsa Harzemî der ki: “Resûlüllah Efendimizin Mekke’den çıktığı gün Perşembe günü idi.”
Fakat bâzı âlimler bu iki rivâyetin arasını bulup bağdaştırarak demişlerdir ki: Mekke’den Perşembe günü çıktı. Ama üç gece mağarada yattı. Cuma gecesi, Cumartesi gecesi ve Pazar gecesi orada kaldı. Sonra Pazartesi gecesinin içinde mağaradan çıkıp yola koyuldular. Nübüvvet verildikten sonra bu tarihe gelinceye kadar on yıldan fazla zaman geçmişti.
— Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) ile yoldaş ol, diye Cebrâil aleyhisselâm emretmişti. Ondan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz, Ali bin Ebî Tâlib kerremallahü veche’ye dedi ki:
— Ya Ali, işte ben Allahü teâlâ hazretlerinin emriyle Medine’ye gidiyorum. Sen, birkaç gün daha burada kal. Bende olan emanetleri sâhiplerine teslim et. Sonra arkamızdan sen de gel.
Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Bekir’in evine geldi. Vakit öğle zamanı idi. Hazret-i Ebû Bekir’e Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin teşriflerini haber verdiler. Ebû Bekir dedi ki:
— Neden acaba bu zamanda geldi? Vallahi bu vakit gelmesinin esaslı bir sebebi vardır.
Hemen Peygamber Efendimiz hazretlerine:
— İçeri buyur, dediler.
O zaman Hazret-i Âişe (r. anhâ) orada idi. Peygamber Efendimiz:
— Ya Ebâ Bekir! Yanında bir kimse varsa gitsin, buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir:
— Ya Resûlâllah, anam babam sana fedâ olsun, yanımda yabancı kimse yoktur. Senin ehlin vardır, dedi.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz içeri girip buyurdu ki:
— Ya Ebâ Bekir, Medine’ye gitmem için bana izin verildi.
Hazret-i Ebû Bekir:
— Ben de beraber gidecek miyim, ya Resûlâllah? dedi.
O da:
— Evet, diye buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir:
— O halde ya Resûlâllah, binecek iki devem var. Birisini sen al, dedi. Peygamber Efendimiz:
— Yâ Ebâ Bekir, hediye almam, bahasıyla kabul ettim, deyip deveyi aldı ve bahasını verdi.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Ebû Bekir hazretlerinden birçok defalar hediye kabul etmişken bu kere deveyi parasıyla almasının sebebi hakkında buyurmuşlardır ki: Şerefli muradı, kendi nefsi va malı ile gidip hicretin faziletlerini kemâle erdirmekti. Tâ ki, en kâmil hâller üzere gitsin. Kimsenin yardımı ile olmasın ve kimsenin malı karışmasın.
Hazret-i Aişe’den (r. anhâ) rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:
— Hemen acele ile bunlara lâzım olan esvabı hazırladık ve bir sofra içine bir miktar yiyecek koyup ağzını bağladık. Abdullah bin Erîkat denilen bir kâfir vardı, kılavuzlukta mâhir idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu ücretle kılavuz tuttu. Develeri ve esvabı ona teslim ettiler. Âmir bin Füheyr adlı hizmetkârlarını da beraber götürdüler. Ve onlara tenbih ettiler ki, üç gün sonra develeri Sevr dağındaki mağaranın yanına getirsinler. Ondan sonra bunlar, develerin izlerini azdırmak için çıktılar, deniz yönüne gittiler. Peygamber Efendimiz hazretleri de Hazret-ı Ebû Bekir ile beraber çıkıp mağaraya doğru gittiler.
Rivâyet olunur ki, çıkıp gittiklerini Hazret-i Ebû Bekir’in evinde olanlarla Hazret-i Ali’den başka kimse asla bilmiyordu. Çıktıklarını kâfirler görmesin diye evin öbür tarafında olan pencereden çıktılar, kapıdan çıkmadılar.
Kureyş tâifesi ertesi gün bunları göremeyince Mekke şehrinin içinde aşağı yukarı araştırdılar. Her yana adamlar saldılar. Bunların çıkıp gitmeleri Kureyş tâifesine çok güç geldi.
— Her kim onları bulup geri döndürürse ona yüz nâka (dişi deve) verelim, dediler. Peygamberimizin Mağaraya Girişi
Velhâsıl Sevr dağı yönüne giden adamlar yolda izlerini görüp ta dağın üstüne çıkıncaya kadar izlerini sürdüler. Bunlar da mağaranın içine girer girmez Hak teâlâ hazretlerinin emriyle bir çift güvercin gelip kapısının içine yumurta bıraktılar. Örümcek de kapinin ağzına ev yaptı. Kureyş’in eşkiya ve bedbahtlan silâh ve ışıklar ile dağın her tarafını dolaşıp mağaranın kapısına geldiler. Baktılar, yumurtalarla güvercinleri ve örümceği gördüler:
— Buraya adam girmişe benzemez, dediler.
İçlerinden birisi:
— Hele bir içeri girip bakın. Belki buradadırlar, dedi.
Ümeyye bin Halef denilen mel’un dedi ki:
— Görmüyor musunuz, burada Muhammed doğmadan önce örümcekler yuva yapmış ve güvercinler yumurtlamış.
Velhâsıl mağaranın kapısında bu haller varken içeri girip yoklamayı ahmaklık sayıp hiç kimse girmeğe kalkışmadı. Dönüp gittiler.
Sahîh hadiste Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh):
— Eğer kâfirlerden birisi ayaklarına baksaydı bizi görürdü, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
— Ya Ebâ Bekir, sen ne zannediyorsun o iki kişi hususunda ki, onların üçüncüsü Hak teâlâ hazretleri olsun, diye buyurdu.
Yâni “Hak teâlâ hazretleri yoldaş olunca kâfirlerden zarar mı gelecekti?” demektir.
Yine Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki, şöyle dedi:
— Mağaranın içine baktım, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek ayakları kanamış. Ağladım ve bildim ki, yalın ayak yürümek ve cefa çekmek Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mutadı değilmiş.
Rivâyet ederler ki, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) kendilerinin ardınca gelen kâfirleri görünce hüznü şiddetlendi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri için çok mahzun olup büyük bir ıstıraba düştü. Hazret-i Ebû Bekir:
— Eğer beni öldürürlerse ben yalnız bir kimseyim, ama sana bir zarar eriştirirlerse bütün ümmetin helâk olması lâzım gelir, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:
— Ya Ebâ Bekir! Lâ tahzen, innallahe meanâ, dedi. Yâni: “Yâ Ebâ Bekir, mahzun olma. Muhakkak ki, Allah bizimle beraberdir” buyurdu.
Bundan murad, Allah’ın yardımı ve koruması bizimledir, demektir.
Hadîs İmâmlarından Ebû Nuaym’ın (Allah ona rahmet etsin) naklinde Atâ bin Meysere’den (radıyallahü anh) nakledilmiştir ki: “Örümcek Peygamberler üstüne iki kere perde çekmiştir. Bir kere Dâvud aleyhisselâm üzerine çekmiştir ki, o zaman Tâlût onu araştırıyordu. Bir kere de Resûlüllah Efendimiz üzerine mağarada iken perde çekti,” diye buyurmuştur.
Meşhur olan rivâyete göre mağarada üç gece yattılar. Ama bâzı rivâyette on günden fazla yattılar, denilmiştir.
Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdullah (radıyallahü anh) geceleyin gelip bunlarla yatardı. O gün Kureyş içinde olan hâdiselerden onlara haber verir, sabah karanlığında yine Mekke’ye dönerdi. Hiç kimse hâline vâkıf olmazdı. Halk onun Mekke’de yattığını sanırdı.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile beraber mağaradan çıkıp Medine’ye doğru yönelip giderken yolda Kadîd denilen yere uğradılar. Orada bir kadın vardı. Kendisine Ummü Ma’bed derlerdi. Gelip geçen yolculara yiyecek kısmından bâzı şeyler satardı. Bunlar da bir nesnecik alıp yemek için gittiler. Son derece acıkmışlardı.
— Ey hâtûn, nen var, ne bulunur ki, bize satasın? dediler.
Kadın:
— Vallahi şimdi hiç bir nesne kalmadı, mâzur görün, diye cevab verdi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri bakıp evin bucağında bir koyun görerek dedi ki:
— Şu koyuncuğun sütü var mıdır?
Kadın:
— Nereden sütü olsun, gayet düşkündür. Mecali olmadığı için sürüye gidemedi, işte öyle duruyor, dedi.
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:
— Eğer izin verirsen bir miktar sağalım, ne çıkarsa bize yeter, dedi.
Kadın da:
— Buyurun, diye izin verince Resûlüllah Efendimiz hazretleri koyuncağızı önüne alıp “Bismillâhi’r'Rahmâni’r-Rahîm” diye sağmağa başladı.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin berekâtına Hak teâlâ hazretleri o kadar süt verdi ki, kendileri, hizmetkârları ve devecileri doyduktan sonra bir miktar da çanağın içinde kaldı.
Ondan sonra yine yola düştüler. Bir zaman sonra kadinin kocası gelip çanaktaki sütü görünce:
— Bizim sağılır bir koyunumuz yoktu; bu süt nereden hâsıl oldu? diye sordu.
Kadın:
— Vallahi mübarek bir kişi uğradı, diye olup bitenleri bir bir haber verdi.
Kocası şaşkın ve hayran kaldı:
— Bu çok şaşılacak bir şeydir. Bunda büyük bir hikmet var. Ancak nasıl bir kişi idi, ne şekilde, ne simada idi? diye inceden inceye sormağa başladı.
Kadın:
— Vallahi, hoş, nuranî suretli bir adamdı. Kara gözlü ve kaşı kirpiği güzel bir kişi idi. Gözünün karası gayet siyah, akı gayet beyazdı. Kaşları ince ve çatıktı. Boynu uzundu. Saçının ve sakalinin kılları itidal üzere güzeldi. Sesi ne çok ince, ne de çok yüksekti. Fesahat ve belâğatın kemâl derecesi üzre güzel konuşuyordu. Boyu da orta derecede idi; ne çok uzun, ne çok kısa idi, dedi.
Kocası dedi ki:
— Bu senin dediğin kişi, Kureyş içinde zuhur eden peygamberdir. Gerçek odur. Eğer görmüş olsaydım ben ona tâbi olurdum.
Hadîs âlimlerinden İbn-i Sa’d ve Ebû Nuaym’ın (Allah onlara rahmet etsin) nakillerinde Hişâm (radıyallahü anh) hazretleri kendi babasından, o da Ümmü Ma’bed’den rivâyet eylemiştir ki:
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sağdığı koyun, ta Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanına değin kaldı. O zamanda olan meşhur kıtlıklar ve koyun kırgınları ki Araplar arasında ona zaman-ı ramâde (kırım, ölet zamanı) derlervaktinde bile sabah ve akşam o koyunu sağıp sütünü içerdik. Yer yüzünde davarların yiyeceği ot bulunmazdı, demiştir.
Rivâyet ederler ki, Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ (radıyallahü anh) anlattı:
— Babamla Resûlüllah Efendimiz hazretleri çıkıp gittiler. Nice olduklarını bilemezdik. Bir gün Kureyşten bir toplulukla beraber Ebû Cehil kapıya geldi. Ben de:
— Ne istiyorsunuz? diye çıktım.
Ebû Cehil bana:
— Baban nerede? diye sordu.
Ben de:
— Vallahi nerede olduğunu bilmiyorum. Şimdi burada değil, dedim.
Ebû Cehil gayet kötü ve pis nefisli, fena sözlü bir kimse idi. Hemen yüzüme bir tokat attı. Kulağımdan küpem düştü. Sonra dönüp gitti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ne oldu ve nereye vardı diye üzüntülü ve karışık düşünceler içinde idik. Hemen bir cin gelip yolda ne vâki oldu ise haber verdi. Sesini işitirdik, fakat kendisini göremezdik, dedi.
Rivâyet olunur ki, yolda giderlerken Sürâka bin Mâlik dedikleri kâfir atla yollarını kesti. Ebû Bekir (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimize bir zarar yetişir diye son derece korku içindeydi. Sürâka’yı görünce ağladı:
— Ya Resûlâllah! Kâfirler geldi, bizi bastılar! dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Ya Ebâ Bekir! Hâşâ ve kellâ ki, kâfirler bize bir zarar versinler! dedi ve dua eyledi.
Sürâka’nın atinin ayakları yere geçti, tutuldu kaldı. Sürâka:
— Anladım, benim aleyhimde dua ettiniz. Ama lütuf ve kerem edip bana âmân verin ve dua edip atımı kurtarın. Vallahi benden zarar görmezsiniz. Diğer kâfirleri de üzerinizden savarım, dedi.
Sürâka bundan sonrasını şöyle anlatmıştır:
— Durdular, dua edip atımı kurtardılar. Üzerine bindim, yanlarına varıp kâfirlerin kastlarının ne olduğunu onlara haber verdim. Başıma bu iş gelince Resûlüllah hazretlerinin yakın zamanda zuhurunun ne mertebeye varacağını anladım.
Sonunda Sürâka îmana gelip seçkin sahâbelerden olmuştur. Allah onların hepsinden razı olsun.
Yine giderken yol üstünde bir çobana rast geldiler. Bir miktar süt istediler. Çoban:
— Sağılır koyunum yoktur. Ama şurada bir keçi var, ilk hâmile oluşudur. Onun da hiç sütü yoktur. Sizden hiç bir şey saklamam, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— O keçiyi getir, dedi.
Çoban keçiyi önüne getirdi. Mübarek elini memesinin üstüne koyduğu gibi sütü boşandı. Ebû Bekir kalkanını tuttu. Kalkan hemen sütle dopdolu oldu. Resûlüllah Efendimiz onu Ebû Bekir’e içirdi. Hizmetkârlara ve çobana da verdiler. Sonra yine sağdı, kendisi içti. Çoban:
— Hay Allah! Sen nasıl adamsın! Vallahi ben hiç senin gibi adam görmedim, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Eğer kim olduğumu söylersem şimdi saklar mısın, kimseye bizim haberimizi duyurmaz mısın? dedi.
Çoban:
— Evet, diye cevab verdi.
Peygamber Efendimiz:
— O halde Allah’ın Resûlü Muhammed dedikleri adam benim, dedi.
Çoban:
— Şu Kureyş tâifesinin Sâbiî (yıldıza tapan) dedikleri sen misin? dedi.
Kureyşîler Peygamber Efendimiz hazretleri’ne “Sâbiî” derlerdi. Peygamber Efendimiz:
— Evet, Kureyşîler öyle derler, dedi.
Bunun üzerine çoban:
— “Eşhedü inneke nebiyyü ve innemâ ci’te bihi hakku ve ennehu lâ yef’alü mâ fealet illâ nebiyyü ve enâ mutîake Ben şehâdet ederim ki, sen hak peygambersin ve senin getirdiğin din hak dindir. Senin işlediğin işi peygamber olmayan işleyemez ve ben sana tâbi oldum, seninle giderim,” dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Şimdi gidemezsin, sabret. Ne vakit benim zuhurumu işitirsen o zaman bana gelirsin, deyip yine yollarına revan oldular.
Peygamberimizin Küba’ya İnişi
Medine-i münevvere’de Müslümanlar, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Mekke’den çıktığını işittikleri vakit her gün sabahtan çıkıp güneş iyice kızmcaya kadar yollarım bekler oldular. Sonra dönüp evlerine gelirlerdi. Bir gün yine âdetleri üzere bekleyip evlerine henüz dönmüşlerdi. Orada bir Yahudi vardı. Bir iş için evinin daminin üstüne çıkmıştı. Resûlüllah Efendimiz ile Ebû Bekir’i uzaktan görünce onlar olduğunu anladı. Hemen Müslümanlara çağırıp:
— Ey Müslümanlar topluluğu! İşte sizin istediğiniz ve beklediğiniz kimseler geliyor! dedi.
