Mevâhib-i Ledünniyye / CİLT 1 |
| |
CİLT 11 BİRİNCİ BÖLÜM1 - 1 Peygamberimizin Bütün Peygamberlere Üstün Kılındığı |
Selim akıl ve müstakîm tabiat sâhibi olanlara şöyle mâlûm olsun ki: Bütün eşyayı yaratıcı, yeri ve göğü halk edici Hak celle ve alâ, mümkinâtı vücuda getirip miktarını takdir etmeğe ezelde irade ettiği vakit, hakikat-ı Muhammediye’yi Samediyyet (hiçbir şey’e ve hiç kimseye muhtaç olmayış) nurlarından uzaklaştırıp ulvî ve süfli ne kadar âlem varsa ezelî ilim ve iradesi hasebince hepsini o hakikatten zuhura çıkardı. Ondan sonra nübüvvetini bildirip risâletle müjde buyurdu. Ve bu halde henüz Hazret i Âdem aleyhisselâm’ın şerefli ruhu cesedine ilişmemişti. Nitekim hadîs İmâmlarından İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinin (Allah onlara rahmet eylesin) nakillerinde Arbaz bin Sâriye (Allah ondan razı olsun) o Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:
“Gerçekten ben Allah katında nebilerin hâtemi idim. Şu halde ki, daha Âdem’in çamuru yeryüzüne bırakılmış yatıyordu, cismine ruh üflenmemişti,” diye buyurmuşlardır.
Yine İmâm-ı Ahmed, İmâm-ı Buhârî ve Ebû Nuaym’ın (Allah onlara rahmet eylesin) rivâyetlerinde gelmiştir ki, seçkin sahabelerden Meysere-i Dabi’ (Allah ondan razı olsun) bir gün:
— Ya Resûlâllah! Ne vakit peygamber oldun? diye sordu. Resûlullah:
“Âdem canla ten arasında iken,” buyurdu.
“Canla ten arasında iken” demekten murad, “cismine can girmemişti” demektir.
Hadîs âlimleri arasında sâbit olan ibare, yukarıda geçen “Ve âdemu beyne’r-rûhi ve’l-cesedi — Âdem canla ten arasında iken” dir.
Fakat halk dilince meşhûr olan:
“Âdem su ile çamur arasında iken ben nebî idim,” ibaresi hakkında Şeyh Ebü’l'Hayr Sehâvî (Allah ona rahmet eylesin), Mekasıd-ı Hasene adlı kitabında: “Hadîs-i şerifi biz bu lâfız ile bulmadık” diye buyurmuştur.
Bâzı rivâyette Resûlullah hazretlerine:
—”Metâ kütibte nebiyyen? Ne zaman nebî yazıldın?” diye sorulduğunda:
“Âdem canla ten arasında iken ben nebî yazıldım,” diye cevab vâki olmuştur.
Ve bu rivâyet üzere hadîs-i şerifte geçen kitâbet (yazılış) vücub manasınadır. Meselâ: “Kütibe aleykümü’s-sıyâm: Üzerinize oruç yazıldı” da vücub mânasına olduğu gibi...
Bu takdirde sözü geçen ibare ile Arbad’dan rivâyet olunan ibarenin toplamından hâsıl olur ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretlerinin nebîliği ezel âleminde vâcib, zâhir ve sâbit imiş.
İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet eylesin) rivâyetinde Ebû Hüreyre (Allah ondan razı olsun) buyurmuştur ki:
“Ashab-ı kirâm:
— Ya Resûlâllah! Sana nübüvvet ne zaman vâcib oldu? diye sordular.
Peygamber Efendimiz:
— Âdem can ile ten arasında iken... diye buyurdu.
Ve Sahîh-i Müslim’de Abdullah bin Ömer’in (Allah onlardan razı olsun) rivâyetinde geldiği üzre Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
— Gerçekten Allah, yerleri ve gökleri yaratmadan elli bin yıl önce Arş üzerinde iken halkın kısımlarını ve kudretlerini yazdı. Ümmü’l-Kitab’a (Ana Kitab’a) yazdığı şeyler cümlesinden biri: “Muhammed hâtemü’n-nebiyyîn Muhammed nebilerin hâtemidir”, idi.
Bu rivâyetten de anlaşıldı ki, Allahü teâlâ bu âlemleri vücuda getirmeden Resûlüllah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) nübüvvet sıfatiyle vasıflandırmıştır.
Selh bin Sâlih Hemedânî (Allah ona rahmet eylesin) der ki:
“Ebû Ca’fer Muhammed bin Ali’den sorup:
— Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün nebilerden sonra gönderilmiştir. Ne şekilde diğer peygamberlerden önce gelmiş olur? dedim.
O da:
— Allahü teâlâ ezel âleminde bütün ruhlara “Ben sizin Rabbiniz miyim?” hitabını buyurduğunda Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hepsinden önce: “Belî Evet!” diye cevab vermiştir. İşte bütün nebilerden sonra gelmişken yine herkesten önce olduğunun vechi budur, diye buyurdu.”
— Nübüvvet bir sıfattır. Muhakkak onunla vasıflandırılmış olanın mevcud olması gerektir. Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) vücud (varlık) âlemine ayak basınadan önce ezeller ezelinde nübüvvetle nasıl vasıflanmış olur? denilirse İmâm-ı Gazalî (Allah ona rahmet eylesin) bâzı yazılarında bu suale:
“Ben yaratılış bakımından nebilerin ilki olduğum halde onların hepsinden sonra gönderildim,” hadîs-i şerifiyle cevab verip buyurmuştur ki: Burada sözü geçen “yaratılış” dan murad, takdîr’dir, îcad değildir. Zira anadan doğmayınca mevcud ve mahlûk olmaz. Fakat üstünlükler ve kemâller Allah’ın takdirinde önce, varoluşta ise daha sonra olur. Bu söz “Önce düşünülür, sonra işlenir ve sonra işlenen daha önce düşünülmüştür” dediklerinin mânasıdır. Bunun da açıklaması şudur ki: Usta bir mimar bir köşk yapmak istese, önce kendi zihninde bütün gerekleri üzere onun resmini yapıp ondan sonra dışarıda bina etmeğe başlar. Düşünce ve anlayışında nasıl bir tavır üzere tasavvur etti ise ona uygun üslûp üzere onu tamamlar. O halde yapılan köşk, takdir bakımından önce, varlık bakımından ise sonra olur.
İşte Resûlüllah Efendimizin “Küntü nebiyyen Ben nebi idim” buyurması da bu mânaya işarettir. Zira Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce Resûlüllah Efendimiz hazretleri Allah’ın takdirinde peygamber idi. Ve Hazret-i Âdem’in yaratılmasından murâd, onun zürriyetinden âlemlerin kendisiyle öğündüğü Efendimiz hazretlerinin vücuda gelmesiydi. Velhâsıl peygamberliğinin daha önce oluşu Allah’ın takdirine göredir, diye cevap verdi.
Ancak Şeyh Takıyyüddin Sübkî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin bu cevabını beğenmeyip der ki:
— Allah’ın takdirinde eski ve önce olmanın Resûlüllah Efendimiz hazretleri’ne ihtisası yoktur. Belki bütün eşyayı (her şeyi) Allah’ın ilmi kavramış ve kapsamıştır. Bu mânaya göre öncelik her nesnede bulunur. Bu takdirde nebîliğin ezelî oluşunda diğer peygamberlerle arasında bir fark ve derece bulunmaz. O halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ezel âleminde nebîlik vasfı ile sıfatlanmasının şu mânadan ibaret olması gerekir ki: O Hazret-i Resûlüllah Efendimiz’e mahsustur, diğerlerinde bulunmaz. Tâ ki, bu mânadan haber verilmesi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ katında kıymet ve şerefinin bilinmesi için olduğu açıklansın. Aksi halde o haberin faydası bilinmiş olmaz. Belki doğru cevab şudur ki: Hadîs-i şeriflerde geldiği üzere Allahü teâlâ, ruhları cesedlerden önce yaratmıştır. Her şey’in cismi yaratılmadan önce ruhu yaratılmıştır. O halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin “Küntü Nebiyyen — Ben nebi idim” diye buyurması ruh-u şerifine işarettir.
Hâsılı mübarek cismi yaratılmadan pâk ruhuna nübüvvet verilmişti, demektir. Yahut onun hakikatine işarettir. Her ne kadar, hakikati tanımada bizim akıllarımız kısa olup, onları kimse bilmez ise de ancak yine Yaratan bilir. Yahut o kimseler idrâk eder ki, Allahü teâlâ ilâhî nûru ile onlara yardım eylemiştir. O halde caizdir ki, Allahü teâlâ hazretleri, dilediği zamanda her hakikati dilemesi gereğince bir vasıfla sıfatlanmış kılar ve hakikat-i Muhammediye’ye dahi ezel âleminde nübüvvet vasfı sâbit olur ve bu unvanla şerefli ismini Arş üzerine yazar. Meleklerine Resûlüllah hazretlerinin kendi katında fazilet ve kerametini bildirmek için risaletinden haber verir. Hakikatte Resûlüllah Efendimiz nübüvvet vasfı ile o zamanda sıfatlanmış olur, nihayet şerefli cismi, zuhura gelişi ve tebliği daha sonra olur, diye buyurmuştur.
İmâm-ı Şa’bî (Allah ona rahmet etsin)der ki: “Bir kimse Resûlüllah Efendimiz’ den sorup:
— Ya Resûlâllah! Ne zaman peygamber kılındınız? dediğinde:
“Âdem ruhla cesed arasında iken benden ahd ve mîsak (and ve söz) alındığı zaman peygamber olmuştum,” diye cevap buyurdu.