Müslümanlar sevinç içinde hemen silâhlarını kuşandılar, ziynetle karşı çıktılar. Gördüler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Bekir hazretleri ile beyaz elbiseler giymiş, sahradan beri durmadan geliyorlar. İzzet ve ikramla karşılayıp şehir yakininda Kuba denilen nahiyede Benî Amr bin Avf tâifesinin evlerine indirdiler. Çok sıcak bir zaman olup orası en yakın yer olduğu için hemen rahat etsinler diye oraya ilettiler. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri oturup istirahat etti. Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) kalkıp gelen giden halkla konuştu. Ensar topluluğu bölük bölük oraya geldiler. Resûlüllah Efendimiz’in gelişinden safâ ve sevinçler kazandılar.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Medine diyarına ne gün geldiği hususunda çok ihtilâflar olmuştur. Rebiülevvelin birinci günü, ikinci günü ve üçüncü günü diyenler olmuştur. On ikisinde diyenler de vardır. Başka rivâyetler de gelmiştir. Doğrusu Hak teâlâ hazretlerinden başkasına malûm değildir.
Kuba nahiyesinde kaç gün durduğu da ihtilâflıdır. Bâzıları, yirmi iki gece orada yattılar, demiştir. Sahîh-i Müslim’de yirmi dört gece orada kaldılar diye geçmiştir. Bâzlarının kavline göre sadece Pazartesi, Sah, Çarşamba ve Perşembe günleri orada kalmışlardır.
Kaadî’nin tefsirinde de bu kavil zikredilmiştir.
Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib kerremallahü veçhe, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra üç gün Mekke’de kalıp emanetleri sâhiplerine teslim etti. Ondan sonra çıkıp geldi. Kuba nahiyesinde iken Peygamber Efendimiz hazretlerine yetişti.
Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Kuba mescidini bina ettirdi. Gerçi bundan önce bâzı kimseler kendilerine mahsus mescidler yapmışlardı, ama İslâm dîninde Müslüman cemaati için ilk yapılan mescid Kubâ mescididir. Hak teâlâ hazretlerinin kadîm kelâmında:
“Le-mescidün üssise ale’t-takvâ: İlk gününden takvâ üzerine kurulan mescid” (Tevbe sûresi: 9/108) diye zikrettiği, sahih kavil üzre bu mesciddir diye buyurmuşlardır. Mânası: “Takvâ üzere temeli atılan mescid” demektir.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin seçkin ashâbı ile toplanıp ilk defa âşikâre cemaatle namaz kıldığı mescid bu mesciddir, demişlerdir.
Ondan sonra Cuma günü gereği gibi güneş yükseldiği zaman Peygamber Efendimiz Küba’dan çıkıp Benî Sâlim bin Avf cemaatinin içine geldi. Yanında yüz kişi vardı. Orada Rânuna denilen vadinin ortasında Müslümanlarla cuma namazını kıldı. Orada cuma namazı kıldığı yerin adı Cuma Mescidi kaldı. Küçük bir mesciddir. Sadece etrafına adam beline çıkacak kadar duvar çekilmiştir. Üstü açıktır. Medine’den Kuba mescidine giden kimsenin sağ koluna düşer.
Orada cuma namazını kıldıktan sonra Resûlüllah Efendimiz Medine’ye doğru yola çıktı. O zaman Medine’nin etrafı son derece mâmurdu. Birbiri üstüne köyler, kentler ve kabileler vardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onların aralarından geçip giderken her kimin evinin önüne uğrasa Resûlüllah Efendimizi evine dâvet ediyordu. Resûlüllah Efendimiz de:
— Bırakın, bakalım deve nereye gidecek? Bu Hak teâlâ hazretleri tarafından memurdur, diye buyuruyordu.
Devenin yularını boynunun üstüne bırakmıştı. Kendisi onu hiç tahrik etmiyordu. Deve, sağına soluna baka baka Medine’ye doğru gidiyordu. Medine’ye gelince Mâlik bin Neccâr’ın evinin yanına gelir gelmez Mescid’in kapısında çöktü. Mescidin yeri o zamanda Sehl ve Süheyl adlı iki yetimin develerinin ahırı idi. O yetimler Râfi’ bin Amr’ın çocukları idi. Râfi’ vefat edince Es’ad bin Zürâre’nin yanına gitmişlerdi. Onları Es’ad görüp gözetirdi. Deve oradan kalkıp gitti, Ebû Eyyub Ensarî (radıyallahü anh) hazretlerinin evinin önüne çöktü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de devenin üstünde duruyordu. Oradan yine kalkıp gitti, evvelki yerine çöktü ve boynunu uzatıp boğazını yerin üstüne koydu; ses verdi. Ağzını açmadan genzinden bir ses çıkardı, demişlerdir. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz üstünden indi ve:
— Allah dilerse konağımız burasıdır, dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Eyyub (radıyallahü anh) esvabını alıp kendi evinin içine götürdü. Zeyd bin Hârise de onunla beraberdi. Bunlar Benî Neccar kavminden idiler. Ensar arasında bunlar son derece itibarlı bir topluluktur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dedesi Abdü’l-Muttalib’in dayılarıdırlar. Aralarında bu denli karabet de vardır.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Eyyub hazretlerinin evlerine girdiği zaman yer evine konmağı ihtiyar etti. Onun üstünde olan çardağı istemedi. Ebû Eyyub (radıyallahü anh) hatununa dedi ki:
— Peygamber Efendimiz hazretlerinin aşağıda olması ona lâyık değildir. O’na Cebrâil aleyhisselâm gelir ve Kur’an nâzil olur, O’nun yukarıda olması gerekir.
Velhasıl o gece kendisi ve hanımı ıstıraptan yatmadılar. Sonunda söylediler. Resûlüllah Efendimiz’i yukarı çıkardılar, kendileri aşağı indi.
Tahkîku’ti'Nusre adlı kitabda zikredilmiştir ki, Ebû Eyyub’un evini eski zamanlarda Yemen padişahlarından biri Medine’ye geldiği zaman Resûlüllah Efendimiz için yapmıştı. Onun için Peygamberimiz Medine’yi şereflendirdiklerinde oraya konmuştu, dediler.
Bunun tafsilâtı şöyledir: O padişah Medine-i münevvere’ye geldi. Orada bir ev yaptı ve âlimlerden dört yüz kişiyi bıraktı. Âlimlerin reisinin eline bir mektup verip tenbih etti ki:
— Ben bu evi Resûlüllah hazretleri için yaptım. Zuhur edip bu diyara geldiği zaman evi teslim edip bu mektubu da ona ulaştırasınız, dedi.
Ondan sonra günlerin geçmesiyle ev elden ele düştü. Nihavet Ebû Eyyub hazretlerinin tasarrufunda iken Resûlüllah Efendimiz hazretleri gelip saadetle kondu. Ebû Eyyub, o âlimlerin reisinin evlâdından idi. Ensar topluluğu da orada kalan âlimlerin neslinden idiler. Sonradan Kâinatın Efendisinin şerefli hizmetine yetişip nusretler ettiler, diye buyurmuşlardır.
Hadîs İmâmlarından bâzıları rivâyet etmişlerdir: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine’ye geldiğinde şehir halkı öyle bir derecede memnun oldu ve sevindiler ki, perde ehli kadınlar bile damların üstüne çıkıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine iştiyaklarını arzettiler, şiirler okudular.
İmâm-ı Beyhakî ve Ebû’l-Hasan bin Mukarri’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivayetlerinde okudukları şiirlerden birisi şudur:
Talâa’l-bedru aleynâ min Seniyyâtül-Vedâi
Vecebe’ş-şükrü aleynâ mâ duâ lillâhi dâî.
Mânası şudur:
“Bizim üzerimize Seniyyat-ı Vedâ’dan bedr (dolunay) doğdu.”
Seniyyât-i Vedâ’ denilen yer, Medine yakininda yüksek bir yokuşun başıdır ki, Medine halkı eski zamandan âdetleri olduğu üzre bir kimseyi teşyi’ edecek olsalar oraya kadar teşyi’ ederlerdi. Yâni, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin oradan çıkıp gelişini, bir dağın üstünden bedr olmuş ayın doğuşuna tesbih ettiler, demektir. Beytin devam ve neticesi şudur:
“Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu diyarı şereflendirmesi bize Hak teâlâ hazretleri tarafından büyük bir nimettir. Dâima duacılar Hak teâlâ hazretlerinin dergâhından dua ettikçe (dilekte bulundukça) bize vâcibdir ki, bu büyük nimeti için Hak teâlâ hazretlerine şükredelim.”
Yine Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) der ki: Benî Neccâr kavminden kızlar, Arap âdeti üzre ellerine defler alıp çıktılar, şenlikler ettiler.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Beni sever misiniz? diye buyurdu.
Onlar da:
— Evet, ya Resûlâllah, dediler.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Allahü teâlâ hazretleri bilir ki, benim kalbim de sizi sever, dedi.
Şehrin içinde çocuklar, hizmetkârlar:
— Resûlüllah hazretleri geldi! diye çağırıyorlardı.
Velhasıl nice gün bayram günlerinden fazla şenlikler ettiler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini bu türlü ağırladı ve ona böylece sevgilerini ikrâm ettiler.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ebû Bekir Sıddık ve Bilâl (Allah onlardan razı olsun) gamlandılar, gönülleri Mekke diyarından yana üzüldü. Oranın suyunu, havasını ve bitkilerini anıp bâzı beyitler okur, oradan çıkmaya sebep olan kâfirlere lânet ederlerdi. Hususiyle iki mel’unu anıp:
— Allahım, Şeybe bin Rebîa’ya ve Ümeyye bin Halefe lânet eyle, diye Hazret-i Bilâl lânet eylerdi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri dua edip buyurdu ki:
“Ya Rab, Mekke şehrini sevdiğimiz gibi bize Medine’yi de sen sevdir. Belki Mekke’den daha ziyade sevdir. Ya Rab, ölçeklerimize ve kilelerimize sen bereket ver. Yâni zahiremize bereket ver, ziyade eyle. Medine şehrini bizim için sıhhat üzre kıl, havasım güzel eyle ve hummasını (sıtmasını) Cuhfe’ye ilet.”
Cuhfe bir yerdir ki, orada Cehûdlar (Yahudiler) bulunurdu.. Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:
— Biz Medine’ye geldiğimizde Medine öyle bir halde idi ki, buranın hastalığı Hak teâlâ hazretlerinin bütün yerlerinden daha fazla idi. Biz geldik, Bathan deresinin suyu akmağa başladı, yeni su geldi. Toz toprak karışmaktan suyunun rengi ve lezzeti bozulmuştu.
Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) dua edip:
— Ya Rab, bana Resûlünün şehrinde şehadet nasîb eyle, dedi.
İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) böylece rivâyet eylemiştir ki: Sonunda duası kabûl edilmiş olup Medine-i münevvere’de şehîd olmuştur. Allah ondan ve bütün büyük sahabeden razı olsun.
Rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Eyyub Ensarî’nin evinde yedi ay oturdu. Bazılarının kavline göre ikinci yılın Sefer ayına gelinceye kadar orada durdu. O zamana değin namaz vakti nerede yetişirse orada namazını edâ ederdi. Bir gün Medine-i münevvere’de bir mescid bina etmeyi dilediler. Beni Neccâr cemaatından şimdiki Mescid-i Şeriflerinin yerini bahası ile istediler. Onlar da:
— Biz para ile satmayız. Ancak Hakk’ın rızası için veririz, dediler.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri bahşiş kabûl etmeyip on altına satın aldı ve bahasını Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’ın malından verdi.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Mescid-i Şerifin yerinin bir miktarı hurmalıktı. Bir miktarı harap yer ve bir miktarı da kâfir kabirliği idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri emretti, hurma ağaçlarını kestiler, harap yeri düzelttiler ve kâfirleri kabirlerinden çıkarıp başka yere naklettiler. Kabirliği düzelttikten sonra emretti, kerpiç kestiler. Mescid-i Şerifi bina ettiler. Üstünün örtüsünü ve direklerini hurma ağaçlarından yaptılar. Müslümanlar yaptılar ve kerpiç taşıdılar. Ammâr (radıyallahü anh) ikişer kerpiç götürüyordu. Biri kendisi için ve biri de Peygamber Efendimiz içindi. Peygamberimiz ona buyurmuştur ki:
— “Diğer kimselere bir sevab hâsıl olur, sana iki sevab hâsıl olur. Senin dünyadan son nasibin bir içim süt olsa gerektir. Seni bâğî (yol kesici, eşkiya) askeri öldürecektir.
Öldürüleceğinden haber vermesinin sebebi şu idi ki, sahâbe-i kirâm katında şehadetten daha yüce hiç bir nesne yoktu. Onlara müjde haberi idi. Onun için buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi olup Resûlüllah Efendimizin zamanından sonra kendisine zâlimlerin elinde şehadet müyesser olmuştur*.
Ammâr bin Yâsir, Peygamber Efendimizle beraber bütün gazâ ve sihadlarda bulunduktan sonra nihayet Siffîn savaşında Hazret-i Ali taraftarı olarak Hazret-i Muaviye’ye karşı savaşırken kendisine süt getirilince gülerek içmiş ve Hazret-i Muaviye taraftarlarınca şehîd edilmiştir. (Heysemî, c. IX, s. 296, 297, 298).
Rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri de sahâbe-i kirâm ile beraber kerpiç taşır ve şu beyitleri okurdu:
“Hâzâ’l'hımâlu lâ hımâlu Hayberu
Hâzâ eberru rabbenâ ve atheru
Allahümme inne’l-ecre ecrü’l-âhireti
Ferham lil’ensâri ve’l-muhâcireti.”
Mânası şudur:
“Bizim Rabbimiz katında en hayırlı ve en temiz olan yükler bu taşıdığımız yüklerdir. Bunlar Hayber yükleri değildir. Yâ Rab, sevab âhiret sevâbıdır. Ensâr ve muhacirlere sen rahmet eyle.”
Hayber yüklerinden murad hurma ve kuru üzüm yükleridir ki, o diyardan çok gelirdi. Şerefli muradları, bu mescidin hizmetinde kerpiç götürmek bize o Hayber yüklerinden daha faydalıdır; bu âhiret ticaretidir; bunun sevab ve menfaati bâkidir, demektir. Sahâbe-i kirâmden ensâr kavmi dedikleri Medine ehlidir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nusretler etmişlerdir. Muhacirler de onlardır ki, vatanlarını terkedip Hak teâlâ hazretlerinin ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin rızası için başka yere gitmişlerdir. Bir miktarı önce Habeş vilâyetine gitmişlerdi. Bir nicesi de Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Medine’ye gittiler. Kimi önceden gitti. Hazret-i Ebû Bekir sonra onunla beraber gitti. Hazret-i Ali de sonradan gitti. Bunlar hep muhacirlerdir. Allah onların hapsinden razı olsun.
Diğer sahâbe-i kirâmler de rivâyet olunduğu üzere güzel beyitler okuya okuya mescidin sevablarını (kerpiçleri) taşırlar ve hizmet ederlerdi.
İbn-i Şehâb (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden tam beyitler sâdır olmasının bu zikrolunan beyitlerden başka vâki olduğu bize vâsıl olmadı.”
Bâzı âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuştur ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden men edilen, kendilerinin şiir söylemesi idi. Yoksa başkalarının söylediği şiirleri okurlardı. Başkalarının söylediği şiiri okumaktan men edilmeğe dair delil yoktur. Kendilerinin söylememesi dahi, gelen âyet-i kerîmeleri kendinden söylüyor diye kâfirlerin onu selîka-i şiire (güzel şiir söyleme istidadına) isnat etmemeleri içindi. Mutlak olarak şiir hakkında men’e delâlet eden bir şey vârid olmamıştır. Şer’-i şerife aykırı bir nesne olmadıkça mübah olduğunda şübhe yoktur.
Hadîs ve fürû’ kitablarında etraflı ve açıklanmış bir şekilde yazılmıştır ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin nice defa şiir okuduğu olmuştur. Bir miktarı da aşağıda Hendek gazasında gelecektir. Hususiyle başka şairlerin güzel beyitlerini dinlemekten son derece haz duyarlardı. Kâ’b bin Züheyr’in kasidesine mübarek bürdelerini (hırkalarını) câize (hediye) olarak ihsân etmişlerdir. Bu kasîde sonraları Kasîde-i Bürde diye meşhur ve mâruf olmuştur.
Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) Sahîh’inde Şerîd bin Süveyd Sakafî (radıyallahü anh) den rivâyet eder ki, şöyle dedi:
— Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni devesinin ardına bindirdi. Giderken: “Ümeyye bin Ebî Salt derler geçmişte bir şair vardır. Onun şiirlerinden hatırında hiç bir şey var mı?” diye sordular. Ben de bir beytini okudum. “Daha oku” diye buyurdu. Bir beyt daha okudum. Yine oku diye buyurdu. Bir beyt daha okudum. Bu şekilde tâ yüz beyt okudum. Resûlüllah Efendimiz hazretleri dinledi.
Bu hususun tafsilini bilmeyenler, Resûlüllah Efendimizi ve seçkin sahâbeleri hicveden kâfirler hakkında nâzil olan âyet-i kerimeyi umumilik üzere alıp mutlak olarak şiire ve şairlere dil uzatırlar. Haberleri yoktur ki, şeriata aykırı olmayan şiir makbûl ve memduh (övülmüş) dur. Hususiyle güzel öğütleri ve hikmetleri içine alanlar. Bu takdirde o şiirin söyleyicisinin sevab ve mükâfat kazanacağı kesindir. Bu türlü şiirler büyük sahâbelerden ve Resûlüllah’ın seçkin ehl-i beytinden sâdır olmuştur. Hattâ Ebû Bekir Sıddık, Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü’l-Murtazâ, Fâtımatü’z-Zehrâ, Âişetü’l Kübrâ vesair seçkin sahâbe ve Resûl âilesinden şiir söyleyen ve okuyanlar olmuştur. Nitekim hadîs ve haber kitablarını inceleyen bilginlerce bilinir. En iyisini Allah bilir.
İşte Mescid-i Şerîfi bu şekilde tamamlayıp kıblesini Kudüs-i şerife eylediler. Üç yerden kapı koydular. Kıble tarafından ve iki yanlarından duvarların uzunluğunu yüzer zirâ (orta parmak ucundan dirseğe kadar olan mesafe ölçüsü) eylediler. Uç zirâ miktarı temel yaptılar. Mescid-i şerifin dibinde birkaç ev de yaptılar. Onların da yapısı kerpiçten ve üstü hurma dalından idi. Yapıldıktan sonra Hazret-i Âişe’nin yerleştiği evden de Mescid-i Şerife yol açtılar. Hazret-i Âişe, evinin yanındaki evi Sevde binti Zem’a’ya (r. anhâ) verdi.
Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Eyyub’un evinden göçüp mezkûr evlere geldi. Zeyd bin Hârise ile kendi âzâdlısı olan Ebû Râfi’i Mekke’ye göndermişti. Gittiler, Hazret-i Fâtıma’yı, Ümmü Gülsüm’ü, Sevde binti Zem’a’yı, Usâme bin Zeyd’i ve Ümmü Eymen’i getirdiler. Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’ın oğlu Abdullah da babasının cemaatını alıp bunlarla beraber çıkıp geldi.
Mescid-i Şerifte bir yer vardı, üstü sundurma idi. Sahâbe-i kirâmın fakirleri orada yatarlardı. Oranın adı Suffe idi. Orada kalanlara Ashâb-ı Suffe derlerdi. Gece olunca Resûlüllah Efendimiz hazretleri onları ashâba paylaştırırdı. Gidip her biri bir yerde akşamlardı. Bir kısmı da Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile akşamlardı.
Sahîh-i Buhâri’de Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:
— Vallahi ben Ashâb-ı Suffe’den yetmiş kişi gördüm ki hiç birisinin ridâsı yoktu. Sadece ya izârı vardı yahut bir kîsâsı (torbası veya torba şeklinde elbisesi) vardı, boynuna bağlardı. Kimisinin baldırinin ortasına gelirdi, kimisinin topuklarına inerdi. Elleriyle kavuştururlar, açılır diye korkarlardı.
Allah onların hepsinden razı olsun. Ebû Hüreyre’nin bu kavli, Ashâb-ı Suffe’nin yetmiş kişiden fazla olduğuna delâlet eder. Zira “Reeytü seb’ıyne minhüm Onlardan yetmiş kişiyi gördüm” demiştir. Yâni “Onlardan yetmiş kişiyi böyle gördüm” deyince bâzılarının da böyle olmadığı anlaşılır. Aynı zamanda bu zikrolunan yetmiş kişi, daha önce Bi’r-i Maûne gazâsına gidip şehid olanlardan başkadır. Zira onlar Ebû Hüreyre İslâm’a gelmeden önce şehîd olmuşlardır. Allah onların hepsinden razı olsun.
Rivâyet olunur ki, Medine’ye geldikten beş ay sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri muhacirlerle ensarı birbiriyle kardeş eyledi. Şu şartlarla ki:
1. Birbirine hak üzere yardımcı olacaklar.
2. Birbirine mirasçı olacaklar.
Bunlar doksan kişi idiler. Bu hal üzere geçindiler. Bedir gazâsına kadar durum böyle devam etti. Bedir gazâsından sonra: “Ve ülü’l-erhâmi ba’duhum evlâ bi-ba’din
- Ve rahim sâhipleri (akrabalar) birbirine daha uygundur,” (Enfâl sûresi: 8/75) âyeti nâzil oldu. Böylece o hüküm (Nisâ sûresinin 4/33. âyetinde emredilen yeminle birbirine bağlanan kimselerin birbirine mirasçı olmaları hükmü) neshedilmiş olup rahim karâbeti olmayınca kimse kimseden miras almaz oldu.
Bundan sonra dokuzuncu ayın başında Hazret-i Aişe ile bir yere geldiler. Sözlerinin gelişinden anlaşılıyor ki, daha önce nikâh olup bu tarihte bir araya geldiler. Zira Mekke’de iken Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh)’ın evine gidip “İçeride yabancı kimse varsa gitsin” diye buyurduğunda Hazret-i Ebû Bekir Sıddık: “Yâ Resûlâllah, yabancı kimse yok. Senin ehlin var,” diye buyurmuştu. Bu delâlet eder ki, o zaman nikâhlanma vâki olmuştu.
Rivâyet olunur ki, ilk yılda namaz vakitleri olunca ashâb-ı kirâm kendiliklerinden gelip toplanırlardı. Namaz için dâvet yoktu. Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretleri, büyük sahabelerle meşveret edip:
— Halkı namaza ne şekilde dâvet edelim? dediler.
Bâzıları:
— Biz de Hıristiyanlar gibi çan kullanalım. Namaz vakitlerinde çanlar çalınsın, dediler.
Bâzıları da:
—Yahudilerin âdeti üzre boru çalınsın, dediler.
Kimisi:
— Namaz vaktinde ateş yakıp yukarı kaldıralım. Halk görüp mescide gelsinler, dediler.
Ondan sonra Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (radıyallahü anh) hazretlerine birisi rü’yasında ezan ve kameti öğretti. Abdullah, sabah olur olmaz Resûlüllah Efendimiz’in hizmetine geldi:
— Ya Resûlâllah, bu gece gördüm. Bir kimse geldi. Altına ve üstüne yeşil elbiseler giymişti. Bana şöyle şöyle öğretti. Ben öyle bir haldeydim ki, uyumuyordum desem gerçek söylerim, dedi.
Ezanı ve kameti rü’yasında öğrendiği gibi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine okuyuverdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri dedi ki:
— Inşâallahü teâlâ hak rü’ya görmüşsün. Kalk Bilâl’e de telkin eyle. Onun sesi seninkinden yüksektir. Senden işittiği gibi ezanı okusun.
Abdullah bin Zeyd hazretleri der ki:
— Şerefli emirleri üzre ben de kalkıp Bilâl’e telkin ettim, o da ezanı okudu.
Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) evindeydi; ezanı işitmiş, acele ile Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi:
— Ya Resûlâllah, seni hak peygamber gönderen Hak hakkı için ben rü’yada nasıl gördümse Bilâl de ezanı öyle okudu, dedi:
Meğer Hazret-i Ömer de rü’yasında Abdullah’ın gördüğünü ayniyle görmüş imiş.
Bu ezan hususunda zikredilen tafsili İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) Muâz bin Cebel’den (radıyallahü anh) rivâyet eylemiştir ki: Bu hususta Resûlüllah Efendimiz hazretlerine vahiy gelmeyip büyük sahabeden bâzı kimseye rü’yada gösterilmesinin sebebi şu olsa gerektir ki, bâzı halleri ümmetin kendisi bizzat müşahede edince diğer tâatler, ibâdetler ve şeriat hükümlerinin Allah katından olduğuna inançları sağlam, kesin ve kuvvetlenmiş olur. Allah’a tâat hususunda gevşeklik gösterme ihtimali kalmaz, daima şevk üzre olurlar. Bu da büyük bir nimettir.
Bir rivâyette gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mi’rac gecesinde bir meleğin lisanından tam olarak ezanı işitmişti. Fakat “Bu ezandır ve ezanı böyle okuyasınız,” diye söylenmemişti. Sonra ezan hususunda vahiy gecikince Abdullah bin
Zeyd (radıyallahü anh) hazretlerine rü’yasında öğretilmişti. Bu sebebdendir ki, Hazret-i Abdullah bin Zeyd gelip rü’yâsını anlatınca:
— Ya Abdullah, hak rü’ya gördün inşâallah, diye buyurdu.
Bâzıları da buyurmuşlardır ki: Hazret-i Abdullah bin Zeyd Resûlüllah Efendimiz’e gelip haber verdikten sonra Hazret-i Ömer gelince vahiy de gelmişti. Hazret-i Ömer geldiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Ya Ömer, vahiy de böyle geldi, buyurdu.
Bu takdirde onlara rü’yada gösterilmesinin faydası yakînlerinin artması için olur. Onlara gösterildikten sonra vahyin de gelmesi, onları tasdik için ve her yoldan hususiyle ezanı gerçekleştirmek için olur.
Ezan okumanın fazileti hakkında çok hadîs-i şerif gelmiştir. Sahâbe-i kirâm, tabiîn ve salih selefler (Allah onların hepsinden razı olsun) ezan okumağa hırslı idiler. Hadîs İmâmlarından nicelerinin rivâyetlerinde: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri sefer üzerinde ezan okumuştur” diye vârid olmuştur.
Nakledilir ki, Resûlüllah Efendimiz’in Medine’ye gelmesinden bir ay geçtikten sonra sabah ve akşam namazlarından başka farz olan namazlar dörder rek’at oldu. Hazarda dörder rek’at ve seferde ikişer kılınması buyruldu. Önce hepsi ikişer rek’at idi; sonradan dörder oldu diyenler olduğu gibi bâzılarının kavlince önce dörder idi sonra hafifletilerek yolcuların ikişer kılması buyruldu denilmiştir. Daha fazla açıklaması ileride namaz bahsinde gelecektir.
İbn-i Ishak ve diğerleri (Allah onlara rahmet etsin) derler ki: Resûlüllah Efendimiz’in durumu ve düzeni bu mertebeye erişince Yahudî âlimleri azgınlık ve hased eyleyip düşmanlık bağladılar. Benî Zürayk Yahudîlerinden Lebîd bin A’sam, Peygamber Efendimiz hazretlerine sihir etti. Şöyle oldu ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sessiz ve hareketsiz dururken kendini iş işliyor sanırdı. Hayâlinde böyle görünürdü. Sihri bir yolla elde ettiği taraktan düşen bir miktar saç ile edip Zî-Arvan dedikleri kuyunun içine bırakmıştı. Sonra “Kul eûzü birabbi’l-felâk” ve “Kul eûzü birabbi’nnâs” sûreleri nâzil oldu. Sihrin hangi yerde olduğunu Cebrâil aleyhisselâm haber verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’i gönderdi. Ali gitti ve alıp getirdi. Saç kıllarını büküp on bir düğüm çalmışlardı. Hazret-i Ali kerremallahü veçhe her âyeti okudukça bir düğüm çözülüyordu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir miktar hiffet (hafiflik) geldi.
Sihrin te’sir etmesi nübüvvete mâni olmaz. Allah’ın âdetinde peygamberler türlü türlü belâlara mübtelâ olagelmişlerdir. Nicesinin bedenleri yaralanıp bazısına zehir verilmiş ve bâzısının da katledilmesi gerçekleşmiştir.
Bundan sonra Evs ve Hazrec kabilelerinden bâzı münafıklar peyda olup Yahudi tâifesine karıştılar. Türlü türlü hile ve tertiplere başladılar. Bunlar zâhirde İslâm ehli geçinirlerdi; gizliden fitne ve fesada girişirlerdi. Münafıkların reisi Abdullah Ubey bin Selûl dedikleri mel’un idi. Açıktan ellerinden bir şey gelmezdi. Zira İslâm tamamen galebe ve şevket kazanmıştı. Kâfirler yenilmiş ve ezilmişlerdi. Açıktan haramzadeliklerini göstermezler, öldürülmek korkusundan âşikâre fesad edemezlerdi.
Bu zamana gelinceye kadar savaşa izin yoktu. Zira Mekke’de iken müşrikler çoktu. Müslümanlar için savaşmak çok zordu. Sonradan Medine’ye gelinip ashab çoğaldığında ve ensârın yardımlarıyla kuvvet hâsıl olduğunda cihad meşru olup:
“Üzine lillezîne yükatilûne bi-ennehüm zulimû ve innallahe alâ nasrihim lekadirûn Zulüm görmeleri sebebiyle onların savaşa girmesine izin verildi. Allah onlara yardım etmeğe kadirdir,” (Hacc sûresi: 22/39) âyet-i kerimesi nüzul etti.
Zührî (radıyallahü anh) der ki: “Savaşa izin hususunda ilk nâzil olan âyet-i kerîme budur. Mânası “Müşriklerin kendilerine savaş açtıkları o kimselere, kendilerinin de müşriklere karşı savaş açması için izin verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir. Hiç şübhesiz Allah, onlara yardım etmeğe kudretinin kemâliyle kadirdir, nusret eder,” demektir. “Kendilerine zulüm olunması sebebiyle” diye buyurulmasının sebebi şudur ki, müşrikler Müslümanlara eza edip kimisini döğer, kimisinin başını yararlardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip Müslümanlar sızlanırlardi:
— Ya Resûlâllah, müşrikler bize şöyle şöyle ettiler, derlerdi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:
— Sabredin, daha bana savaşmak için izin verilmedi, diye buyururdu.
Hicret olunup İslâm’ın şevketi bu dereceyi bulunca âyet-i kerîme nâzil olup izin geldi. Savaşa başladılar. Bizzat kendileri ve seçkin sahâbeler (Allah onların hepsinden râzı olsun) kâfirlere kılınç kullandılar. Bundan sonra Arap tâifesi bölük bölük İslâm dinine girmeğe başladı. Etrafa ve küçük bölgelere asker ve müfrezeler gönderdiler. Kendileri bizzat saadetle yirmi yedi gazâ etmişlerdir. Dokuzunda binefsihî savaşmak müyesser olmuştur.
Bunlar, Bedir, Uhud, Müreysî, Hendek, Kureyza, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn ve Tâif gazveleridir.
Bu kavi, Mekke kahren fethedildi diyenlerin kavlidir. Ama sulhen fethedildi diyenlerin kavlince bizzat savaşa katıldıkları gazâların sayısı sekizdir.
Fasıl
Arap lisanında seriyye (müfreze) diye az ve yararlı askere derler ki, en çoğu dört yüz kişi olur. Beş kişiden dört yüze varıncaya kadar kaç kişi olursa olsun ona seriyye denir. Meselâ beş kişi, altı kişi, on kişi, elli kişi, yüz kişi, ta dört yüze kadar seçkin kişiler olsa bu askerî birliğe seriyye derler.
Bâzılarına göre beş yüze çıkınca da seriyye derler. Ama sahih kavil birinci kavildir.
Beş yüzden fazla olan askere minser derler.
Sekiz yüzden fazla olana ceyş derler.
Dört binden fazla olana cahfel derler.
Çok büyük askerî kuvvet (ordu) olunca hamîs derler.
Etrafa dağılmış olan askere ba’s derler. Bir yerde toplanıp duran askere ketîbe derler.
Arap dilini fasih konuşanlar, asker hususunda bu denli tafsilâta girmişlerdir.
Rivâyet olunmuştur ki, Hicret tarihinden yedinci ayın başında Ramazan ayında Resûlüllah Efendimiz hazretleri, amcası Hamza bin Abdü’l-Muttalib’i otuz kişiye emîr tayin edip Kureyş’in kafilesi üzerine gönderdi. Ebû Cehil mel’unu da o kafilede bulunuyordu. Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) gitti. Kâfirler üç yüz kişi idi. Deniz kenarında buluştular. Cenk edecekleri sırada Cüheyne kabilesinden Mecdî bin Amr araya girip mâni oldu. Cenk etmediler. Peygamber Efendimiz Hamza’ya bir ak sancak vermişti.