Bu hadîs-i şerîf delâlet eder ki, Âdem aleyhisselâm’ın cesedi balçıktan düzenlenip daha ruh üflenmeden Resûlüllah Efendimiz ondan çıkarılıp nebî kılınıp ahd ve mîsak alındıktan sonra yine Âdem aleyhisselâm’ın zuhurundan sonraya iade kılinmıştır. Bundan Âdem aleyhisselâm’ın daha önce yaratılmış olması lâzım gelmez. Zira Resûlüllah Efendimiz dışarı çıkarılıp nübüvvet verildiği ve kendisinden andlaşma sözü alındığı zamanda hayy (diri) idi. Âdem aleyhisselâm ise o sırada ruhsuz bulunuyordu. Yine Resûlüllah Efendimiz’in böylece bütün nebilerden önce yaratılıp en sonra gönderilmiş olması kesinleşmiş olur.”
Eğer sual olunup:
— Âdem aleyhisselâm’ın arkasından zürriyetlerinin çıkarılması Hazret-i Âdem’e ruh üflendikten sonra idi. Nitekim böyle olduğunu hadîs-i şeriflerin pek çoğu göstermiştir. Bu hadîs-i şeriften ise anlaşıldığına göre Resûlüllah Efendimiz Hazret-i Âdem’e ruh üflenmeden çıkarılıp nebi kılinmış ve kendisinden andlaşma sözü alinmıştır. Bu nasıl olur? denilirse, bâzı âlimler buna cevap verip şöyle dediler:
— Âdem aleyhisselâm’a ruh üflenmeden önce arkasından çıkarılmak Resûlüllah Efendimize mahsustur. Zira insan nev’ini yaratmaktan muradı, nev’in hulâsası ve akdin (andlaşmanın) vasıtasıdır. Nitekim yukarıda geçen hadîsler bu mânaya açıkça delâlet etmiştir.
Ammad bin Kesîr (Allah ona rahmet etsin), tefsirinde der ki:
— İmâm-ı Ali ve İbn-i Abbâs’dan (Allah onlardan razı olsun) rivâyet olunmuştur ki: “Hak teâlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsinden ahd (söz) almıştır ki: Onlar hayatta iken Resûlüllah gönderilecek olursa ona îman getirsin ve yardım etsinler. Ümmetlerinden de Resûlüllah aleyhisselâm’a îman getirip yardım eylemek üzere söz alsınlar.”
Bâzı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki: Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah aleyhisselâm’ın şerefli nurunu yarattığı zaman emreyledi ki, diğer peygamberlerin nurlarına nazar etsin. Bakınca onların hepsini kapladı. Muhammed aleyhisselâmın nûru bütün nebilerin nurlarını kaplayınca onlar:
— Ey Rabbim! Bu kimdir ki, onun nûru bizi kapladı? dediler.
Allahü teâlâ hazretleri, cevab verip:
— Bu nur, sevgilimin nurudur. Eğer siz ona îman getirirseniz sizi peygamber ederim, diye buyurdu.
Onlar da:
— “Amenna bihi ve bi-nübüvvetihî — O’na ve O’nun peygamberliğine inandık” diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine îman getirdiler.
Allahü teâlâ hazretleri de:
— Ben şâhid olayım mı? diye buyurdu.
Onlar da:
— Evet, dediler.
İişte Allahü teâlâ şu âyet-i kerîmede bu kıssaya işâret buyurmuştur:
“Allah, peygamberlerden o zaman şöyle söz almıştı: “Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Daha sonra, size verilmiş bulunan kitap ve hikmeti tasdik edici bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz!” (Al-i İmran: 3/81).
Bu âyet-i kerimede Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli şânı en üstün derecede yüceltildikten başka şuna da işaret var ki, eğer diğer nebilerin zamanlarında gönderilmesi takdir olunsaydı onlara da resûl olurdu. O halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nebîliği ve resûllüğü ta Hazret-i Âdem’den kıyâmet gününe varıncaya dek ne kadar yaratık varsa hepsi için umumî olmuş olur ve bütün nebilerle ümmetleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ümmetinden olmak lâzım gelir. Bu takdirde:
“Ben, insan nev’inin bütün ferdlerine peygamber gönderildim” hadîs-i şerifinden murad, kendisinden önce olsun, sonra olsun, dünyaya ne kadar beşer nüfusu geldi ise hepsine peygamber olmaktır. Nebîlik ve resûllüğü, sadece kendi şerefli zamanından kıyamete değin gelenlere mahsus olmaz. Belki daha önce gelmişlere bile uzanarak hepsini kaplayıcı olur.
Bu takdirde: “Âdem ruh ile cesed arasında iken ben nebî idim” hadîs-i şerifinden murad, açıkça ortaya çıkmış olur.
Bu mertebeler bilindikten sonra şüphe kalmaz ki, Resûlüllah Efendimiz, bütün peygamberlerin peygamberi imiş. Bundan dolayıdır ki, Mi’rac gecesi Beytü’l-Mukaddes’de, İmâm olup bütün nebilerin ruhları Resûlüllah Efendimiz’e iktida ettiler ve yine âhiret gününde hepsi onun bayrağı altında toplansalar gerektir. Bu hususta daha etraflı bilgiler Altıncı Bölümde gelecektir.
Abdullah bin Ebî Cemre (radıyallahü anh) “Behcetü’n-Nüfûs” adlı kitabında Kâ’bü’l-Ahbâr (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir:
“Hak teâlâ’nın iradesi Peygamber Efendimiz’i halk etmeğe iliştiği vakit Cebrâil aleyhisselâm’a:
— Arz’ın kalbi ve nûru olan topraktan getir! diye emretti.
Cebrâîl aleyhisselâm da Firdevs-i A’lâ ve Illiyyîn makamı melekleriyle yeryüzüne inip Resûlüllah Efendimizin şerefli kabri olan yerden bir avuç beyaz ve nuranî toprak alıp geldi. Cennet ırmaklarının suyu ile onu yoğurdular. Ak inci gibi ağarıp öyle oldu ki, etrafına ışık verdi. Ondan sonra melekler onu aldılar; Arş ve Kürsî tarafında, göklerde, yerlerde, dağlarda ve deryalarda dolaştırdılar. Ondan sonra bütün melekler ve diğerleri, Resûlüllah Efendimiz hazretleri ve onun üstünlüğü hakkında bilgi edindiler. O zamanda henüz Hazret-i Âdem’den hiç kimse nam ve nişan bilmezdi, diye buyurdular.”
Yine rivâyet olunduğuna göre Allahü teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâm’ı yarattığı zaman kalbine ilhâm etti ve Âdem:
— Bana niçin Ebû Muhammed (Muhammed’in babası) diye künye verdin? diye sordu.
O zaman Allahü teâlâ, emredip:
— Ey Âdem, başını kaldır! dedi.
Hazret-i Âdem, başını kaladırıp bakınca Arş üzerinde Resûlüllah Efendimizin pâk nûrunu gördü:
— Ya Rab! Bu nur hangi nûrun aslıdır? dedi.
Hak teâlâ:
— Bu nur, senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed, yerlerde Muhammed’dir.’ Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım, yerleri ve gökleri de halketmezdim, diye buyurdu.
Hadîs İmâmlarından Hâkimin Sahih’inde rivâyet ettiği de buna şâhiddir ki, şöyle buyurmuştur:
“Hiç şüphesiz Âdem aleyhisselâm Resûlüllah Efendimizin şerefli ismini Arş üzerine yazılmış gördü. Allahü teâlâ hazretleri:
— Ey Âdem! Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım, buyurdu.
Eğer suâl olunup:
— Eşâire mezhebinde Allahü teâlâ’nın işleri asla mualleletü bi’l-ağrâz değildir, yâni Allah, işlediği işi bir garaz için işlemez. O halde Muhammed aleyhisselâm’ın yaratılması Âdem aleyhisselâm’ın yaratılmasına nasıl illet (sebeb gaye) olur? denilirse şöyle cevab verilir ki:
— Delillerden açıkça anlaşılan şudur ki, Hak teâlâ’nın bâzı işlerini illetlendirmek demek, kendilerine gaye ve menfaatler uygun düşen işler ve hikmetler ile illetlendirmek demektir. Yoksa işe girişmeye sevkeden ve faaliyete geçmeyi gerekli kılan bir illetle illetlendirmek demek değildir. Çünkü böyle olması Allahü teâlâ hakkında muhaldir. Zira bu durumda başkasından dolayı güçlük lâzım gelir. Bu ise olmayacak bir şeydir. Açık Kur’an âyetleri buna şâhiddir. Meselâ:
“Ben ins ve cinni, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.” âyetinden murad, “Onların yaratılmasını ibâdete yakın kıldım. Yâni onları yarattım, ibadet etmeği farz kıldım,” demek olur.
Buradaki illetlendirme lâfzîdir, hakikî değildir. Zira Allahü teâlâ, menfaatler beklemekten müstağnidir. İşlediği iş, kendine menfaat hâsıl olması için değildir. Başkasına menfaat hasıl olması için de değildir. Zira başkasına vasıta ile menfaat ulaştırmaya ihtiyacı yoktur. Bizzat ulaştırmaya kadirdir. Allah daha iyi bilir.
İmâm-ı Abdürrezzak (Allah ona rahmet eylesin) rivâyetinde şöyle der:
“Câbir bin Abdullah el-Ensarî (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
— Ya Resûlâllah! Anam, babam sana fedâ olsun! Allahü teâlâ hazretlerinin her şeyden önce yarattığı ne nesnedir, bana haber ver, dedim.