Bundan sonra Ubeyde bin Hâris’in seriyyesi gelir ki, sekizinci ayın başında altmış kişi ile Batn-ı Râbi’ denilen yere gönderilmişti. Resûlüllah Efendimiz buna da ak sancak verip Ebû Süfyân’ın üzerine göndermişti. Ebû Süfyân kâfirlerin üzerine serdar (kumandan) idi.
Bâzıları “kâfirlerin serdarı olan Ebû Cehl’in oğluydu” dediler.
Bâzıları da “Mikrez bin Hafs” idi” dediler. Hâsılı gittiler, buluştular. Kâfirler iki yüz kişi idi. Cenk gerçekleşmedi. Sadece Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) bir ok attı. İslâm’da ilk atılan ok o oktur.
Bundan sonra Sa’d bin Ebî Vakkas seriyyesi gelir. Sa’d, dokuzuncu ayın başında yirmi kişi ile Harâre dedikleri vâdiye Kureyş’in kafilesini basınağa gönderilmişti. Buna da ak sancak vermişlerdi. Gittiler, beşinci gecenin sabahında zikrolunan vâdiye vardılar. Kureyş kafilesi evvelki gece geçip gitmişlermiş. Haber alıp döndüler.
Bundan sonra Veddân Gazvesi gelir ki, buna Ebvâ Gazvesi de denir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ilk gazâsı bu gazâdır. Hicret tarihinden on ikinci ayın başında vâki oldu. Kureyş üzerine altmış kişi ile gitmişti. Sancağını Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) taşıyordu. Medine üzerine Sa’d bin Ubâde’yi âmil (vâli) tayin etmişti. Sonunda şu esaslar üzerinde sulh gerçekleşti:
1. Benî Zamre kabilesi bunların üzerine artık gedmeyecekler.
2. Başkalarıyla birleşip çokluk toplamaya girişmeyecekler.
3. Düşmanlarına yardım etmeyecekler.
Veddân ve Ebvâ iki yerdir ki, araları yedi-sekiz mildir. Bu gazâ, iki yerin birbirine yakınlığından dolayı bâzen Veddân’a bâzen de Ebvâ’ya izafe olunur.
Bundan sonra Buvâta Gazvesi gelir. Bu gazâ, Resûlüllah Efendimizin ikinci gazâsıdır. On üçüncü ayda Rebiülevvel içinde vâki olmuştur. Medine üzerine Sâib bin Osman bin Maz’ûn’u âmil tayin etmişti. Yâni onu şehri gözetmeğe koymuştu. Kendileri sahâbe-i kirâmden iki yüz kişi ile Kureyş kafilesini basınağa gittiler. Kafilede Ümeyye bin Halef dedikleri mel’un da vardı. Çatışma müyesser olmadı. Dönüp geldiler.
Bundan sonra Useyre Gazvesi gelir. Useyre denilen yer, Yenbu’ nâhiyesinde Benî Müdlic kabilesinin yerleridir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri yüz elli kişi ile mezkûr yere gitmişlerdi. Kureyş kâfirlerinin Hicaz’dan Şam’a ticaret için kafileleri çıkmıştı. Muratları işte bu kafileyi almaktı. Sancağı Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) götürüyordu. Otuz develeri vardı. Nöbetle binerlerdi. Mezkûr yere varıncaya kadar Kureyş geçip gitmişti. Sonunda Benî Müdlic tâifesi ile sulh anlaşması yapıp döndüler. Bu defa Medine üzerine gözetici olarak Ebû Seleme bin Abdülesed’i bırakmışlardı.
Bundan sonra Birinci Bedir Gazvesi gelir. İbn-i İshak (Allah ona rahmet etsin) naklinde der ki: Uşeyre gazvesinden geldikten sonra birkaç gece Medine’de yatıp hemen gazaya çıktılar. Kürz bin Câbir el-Fehrî dedikleri kâfir, bir miktar adamla gelip Medine dışında dolaşan davarlarını sürüp gittiler. Resûlüllah Efendimiz de arkalarından çıkıp Bedir bölgesinde Safvân denilen yere kadar geldiler. O mel’un kaçıp gitti, yetişemediler. Bu defa Medine üzerine Zeyd bin Hârise’yi gözetici bırakmışlardı. Sancağı Ali bin Ebî Tâlib taşıyordu. Allah ondan razı olsun.
Bundan sonra Abdullah bin Cahş’ın seriyyesi on yedinci ayda Receb içinde vâki olmuştur. Bir kavilde sekiz, bir kavilde on iki kişi ile Mekke yakininda Nahle denilen yere gönderilmişti. Kureyş tâifesinin kafilelerine rast geldiler. Yükleri kuru üzümle yiyecek kısmından bâzı nesnelerdi. Müslümanlar meşveret edip:
— Eğer cenk edersek Receb ayinin yasağına riayet etmemiş oluruz. Eğer etmezsek yarın bunlar Mekke haremine girerler. Ne etmek gerek? diye tereddüt ettiler.
Sonunda ittifak eylediler. Kafilede Amr bin Hadramî’yi öldürdüler. Osman bin Abdullah ve Hakem bin Keysân adlı kâfirleri esîr ettiler. Geri kalan kâfirler kaçtılar. Onların eşya ve elbiselerini, yükleriyle beraber develerini sürüp getirdiler.
Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) daha hums (beşte bir) farz olmadan mezkûr malın beşte birini çıkarıp geri kalanını taksim eyledi.
Bâzı rivâyette gelmiştir ki: Ganimeti Resûlüllah Efendimiz’e getirdiklerinde:
— Ben haram ayda size savaş emretmedimdi, diye buyurdu.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, esirleri ve ganimeti taksim etmeyip tâ Bedir gazâsından gelinceye kadar bekletti. Ondan sonra Bedir ganimetleriyle beraber onları da taksim etti.
Bu hususta Kureyş kâfirleri:
— Muhammed haram ayda kan döktü ve mal aldı, diye dedikodu ettiler.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:
“Yes’elûneke ani’ş-şehri’l-harâmi kıtâlin fîhi Senden ‘Haram ayda kıtal var mıdır?’ diye sorarlar. De ki: Onda kıtal büyük günahtır. Halbuki Allah’ın yolunu kapamak, O’na küfür etmek, Mescid-i Haram’ı men ile ehlini oradan çıkarmak, Allah indinde daha büyük günahtır. Fitne katilden daha büyüktür. Biliniz ki, kâfirler, sizi dîninizden döndürünceye kadar kıtalden vazgeçmezler. Sizden, dîninden dönüp kâfir olarak ölenlerin dünya ve âhirette amelleri boşa gider; cehennemlik olurlar ve orada ebedî kalırlar.” (Bakara sûresi: 2/217) âyet-i kerîmesini inzâl etti.
Kaadî’nin tefsirinde yazılıdır ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendi halası oğlu Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) hazretlerini Bedir gazâsından iki ay önce Cemaziyelâhire ayında bir seriyye üzerine emir tayin edip Kureyş kâfirlerinin kervanlarını basınağa göndermişti. Kervanda kâfirlerden Amr bin Abdullah ve üç kâfir daha vardı. Müslümanlar Amr’ı öldürüp iki kâfiri de esîr ettiler. Bu hâdise Receb ayinin birinci gününde vâki olmuştu. Ancak seriyye halkinin kanaatlerine göre o gün Cemaziyelâhire ayındandı. O zamanda haram ayda kıtal etmek haramdı. Sonradan bu hüküm nesh olunup helâl kılinmıştır. Velhasıl seriyye halkından hatâ ile Receb’in ilk gününde kıtâl sâdır oldu. Kâfirler de Resûlüllah Efendimiz’e çirkin sözlerle dil uzatan sözler yazıp gönderdiler:
— Muhammed haram ayı helâl saydı. Halbuki bu ay emniyet ve huzur ayı idi. Halkın kalb huzûru içinde maişet işleriyle uğraşacakları vakit idi. Böyle bir zamanda böyle etti, dediler.
Bu olanlar seriyye halkına çok güç geldi. Son derece huzursuz oldular:
— Tâ tevbemizin kabûl edildiği haberi nâzil oluncaya kadar yerimizden ayrılmayız, dediler.
Peygamber Efendimiz hazretleri de ganimetlerini kabûl etmeyip reddetti. Ondan sonra yukarıda zikri geçen âyet nâzil oldu. Hulâsa olarak mânası, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hitap edip buyurur ki:
— Ya Muhammed! Haram ayda kıtal etmekten müşrikler sana sual ederler. Bazılarının kavlince, seriyye ashâbı sual ederler. Yâni: Bu ayda kıtal edene ne lâzım gelir? derler. Sen onlara cevab ver ki: Bu ayda kıtal, büyük günahtır. Hak teâlâ yolundan halkı men etmek, İslâm’a mâni olmak, kâfir-i billâh (Allah’ı inkârı ile örtücü) olmak, Mescid-i Haram’dan (Kâ’be’den) men edici olmak, Kâbe ehlini Kâbe’den çıkarmak, Allah katında seriyye halkinin hatâ ile ettikleri işten daha büyüktür. Fitne, yâni bunların fesâdı, katilden artıktır. Kâfirler daima sizinle kıtal ederler. Tâ ki kadir olurlarsa sizi dîninizden döndürmek isterler. Sizden dinlerinden dönüp de kâfir iken kendilerine ölüm yetişip fevt olanlar öyle kimselerdir ki, onların salih amelleri bâtıl oldu, ettikleri hayırlar karşılığında dünyada ve âhirette bir fayda görmezler. Onlar cehennem ehlidir, onlar cehennemde ebedî kalırlar, demektir. (K:2/217)
Neticesi şudur ki, kâfirler ashâbdan hatâ ile bir iş sâdır olduğu için dil uzatıp ayıplarlar, ama kendilerinden kasd ile dört büyük fesad sâdır olmuştur ki, bunlar ondan daha büyüktür:
1. Halkı İslâm’dan men ederler.
2. Kendileri Hak teâlâ hazretlerine îman getirmezler, Allah’ın kâfiri olmuşlardır.
3. Müslümanları Allah’ın Kâbe’sini ziyaretten men ederler.
4. Mescid-i Haram ehlini, yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ve ashâbmı, cefa ve ezâ ile Mescid-i Haram’dan (Mekke’den) çıkardılar.
Hiç kendilerinin bu küfürlerine, bu kabahatlerine bakmazlar da seriyye halkından hatâ ile bir günah sâdır olduğu için onları kınar ve ayıplarlar, demektir.
Bundan sonrası, kâfirlerin İslâm ehline karşı kasıtlarının onları dinlerinden çıkarıp mürted etmek olduğunu ve mürted olanın hâlinin sonunda nice olduğunu beyan eder.
Rivâyet olunur ki, o esir olan iki kişi için Kureyş kâfirleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerine fidye gönderdiler. Yâni bahalarını gönderip onları esirlikten kurtardılar. Onların birine Osman bin Abdullah, diğerine Hakem bin Keysân derlerdi. Osman bin Abdullah dedikleri adam kalkıp Mekke’ye gitti, orada küfür üzere vefat etti. Hakem bin Keysân ise îmana geldi, Resûlüllah Efendimizin yanından ayrılıp gitmedi, orada kaldı. Sonunda Maûne kuyusu gazâsında kendisine şehadet nasîb oldu. Allah ondan razı olsun.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Medine-i münevvere’de on altı ay namazı mübarek Kudüs’e doğru kıldı. Bâzı rivâyetlerde daha çok zaman kıldı, demişlerdir. Kıble’nin Kâbe’ye dönüşünün hangi ayda, hangi günde ve hangi namaz içinde vâki olduğu hep ihtilâf üzredir. Doğrusunu Allah bilir. Bâzıları Cemaziyelevvel ayında, bâzıları Receb ortasında Pazartesi gününde, bâzıları da Şa’ban ortasında Salı gününde vâki oldu, demişlerdir.
İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Berâ’ bin Ma’rûr’un (radıyallahü anh) rivâyeti üzre, ikindi namazında iken:
“Fevelli vecheke şatre’l-mescidi’l-harâm Yüzünü Mescid-i Haram yönüne döndür,” (Bakara sûresi: 2/144) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Namazın iki rek’ati kılinmıştı; âyet-i kerîme nazil olunca döndüler, iki rek’atini de Mekke yönüne kılıp tamamladılar. Bâzı rivâyette, öğle namazını kılarken nâzil oldu, demişlerdir.
Medine yakininda Kuba bölgesinde olan Müslümanlar, o gün işitmeyip namazı yine mübarek Kudüs yönüne kıldılar.
İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim (Allah onlara rahmet etsin) sahihlerinde Abdullah bin Ömer’den (radıyallahü anh) rivâyet ederler ki: Kuba bölgesinde olan halk, ertesi gün sabah namazında iken bir kişi geldi, haber verdi:
— Resûlüllah Efendimiz hazretlerine namazda Kâ’be’ye karşı durması emrolundu, dedi.
Müslümanlar, mübarek Kudüs yönüne doğru namaza dururken hemen Kabe yönüne döndüler. Bu rivâyette şuna delil vardır ki: Neshe ilim vâki olmayınca neshin hükmü lâzım olmaz. Zira Kuba halkına namazın iadesi emrolunmadı, demişlerdir. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Kâbe’ye doğru namaz kılması emrolunduğu zaman kıyasın gereği şu idi ki, mübarek Kudüs’e doğru kılmak caiz olmasın. Ama Kuba halkı kıblenin döndüğünü işitmedikleri için o gün yâni Kudüs’e doğru kıldıkları namaz caiz oldu. Zira eğer caiz olmasaydı Resûlüllah Efendimiz hazretleri, o namazlarını tekrar kılmalarını emrederdi. Böyle emretmediğinden anlaşılır ki, gelen âyetin gereğince amel etmek onu işittikten sonra lâzım olurmuş.
Taberî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine’ye hicret ettikleri zaman Medine halkinin çoğu Yahudi tâifesi; kıbleleri de Beytü’l-Mukaddes (Kudüs) idi. Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de, kıblesinin Beytü’l-Mukaddes’e olmasını emretti. Böyle olduğuna Yahudiler sevindiler. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri on yedi ay Beytü’l-Mukaddes’e doğru namaz kıldı. Ama şerefli dilekleri, İbrahim aleyhisselâm’ın kıblesine yönelmek idi. Daima yüzünü göklere tutup Hak teâlâ hazretlerinden kıblenin Kâ’be’ye dönmesini dilerdi. Ondan sonra dileği kabûl edilip âyet-i kerime nazil oldu, kıble o yöne döndü.”
Fethü’l-Bâri sâhibi der ki:
“İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) hadîsinin zahirinden anlaşılır ki, Resûlüllah Efendimiz Medine’ye geldikten sonra Beytü’l-Mukaddes’e doğru namaz kılmakla emrolunmuştu. Ama İmâm-ı Ahmed’in(Allah ona rahmet etsin) naklinde yine İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke’de iken namazı Beytü’l-Mukaddes’e kılardı. Kâ’be önünde dururdu, ona kılmazdı, demiştir. Bundan anlaşılır ki, Beytü’l-Mukaddes’e doğru namaz kılmak eskiden imiş, Medine’ye geldikten sonra emrolunmuş değilmiş.”
Bunun cevabı şudur: Önceki rivâyette Medine’ye geldikten sonra emrolundu demekten murad evvelki kıblesini kesinleştirmeye emir geldi demektir. Yoksa yeniden kıblenin tayini için emir geldi demek değildir.
Yine Taberî başka bir yoldan rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri ilk önce namazı Kâ’be yönüne kılmıştır. Daha kendileri Mekke’de iken kıble Beytü’l-Mukaddes’e dönmüştür. Üç yıl namazı Beytü’l-Mukaddes’e doğru kılmıştır. Nihayet hicret edip Medine’ye geldikten sonra on altı ay daha Beytü’l-Mukaddes’e kılıp sonradan Hak teâlâ hazretleri kendilerini Kâ’be’ye yöneltmiştir.”
Kıblenin dönmesinin hangi mescidde namaz kılarken olduğu da ihtilâflıdır: Bâzılarının kavlince Medine-i münevvere’de kendi Mescid-i Şerifinde öğle namazinin iki rek’atini Müslümanlarla beraber kılmıştı ki, Mescid-i Haram’a doğru dönmeğe emir geldi. Bunun üzerine kendileri Kâ’be’den yana döndü. Müslümanlar da onunla beraber döndüler, denilmiştir.