Buyurdu ki:
— Yâ Câbir!
* Muhammed “Övülen", Ahmed “Çok Övülen" demektir. Allah, Sevgilisini çok sevdiği için O’nu överek anmış, yaratmıştır. Adinin yerde “övülen”, göklerde “çok övülen” diye anılması gök ehlinin O’nun kadrini yer ehlinden daha ziyade bilmesindendir.
“Allahü teâlâ hazretleri, cümle eşyadan önce senin peygamberinin nûrunu kendi nûrundan yarattı. Yine şöyle eyledi ki, o nur, Allahü teâlâ’nın kudretiyle Allahü teâlâ’nın dilediği yerlerde devr edip gezerdi. O zamanda ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Gök, ne Yer, ne Güneş, ne Ay, ne Cin ve ne de insan vardı. Hâsılı yaratıklardan hiçbir nesne yaratılmamıştı.”
Ondan sonra buyurdu ki:
“Hak teâlâ hazretleri mahlûkatı yaratmak dilediği zaman o nûru önce dört kısma ayırdı.
Birinci kısmından Kalem’i yarattı.
İkinci kısmından Levh’i yarattı.
Üçüncü kısmından Arş’ı yarattı.
Dördüncü kısmı yine dört parçaya ayırdı. Onun da birinci parçasından Arş’ı götüren melekleri yarattı. İkincisinden Kürsî’yi yarattı. Üçüncüsünden geri kalan melekleri yarattı.
Yine dördüncü parçayı dört bölüme ayırdı. Birincisinden gökleri yarattı. İkincisinden yerleri yarattı. Üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Yine dördüncü bölümü dört cüz’e ayırdı. Birincisinden mü’minlerin gözlerinin nurunu yarattı. İkincisinden onların kalblerinin nurunu yarattı ki, o mârifetullah (Allah’ı tam olarak tanıma bilgisi) dir. Üçüncüsünden dillerinin nurunu yarattı ki, o tevhid edip “Lâ ilâhe illallah Muhammed resûlüllah” demektir.”
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nurundan sonra diğer mahlûkattan ilk yaratılan Kalem midir, yoksa diğerleri midir? Âlimler bu hususta değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Ya’lâ-i Hemedânî (Allah ona rahmet etsin) bu hususta şöyle der:
“En doğrusu şudur ki, Arş, Kalem’den önce yaratılmıştır. Zira Abdullah bin Amr (radıyallahü anh) dan rivâyet olunan sahih hadîste Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:
“Allah, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce halkın miktarlarını takdir etti. O halde ki, Arş su üzerinde idi.”
Bu hadîs-i şerif açıkça delâlet eder ki, takdir, Arş’dan sonradır.
İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî’nin (Allah ikisine de rahmet etsin) rivâyetlerinde Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hak teâlâ’nın ilk önce yarattığı Kalem’dir. Onu yarattığında Allahü teâlâ:
— Ey Kalem, yaz! diye buyurdu.
Kalem:
— Yâ Rab, ne yazayım? dedi.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— Her şey’in mikdarlarmı yaz!”
Yâni “Her birinin ömrünü, rızkını vesair hallerini takdir ile (sayısını ve sınırını belirterek) yaz!” demektir.
O halde bu hadîs-i şerif gereğince takdîr-i mekadîr (miktarların belirtilmesi), Kalem yaratıldığı zamanda olmuş olur.
İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî’nin nakillerinde Ebû Zer bin Ukaylî (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “Muhakkak, su Arş’dan önce yaratılmıştır” Süddî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde geldiğine göre: “Allahü teâlâ’nın yarattığı şeylerden hiç bir nesne yoktur ki sudan önce halkedilmiş olsun. Hepsinden önce su yaratılmıştır.”
O halde bu iki rivâyetin birleştirilmesinden çıkan sonuç şöyle gerektir ki: Kalem’in önceliği, Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Nuru, Su ve Arş’dan başkasına göre olur. Bunlardan başka ne kadar şey varsa, Kalem onlardan önce yaratılmış olur, dediler.
Bâzı âlimler dediler ki: “Her birinin önceliği, kendi cinsine izafetledir. Meselâ Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) nuru, diğer nurlardan önce yaratıldı. Takdir kalemi de diğer kalemlerden önce yaratıldı, demektir. Geri kalan şeyler de buna kıyas edilmelidir.”
İbn-i Merzuk’un rivâyetinde Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet eylemiştir ki:
“Âdem aleyhisselâm yaratılmadan on dört bin yıl önce ben, Rabbimin karşısında bir nur idim,” buyurmuştur.
Haberde gelmiştir ki, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâm’ı yarattığı zaman o nuru Hazret'i Âdem’in zahrına (sırtına) koydu. Şöyle oldu ki, alnında parıltısı belirip geri kalan ne varsa hepsinin nuruna galip oldu. Hak teâlâ, Âdem aleyhisselâm’ı taht üzerine çıkarıp meleklerin omuzlarında yükseltti. Aynı zamanda:
— Gökleri tavaf ettirin! diye emretti.
Bu emir üzerine melekler, ona gökleri tavaf ettirdiler. Hak teâlâ hazretlerinin acaip melekûtunu seyreyledi.
Rivâyet olundu ki, ruh, Âdem aleyhisselâm’ın mübarek başında yüz yıl eğlendi. Göğsünde de yüz yıl eğlendi. Bacaklarında ve ayaklarında da yüz yıl eğlendi. Ondan sonra Allahü teâlâ hazretleri, bütün yaratıkların isimlerini Âdem aleyhisselâm’a öğretti. Sonra meleklere:
— Âdem’e secde edin! diye emretti.
Bütün melekler secde ettiler; İblis etmedi. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri kızıp İblis’i göklerden sürdü.
Hazret'i Âdem’e edilen secde, tâzim ve tehıyyet (yüceltme ve saygı gösterme) secdesi idi; ibâdet secdesi değildi. Meselâ Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinin Hazret'i Yûsuf’a ettikleri secde gibi. Hakikatte secde, Allahü teâlâ hazretlerine idi. Âdem aleyhisselâm kıble gibi gerçekleşmişti. Nitekim Kâ’be’ye karşı secde edildiğinde secde yine Hak teâlâ hazretlerine olur ve Kâ’be-i şerif kıble [yüzün yöneldiği yön] olur.
Ca’fer-i Sâdık (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir ki, Âdem aleyhisselâm’a ilk önce secde eden Cebrâil aleyhisselâm idi. Sonra Mikâil aleyhisselâm, sonra Isrâfil aleyhisselâm, sonra Azrâil aleyhisselâm, sonra da mukarreb melekler secde ettiler.
Bâzıları:
— İlk önce secde eden, Isrâfil aleyhisselâm idi. Onun için Levh-i Mahfuz’un gözetim vazifesi ona verildi, dediler.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir ki, Âdem aleyhisselâm’a secde edildiği zaman, cuma günü zevâl vaktinden ikindiye kadar olan zaman arasında idi. Ondan sonra Hak teâlâ, Hazret-i Âdem’in sol yanında olan iyeğisinden Hazret-i Havvâ’yı yarattı. Âdem aleyhisselâm uykuda idi. Uyanıp Hazret-i Havva’yı görünce ona meyi etti. Elini uzatır uzatmaz melekler:
— Ey Âdem, sâkin dur! dediler.
Âdem aleyhisselâm:
— Niçin sâkin durayım ki, Hak teâlâ bunu benim için yaratmıştır, dedi.
Onlar:
— Mehrini öde, dediler.
— Mehri nedir? dedi.
Melekler:
— Muhammed Mustafa aleyhisselâm’a üç kere salâvat getirmektir, dediler.
Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Âdem ile Havvâ’ya cennet nimetlerini mubâh edip:
— Buğday ağacından sakının! Onun yanına varmayın! diye nehiy buyurulmuştu, dediler.
Bunun üzerine lânetli İblis, Âdem ve Havva’ya hased eyledi. Âlemde ilk hased İblis’ten sâdır olmuştur. Hâsidlerin şeyhi (piri), lânete müstehak olan İblis’tir. Gerçek şudur ki, şimdiki zamanda bir hayli makbul müridleri ortaya çıkmıştır.
Bundan sonra mel’un İblis, cennet kapısına gelip hile ile içeri girdi. Ağlayıp feryâd ederek Âdem ve Havvâ’nın (aleyhimesselâm) karşısına geldi, ilk önce feryâd ederek ağlamak İblis’ten kalmıştır.
Neticede İblis’in ağlamasından mahzûn olup:
— Niçin ağlıyorsun? diye sordular.
Mel’un dedi ki:
— Sizler için ağlıyorum ki, ölüm yetişip vefat edeceksiniz. Cennet nimetlerinden ayrılacaksınız. Sizlere ebedî yerleşme ağacını göstereyim. Onun meyvesinden yeyin ki, cennette bâki kalasınız.
Ve yemîn edip:
— Maksadım sadece size öğüt vermektir, dedi.
İlk önce yalan yere yemîn etmek İblis’ten kalmıştır. Böylece bunlar, İblis’in iğvasına aldandılar. Önce Hazret-i Havvâ o ağacın meyvesinden yedi. Ondan sonra beğendiğini belirtip:
— Ne hoş şeydir bu, diye Hazret-i Âdem’e de yedirdi.
Şuna inanıyorlardı ki, Allah’a karşı aslâ yalan yere yemin edilemezdi. Onun için Allahü teâlâ:
— Ey Âdem! Sana cennetin bütün nimetlerini mubah kıldım.. Bunlar yetmez miydi ki, gittin, benim yasakladığım şeyden de yedin! buyurdu.
Âdem aleyhisselâm dedi ki:
— Evet, ey Rabbim! İzzetin hakkı için yeterdi. Ama ben şöyle sandım ki, Hazretine karşı aslâ yalan yere yemin edilemez. Ona aldandım.
Allahü teâlâ hazretleri buyurdu ki:
— O halde yüceliğim ve büyüklüğüm hakkı için seni yeryüzüne indireyim de sıkıntı ve zorluklarla geçimini sağlayasın!..
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri:
— Ey Âdem, niçin böyle ettin? dediği zaman Âdem:
— Ey Rabbim, bana olan Havvâ’dan oldu. Onun sözüne uydum, dedi.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— O halde ben onu belâ ile hâmile olup belâ ile doğurmağa ve ayda bir kere hayız görmeğe mübtelâ edeyim.
Vehb bin Münebbeh’den rivâyet edilir ki, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirildiği zaman üç yüz yıl ağladı. Gözünün yaşı dinmedi.
Mes’ûdî der ki:
— Âdem aleyhisselâm cennetten çıktığı zaman o kadar ağladı ki, eğer bütün arz halkinin gözlerinin yaşı toplansa Hazret-i Âdem’in gözünün yaşı hepsinden ziyade olurdu.
Mücâhid (radıyallahü anh) der ki:
— Âdem Peygamber, başını gök yüzüne kaldırmadan yüz yıl ağladı. Gözlerinin yaşından zencefil, öd, sandal ve diğer güzel kokulu nesneler bitti. Hazret-i Havvâ da ağladı; gözünün yaşından karanfil ve bâzı hoş kokulu otlar bitti.
Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâ’nın bir kere emrini kırıp bir günah işlediği için yüz yıl ağlayınca, her gün nice kez Allahü teâlâ’nın şerefli emrine aykırı hareket edip büyük günahlar işleyenlerin hâli nice olsa gerektir? Akıllı olanın buna göre amel etmesi gerekir.
Rivâyet olunur ki, Âdem aleyhisselâm meleklerin göklerden inip çıktıklarını gördükçe hasret ve iştiyakı artıp evvelki vatanlarını ve evvelki yoldaşlarını arzu ederdi. O halde Âdem oğlunun da, sevgilisinden ayrılmasını gerektirecek türde işlerden sakınması gerektir.
Eğer sual olunup:
— Âdem peygamberin işlediği günah, eğer büyük günahlardan olursa peygamherlerden büyük günah sâdır olmasa gerekti. Eğer küçük günahlardan olursa sebeb neydi ki, ondan ötürü bu kadar libasından üryan kılınıp cennetten dışarı sürülsün? denilirse, Keşşâf sahibi (Allah ona rahmet etsin) buna cevab verip buyurdu ki:
— Âdem aleyhisselâm’ın günahı küçük günahlardandı. Bu kadar günahın, bütün tâat ve ibâdetlerin aslı olup Âdem’in kalbinde bulunan ihlâs ve güzel fikirlerle örtülmüş ve bağışlanmış olması dahi kabildi. Ama bu denli şiddetli cezalar verilmesinden murad, Allahü teâlâ yönünden Âdem ve zürriyetine bir lütuf idi. Tâ ki, günahtan tamamen sakınma üzere olup fazla mâsiyete kalkışmasınlar. Tâ ki, Hazret’in yakınlığından tamamen uzak düşmek lâzım gelmesin. Bundan başka daha nice hikmet vardır ki, bir kısmı idrâk olunur, bir kısmı idrâk olunmaz. Âdem aleyhisselâm yeryüzüne inmese mücâhidlerin cihâdı, ibâdet edenlerin ibâdeti hâsıl olmazdı. Aynı zamanda tevbekârların nefesleri göklere çıkmazdı. Günahkârların gözlerinin yaşı yerlere dökülmezdi. Bunlar hep Allah katında sevgili olan nesnelerdir.
Bunun üzerine Allahü teâlâ hazretleri:
— Ey Âdem! Her ne kadar yakınlık yurdundan indirilip ırak düştünse de ben yakınım. Dua edenin duasını işitir ve kabûl ederim, onun gereğini yerine getiririm. Eğer cennetten çıkarıldığın için kalbin kınldıysa ben kalbi kırılmış olanların yanındayım. Eğer göklerde tesbîh eden meleklerin seslerini dinlemekten geri kaldmsa, yeryüzünde günahkârların iniltisini dinlemek sana onun karşılığı olarak verildi. Onların iniltisi bana meleklerin tesbihinden daha sevgilidir. Zira zaman olur ki, tesbîh edenlerin tesbihine böbürlenme karışır. Günahkârların inleme ve feryâdı ise kırıklıkla ziynetlenir. Eğer siz günah işlemeseydiniz, sizi giderip yerinize bir topluluk daha yaratırdım ki, onlar günah işleyip sonra bağışlanma dilerler, Ben de onların günahlarını bağışlardım, diye buyurdu.
O şânı çok yüce ve pek büyük Allahü teâlâ hazretlerine bakın ki, her ne zaman bir kuluna yardım ve iyilik etse onun üzüntü ve sıkıntıları üstünlük ve saadetlere döner. Bir kulunu da kendi hâline bırakıp yardımını esirgese onun çalışması fayda vermez, kendine vebâl (ağırlık ve azab) olur. Hazret-i Âdem aleyhisselâm’a yardımı zuhûr edip gerekli olanı ona telkin eyledi ve tevbe verip tevbesini de kabûl eyledi. Lânetli İblis gazabına mazhar düşüp bu kadar müddet eylediği ibâdet boşa gidip dergâhtan sürüldü.
Rivâyet olunduğuna göre, vaktâ ki Âdem aleyhisselâm hazretlerinin diğer yaratıklar üzerine üstünlüğü “Ve aileme âdemel esmâe küllehâ Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31) gereğince zâhir oldu ve ilim de gereğince amel olunmayınca kemâl bulmayıp cennet ise amel yurdu olmadığı için Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirildi, İblis de şakiliği gereğince hased edip Hazret-i Âdem’in cennetten çıkarılmasına çalıştı. Ama şundan gafildi ki, Hazret-i Âdem cennetten çıkmakla ameli üstünlükler kazanıp kemâl bulduktan sonra evvelki hâlinden daha güzel hâl üzere cennete girip orada ebediyyen kalacaktı.
Bâzıları da buyurmuşlardır ki: Hazret-i Âdem’in cennetten dışarı çıkarılmasında şu mânaya işaret vardır ki, Allahü teâlâ Âdem’in günahını cennette iken bağışlasaydı yalnız bir günahkârın suçunu yarlığamakla af ve kereminin ne derece olduğu açıklığa kavuşmuş olmazdı. Ama dünyaya getirip zürriyetlerinden nice yüz bin günahkârları beraber af ve mağfiret edince lütuf ve kereminin ne derecede bulunduğu bilinmiş ve anlaşılmış olur.
Bir hikmeti de şu idi ki, Hazret-i Âdem’in belinde zürriyetleri vardı. Bunların meydana çıkarılması gerekti. Cennet ise asla çocuk getirecek yer değildi.
Biri de şu idi ki, zürriyetlerinden cennete lâyık olmayan kimseler vardı. Onların dışarıda kalması gerekti. Onun için dünyaya gönderildi, dediler.
Netice olarak söylenebilir ki, Allahü teâlâ hazretlerinin bütün işleri hikmet üzeredir. Bunlardan bir kısminin münasebeti açık, bir kısminin gizli olur. Her kişi aklinin gereğince bir miktar idrâk eder. Ama eksiksiz olarak sırrını ve hakikatini yine kendi bilir.
Îman ehlinin en sonunda varacak yerleri cennettir. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri, Kur’an-ı Keriminde buyurur:
“Yâ Muhammedi Sen şu kimselere müjdele ki, îman getirip doğru ve güzel işler işlediler: Muhakkak şu içinden ırmaklar akan cennetler onlarındır.” (Bakara: 25)
Hâsılı, cennetlerin onlar için olduğunu, o mü’minlere (yâni îman edip doğru ve güzel işler yapan kimselere) müjdele, demek olur.
Rivâyet olunur ki, Âdem aleyhisselâm’ın bulunduğu cennet hangi cennettir? diye âlimler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bâzıları dediler ki:
— Âdem aleyhisselâm Huld cenneti’nde idi.
Bâzıları da:
— Huld cenneti’nden başkasında idi ki, Allahü teâlâ onu Âdem aleyhisselâm’a ıbtilâ yurdu kılmıştı. Yâni tecrübe ve imtihan yeri eylemişti. Zira Huld cenneti’ne kıyâmet gününde girilecektir. Orası, mükâfat ve sevab yurdudur, teklif yurdu değildir.
Orada emir ve yasak olmaz. Selâmet yurdudur, ibtilâ ve imtihan yurdu değildir. Karar yeridir, intikal yeri değildir, dediler.
Âdem aleyhisselâm’ın Huld cenneti’nde bulunduğunu söyleyenler:
— Muvakkat giriş kıyâmetten önce gerçekleşebilir. Görmez misiniz ki, Mi’rac gecesinde Alemlerin Fahri Efendimiz hazretleri cennete girip oraları temaşa eyledi. Ve “Cennette Âdem aleyhisselâm’ın mübtelâ olduğu hüzün ve meşakkat olmaz” dedikleri, âhirette girenlere göredir. Nitekim âyet-i kerimenin ifade tanı, buna delâlet eder. Zira cennette hüzün olmaması mü’minlerin girişine bağlı kılınmıştır, diye cevab verdiler.