Bâzı rivâyette Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ümmü Bişr denilen hâtunu ziyaret için Benî Seleme tâifesinin arasına gitti. Ümmü Bişr yemek pişirip Resûlüllah Efendimiz’e ziyafet verdi. Ondan sonra öğle zamanı olunca ashaba namaz kıldırdı. İki rek’atini kılmış iken emir gelip Kâ’be’ye döndüler. Peygamber Efendimiz hazretleri altın oluğa doğru yöneldi. Böyle vâki olduğu için o mescidin adı o zamandan Mescidi Kıbleteyn (iki Kıbleli Mescid) kaldı, demişlerdir.
İmâm-ı Vakıdî bu rivâyeti tercih etmiştir. “Bunun gerçekliği bizim katımızda daha ziyadedir” diye buyurmuştur.
Rivâyet olunur ki, kıble Beytü’l-Mukaddes’ten Kâ’be-i muazzama’ya döndüğü zaman münafıklar, Yahudiler ve müşrikler bu hâli inkâr edip:
— “Mâ vellâhüm an kıbletihimü’lletî kânû aleyhâ Bunların evvelki kıblelerinden dönmelerinin sebebi nedir? Niçin bunlar bâzen bir kıbleye, bâzen başka bir kıbleye dönüyorlar?” dediler.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, cevab inzâl edip:
— “Kul lillâhi’l-meşrıku ve’l-mağribü yehdî men yeşâü ilâ sıratın müstakîm De ki: Mağrib ve meşrık Allah’ın mülküdür. O, dilediğini doğru yola iletir,” (Bakara sûresi: 2/142) buyurdu.
Yâni: Bütün yönler Allah’ın mülküdür. Kıble demek, bir mekânın Allah’a tahsis edilmesi, Allah’ın yalnız orada bulunması demek değildir, itibar Hak teâlâ hazretlerinin emrine uymayadır, başka bir şey’e değildir. Hüküm, tasarruf ve emir hep Hak teâlâ hazretlerinindir. Bizi her nereye yöneltirse biz oraya yöneliriz. Tâat, Hak teâlâ hazretlerinin buyruğunu tutmaktır. Eğer her gün bir tarafa yönelmeyi buyursa biz o yana yöneliriz. Allahü teâlâ dilediği kimseyi sırât-ı müstakime yöneltir. Bâzen Beytü’l-Mukaddes’e ve bâzen Kâ’be’ye döndürmek hikmet icabı, barış, dirlik ve düzenin iktizası üzere bir fiildir ki, ümmetine çok büyük bir inayettir. Zira kendisinin halîli olan İbrahim Peygamber aleyhisselâm’ın kıblesine hidâyet eyledi, demektir.
İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Âişe (r. anhâ) buyurmuştur ki:
— Hiç şübhesiz Yahudi taifesi bize üç nesnenin müyesser olduğuna hased ettikleri gibi hiç bir şey’e hased etmezler. Bu üç şey şudur:
1. Hak teâlâ hazretleri bize cuma gününü ihsan buyurdu. Onlara nasîb olmayıp bize müyesser olduğu için gayet huzursuzdurlar.
2. Kâ’be-i muazzama bize kıble olduğu için de hased ederler.
3. İmâmın arkasında “âmin” dediğimiz için de bize hased ederler.
Velhâsıl bu üç nimet İslâm ehline bağışlandığı için Yahudi tâifesi hasedlerinden helâk olurlar.
Kıble Kâ’be’ye döndükten sonra bâzı Müslümanlar:
— Şimdiye dek bizim Beytü’l-Mukaddes’e doğru kıldığımız namazlar nice olur? Ayrıca Beytü’l-Mukaddes’e namaz kılıp da Kâ’beye kılmadan ölüp giden kardeşlerimizin halleri ne olacaktır? Yâni onların tamamlanmaya muhtaç bâzı noksanları var mıdır? diye tereddüt ettiler.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:
“Ve mâ kân’allahü li-yudıy’a îmâneküm Allah sizin îmânınızı zâyi etmez,”
(Bakara sûresi: 2/143) âyet-i kerîmesini göndererek kalblerinde şüphe kalmaması içn Müslümanları teselli etti.
Rivâyet olunur ki, kıble döndüğü zaman Yahudi tâifesi:
— Muhammed babasının şehrini özledi. Kavmini hoşnut etmek istiyor. Onun için Kâ’be’ye yüzünü çevirdi. Eğer bizim kıblemiz üzere sâbit olup dursaydı kitablarımızda gördüğümüz gelecek peygamber budur derdik, dediler.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki:
— “Ve innellezîne ûtti’l-kitâbe le-ya’lemûne ennehü’l-hakku min rabbihim Ve kendilerine kitab verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler.” (Bakara sûresi: 2/144).
Yâni: “Ya Muhammed! Sizin Beytü’l-Mukaddes’ten Kâ’be-i müşerrefeye döndüğünüzü inkâr eden Yahudî tâifesi, Allahü teâlâ hazretlerinin seni Kâ’be’ye döndüreceğini kitablarında görmüş, peygamberlerinden de işitmişlerdi. Bunu bildikleri halde boş yere konuşur, inkârlarına özür ve bahane ararlar,” demektir.
Resûlüllah Efendimizin iki kıble sahibi olduğunu nebiler haber vermişlerdi. Eski ümmetlerin kitablarında yazılıydı. Yahudi tâifesi cahilleri aldatmak için türlü türlü sözler, çeşit çeşit hile ve hud’alar düzerlerdi. O kadar ki, kendilerinin hakikat hâli bilmediklerini göstermeye çalışırlardı. Bilirlerdi, ancak mel’unluklarını bırakamazlardı.
Hicret tarihinin on sekizinci ayı olduğu zaman ki, kıblenin değişmesinden bir ay geçmişti. Ramazan orucu farz ve fıtır sadakası vâcib kılındı. Her kişi, kendi nefsi ve fakir olan tıflı için yâni küçük çocuk ki, anasından veya başka vârisinden intikal etmek yahut bir kimse tarafından bağışlanmak suretiyle malı olmayıp babasına muhtaç bulunur ve hizmet eden kulu yahut cariyesi için o cariye gerek müdebbere (âzadlığı efendisinin ölümüne bağlanmış cariye), gerekse ümm-i veled (çocuk anası olup satılmaz cariye) bulunsun hep bunlar için fitre vermek gerektir. Eğer verdiği fitre buğday yahut buğday unundan veya kuru üzümden olursa her adam için yarım şinik vermek gerektir. Eğer hurmadan veya arpadan yahut arpa unundan olursa bir şinik vermek gerekir. Şinik o ölçüde olmalı ki, içine bin dörtyüz kırk dirhem mercimek sığabilmeli. Eğer verilecek olan para ise bunlardan birinin kıymetinde olmalı. Karısı, yabanda gezen kaçkın kulu ve ortaklık kulu için fitre vermek vâcib değildir. Bu zamana gelince bunlar farz olmuştu, mal zekâtı farz olunmamıştı. O da sonradan farz olunmuştur.
Yukarıda zikrolunan Birinci Bedir Gazvesinden sonra vâki olan Büyük Bedir Gazvesi’dir. Bu gazâya Bedr-i Uzmâ (Büyük Bedir), Bedr-i Sânîye (İkinci Bedir) ve Bedrü’l-Kıtâl (Bedir Savaşı) dahi derler.
Bedir dedikleri meşhur bir köydür. Gazâ orada vâki olmuştu. Bâzılarmın kavlince Bedir, orada bulunan bir kuyunun adıdır. Sonradan o kuyunun bulunduğu yere Bedir denilmiştir.
İbn-i Kesir (Allah ona rahmet etsin) der ki: Bedir gazâsinin olduğu güne Yevmü’l-Fürkan (Hak ile bâtılın ayrıldığı gün) derler. Hak teâlâ hazretleri o gün İslâm’a izzet verdi, küfrü mağlûb ve makhûr (kahrolmuş) etti. Müslümanlar az, kâfirler çokluk idi. Döğme zırhlı ve örme zırhlı savaş elbiseleri, bütün silâhları mükemmeldi. Güzel ve iyi atları vardı.
— Hiç kimse bize karşı zafer bulabilir mi? diye gurur ve sürür üzere idiler.
Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerini onların üzerine galib ve kahredici kıldı. Lânetli orduları, şeytanın askerleri mağlûb ve perişan olup bunca günden beri ettikleri fitne, fesad, eşkiyâlık ve inâdm belâları başlarına uğradı.
Bunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri, yaptığı iyiliği belirtip buna karşı minnet duymaları gerektiğini ifade ederek kadîm kelâmında:
“Ve lekad nasarekümullahü bi-bedrin ve entüm ezilletün Nitekim Bedir’de Allah size yardım etti. Halbuki siz o zaman zelil bir durumda idiniz,” (Âl-i İmran sûresi: 3/123) diye buyurdu.
Yâni: “Sizin sayınız azdı, kâfirlerin sayısı ise çoktu. Böyle iken size nusret olundu. Tâ şunu bilesiniz ki, nusret Allah katmdandır; sayı çokluğu ve silâh çokluğu ile değildir,” demektir.
Bedir gazâsı İslâm gazâlarının en büyüğüdür. Zira İslâm’ın zuhur ve galebesi buradan başlamıştır. Bundan sonra kâfirlerin putları kırılıp Hak teâlâ müşriklere zillet vermiştir. Bu gazâda bulunan Müslümanlara da Hak teâlâ hazretleri izzet vermiştir. Bunlar Allah katında ebrârdan (hayırlı kişiler) olmuşlardır.
Rivâyet ederler ki, Bedir gazâsına mübarek Ramazan ayinin on ikinci Cumartesi gününde çıkmışlardı. Hicret tarihinden on dokuzuncu ayın içi idi. Ebû Lübâbe-i Ensarî hazretlerini Medine-i münevvere üzerine gözetici bıraktı. Kendileri de ensâr topluluğu ile beraber çıktı. Bundan önce ensar topluluğu Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber gazâya çıkmamıştı. Gazâya çıkanların hepsi üç yüz beş kişi idi. Sekiz kişi hazır bulunmamıştı. Onların da hisselerini verdi.
Bütün topluluk içinde sadece üç at vardı. Bunlardan birisi Mikdad’ın idi; ona Ba’zce derlerdi. Biri de Zübeyr’in idi; ona Ye’sûb derlerdi. Bir at da Mürsed Ganevî’nin idi. Hâsılı bu üç attan başka o gün kimsede at yoktu. Ama yetmiş develeri vardı. Cenk Cuma günü oldu demişlerdir. Bâzıları Pazartesi gününde, bazıları da başka günlerde oldu demişlerdir.
Asıl maksadları Kureyş’in kervanını basmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı. Tafsilâtı şöyledir: Ebû Süfyân otuz atlı ile Şam diyarında idi. Amr bin As onların içinde bulunuyordu. Şam’dan Mekke’ye doğru yola çıktılar. Büyük bir kervanla Kureyş’in mallarını götürüyorlardı. Bedir denilen yerin yakınına geldikleri zaman bu haber Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ulaştı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz ashâbına buyurdu ki:
— Kureyş’in bu denli mal ve menalle kafilesi Bedir yanına gelmiş. Kafilede pek işe yarar adamları da yokmuş. Hemen çıkın. Ümid edilir ki, Hak teâlâ hazretleri size ganimet nasîb etmiştir.
Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri sahâbe-i kirâm ile birlikte çıktılar. Ebû Süfyân da bunların çıktığını işitince Zamzam bin Amr denilen kâfire bir miktar birşeyler verip Mekke’ye gönderdi ki, gitsin, Kureyş kavmine Resûlüllah Efendimizin çıkıp üzerlerine geldiğini haber versin, Kureyş’i ayağa kaldırsın, onlar da gelip kervanlarını kurtarsınlar.
Bu haber Mekke’ye varınca bin kişiye yakın tolgalı (miğferli) kâfir çıktı. Mekke’nin ileri gelenlerinden hiç kimse kalmadı. Ebû Leheb’den başka Kureyş büyüklerinin hepsi çıktılar. Ebû Leheb kendi yerine As bin Hişam’ı gönderdi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ashâbı ile beraber Revha denilen yere yetişti. Orada haber aldı ki, Mekkeliler kervanlarını korumak için çıkmışlar, yolda gelmek üzere imişler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâb-ı kirâm ile meşveret eyledi ve buyurdu ki:
— Hak teâlâ hazretleri bana vaad etti ki, iki tâifeden biri bizimdir: Ya kervan, ya Kureyş askeri!..
Ancak sahâbe-i kirâm kervanı ele geçirmekten haz duyuyorlardı. Meyilleri kâfirlerin mallarını ve eşyasını almağa idi. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) ayağa kalkıp mâkul bâzı sözler söyledi. Ondan sonra Ömer bin Hattâb kalkıp bâzı mâkul sözler de o söyledi. Daha sonra Mikdâd (radıyallahü anh) kalkıp dedi ki:
— Yâ Resûlâllah! Hak teâlâ hazretleri sana ne emrettiyse sadece onun üzerine ol! Vallahi biz sana şu Benî İsrail’in Hazret-i Mûsâ’ya dedikleri gibi: “Git, sen Rabbinle ikiniz düşmanınızla savaşın. Biz burada otururuz, seninle gelmeyiz,” demeyiz. Biz sana yardmcıyız. Seni hak peygamber gönderen Allah hakkı için eğer Berkü’l-Gımâd denilen yere kadar bizi alıp gitsen seninle beraber gideriz, sana yardım ederiz.
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz Mikdâd’a hayır dua eyledi ve halka bir kere:
— Eyyühe’n-nâs! (Ey insanlar!) diye hitab eyledi.
Şerefli muradı ensâr topluluğuna hitab etmekti. Zira onlar Akabe’de biat ettikleri zaman:
— Ya Resûlâllah! Biz sana şimdi yardım edemeyiz. Ama sen bizim aramıza gelirsen o zaman sana yardım etmek bizim üzerimize vâcib olur. Kendi nefislerimizi, çocuklarımızı ve hâtûnlarımızı her neden sakınırsak seni de ondan sakınırız, demişlerdi.
Ama Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onların: “Bizim o sözümüz seni Medine içinde himaye edip düşmanlarını def etmek içindi. Yoksa seninle beraber çıkıp yabanda olan düşmanlarınla cenk etmeğe söz vermemiştik,” demelerinden korkuyordu. Resûlüllah Efendimiz nâsa hitab buyurunca ensâr topluluğunun ulusu bulunan Sa’d bin Muâz (radıyallahü anh) dedi ki:
— Ya Resûlâllah! Öyle benzer ki, hitabı ensâr kavmine buyurdun. Ve hitabdan muradın ensar kavmine “Hazır olun, verdiğiniz sözde durun, ahdinizi unutmayın” demekti.
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Sa’d bin Muaz’a:
— Ya Sa’d! Evet, ensara hitab ediyorum, dedi.
Sa’d dedi ki:
— Ya Resûlâllah! Hiç şübhesiz biz sana îman getirdik, seni tasdik ettik. Senin getirdiğin her nesnenin hak olduğuna şehadet eyledik. Dinleyip itâat etmek üzere seninle sözleştik. Yalnız muradın ne ise sen onun üzerine ol. Ya Resûlâllah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için eğer bize şu denizin içine girip öte yakasına çıkmayı buyursan ve sen girsen biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz düşmanımızla karşılaşmaktan huzursuz olan kimseler de değiliz. Biz, cenk gününde sabredicileriz, her sıkıntıya katlananlarız ve buluşma zamanında sâdıklarız. Bizden vefasızlık gelmez. Umarız ki, bizden kurretü’l-ayn’ın olan (haz ettiğin) işler göresin. Bizden sadece yardımlar ve kolaylıklar göresin. Yâ Resûlâllah! Bizi nereye buyurursan al, git.
Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Sa’d’ın bu sözünden çok memnun oldu; hemen sahâbe-i kirâma emretti:
— O halde yürüyün! Hak teâlâ’nın berekâtiyle sevinin. Size müjdelerim ki, Allahü teâlâ hazretleri bana vaad etti: İki taifeden biri bizimdir. Ya kafileyi almak, ya Kureyş askerini kırmak!.. Vallahi Hak teâlâ hazretlerinin vaadi öyle kesindir ki ben Kureyş’in düşüp yattıkları yerleri gözümle görür gibiyim, diye buyurdu.
Sâbit’in naklinde Enes (radıyallahü anh) rivâyet eder ki:
— Resûlüllah Efendimiz hazretleri mübarek elini yer üstüne koyarak “Bu filânın düşeceği yerdir,” derdi. Sonra elini başka bir yere koyarak “Bu da filânın düşeceği yerdir,” diye işaret ederdi. Hâsılı cenk yerinde kâfirlerin düşüp yatacakları yerleri mübarek eliyle tayin eyledi. Her nereyi kime tayin etti ise tam oraya düştü, asla şaşmadı, demiştir.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz Bedir yakınına vardığı zaman kumsal bir yere konmuştu. İnsanın ve davarın ayağı kumun içine batıyordu. Yer o kadar dayanıksızdı. Müşrikler daha önce gelip su üzerine konmuşlardı. Kendileri için kuyular kazmışlardı. Müslümanlar su sıkıntısı çekiyorlardı. Abdest almağa ve gusül etmeğe su bulamıyorlardı. Susuzluk gittikçe daha baskın hâle geldi. Bu halde iken mel’un şeytan gelip Müslümanlara şöyle vesveseler vermeğe başladı:
— Siz kendinizi hak üzere sanıyorsunuz. Aramızda peygamber vardır, diyorsunuz. Biz evliyaullah olduk, diye itikat ediyorsunuz. Ama içmeğe, abdest almağa ve gusül etmeğe su bulamıyorsunuz. Kureyş tâifesi size galib olup suyu aldılar ve gözetiyorlar ki, susuzluk sizin canınıza kâr etsin. Daha zebûn olduğunuz zaman gelip sizi basmak ve diledikleri gibi etmek için bekliyorlar!..
Müslümanlar bu ıstırap içinde iken Hak teâlâ hazretleri azîm bir yağmur verdi. Dereler dopdolu olup akmağa başladı. Ashâb-ı kirâm suya kandılar. Dilediklerince harcandılar ve kırbalarını doldurdular.
İşte bu hususta Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında şöyle buyurdu:
“Ve yünezzilü aleyküm mine’s-semâi mâen li-yütahhireküm bihî ve yüzhibe anküm ricze’ş-şeytâni ve li-yerbitâ alâ külûbiküm ve yüsebbite bihi’l-akdâm Hak teâlâ gökten su indirir. Tâ ki onunla sizi hadesten ve cenabetten temizleye, şeytanın vesvesesini sizden gidere ve ayaklarınızı sâbit kıla.” (Enfâl sûresi: 8/11).
Hulâsası: “Susuzluktan sıkıntı çekerdiniz. Bu halde iken mel’un İblis de gelip sizi incitti, size vesvese verdi. Hak teâlâ yağmur ihsân etmekle sıkıntınız gitti. Şeytanın vesvesesinden de kurtuldunuz. Kalblerinizde sabır hâsıl oldu. Yağmurdan yerin kumu da berkişti. Ayaklarınız batmaz oldu,” demektir.
Sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin muharebe sırasında duracağı yere ağaç dallarından bir gölgelik çattılar. Orada durdu.
Ondan sonra kâfirlerin içinden Utbe bin Rebia, Şeybe bin Rebia ve Utbe’nin oğlu Velid olmak üzere üç kâfir meydana çıktı. Müslüman askerinden de Hâris oğulları Avf, Muâz ve Abdullah bin Revaha (Allah onlardan razı olsun) meydana çıktılar. Kâfirler, bunlara:
— Siz kimlersiniz? diye sordular.
Bunlar da:
— Biz ensar kavminden filân ve filân kimseleriz, diye kendilerini bildirdiler.
Kâfirler dediler ki:
— Bizim sizinle bir işimiz yoktur!
Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretlerine çağırıp:
— Ya Muhammedi Bize kendi kavmimizden, kendi akranımızı meydana çıkar dediler.
Hâsılı cenk etmek için Mekke halkından adam istediler, Medine halkından olanlarla cenge razı olmadılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de emretti, Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali ve Ubeyde bin Hâris (Allah onlardan razı olsun) meydana çıktılar. Kâfirler, bunlara dar.
— Siz kimlersiniz? diye sordular.
Bunlar da kendilerini bildirince:
— Güzel, işte siz akranımızsınız. Beri gelin! dediler.
Ubeyde (radıyallahü anh) bunların hepsinden daha yaşlıca idi. O, Utbe bin Rebia ile cenk etti. Bazıları: “O, Şeybe ile cenk etti; Hazret-i Hamza Utbe ile cenk eyledi,” demişlerdir. Hazret-i Ali kerremallahü veçhe, Velid bin Utbe ile cenk eyledi, Velid’i öldürdü. Hazret-i Hamza da cenk ettiği kâfiri öldürdü. Ama Ubeyde’nin hatâ ile dizine kılıç dokundu, yaralandı. Kendi de kâfire iyi bir kılıç indirmişti. Sonunda Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali yardım edip onun vuruştuğu kâfiri öldürdüler ve Ubeyde’yi getirdiler.
Hadîs İmâmlarından Ebû Dâvud (Allah ona rahmet etsin) bu hususu Hazret-i Ali’den şöyle rivâyet etmiştir:
“O gün meydana önce Utbe bin Rebia çıktı. Arkasından oğlu Velid ile kardeşi Şeybe çıktı. Ondan sonra nida edip meydana adam istedi. Ensar kavminden birkaç yiğit çıktılar.
— Siz kimlersiniz? diye sordular.
Bunlar da:
— Biz ensar kavminden filân kişileriz! dediler.
— Ensar kavmiyle bizim bir işimiz yoktur. Biz amcalarımızın oğullarını isteriz, dediler.
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Kalk, ya Hamza! Kalk, ya Ali! Kalk, ya Ubeyde! diye buyurdu.
Kalkıp Hamza Utbe’ye karşı vardı. Ben Şeybe’ye karşı gittim. Cenk ettik. Ubeyde ile Velid de birbirine kılıç çalıp zebûn düştüler. Ondan sonra biz gittik, Velid’i öldürüp Ubeyde’yi götürdük.”
İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bu rivâyet bütün rivâyetlerin en doğrusudur. Fakat meşhur olan, Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’in (radıyallahü anh) Velid ile cenk etmiş olduğudur. Zira onlar genç idiler. Ubeyde ve Şeybe ihtiyardı. Utbe ve Hamza da ihtiyardı. Uygun olanı çengin meşhur rivâyet üzere olmasıydı. Ama en doğrusu Ebû Dâvud’un rivâyet ettiğidir.”
Velhasıl kimin kiminle cenk ettiği ihtilâflıdır. Ama Müslümanların kâfirlerin üçünü de öldürdüklerinde ittifak vardır. Bunda hiç bir aykırı görüş yoktur.
Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki: “Ben ve Hamza Ubeyde’ye Velid’i katletmekte yardım eyledik. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bizi ayıplamadı,” diye buyurmuştur.
Bu rivâyet de Ebû Dâvud’un rivâyetini takviye eder.
İbn-i Ishak (Allah ona rahmet etsin) der ki:
Bu cenk olduktan sonra iki taraftan askerler meydana çıkıp yavaş yavaş birbirine yaklaştılar. Peygamber Efendimiz Ebû Bekir Sıddık ile o gölgeliğin altında durdu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri devamlı dua edip Hak teâlâ hazretlerinden fetih ve nusret istiyordu:
“Ya Rab! İman ehlinden şu cemaati eğer helâk edersen yeryüzünde sana ibadet eden bir kul aslâ bulamayacaksın!” diye buyuruyordu.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri şunun için böyle dedi ki, kendinden sonra peygamber gelip îmana dâvet etmeyeceğini bilirdi. Eğer o gün hepsi helâk olsaydı âlem küfür karanlıkları içinde kalırdı..
Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretleri:
— Ya Resûlâllah! Bir miktar tazarru’ ve niyazı terk eyle. Yâni nefsine çok yorgunluk verme. Zira Hak teâlâ, elbette sana ettiği vaadi yerine getirir, diye Peygamber Efendimiz hazretlerine teselli veriyordu.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Bâri teâlâ’ya itimadı herkesten ziyade iken o gün Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) O’na böyle demesinin sebebi hakkında bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri ümmeti için o anda korku makamında idi. Ebû Bekir (radıyallahü anh) ise recâ (umma) makamında idi. Onun için böyle söyledi.”
Bâzıları da dediler ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin o vakit duayla çok meşgul olması, ashâbda kalb kuvveti hâsıl olması içindi. Zira bilirlerdi ki, Resûlüllah Efendimizin duası red olunmaz. Ebû Bekir böyle dediği gibi duaya devam etmekten vazgeçti. Bildi ki, duası kabûl olunmuştur. Zira Ebû Bekir o sözü söylediği zaman kalb kuvveti ve nefs itmînânı (kesin inanç ve tam güven) ile söylemişti. Resûlüllah Efendimiz duasının kabûl olunduğunu bundan anladı ve artık duasına devam etmekten vazgeçti.”
Saîd bin Mansur’un (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: “Bedir gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretleri müşriklerin çokluğuna nazar eyledi ve İslâm ehline bakınca bunlar az göründüler. Bunun üzerine iki rek’at namaz kıldılar. Ebû Bekir Sıddık sağ yanına durdu. Peygamber Efendimiz namazı içinde dua edip:
“Yâ Rab! Bana nusretini terk eyleme. Senden bana vaad etmiş olduğun nesneyi isterim,” diye buyurdu.”
Bâzı hadîs İmâmlarından rivâyet edilmiştir ki, Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe ve radıyallahü anh), şöyle dedi:
“Bedir gazâsında bir miktar cenk ettim. Sonra geldim, Resûlüllah Efendimiz Hazretlerini secdede gördüm:
— Ya Hayy! Ya Kayyûm! diyordu.
Oradan gittim, biraz daha cenk ettim. Yine geldim, kendilerini öyle buldum.”
Sahih haberlerde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz Bedir gazâsında gölgeliğin altında dururken bir ara kendilerine bir uyuklama geldi. Sonra tebessüm ederek mübarek gözünü açıp Hazret-i Ebû Bekir’e müjde haberini verdi ve Hazret-i Cibril aleyhisselâm’ı işaret edip gösterdi. Sonra:
“Seyühzemü’l-cem’u ve yüvellüne’d-dübür Yakın zamanda kâfirlerin askeri kırılır ve arkalarını çevirip kaçarlar,” (Kamer sûresi: 54/45) âyet-i kerîmesini okuyarak gölgeliğin kapısından dışarı çıktı.
Hakikaten de o gün öyle oldu. Nübüvvetin delilleri cümlesinden biri de budur, demişlerdir.
Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyurdu ki:
— Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman muradın ne olduğunu bilemedim. Bedir gazâsı vâki olduğu gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerini bu âyeti okuyarak mübarek cübbesini giyerken görünce muradın ne olduğunu anladım.
Yâni: “Âyette kasdedilenin o günde olacak fetih ve nusrete işaret olduğunu bildim,” demektir.
Müslim’in Sahîh’inde İbn-i Abbâs Ömer bin Hattâb’dan (Allah onların ikisinden de razı olsun) rivâyet eylemiştir ki:
“Resûlüllah Efendimiz müşriklere nazar eyledi: Bin kişi idiler. Ashâba nazar etti. Üç yüz on’dan ziyade kimse idiler. Sonra gölgeliğin altına girdi. İki elini yukarı kaldırıp uzattı ve:
— Ya Rab! Ettiğin vaade vefa eyle! diye yakarmaya başladı.
O kadar ellerini uzatıp Hak teâlâ hazretlerine dua kıldı ki, omuzlarından ridası düştü. Ebû Bekir Sıddık, mübarek ridasını kaldırıp omuzlarına koydu. Ve arkasından:
— Ya Resûlâllah! Dua edip inlediğin yeter. Hak teâlâ hazretleri sana verdiği sözü muhakkak yerine getirir, dedi.
Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri:
“İz testeğîsûne rabbeküm festecâbe leküm ennî mümiddüküm bi-elfin mine’lmelâiketi mürdifîn Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da: ‘Ben size birbiri ardınca gelen bin melek ile yardım edeceğim,’ diye duanızı kabûl buyurmuştu.”
(Enfâl sûresi: 8/9) âyet-i kerîmesini inzâl eyledi.
Tefsir ehli buyurmuşlardır ki: Bu âyetteki “İz testeğîsûne rabbeküm Siz Rabbinizden yardım istiyorsunuz” ibâresi daha önceki âyette bulunan “Ve iz ye’ıdükümullahü Ve Allah size vaad ediyordu” (Enfâl sûresi: 8/7) ifadesinin bedelidir. Mânası şöyle demek olur: “Ya Muhammedi O zamanı an ki, o zamanda Rabbinizden yardım istiyordunuz. Yâni: “Ağisnâ ya gıyâse’l-müstağısîn Ey yardım edicilerin yardımcısı, bize yardım eyle,” diye yardım taleb ediyordunuz: Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri size birbiri ardınca meleklerden bin melekle imdad yetiştirerek duanızı kabûl buyurdu,” demektir.
Bir âyette de: “Size Rabbiniz tarafından indirilen üç bin melekle yardım edildi,” (Âl-i İmrân sûresi: 3/124) diye buyurulmuştur.
Bunun mânasında buyurmuşlardır ki: “Önce Müslümanlara yardım için bin melek gönderilmişti. Ardından üç bin melek daha gönderildi. Önce gönderilen bin melek Müslümanlarla beraber cenk ederlerdi. Onlara: “Fesebbitü’llezîne âmenû: İman edenlerin ayağım sâbit kılın,” (Enfâl sûresi: 8/12) diye emredilmişti. Yâni “Mü’minlere sebat verin” denilmişti. Onlar da îman ehline: “Yerlerinizde sâbit olun. Düşmanlarınız azdı ve Hak teâlâ hazretleri sizinledir” derlerdi. Hâsılı bu suretle Müslümanlara kalb kuvveti verirlerdi.
Rebî’ bin Enes der ki: “O gün Hak teâlâ hazretleri Müslümanlara bin melekle yardım yetiştirdi. Sonra melekler üç bin oldular. Daha sonra beş bin oldular.”
Katâde’den de rivâyet olunmuştur ki: “Hak teâlâ hazretleri o gün Müslümanlara beş bin melekle yardım yetiştirdi,” demiştir.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “Bedir günü mel’un İblis, bir alay şeytanla ve sancakla geldi. Kâfirlere Benî Kinâne kabilesinden Sürâka bin Mâlik suretinde görünüp aralarına girdi ve:
— Size bugün âdemoğullarından galib gelecek kimse yoktur. Ben sizi kurtarırım, dedi.
Müşriklerden birinin eline yapışıp dururken Cebrâil aleyhisselâm’ın meleklerle Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yardıma geldiğini görünce mel’un İblis elini ondan çekti ve geri dönüp gitti. O kâfir dedi ki:
— Ya Sürâka! Ne yapıyorsun? Hani sen önce ne demiştin? Şimdi dönüp gidiyor musun?
İblis:
— Ben öyle bir şey görüyorum ki, siz onu göremezsiniz, dedi.
İşte Hak teâlâ hazretlerinin kadîm kelâmında buyurduğu bu kıssadır:
“Yâ Muhammedi Şu günü an ki: Şeytan müşriklere işledikleri amelleri süsleyip hoş gösterdi ve: ‘Bugün âdemoğullarından sizi yenecek kimse yoktur’ dedi. Muhakkak ben sizin yanınızdayım ve sizi kurtarırım, diye onlara te’minat verdi. Fakat iki topluluk birbiriyle karşılaştığı zaman şeytan ardına dönüp gitti ve müşriklere: ‘Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum ve ben Allah’dan korkarım. Allah’ın cezası ve azâbı çok şiddetlidir,’ dedi.” (Enfâl sûresi: 8/48)
Bir rivâyette gelmiştir ki: O gün Cebrâîl ve Mîkâil, beşer bin melekle Melekler insan suretinde idiler. Ala bacaklı atlar üstüne binmiş, ak elbiseler ] sarıklar sarınmışlardı. Huneyn gazâsında ise yeşil sarıklar sarınmışlardı. Hazn de buyurmuştur ki:
— Bedir gününde meleklerin nişanları ak soflar idi. Atlarının alınlarında şanlar vardı.
Bâzı âlimler buyurmuştur ki: Bedir gazâsından başka gazâda melekler cen miştir. Diğer gazâlarda sadece adet ve medet olurlardı. Yâni askerin çok görün Müslümanlara kalb kuvveti olması için bulunurlardı.
İbn-i Kesîr’in tefsirinde Abdullah bin Abbâs’dan (radıyallahü anh) böyle nakledi İbn-i Merzûk da seçkin kavil üzere demiştir ki: Melekler Bedir gazâsından ba de savaşa katılmadılar. Belki sadece hazır bulundular.