Rivâyet olunduğuna göre Âdem aleyhisselâm cennetten çıkarıldığı zaman bakıp gördü ki, Arş’da ve cennetin her yerinde Allahü teâlâ’nın şerefli ismi yanına “Muhammed” ismi yazılmıştı.
Âdem aleyhisselâm:
— Ey Rabbim! Bu Muhammed kimdir? diye sordu.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— Bu senin evlâdından o kimsedir ki, eğer o olmasaydı seni yaratmazdım.
O zaman Âdem aleyhisselâm dedi:
— Ey Rabbim! Beni bu oğlum hürmetine sen affedip esirge.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— Ey Âdem! Eğer göklerin ve yerin halkı hakkında bu oğlun hürmetine benden şefaat dilesen şefâatin makbul olur.
Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Âdem aleyhisselâm suç işleyip günahkâr olduğu zaman:
— Ey Rabbim! Muhammed hakkı için beni bağışla, dedi.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— Ey Âdem! Sen Muhammed’i nerden biliyorsun? Ben henüz onu yaratmadım.
Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm:
— Şuradan biliyorum ki, sen beni kudret elinle yaratıp bana ruh üflediğin zaman başımı kaldırıp Arş üzerine “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah” yazılmış olduğunu gördüm. Bildim ki sen şerefli ismini hiç kimseye bağlamazsın, ancak yarattıklarının en sevgilisi olan bir kimsenin ismine bağlarsın.
Bunun üzerine Allahü teâlâ:
— Ey Âdem! Gerçek söyledin. O, bana halkın en sevgilisidir. Mâdem ki onun hürmetine benden mağfiret istedin, gerçek olarak ben de seni yarlığadım. Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım, diye buyurdu.”
İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde:
— O senin zürriyetinden olan nebilerin sonuncusudur, sözü de vardır.
Selmân’ın (radıyallahü anh) hadîsinde gelmiştir ki: Cebrâil, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip şöyle dedi:
İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şöyle buyurdu:
- Ey Muhammed! Rabbin şöyle buyurdu: “İbrahim’i dost edindimse seni habîb (sevgili) edindim. Bana senden daha sevgili bir mahlûk yaratmadım. Gerçekten dünyayı ve ehlini şunun için yarattım ki, senin güzellik ve yükseklik derecenin benim katımda ne olduğunu onlara bildireyim. Eğer sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım.”
Malûm olsun ki, Allahü teâlâ, Hazret-i Havvâ’yı yaratıp Âdem Aleyhisselâm ile bir yere geldiklerinde Hazret-i Âdem’in bereketleri Hazret-i Havvâ’ya taşırılıp onlardan kırk oğlan hâsıl eyledi. Her doğurmada ikişer doğururdu. Ama Şît aleyhisselâm’ı doğurduğunda yalnız doğurdu. Çünkü Peygamber idi. Nübüvvet ve kerameti için yalnız doğdu. Âdem aleyhisselâm vefat ettiğinde Şît aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâm’ın evlâdına vasi oldu. Şît aleyhisselâm da, kendi oğluna, Âdem aleyhisselâm’ın vasiyeti gibi vasiyet eyledi ki, Muhammed aleyhisselâm’ın nurunu temiz tabiatlı hatunlardan başkasına vaz’etmeyeler. Yâni temiz tabiatlı olmayan hatunlara yakınlık etmeyeler.
Âdem aleyhisselâm’ın devrinden tâ Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ın zamanına gelinceye kadar hal böyle idi. Allahü teâlâ, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli nesebini cahiliyetin zinasından korudu. Yâni babaları ve dedeleri arasında zinâdan hâsıl olmak asla vâki olmadı. Şübhesiz cahiliyet zamanında zina pek çok olurdu. Bir kadın bir kimseyle nice zaman zina eder, ondan sonra evlenirdi.
“Ben Nikâhtan Doğdum” Hadîsi
Hazret-i Ali (Kerremallahü Veçhe) rivâyet eder ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Ben nikâhtan doğdum, zinadan doğmadım. Âdem aleyhisselâm zamanından tâ babam ve anam beni doğuruncaya kadar cahiliyet ehlinin o çirkin işinden bana bir şey yetişmedi.”
“Benim nesebimde aslâ zina vâki olmadı. Allahü teâlâ, daima beni pâk babalar belinden pâk analar rahmine naklederdi. Her ne zaman nesebimde iki şûbe hâsıl olsa ben onların daha üstün olanında bulunurdum.” Yâni: “Benim nesebimde bir kimsenin iki oğlu olsa hangisi daha sâlih (iyi ahlâklı) ise ben o yönde bulunurdum. Tâ dünyaya gelinceye kadar bu suretle geldim,” demektir.
Rivâyet olunur ki, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh):
“Ve seni secde edenlere dönüştürdük” (Şuarâ: 219) âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Mânası: Seni tâ dünyaya getirinceye kadar peygamber kolundan peygamber koluna naklettim, demektir. Bundan da murad, senin nesebinde seni peygamberler gelen silsileye uğrattım. Her ne zaman bir babanın iki oğlu olsa nübüvvet hangi yana düştüyse Resûlüllah hazretlerini o yandan getirmek demektir.
Ca’fer bin Muhammed’den, o da babasından rivâyet etmiştir ki, Allahü teâlâ hazretlerinin:
“Sizin kendi içinizden birini resûl kılmıştık,” (Tevbe: 9/128) âyet-i kerimesindeki mâna: “Resûl-i Ekrem hazretlerinin doğumuna cahiliyet âleminin çirkinliklerinden hiç bir şey erişmedi” demektir.
Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûl-i Ekrem hazretleri, yukarıdaki âyette geçen “enfüsiküm” kelimesini “enfesiküm” şeklinde kırâet buyurdu. Bu takdirde mâna: “Muhakkak sizin gayet nefisinizden (en iyinizden) size resûl geldi” demektir. Âyet-i kerime Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin nesebinin en üstün derecede temizliğine açıkça delâlet eder.
Bâzı rivâyette gelmiştir ki:
“Ben, neseb, temizlik ve asillik cihetlerinden sizin gayetle nefîsinizim” diye buyurulmuştur. Yâni: “Gerek nesebimde, gerek hâtûnlarım tarafından olan kara betlerde, gerekse kendi zâtımda ve babalarım tarafından olan övünmede, sizin hepinizden nefis (en güzel) ve temizim” demek olur.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nesebinin temizliğine ve asâletinin şerefine ilişkin olarak değişik ifadelerle nice hadîs-i şerif gelmiştir.
İmâm-ı Taberânî (Allah ona rahmet etsin) naklinde Abdullah bin Ömer’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
“Allahü teâlâ hazretleri, yaratıklarını ayıkladı. Yâni hâlislerini ve iyilerini seçip çıkardı. Yaratılmışlar içinden sadece Âdem oğullarını seçti. Âdem oğullarından Arab tâifesini ihtiyar eyledi. Arab tâifesinden de beni ihtiyar eyledi. Böylece ben daima muhtarlardan muhtar (seçkinlerin seçkini) olmaktan hâli kalmadım. Bilin ki, Arab tâifesini seven kimse benim sevgim sebebiyle sever. Onlara buğzeden bana buğzetmek sebebiyle buğzeder.”
Şöyle bilinsin ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin doğumunda hiç bir kimse ona ortak olmadı. Yâni asla ne erkek kardeşi vardı, ne de kız kardeşi vardı. Zira Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dan beri tâ Abdullah’a gelinceye kadar gerçekleşen neseb silsilesi sadece Resûlüllah hazretlerinin gelmesi içindi. Gele gele nübüvvet hânedanına erişince o varlıkların en şereflisi ve kâinatın efendisi, duaların en güzeli ve salavatların en üstünü kendisine olan, varlık âlemine vahîd (bir) ve yegâne, ferîd (yalnız) ve ferzâne (nefsanî bağlantılardan sıyrılmış olarak) ayak bastı.
Kendi babasının ismi Abdullah’dır. Abdullah da Abdülmuttalib oğludur. Abdülmuttalib’in asıl ismi, doğru olan görüşler üzere, Şeybetü’l-Hamd’dir. Şunun için böyle isimlendirilmişti ki, doğduğu zaman ak saçlı doğmuştu. Arab lisanında şeyb diye kıl ağarmasına derler. Künyesi de Ebû Hâris idi. Künye diye şu isme derler ki, başında eb (baba) yahut üm (ana) yahut ibn (oğul) kelimeleri olur. Meselâ bir kimse “Filânın babası” demekle meşhur olsa bu söz onun künyesi olur.
Arab topluluğunda âdet şudur ki, bir oğlan vücuda geldiğinde ona bir isim ve bir künye korlar. Meselâ adını Abdurrahman ve künyesini Ebû Bekr korlar. Bundan maksadları babalık mertebesine ersin diye uğur tutmaktır. Bâzı kimseler ismiyle meşhur olur, bâzı kimseler de künyesiyle meşhur olurlar. Nitekim Ebû Bekr hazretlerinin şerefli isimleri Abdurrahman’dır, ama kendileri künyeleriyle meşhur olmuşlardır.
Abdü’l-Muttalib’e gelince ona şunun için Abdü’l-Muttalib (Muttalib’in kölesi) derlerdi ki, kendinin Muttalib adında bir amcası vardı. Bir gün onu devesinin arkasına bindirip Mekke şehrine girdi.
— Bu kimdir? diye sordukları zaman:
— Kulumdur (kölemdir), diye cevap verirdi.
Zira Abdü’l-Muttalib oğlandı, elbisesi eski ve şekli de bozulmuştu. “Kardeşim oğludur” demekten âr edip “Kulumdur” derdi. Sonra da şekli ve elbisesi düzelince “Kardeşim oğludur” diye açıkladı. Oradan Şeybetü’l-Hamd’in ismi Abdü’l-Muttalib kaldı. Arab topluluğu içinde ilk önce sakal boyamak Abdü’l-Muttalib’den kalmıştır. Yüz kırk yıl ömür sürdü. O da Hâşim oğludur ve Hâşim’in ismi Amr idi. Kıtlık zamanında kendi kavmine ekmek kırıp tirit ederek halka yedirdiği için ismi Hâşim kalmıştı. O da Abd-i Menâf oğludur, ismi Muğeyre idi. O da Kusay oğludur. Kusay’ın mânası ıracık (uzak) demektir. Anasının adı Fâtıma idi. Kendisine hâmile iken Kuzaa vilâyetinde olan kavim ve kabilesinden ırak düştüğü için doğduğu zaman adını Kusay koymuşlardı. O da Kilâb oğludur. Mânası ya mükâlebe (köpekler gibi dalaşmak) mânasına masdardır ki, düşmanla cenk ve kavga etmek mânasına gelir ya da kelb kelimesinin çoğuludur. Arab topluluğunda âdettir ki, kendi oğullarına yırtıcı canavar ismini korlar. Bir A’rabî’den sorulup:
Hâşim: Kemik ve kuru ağaç dalı gibi sert şeyler hakkında “kırıcı” demektir.
— Niçin evlâdınıza böyle mâkul olmayan isimler koyup hizmetkârlarınıza güzel isimler koyarsınız? dediklerinde:
— Hizmetkârlarımızı kendimiz için besleriz. Oğullarımızı düşmanlarımız üstüne salmak için besleriz! diye cevab verdi.
Bu kelime onun lâkabı idi. Asıl ismi Hakim idi, derler. Bazıları da Urve idi, demişlerdir. O da Mürre oğludur. Mürre de Kâ’b oğludur. Kâ’b o kimsedir ki, cuma gününde cemiyet eylemek (toplanmak) ondan kalmıştır. Kureyş tâifesini toplayıp hutbe okurdu. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nebîlikle geleceğini ve kendi evlâdından olacağını onlara bildirir ve:
— Onun zamanına yetişenleriniz ona îman getirip tâbi olsunlar, diye emrederdi.
O da Luy oğludur. O ise Galib oğludur. Galib de Fihr oğludur. Fihr’in asıl mânası, avucu doldurur taş demektir. Bunun asıl ismi Kureyş idi. Buna ulaşan evlâdına nisbetle onlara Kureyş denilir. Bu da Mâlik oğludur. Mâlik de Nadr oğludur. Nadrfm mânası, altın demektir. Asıl ismi Kays idi. Bu da Kinâne oğludur. Kinâne ise Huzeyme oğludur. O da Müdrike oğludur. Müdrike, llyas oğludur. Kâbetullah’a kurban eylemek bundan kalmıştır. Bu da Mudar oğludur. Derler ki: Mudar, gayet güzel sesli bir kimseydi. Devenin yanında yürürken yüksek ve âhenkli ses çıkarıp onu şevk ve harekete getirmek ki, Arab topluluğu içinde âdettir, Mudar’dan kalmıştır. Mudar da Nizar oğludur. Nizar, nezir kelimesinden gelir ki, mânası “az bir şey” demektir.
Rivâyet olunur ki, doğduğu zaman babası bakıp alnında (Muhammed (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem ) hazretlerinin nurunu görünce son derece sevindi ve neş’eden coştu. Halkı toplayıp büyük ziyafetler verdi ve:
— Bu denli ziyafetler böyle bir oğul için azdır! dedi.
Bundan dolayı o oğlanın adı “Nizâr” kaldı, demişlerdir.
Nizâr da Maad’ın oğludur. Maad ise Adnan’ın oğludur. Bütün âlimler ittifak etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli nesebi Adnan’a varıncaya kadar malûmdur. Daha yukarısı malûm değildir.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah hazretlerinin nesebi Adnan’a çıkar. Adnan’dan ileri geçmez.”
Bunun mânası, “Adnan’dan yukarısının isimleri sırasiyle malûm değil,” demektir. Yoksa yüksek neseblerinin Hazret-i İsmail’e çıktığı kesindir.
Nitekim yine İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Adnan ile İsmail aleyhisselâm arasında otuz baba daha vardır. Ancak kimler olduğu malûm değildir,” diye buyurmuştur.
Urve bin Zübeyr’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Adnan’dan ötesinin nasıl olduğunu bilen kimseye rast gelmedik,” diye buyurmuştur.
Kâ’bü’l-Ahbar’dan (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur ki: “Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) nûru Abdü’l-Muttalib’e intikal ettiği vakit Abdü’l-Muttalib bir gün Kâbe’nin hareminde yatıp uyumuştu. Uyandığı zaman kendisini öyle bir halde buldu ki, gözleri sürmelenmiş, güzellik ve erginlik hâli giydirilmiş! Hayret içinde kaldı. Bunu kimin eylediğini bilemedi. Babası, elinden tutup onu Kureyş kâhinlerine götürdü. Kâhinler, onu görüp dediler ki:
— Gökler İlâhı, bu oğlanın evlenmesine izin vermiştir. Git, bunu ever!
Babası, Abdü’l-Muttalib’e Kile adında bir kız alıverdi. Ondan Hâris adında bir oğlu olduktan sonra vefat etmesi üzerine kendisine Arar kızı Hind’i alıverdi.”
Abdü’l-Muttalib’in vasıfları şöyle idi: Cisminden misk kokusu gelirdi. Alnında Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) nûru parlar, kendisini uğurlu bir insan kıldığı gibi etrafına da hayır ve bereketler yayardı. Her ne zaman Mekke diyarına yağmur yağmayıp kıtlık olsa Kureyş kavmi Abdü’l-Muttalib’in eline yapışıp kendisini Sebîr Dağı’na çıkarırlardı. Onun yüzü suyuna Hak teâlâ’dan yağmur isterlerdi. Muhammed’in nûru berekâtına Hak teâlâ bol yağmurlar yağdırır, onlar da bolluğa kavuşup zengin olurlardı.
Yemen padişahı olan Ebrehe, Beytullah’ı yıkmak niyetiyle geldiği zaman bunu işiten Abdü’l-Muttalib dedi ki:
— Ey Kureyş kavmi! Huzursuz olmayın! O, gelip bu Ev’i yıkamaz. Bunun sahibi vardır, bunu korur!
Ondan sonra Ebrehe geldi, Kureyş’in develerini ve koyunlarını sürüp götürdü. Abdü’l-Muttalib’in de dört yüz maya devesini beraber alıp götürmüştü. Bunun üzerine Abdü’l-Muttalib, Kureyş tâifesiyle beraber atına binip Sebîr Dağı’nın üstüne çıktı. O anda Muhammedi nur, Abdü’l-Muttalib’in alnında hâle gibi çevre bağlayıp Mekke üzerine ışık saldı. Abdü’l-Muttalib, bu hâli görünce Kureyş. topluluğuna dedi ki:
— Dönün, Mekke’ye gidelim! Zafer bizimdir. Her ne zaman bu nûr benim alnımda çevre bağlasa zafer bizim olur.
Oradan dönüp Mekke’ye geldikleri zaman Ebrehe, kendi kavminden birini kumandan tayin edip bir miktar adamla birlikte gönderdi ki, gidip Mekke şehrinden Kureyş topluluğunu sürsünler ve şehri zabt etsinler. O kişi gelip Abdü’l-Muttalib’i görür görmez dili dolaştı ve aklı başından gidip yere düştü. Boğazlanmış sığır gibi horlamağa başladı. Kalkıp aklı başına gelince Abdü’l-Muttalib’e secde etti ve:
— Ben şehadet ederim ki, sen Kureyş tâifesinin seyyidisin, dedi.
Rivâyet olunur ki, Abdü’l-Muttalib, Ebrehe’nin katında hâzır olduğu zaman Ebrehe, fili yanına getirmelerini emretti. Onun bir ak fili vardı. Diğer filler Ebrehe’ye secde ederler, o ise etmezdi. İşte o ak fili karşısına getirdiler. Fil, Abdü’l-Muttalib’i görünce deve gibi çöküp secde etti. Hak teâlâ hazretleri, o fili söyletti. Abdü’l-Muttalib’de olan Muhammedi nûra selâm verdi.
Ebrehe Mekke’ye girip yıkmaya kasdettiğinde o fil de beraberinde idi. Hemen bir yere çöküp yattı. Döğmeğe başladılar, fakat onu çöktüğü yerden kaldıramadılar. Sonunda filin başını Yemen tarafına çevirdiler, hemen ayağa kalktı.
Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, deniz tarafından Ebâbil kuşlarını Ebrehe’nin askerinin üzerine gönderdi. Her kuşta mercimek büyüklüğünde üç tane taşcağız vardı. Biri ağzında, ikisi iki ayağında idi. Hak teâlâ hazretlerinin emriyle bu kuşlar o taşları Ebrehe askerinin üzerine bıraktığı zaman onlar her kime dokunursa helâk ederdi. Bunun üzerine askerler oradan çıkıp kaçmağa başladılar. Yollarda kırılıp döküldüler. Ebrehe de çirkin bir hastalığa tutuldu. Parmaklarının uçları çürüyüp düştü; kanlar ve irinler aktı. Sonunda yüreği çatlayıp öldü.