Ancak bu kavilleri, Sahîh-i Müslim’de Sa’d bin Ebî Vakkas’dan rivaye hadîs'i şerif reddeder. Zira Sa’d (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“Uhud gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sağında ve solunda gördüm. Daha evvel onları hiç görmemiştim. Cenk ediyorlardı. Çok şiddetli yorlardı.”
Bu iki kişiden murad Cebrâil ve Mîkâil idi, demişlerdir.
İmâm-ı Nevevi (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Meleklerin berat ettiğine dair açık beyan vardır. Onların cenk etmesi Bedir gazâsına mahsus < Doğrusu da Bedir’e mahsus olmamasıdır. Melekleri görmek de sadece nebile sus değildir. Belki sahâbe-i kirâmler ve Allah’ın velî kulları da onları görürlerdi.’
İbn-i Enbârî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Âdemoğullarının nasıl katledileceğini melekler bilmezlerdi. Hak teâlâ leri onlara öğretip:
“Boyunlarının üzerine ve her mafsalına parmak uçlarına vurun,” (E resi: 8/12) buyurdu.
Murad, başlarına ve her ek yerlerine kılıç çalın demektir, dediler. Riva nur ki, o gün meleklerin öldürdüğü kâfirlerin boyunlarında ve parmak uçları ra kara nişanlar vardı. Bundan, onların meleklerin öldürdüğü kimseler old anlarlardı.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“Benî Gıfâr’dan bir kimse bana şöyle dedi:
— Amcam oğlu ile ben, Bedir savaş meydanının üzerine bakan yüksek bir dağın üstüne çıktık. Cengi seyrediyorduk. Maksadımız, hangi taraf bozulursa inip eşya ve elbiselerini yağma etmekti. Bu halde dururken yukarıdan bir bulut inip bize yaklaştı, içinden at sesleri geldiğini işittik. Bir kimsenin de: “İkdam Hayzum!” dediğini ben kendim işittim. Amcam oğlunun yüreği koptu, düşüp orada öldü. Ben de öleyazdım.”
İmâm-ı Beyhakî ve Ebû Nuaym bunu rivâyet etmişlerdir. Hayzum, Cebrâil aleyhisselâm’ın atinin adıdır. “İkdam Hayzum!” demek, “İleri yürü, ya Hayzum!” demektir.
Hadîs İmâmlarından Hâkim, Beyhakî ve Ebû Nuaym (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Ümâme Sehl bin Huneyf’den, o da babasından nakletmişlerdir ki: “Bedir gününde Müslümanlardan birisi kılıçla bir müşrike işaret ettiği gibi o müşrikin başı kılıç dokunmadan yere düşerdi.”
Şeyh Takiyyüddin Sübkî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Benden sual edip şöyle dediler:
— Bedir gazâsında bu kadar meleğin gelmesinin hikmeti nedir? Hiç şübhesiz ki, Cebrâil aleyhisselâm yalnız bir kanadinin ucu ile kâfirleri defetmeğe kadirdi.
Ben de dedim ki:
— Murad şu idi ki, fiil, Peygamber aleyhisselâm’ın ve ashâbının olsun. Melekler sadece yardımcı olsunlar. Şu bir askerin bir askere yardımcı olarak yetişmesi gibi. Âdetullahda câri olan sebeblerin suretine riayet etmek için böyle kılınmıştır ve hepsinin faili Allahü teâlâ’dır.”
Bu sözün hulâsası şudur ki: Allahü teâlâ hazretlerinin muradı, kâfirlerin, Peygamber Efendimiz hazretleri ile ashâb-ı kirâmın elinde katlolunup cihad faziletinin bunlara müyesser olmasıydı. Bu takdirde bunlara kalb kuvveti gelmesi için çok sayıda meleğin gelmesi ve mü’minleri yüreklendirmesi gerekirdi. Nitekim âdeta bir asker cenk ederken yardım için bir asker daha geldiği gibi cenk edenler tam kalb kuvvetiyle hücum edip düşmanı kırarlar. Bunlara da öyle oldu, demektir.
Bundan meleklerin hiç kâfir katletmemesi lâzım gelmez. Zira kâfirler Müslümanların üç mislinden fazla idiler. Müslümanlar meleklere arkalanıp cesaret ve mânevî kuvvetle her birine kâfirlerden birini katletmek müyesser olduktan sonra geri kalan kâfirlerden bâzısını da meleklerin katletmiş olması mümkündür. Eğer melek askerini görüp yüreklenmeselerdi Müslümanlara cenk etmek zor gelirdi. Zira kâfir askeri kendilerine nisbetle pek çoktu. Hem onlar hep silâhlı bir topluluktu. Mü’minlerin çokluğu fukara idi. Silâhları da müsait değildi. Şüphesiz bu şekilde olmasa bunlara gazâ müyesser olmazdı. Allahü teâlâ’nın muradı ise bunlara gazânın nasîb olmasıyla si halde bir melek gönderip hepsini helâk etmeye yahut geçmiş ümmetlere vââd olunduğu gibi gökten azab indirip bütün kâfirleri bir anda yok etmeye kadirdi.
Rivâyet olunur ki, o gün iki asker birbirine yaklaştıkları zaman Resûlülla dimiz hazretleri, yerden bir avuç ufak taşcağızlar aldı ve kâfirlere karşı atıp:
— Yüzleri kara olsun! diye beddua etti.
Bunun üzerine müşriklerin içinde gözlerine ve burun deliklerine kum ve medik kâfir kalmadı. Hemen yenildi ve kırıldılar. Kureyş ulularının nicesi geçti, nicesi de esir oldular.
Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem (Allah ona rahmet etsin), Hak teâlâ lerinin: “Ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallahe ramâ Attığın zaman madın, fakat Allah attı,” (Enfâl sûresi: 8/17) âyet'i kerîmesinin tefsirinde bu' tur ki: O zamandan murad Bedir günü idi ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri rin yüzüne bir avuç ufak taş atmıştı ve kâfirler yenilip kırılmışlardı. Âlimlerd kimseler rivâyet etmişlerdir ki, bu âyet Bedir gününde nâzil olmuştu. Gerçi 1 gazâsında da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin böyle yaptığı olmuştur. Nite şâallah aşağıda beyan olunacaktır.
Bir cemaat: “Bu âyet-i kerîmeden murad, resûlün fiilini kendisinden s< Allahü teâlâ’ya izafe etmektir” diye Cebriye mezhebine bunu asıl ettiler. V kullara nisbet etmeği bâtıl sayıp yalnız Allahü teâlâ hazretlerine nisbet etn kikat yolu edindiler. Âyet-i kerîmenin mânasını böyle anlamak Allah saklas tâdır. Zira bundan lâzım gelir ki: Gerek tâat, gerek masiyet olsun hepsi Allahü teâlâ’dan sâdır olup kulun arada hiç dahli olmaya. Bu takdirde fısk ve fücûr ed öldürenlerin hiç suçları ve günahları olmayıp onların kınanmaması gerekir. ] böyle değildir. Belki her kişi tâat ile sevaba ve mâsiyet ile ikaba müstehak ol Hak teâlâ hazretleri, her kişinin eline cüz’î ihtiyar vermiştir. Bu sebeble sâ fiillerden sevab kazanır ve ceza görür . Eğer sual olunup
— Cüz’î ihtiyar denilen nesneyi de Hak teâlâ yaratmıştır. O yaratmasaydı kul neye kadir olurdu? Bu takdirde yine hepsi Allahü teâlâ’dan olmuş olur, denilirse bu sualin cevabı şudur:
— Gerçi her nesneyi halk etmek Allahü teâlâ hazretlerindendir; kul bir şey yaratmağa kadir değildir. Ama Allah, cüz’î ihtiyarın sarfını kula bırakmıştır. Dilediği yere sarf etmekte kulu bağımsız kılıp o hususta kendisi aradan çıkmıştır. Bu mertebeden sonra kul cüz’i ihtiyarını hayır yönüne sarf ederse de halk ediverir, şer ve fesad yönüne sarf ederse de halk ediverir. Şer ve fesad yönüne sarf ettiği zaman onu halk edivermesinden razı olması lâzım gelmez. Zira daha önce kitablar ve peygamberler gönderip hayır ve şerri bildirmiştir. Hayırdan hoşnut olup şerden olmayacağını herkese duyurmuştur. Bunun içindir ki, kul ihtiyarını hangi yöne sarf eder ise onun karşılığını görür. Zira bildikten sonra sarf edince özre yer kalmaz. Meselâ bir kimsenin bir kulu olsa, habbe kadar bir şeye kudreti yetmese, sadece efendisine bakıp dursa, efendisi de o kulun tabiatını imtihan için eline bir miktar altın verip şöyle dese:
— Bre oğlan! Sen benim kulumsun. Bu altın da benim malimdir. Ama bunu sana verdim ki, senin tedbir ve tasarrufunun ne derecede olduğunu bileyim. Buna göre neye hak kazandığını göreyim. Eğer ata, silâha ve sair mühim şeylere sarf edip güzelce adamlık semtini tutarsan sana türlü türlü ikramlar ederim; yanımda merteben yüksek olur. Eğer fıska, fücura ve sair boş şeylere harcayıp nankörlük semtini tutarsan başına belâlar getirip sana çeşit çeşit cezalar veririm. İşte sana diyeceğimi dedim. O halde haydi git, şimden sonra bu altını sarf edinceye kadar ben aradan çıktım. Göreyim seni, ne yapacaksın?
Bu durumda oğlan altını fısk ve fücura sarf ettiği takdirde kusuru kim işlemiş olur? Açık olan şudur ki, efendisi lâzım olan ne ise hepsini bildirmiştir. Onun yönünden kusur yoktur. O halde hatânın hizmetkâra ait olması lâzım gelir.
Eğer sual olunup:
— Hak teâlâ hazretlerinin tecrübe ve imtihana ne ihtiyacı vardı ki, kullarını tecrübe etsin? denilirse bunun cevabı şudur:
— Hak teâlâ hazretleri kullarını tecrübe ve imtihan eyler demenin mânası kendine ilim hâsıl olması için eyler demek değildir. Zira Hak teâlâ hazretleri gaibleri en iyi bilendir. Bütün yaratıkların hallerini tâ ezelden ebede bilicidir, ilminin dışında hiç bir nesne yoktur. Allah’ın ilmi bütün eşyayı kaplamıştır. Belki imtihandan murad, her kişinin şânmı (tabiat ve ahlâkını) kendisine bildirmektir ki, haddini aşıp yüksek mertebelere hak kazanmış olduğu iddiasında bulunmasın. Kusurun kendi yönünden olduğunu anlasın. Tâ ki, Hak teâlâ hazretlerinin adalet ve bağış mertebesi, yardım ve ihsan dairesi tam olarak bilinip anlaşılsın. Meselâ: Devlet sahibi bir kimse, bir kulunun tabiatında dürüstlük olmadığını bilse, gözetmesinde ihmal üzere olsa, ama mezkûr kul kendi haddini bilmese, zu’munca kendini iş bilir bir kimse diye düşünse “Devlet sahibi beni gözetmez” diye daima şikâyetten uzak olmaz. Ama ona haddini bildirip kendinin adalet ve bağışını zuhura getirmek için ona bir iş ısmarlasa, kul da kendi tabiatinin kusuru gereği olarak işin sonunu düşünmeyip daima ihmâl ve gevşeklik üzere olsa, kendisine emanet edilen mal ve mülkü boş yere harcayıp muhasebe sırasında türlü kabahat ve hiyaneti zuhura gelse onun söyleyecek bir sözü kalmaz. Kendi işlerinin sayfalarında hâlinin suretini müşahede eyler. Bundan sonra Allah’ın adaleti gereğince ne gelirse kusurun kendinde olduğunu bilir. Fazlı gereğince afvederse lütuf ve keremin O’nun olduğunu anlar.
İmtihanın bundan başka nice gizli sırları daha vardır ki, bizim akıllarımız onu anlamaya yetişemez. Ve kimseyi sırlarına vâkıf kılmak Hak teâlâ hazretleri üzerine vâcib değildir. Sadece bizim vazifemiz, işitip itaat etmek ve beyan olunan mertebeler ile kanaat etmektir. En iyisini Allah bilir.
O halde malûm olsun ki, “Ve mâ remeyte iz remeyte... Attığın zaman sen atmadın...” (K: 8/17) âyet-i kerimesinden murad şudur: Atmakta iki hâl vardır. Birisi başlangıçtır ki, atılan şey’i elden boşandırmaktır. Birisi de sonuçtur ki, o şey’i yerine ulaştırmaktır, işte bu makamda da o atılan ufak taşlan elden çıkarmak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinindir. Ama onları bütün kâfirlerin gözlerine sokmak yalnız Allahü teâlâ hazretlerinindir. Zira insan fiili ile olacak nesne değildir ki, bir avuç kum atılıp bin kişinin gözlerine girsin, aslâ birisi dışanda kalmasın.
Velhâsıl âyet-i kerîmenin işareti şudur ki, o gün Hak teâlâ hazretleri gerçi zâhiren insan elinden bâzı sebebler zuhura getirdi, ama düşmanın hezimeti hakikatte kendinden idi.
Muhammed bin İshak’ın (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: “Bedir gününde Ukkâşe bin Muhsin (radıyallahü anh) o kadar cenk etti ki, elinde kılıcı parçalandı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına geldi. Peygamberimiz de eline bir ağaç dalı verip:
— Git, bununla cenk eyle, dedi.
Ukkâşe hazretleri elindeki dalı bir kere silkiverdiği gibi bir güzel, uzun, sağlam kabzalı kılıç oldu. Ondan sonra gitti, tâ Bârî teâlâ hazretleri Müslümanlara fetih müyesser edinceye kadar o kılıçla cenk eyledi. Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile nice gazâlara gidip o kılıcı kullandı. Hattâ şehid olduğu zaman da o kılıç kendisinin yanında idi.”
Peygamber Efendimiz hazretlerinin o gün zuhura gelen mucizelerinden biri de şudur ki, Kadı tyaz’ın (Allah ona rahmet etsin) naklinde İbn-i Vehb’den rivâyet olunmuştur:
“Muâz bin Anar (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına öyle bir halde geldi ki, Ebû Cehil’in oğlu İkrime bir eline öyle bir kılıç çalmış, eli sadece derisinden ilişe kalmış. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onun eline şöyle bir tükürdü, eli yine yapışıp bitişti. Ondan sonra Hazret-i Muâz, tâ Osman (radıyallahü anh) zamanına değin hayatta kaldı.”
Hazret-i Âişe (r. anhâ) buyurmuştur ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretleri emretti, kâfirleri sürüklediler ve kuyu içine doldurdular. Ama Ümeyye bin Halef dedikleri mel’un, düştüğü yerde öylesine şişti ki, zırhına sığışamaz oldu. Ashâb-ı kirâm o mel’unun üstüne o kadar taş ve toprak attılar ki, üstü örtülüp görünmez oldu. Çok ezâ verici bir mel’undu. Allah ona lânet etsin.”
Kalib, içi taşla yapılı olmayan kuyudur.
Daha evvel zikredildiği üzere Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Bedir gazâsında bir gün önce işaret edip:
— îşte burası filân kâfirin yeridir ve burası falan kâfirin yeridir, diye buyurdu.
Ertesi gün olduğu gibi zikrettiği kâfirlerin her biri işaret buyurduğu yerlere düştüler. Hiç birisinin başka bir yere düştüğü görülmedi.
Kâfirler kılıçtan geçirilip kalîb içine atıldıktan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri oraya vardı ve:
— Ya filân oğlu filân! Ya filân oğlu filân! diye birkaçını adlı adiyle çağırıp:
“Allah ve Resûlünün size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu? Şübhesiz ben, bana vaad ettiklerini gerçek buldum,” diye buyurdu.
Yâni: “Gördünüz mü; imana gelmeyip küfür üzere gidenlerin akıbetlerinin cehennem azâbı olduğunu şimdi anladınız mı? Bana vaad edilen fetih ve nusreti ben gördüm,” demektir.
Rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri kâfirler üzerine varıp ölülerine hitab ettiği zaman Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):
— Ya Resûlâllah! Cansız bedenlere nasıl hitab ediyorsun? dedi.
Peygamber Efendimiz hazretleri de buyurdu ki:
— “Ya Ömer! Benim sözümü siz, onlardan fazla işitici değilsiniz. Ancak şu var ki, onlar cevab vermeğe kadir değillerdir.”