Kur’an-ı Kerîm’de: “Fil (kibir ve azamet) sahiplerine Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?” (Fil sûresi: 1) âyeti bunun hakkında nâzil olmuştur.
Bu şaşılacak kıssa, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şan ve şerefine işaret etmek, peygamberliğini belirtmek, kavim ve kabilesine ondan dolayı tâzim ve ikrâm etmek için olmuştu. Hattâ bu husus gerçekleştikten sonra bütün Arab topluluğu Hak teâlâ hazretlerinin Kureyş kavmine bu lûtufta bulunduğunu görünce hepsi bunlara itâat üzere oldular. Bunlara karşı gelip kendileriyle cenk ve cidâl etmek düşüncesini terkettiler. Böyle bir fikri saygısızlık telâkki ettiler.
Hak teâlâ hazretleri tarafından Kureyş kavmine lâyık görülen bütün bu ihsanlar, yardım ve inayetler, hep Resûlüllah Efendimiz hürmetine idi. Ayrıca Resûlüllah Efendimiz henüz dünyaya gelip kendisine peygamberlik verilmeden önce gerçekleşen bu gibi şaşılacak işlere irhâsât derler. Peygamberlikten sonra dâvaya destek olmak üzere vuku bulan şaşılacak hallere ise mûcizât derler.
Hak teâlâ hazretleri Ebrehe’nin şerrini Kureyş üzerinden bu şekilde savuşturup Abdü’l-Muttalib’e safâ ve sevinç ihsân edince bir gün yine Mekke hareminde yatıp uyurken acayip bir rü’ya görüp son derece korkmuş olarak uyandı. Kureyş kâhinlerine gidip rü’yâsını anlattı. Kâhinler dediler ki:
— Eğer bu rü’ya gerçek ise senin neslinden öyle bir kimse gelecek ki, bütün yerlerin ve göklerin halkı ona îman getirecekler.
Bundan sonra Abdü’l-Muttalib, Fâtıma adında bir kız alıp Abdullah ondan vücuda geldi. Buna Abdullah-ı Zebîh (Kurbanlı Abdullah) derlerdi. Zebîh’in mânası boğazlanmış demektir. Böyle denilmesinin sebebi şu idi:
Amr bin Hâris’in kavmi, Kâbetullah’da fesad çıkarıp Hak teâlâ hazretleri üzerlerine kuvvetli düşman havâle etti. Yemen diyarına kaçmak lâzım geldiği zaman da Amr, Kâbe’nin hâzinesinden pek çok mal ve kıymetli eşya getirip Zemzem kuyusuna atmış, üzerine taş ve toprak döküp Zemzem’i gözden kaybetmişti. Nice yıllar ve devirler böyle kalıp Zemzem kuyusunun nişanını kimse bilmez oldu. Bir gece Abdü’l Muttalib’e rü’yasında Zemzem’in nişanını gösterdiler. Abdü’l-Muttalib, gösterilen yeri kazıp tekrar Zemzem’i imar ve ihyâ etmek istedi. Kureyş kavmi ona mâni oldular. Sefihlerden çok kimse, Abdü’l-Muttalib’i incittiler, çok huzursuz ettiler. Kendisine yardım eden Hâris adlı bir oğlundan başka kimsesi yoktu. Bundan dolayı Abdü’l Muttalib:
—Eğer Hak teâlâ hazretleri, bana on oğlan müyesser edip Zemzem kuyusunu kazdırırsam birisini Hak teâlâ hazretlerinin yoluna kurban edeyim, diye nezretti.
Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Abdü’l-Muttalib’e on oğlan çocuğu verdi. Onlarla kuvvet elde edip Zemzem kuyusunu kazdıktan sonra bir gece rü’yasında bir kimse gelip:
— Ey Abdü’l-Muttalib, ettiğin nezre vefa göster! dedi.
Abdü’l-Muttalib, korkuyla uyanıp bir koç kurban etti. Ondan sonra yine bir kere daha uykuya vardığında dediler ki:
— Ey Abdü’l-Muttalib! O kurbandan daha büyük bir şey kurban eyle!..
Uyanıp bir sığır kurban etti. Yine uykuya vardığında:
— Ey Abdü’l-Muttalib, daha büyük bir şey kurban eyle! dediler.
Uyanıp bir deve kurban etti. Yine uykuya varınca bir nida gelip:
— Ey Abdü’l-Muttalib! Daha büyük bir şey kurban eyle! denildiğinde:
— Daha büyük nedir? diye sordu.
— On oğlun oldu. Maksûdun husûl buldu. Onlardan birisini kurban eyle. Sen böyle demiştin. Verdiğin sözü yerine getir! dediler.
Hemen Abdü’l-Muttalib uyanıp son derece büyük bir ıstıraba düştü. Oğullarını toplayıp bu hâli onlara bildirdi. Oğulları:
— Biz sana itâat ederiz. Hemen bak, hangimizi seçersen kurban eyle! dediler.
Bunun üzerine Abdü’l-Muttalib onlara buyurdu: Gittiler, her biri bir ok üzerine adlarını yazıp getirdiler.
Kureyş kavminin bir putları vardı. Ona Hübel derlerdi. Kabe’nin içinde dururdu. Ona gayet büyük bir saygı gösterirlerdi. Her ne hususta olursa olsun, zor bir durumda kalınca onun yanına gidip kur’a atarlardı. Kur’a nasıl düşerse ona razı olurlardı. Abdü’l-Muttalib de âdetleri gereğince okları alıp o putun yanına gitti. Putun yanında bir kayyum vardı; okları o bırakırdı. Abdü’l-Muttalib, okları onun eline verip kendisi Hak teâlâ hazretlerine dua etmeye başladı.
Kayyûm okları bırakır bırakmaz kur’a Abdullah’ın adına düştü.
Abdü’l-Muttalib, eline bıçağı alıp Abdullah’ın eline yapıştı. Kâbe’nin yanında iki put daha vardı. Birine Esâf, öbürüne Nâile derlerdi. Kurban onların yanında boğazlandı. Abdü’l-Muttalib, Abdullah’ı oraya götürdü. Hemen Kureyş kavminin ululan karşı gelip dediler ki:
— Ey Abdü’l-Muttalib! Biz, senin bu oğlanı boğazlamana razı değiliz. Eğer böyle edersen bundan sonra Kureyş arasında âdet olur. Bir kişi oğlunu nezreder, hemen getirir, boğazlar. Böyle etmeye ne lüzum var! Git, sen Rabbini başka şekilde razı et!
Sonra yine dediler ki:
— Hayber Kal’asında bir Yahudi karısı vardır. Adı Kutbe’dir. Gaibden haber verir. Çok acayip bir kâhindir. Ona git, sana bir yol göstersin.
Bunun üzerine birkaç kişi de Abdü’l-Muttalib’in yanına düşüp Hayber’e geldiler. O kadını bulup bu hikâyeyi ona anlattılar. Ondan sonra:
— Bunun çaresi nedir? diye sordular.
Kadın:
— Sizin âdetinizde bir adamın diyeti ne kadardır? dedi.
— On devedir, dediler.
Bunun üzerine kadın:
— Gidin, on deve hazırlayın ve Abdullah’ı da getirin. Develerle Abdullah arasında tekrar kur’a atın. Eğer kur’a yine Abdullah’ın adına düşerse on deve daha arttırın. Bu şekilde kur’a develere düşünceye kadar onar onar develerin sayısını arttırarak kur’ayı tekrarlayın. Ne zaman kur’a develere düşerse Rabbiniz ondan râzı olmuş demektir. Hemen develeri kurban edin, oğlan kurtulsun, dedi.
Abdü’l-Muttalib, gidip kadinin dediği gibi etti. Kur’a Abdullah’ın adına düştükçe on deve daha ekleyip yeniden kur’a atardı. Develerin sayısı yüze ulaştığı zaman kur’a attdar, kur’a develere düştü. Hemen o saat yüz deveyi birbiri ardından kesip kurban ettiler, bıraktılar. Gerek insanlar, gerek yabanî hayvanlar, gerekse kuşlar, nice gün o develerden nimetlendiler.
İşte bu münasebetle Abdullah’a Zebîh denilmişti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine İbnü’z-Zebîhayn (iki kurbanın oğlu) derlerdi. Bundan murad, “İki kurban olunması emrolunmuşun oğlu” demektir. Bu iki kurbandan birisi babası Abdullah, diğeri de yüce ceddi İsmail aleyhisselâm’dır.
Zebîh: Boğazlanan, kurban edilen kimse demektir. Hazret-i Abdullah’dan başka bu, Hazret-i İsmail aleyhisselâm’ın da lâkabıdır.
Gerçi bâzı âlimler, kurban olunmağa götürülen kimse İsmail aleyhisselâm değil, İshak aleyhisselâm idi, demişlerdir. Fakat çokluğun görüşü odur ki, İsmail aleyhisselâmdı. Bu hususta söylenmiş çok sözler vardır.
Rivâyet olunur ki, Ömer bin Abdülâziz zamanında Yahudi âlimlerinden bir kimse îmana geldi. Ömer bin Abdülâziz ona sordu:
— Allahü teâlâ hazretleri tarafından kurban edilmesi emrolunan, İsmail aleyhisselâm mı, yoksa İshak aleyhisselâm mıydı?