İbn-i Merzuk (Allah ona rahmet etsin), Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir: Abdullah bir kere daha Bedir’e uğradı ve gördü ki, bir kişiye azâb ediyorlar, inliyor. Geçip gittikten sonra arkasından seslenip:
— Ya Abdullah! dedi.
İbn-i Ömer hazretleri diyor ki: “İsmimle çağırması, bilmiyorum, beni tanıdığından mıydı yoksa tanımayıp sadece Arab âdeti üzere ‘Ya Abdullah Ey Allah’ın kulu!’ demek miydi? Hemen döndüm, yanına vardım. Benden su istedi. Ben de su vermeye kasd ettiğim gibi o azâb eden kara süratli kimse bana:
— Ya Abdullah, sakın verme! Bu, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kırdığı müşriklerdendir, dedi.”
İmâm-ı Taberânî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Bedir’de zuhur eden alâmetlerin bâzısını hacılardan çok kimse hikâye etmişti. İşitmiştik ki, Bedir’e uğrayan kimseler Bedir’de cenk olan yerde davul sesleri işitir, derlerdi. Böyle olmasını da İslâm ehline fetih ve nusret alâmeti sayarlardı. Ben bunu inkâr ederdim:
— Nerede olacaktır ki, gerçekten davul sesleri gelsin? Belki de davarların ayağı taşlara dokunup kayalarda yankılanır, derdim.
Bana:
— Oralar yumuşak yerlerdir, kumdur. Orada taş yoktur. Oraya uğrayan da çoklukla devedir. Devenin ayağından kum üzerinde ses sada çıkması ihtimali yoktur, derlerdi.
Bir zaman sonra Hak teâlâ hazretleri nasib etti, Mekke yolculuğunda tesadüfen bir gün Bedir’e uğradım. Deveden indim, yaya yürüyüp giderken yanımda devecilerden bir Arap oğlanı vardı. Bana:
— Davul seslerini işitiyor musun? dedi.
Ben bu fikirden uzak, kendi düşüncelerime dalmış gidiyordum. Arap bu sözü söyler söylemez hatırıma geldi. Ve bunu söylemesinden bedenim titredi. Kulak tutup dinledim. Gerçekten davul sesleri geldi. Biraz rüzgâr esiyordu ve elimde bir Sudan ağacı dalı vardı. Onu elimden bıraktım. Belki rüzgârın elimdeki dala çarpmasından bir ses peyda oluyor, dedim. Hakikati tamamiyle bilmek dileğinde idim. Hemen yer üzerine oturup dinledim. Kalktım, dinledim. Muhakkak olarak davul seslerini işittim. Hiç şüphem kalmadı. Ama sesler Yemen tarafından beri geliyordu. Biz Mekke’ye doğru gidiyorduk. O gün Bedir’de konakladık. Bütün gün nöbet nöbet davul seslerini işittim.”
Şöyle haber verirler ki, her kişi işitmezmiş. Bir topluluk içinde bâzısının işitip bâzısının işitmediği olurmuş.
İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde gelmiştir ki:
“O gün ensârdan Ebû’l-Yeser, Abbâs’ı tutup esîr eyledi. Abbâs, büyük, iri yarı bir adamdı. Ebû’l-Yeser ise çelimsiz, göze hor kimse idi. Abbâs’a dediler ki:
— Ne hoş! Sen böyle bir adama nasıl tutuldun? Halbuki dilesen onu avcunun içine alırdın.
Abbâs:
— Karşımdan geldiği zaman gözüme Handeme gibi göründü, dedi.”
Handeme dedikleri Mekke’de bir dağdır.
Rivâyet olunur ki, tutulan esirleri bağlayıp zaptetmek Hazret-i Ömer’e ısmarlanmıştı. Abbâs’ı da bağladı. Abbâs inleyip yatıyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri iniltisini işitti ve o gece huzursuzluğundan uyumadı. Ensar kavmi bu hâli duydular ve gidip Abbâs’ın bağını çözdüler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli rızasının bu olduğunu anlamışlardı. Sonradan yine şerefli rızasının tam olmasını dileyerek Abbâs’ın fidyesinin terk olunması hususunu söylediklerinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri cevab vermedi.
İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) rivâyet eylemiştir ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretleri Bedir gününde ashâb-ı kirâm ile esirler hususunda meşveret edip:
— Hak teâlâ hazretleri, bunların fırsatını size verdi. Şimdi bunları ne eylemek gerektir? diye buyurdu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):
— Ya Resûlâllah, ben bunların boyunlarını vururum, dedi.
Resûlüllah Efendimiz, Ömer’in sözünden yüz çevirip yine büyük sahabelerle meşveret eyledi. Hazret-i Ömer yine öyle dedi. Hâsılı üç kere böyle vâki olduktan sonra Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) ayağa kalkıp:
— Ya Resûlâllah, fidyelerini al ve bunları affet, dedi.
Peygamber Efendimiz’e Ebû Bekir’in bu sözü hoş gelip mübarek yüzünden ıstırap eseri gitti ve af buyurup fidyelerini kabûl etti. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:
“Eğer Allah tarafından daha önce bir yazı gelmemiş olsaydı aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azab dokunurdu,” (Enfâl sûresi: 8/68) âyet-i kerîmesini inzâl eyledi. Bu âyetin incelenmesi Üçüncü Bölüm’de inşâallah gelecektir.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, şöyle dedi:
“Bedir gazâsında babam Abbâs esîr oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ona:
— Ya Abbâs! Kendi nefsin için ve kardeşlerin oğlu Akîl bin Ebî Tâlib ile Nevfel bin Hâris ve dostun Utbe bin Amr için fidye ver, diye buyurdu.
Abbâs:
— Ben müslüman olmuştum. Kureyş, beni buraya zorla sürüp getirdiler. Yoksa ben kendim gelmedim, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Ya Abbâs! Sözünün hakikatini Allahü teâlâ bilir. Eğer sözün gerçek ise Allah sana ecrini versin. Ancak zahir hâlin bu idi ki, üzerimize gelmiştin, diye buyurdu.”
Mûsa bin Ukbe’den nakledilmiştir ki, esirin fidyesi kırk vakıyye altın idi.
Ebû Nuaym (Allah ona rahmet etsin), İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: O gün Abbâs’ı yüz kıyye altına, Akil bin Ebî Tâlib’i seksen kıyye altına kesmişlerdi. Abbâs, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:
— Karabetimiz için mi böyle ettin? dedi.
Yâni: “Senin amcan olduğum halde bana niçin bu denli fidye yüklüyorsun?” demek istiyordu. Bunun üzerine Hak’ teâlâ hazretleri:
“Ey Peygamber! Ellerinizde bulunan esirlere söyle ki: Eğer Allah, sizin kalblerinizde hayır olduğunu bilirse sizden almandan daha hayırlısını size ihsân eder ve günahlarınızı bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir,” (Enfâl sûresi: 8/70) âyet-i kerimesini gönderdi.
Hazret-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) ne zaman îmana geldiği âlimler arasında ihtilâflıdır. Bâzıları: “Hazret-i Abbâs çoktan îmana gelmişti. Ama Bedir gazâsında müşriklerle beraberdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbına tenbih etmişti ki:
— Abbâs’a kim rast gelirse onu öldürmesin. Zira kendi isteğiyle gelmemiştir. Müşrikler onu zorla getirmişlerdir, diye buyurdu,” demişlerdir. Bâzıları da dediler ki: “Bedir gününde îmana gelmişti. Mekke’nin fethinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Ebvâ dedikleri yerde karşı geldi. Mekke’nin fethinde Peygamber Efendimiz hazretleri ile beraberdi. Sonra Medine’ye gitti. Hicret Abbâs ile tamamlanıp sona erdi.” Bâzıları da “Hayber gazâsında imana geldi,” dediler. Bâzıları ise: “Bedir’den önce îmana gelmişti. Müşriklerin hallerini yazıp mektupla Medine’de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bildirirdi. Mekke fetholunduğu gün îmanını açıkladı. O güne gelinceye kadar müşriklerden saklardı,” demişlerdir. “Mekke’nin fethinden önce Medine’ye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına gelmek isterdi. Peygamber Efendimiz ona:
—Mekke’de durman senin için daha hayırlıdır, diye buyururdu,” dediler.
Bu takdirde Mekke’de durmasının daha hayırlı olmasının sebebi, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mektup gönderip müşriklerin ne gibi hazırlık ve tedbirlerde olduğundan kendilerini haberdar etmesi olmak gerektir. En iyisini Allah bilir.
Kadî’nin tefsirinde yazılıdır ki, yukarıda zikrolunan “Ey Peygamber! Ellerinizde bulunan esirlere söyle ki...” (Enfâl sûresi: 8/70) âyet-i kerimesinin nüzûlüne sebeb Hazret-i Abbâs hususu olmuştur. O vakit ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Abbâs’dan fidye isteyip:
— Ya Abbâs! Kendi nefsin için ve kardeşlerin oğulları Akîl ve Nevfel için fidye ver, dedi ve zikrolunduğu üzere bir miktar altın teklif eyledi; Abbâs dedi ki:
— Ya Muhammedi Beni öyle ettin ki, ömrüm oldukça Kureyş tâifesine el açıp dilencilik edeceğim!
Resûlüllah Efendimiz hazretleri o zaman:
— Hanımına verdiğin altınlar ne oldu ki, böyle söylüyorsun? dedi.
Meğer Abbâs (radıyallahü anh) Bedir savaşma müşriklerle gidecek olduğu zaman bir gece hanımına pek çok altın verip:
— Benim bu seferde kim bilir başıma ne gelir? Eğer bana bir hâl olursa bu altını dört oğlum ile kendi aranda taksim edesin, demişti.
Ancak bu hususu hanımı ile kendisinden başka kimse bilmiyordu. Yalnız Hak teâlâ hazretleri biliyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Abbâs’a böyle deyince Abbâs hayran kaldı ve:
— Benim hanımıma altın verdiğimi sen nereden biliyorsun? Sana kim bildirdi? dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Onu bana Rabbim haber verdi, diye buyurdu.
Bunun üzerine Abbâs’ın ihtiyarı kalmayıp:
— “Ben şehadet ederim ki, muhakkak sen gerçek peygambersin; Hak teâlâ birdir, O’ndan başka Hak yoktur ve sen O’nun resûlüsün. Benim hanımıma altın verdiğimi Hak teâlâ’dan başka kimse bilmiyordu. Vallahi ben onu hanımıma gece karanlığında vermiştim,” dedi.
Bedir gazâsında Hak teâlâ hazretleri sahâbe-i kirâmlerden on dört kişiye şehadet mertebesini ikram eyledi. Bunların altısı muhacirlerden, sekizi ensardan idiler. Ensardan olanların da altısı Hazrec kabilesinden, ikisi Evs kabilesinden idi.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan ayinin sonunda Şevval’in ilk gününde Bedir gazâsından çıktı. Zeyd bin Hârise ile Medine-i münevvere’ye müjde haberini gönderdi. Zeyd de Medine’ye öyle bir zamanda geldi ki, Resûlüllah Efendimizin kızlarından birisi vefat etmişti, o saat Müslümanlar onu defnetmişler.. Vefat eden, bazılarının kavline göre Rukıyye, bâzılarının kavline göre Ummü Gülsüm idi.
Hazret-i Osman, Rukıyye’nin işlerini düzene koymak için Medine’de kalmıştı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ganimet malından diğerleri gibi ona da tam hisse verdi, demişlerdir.
Peygamber Efendimiz hazretleri gazâdan döndüğü zaman Asım bin Sabit (radıyallahü anh) hazretlerini gönderdi, o da gidip Ukbe bin Ebî Muayt dedikleri mel’unu tepeledi ve esirleri sürüp Medine’ye yöneldi. Kureyş kâfirlerinden alman ganimet malını yükletip getirdiler. Sufra denilen boğazdan geçtikten sonra onları Müşlümanlara eşit olarak bölüştürdü. Mezkûr Sufra’da Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’e emretti, Nadr bin Hâris denilen kâfirin boynunu vurdu.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendisi ileri gidip esirlerden bir gün önce Medine’ye geldi. Esirler şehre geldiği zaman da onları ashâb-ı kirama paylaştırdı:
— Onları görüp gözetmenizi, onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim, diye buyurdu.
Alimler topluluğunun mezhebi budur ki: İmâm olan kimse esirler mevzuunda muhayyerdir. Dilerse onları katleder. Nitekim Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Beni Kureyza tâifesinin hepsini kılıçtan geçirdi. Dilerse onların fidyelerini alır. Yâni onların nefislerine karşılık mal alır ve onları serbest bırakır. Dilerse onları kullanır.
Rivâyet olunur ki, Bedir gazasında kâfirlere bu hakaret vâki oldu. Bunun üzerine Ebû Süfyân kaçarak Mekke’ye geldi. Ebû Leheb Mekke’de kalmıştı. Ebû Süfyân’ı görünce Kureyş’den haber sordu. Ebû Süfyân:
— Hiç bizim hâlimizi sorma, dedi.
Ebû Leheb:
— İşin aslı nedir, ne oldunuz? diye sordu.
Ebû Süfyân:
— Yalnız onu bilirim ki, Muhammed ile karşılaştığımız gibi arkalarımızı döndürdük. Onlar da bizi istedikleri gibi kırdılar, istedikleri gibi bağlayıp esir ettiler. Sonra alıp gittiler, dedi.
Ebû Leheb:
— Ne kazaya uğradınız ki, bu‘kadar kişi ile böylesine rüsvaylık ettiniz? Niçin böyle rezil oldunuz? dedi.
Ebû Süfyân:
— Bu hususta hiç kimseyi ayıplamak doğru değil. Vallahi, billâhi, yer ile gök arasında o kadar beyaz suretli, alaca atlara binmiş adamlar gördüm ki, onlara kimsenin karşı durması ihtimali yoktu, diye yeminler eyledi.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin âzadlı kölesi olan Ebû Râfi’ bu sözleri Ebû Süfyân’dan işitince:
— Vallahi o gördüğü meleklerdi, dedi.
Hemen Ebû Leheb Ebû Râfi’in suratına bir tokat çaldı. Abbâs’ın hanımı Ummü’l-Fazl da:
— Oğlana niçin tokat vuruyorsun? diye büyük bir odun kaldırıp Ebû Leheb’in başına çaldı.
Ondan sonra mel’un, sadece yedi gece sağ kalıp canını cehenneme ısmarladı. Öleceğine yakın adse denilen bir hastalığa yakalandı ki, sivilce ve kabarcıklar dökmek şeklinde görülen bu öldürücü hastalıktan Arap tâifesi çok korkarlar. Oğulları bile yanına gelmedi. Öldükten sonra ölüsü üç gün kendi halinde yattı. Kimse yanına uğramadı. Sonunda arlandılar da halkın dilinden kaçtıkları için bir çukur kazıp ıraktan ağaçlarla onu çukurun içine ittiler. Üzerine ıraktan taş ve toprak atarak çukuru doldurdular. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine cefa eden mel’unların her biri sonunda bir yolla ettikleri hiyanetin belâlarını gördüler.
İbn-i Ukbe (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bedir’de kırılan mel’unların karıları üzerlerine geldiler. Tam bir ay feryâd ve figanlar ettiler. Allah onların hepsine lânet etsin.”
Bundan sonra vâki olan, Umeyr bin Adiy El-Hatmî’nin seriyyesi’dir. Hicret tarihinin dokuzuncu ayında Ramazan-ı şeriften beş gece kalmıştı. Mezkûr Umeyr, âmâ bir kişi idi. Onun kabilesinde Usmâ binti Mervan adlı bir kâfir karısı vardı; İslâmiyeti ayıplardı. Çok hayâsızlık edip Resûlüllah Efendimiz hazretlerini incitirdi. Umeyr’e emretti ki:
— Git, o mel’uneyi öldür!..
O da geceleyin onun evine girdi. Çoluk çocuğu etrafında yatıp uyurken kılıcını çıkarıp göğsüne dayadı. Arkasından dışarı çıkardı, öldürdü. Yine geldi sabah namazını Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber kıldı. Bu âmâ kimseyi göndermesinin sebebi şu idi ki, onun kendi kabilesinden idi. Bundan dolayı kimse ondan bir hile sezmezdi. Evine girip çıktığını görseler bile hiç kimse bunun elinden o türlü bir şey gelmesine ihtimal vermezdi. Mûcizât-ı Muhammedi ile gitti, işini bitirdi ve geldi.