O kişi cevab olarak dedi ki:
— Ya Ömer! Yahudi tâifesi, onun Hazret-i İsmail olduğunu bilirler. Ancak o, Arab tâifesinin atası olduğu için bunları haset edip inkâr ederler. Hazret-i İshak’tır, derler. Zira Hazret-i ishak kendilerinin atasıdır.
Bazıları, “Abdullah, Abdü’l-Muttalib’in küçük oğluydu,” demişlerdir. Ancak böyle olduğu malûm değildir. Meğer ki annesinin küçük oğludur denilmiş olsun. Zira Hazret-i Hamza Abdullah’tan küçüktü ve Hazret-i Abbâs da Hazret-i Hamza’dan küçüktü denilmiştir.
Hazret-i Abbâs’dan rivâyet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
— Ben, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin doğduğunu hatırlarını. Ben, üç yaşmda vardım. Bir gün onu getirdiler. Ben ona bakıp duruyordum. Kadınlar, bana: “Kardeşini öp!” dediler. Ben de öptüm.
Bu takdirde Abdullah’ın hepsinden küçük olması uygun düşmez. Bâzıları: “Kurban etmek istediği zamanda küçük oğlu Abdullah idi. Hamza ve Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri, ondan sonra vücuda geldiler,” demişlerdir. Bu rivâyetin uygunluğu vardır.
Ancak:
— Hamza ve Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri vücuda gelmeyince Abdü’l-Muttalib’in on oğlu nasıl tamam olur ki, birini kurban ederek ahdini yerine getirmek lâzım gelsin? denilirse İmâm Süheylî (Allah ona rahmet etsin) buna şöyle cevab vermiştir:
— Bunda güçlük yoktur. Zira âlimlerden bir topluluk, “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin amcaları on iki idi” demişlerdir. Bu takdirde kurban emrolunduğu zamanda Abdü’l-Muttalib’in çocuklarının sayısının onu tamamlamış olması mümkündür. “Abdü’l-Muttalib’in on taneden fazla oğlu olmadı,” diyenlerin kavlince cevab şudur ki: O zamanda Abdü’l-Muttalib’in kendi oğullarından ve oğullarının oğullarından on evlâdı hâsıl olmuştu. Adağını yerine getirmek ondan dolayı kendine gerekli olmuştu. Çünkü kişinin oğlunun evlâdı kendi evlâdı demektir, denilmiştir.
Rivâyet edilir ki, develeri kurban ettikten sonra Abdullah, babası ile beraber dönüp gelirken Kâbe’nin yanında Benî Esed kabilesinden bir kadinin yanına uğradılar. Adı Kuteybe olan bu kadın, Abdullah’ın yüzündeki nuru görünce:
— Bugün o kurban ettiğiniz yüz deveyi ben sana vereyim, gel benimle arkadaşlık eyle, diyerek onun yakınlığını istedi.
Abdullah:
— Bana haram gerekmez, deyip ondan yüz çevirdi.
Sonra babası, Abdullah’ı Benî Zühre kabilesinin seyyidi olan Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına götürüp Emine Hâtun’u Abdullah’a alıverdi. O zamanda Emine Hâtûn, haseb ve neseb cihetinden Kureyş tâifesinin en üstünü idi.
Ondan sonra Emine Hâtûn, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hâmile olunca Abdullah dışarı çıktı. Yine o Kuteybe dedikleri kadına rast geldi. Kuteybe, bu defa
Abdullah’a hiç bir şey söylemedi. Abdullah buna şaşıp:
— Hani, o senin evvelce söylediğin sözü şimdi niçin söylemedin? Yoksa sen de insafa gelip haramdan yüz mü çevirdin? dedi.
Kuteybe dedi ki:
— O gün senin yüzünde acayip bir nur vardı. Onu görünce ihtiyarım kalmayıp o sözü söyledimdi. Şimdi ise o nur sende yok!..
Zira Emine Hâtûn hâmile olunca nûr-ı Muhammed, Abdullah’dan gidip ona ulaşmıştı. Bu sebebten Kuteybe, Abdullah’a meyletmedi.
Sehl bin Abdullah Tüsterî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki:
Allahü teâlâ hazretleri, Resülüllah hazretlerini anasının rahminde halketmeyi dilediği gece emretti: Cennet hazinedarı olan Rıdvan, Firdevs cennetini açtı. Bir münâdi, göklerde ve yerlerde nidâ etti:
— Bilin ki, Muhammed aleyhisselâm’ın nuru, bu gece anasının rahminde yer tuttu. Yaradılışı orada tamam olup dünyaya gelecek, Beşîr ve Nezir (sevindirici ve uyandırıcı, müjdeci ve korkutucu) olacaktır! diye çağırdı.
Kâ’bü’l-Ahbâr’dan (radıyallahü anh) rivâyet olunur ki, şöyle dedi: “O gece göklerde ve yerlerde şöyle nidâ olundu:
— Muhammed Mustafa’nın (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) kendisinden yaratılacağı o nur, bu gece Emîne’nin rahminde yer tuttu. Feyâ tûbî lehâ sümme yâ tûbî! denildi.
Yâni: “Ey Allahü teâlâ hazretlerinin yaratıkları! Ne güzel hâl oldu Emîne’ye, ondan sonra ne güzel oldu!” demektir.
O gün dünyada olan putların başları aşağı geldi. O sırada Kureyş kavmi çok büyük bir kıtlığa mübtelâ olmuş bulunuyorlardı. Geçim darlığı çekiyorlardı. Çok büyük sıkıntıları vardı. Resülüllah Efendimizin bereketlerinden, hayır ve uğurundan dolayı o yıl ekinleri, bağ ve bahçeleri öyle bol oldu ki, hepsi zengin oldular. Arab tâifesi içinde o yılın adı senetü’l-feth ve’l-ibtihâc diye anıldı. Yâni: “Fetih ve iftihar (sevinç ve övünç) yılı” demektir. Zira Hak teâlâ hazretleri, onlara fetih (açılış) müyesser edip rızıklarına genişlik geldiği için iftihar etmişler (sevinmişler) di.
Daha sonra Emine Hâtun’un hamli iki aylık olunca Abdullah vefat etti. Abdullah Kureyş’den bir kafile ile ticarete gitmişti. Gelirken Medine’de dayılarının yanında hasta kaldı. Yoldaşları Mekke’ye geldiklerinde Abdü’l-Muttalib:
— Abdullah ne oldu? diye sordu.
Onlar bu hâli haber verince Abdü’l-Muttalib, büyük oğlu Hâris’î Medine’ye gönderdi. Hâris Medine’ye geldiği zaman Abdullah vefât edip Dâr-t Nabiğa’da defnolunmuştu.
İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Abdullah vefat edince melekler:
— Yâ Rab, Resulün yetim kaldı! dediler.
Allahü teâlâ hazretleri:
— Onun koruyucusu ve yardımcısı benim! diye buyurdu.
Ca’fer-i Sâdık’tan (Allah ona rahmet etsin) sordular:
— Hikmet neydi ki, Resûlüllah Efendimiz babadan ve anadan yetim kaldı? dediler.
Şöyle buyurdu:
— Üzerinde yaratılmışlardan hiç kimsenin hakkı olmasın diye böyle kılındı.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinin rivâyetinde Emine Hâtûn şöyle anlattı:
— Resûlüllah’ın hamlinden altı ay geçtikten sonra bir gece rü’yada gördüm ki, bir kimse gelip:
— Ya Emine! Muhakkak olarak bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan bir kimseye hâmile oldun. Doğurduğun zaman onun ismini “Muhammed” koyasın. Ve hâlini hiç kimseye açmayıp saklayasın, dedi.
Ondan sonra doğum vakti yetiştiğinde bir gün Abdü’l-Muttalib Kâbe’nin tavâfında idi. Ben evde yalnız kalmıştım. Kulağıma yüksek bir ses erişip son derece korktum. Hemen bir ak kuşun geldiğini gördüm. Kanadıyla arkamı sığadı. O anda benden korku ve ıstırap zâil oldu. Yanıma baktım, bir ak kâse ile bana şerbet sundular. Alıp içer içmez beni büyük bir nur kaplayıp o saat Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) vücuda geldi.
Ondan sonra gördüm ki, Abd-i Menaf kızlarına benzer bâzı hâtûnlar beni tavâf ediyorlar. Her birinin boyu, yükseklikte hurma ağacına benzer. Bunları görüp şaştım:
— Ya Rab, bunlar kimdir? dedim...
Bir rivâyette geldiğine göre doğum ânında Emine Hâtun’un gözünden perde kaldırıldı. Doğu ve Batı arasını temaşa eyledi. Emine Hâtûn bunu da şöyle anlatıyor:
— Gördüm ki, bir alem (bayrak) Meşrık’da, bir alem Mağrib’de ve bir alem de Kâbetullah’ın üstüne dikildi. Ondan sonra doğum, yaptım. Bakıp gördüm ki, Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) secdeye varmış, şu yalvaran kimseler gibi parınağını gök tarafına kaldırmış. Ondan sonra bir ak bulutun inip Muhammed’i kapladığını gördüm. Bir zaman gözümden kayboldu. O sırada bir ses işittim. Şöyle diyordu:
— Meşrık ve Mağrib’i dolaştırın ve deryaları gezdirin. Tâ mahlûkat, Muhammed hazretlerini ismiyle, sıfatiyle ve suretiyle bilsinler.
Kolay zaman geçer geçmez yine bulut kalkıp gitti.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri vücuda geldiğinde cennetin hazinedarı Rıdvan gelip kulağına:
“Yâ Muhammed, sana ne mutlu! Hiçbir nebinin ilmi kalmadı ki, sana verilmesin. Bütün nebilerin ilimleri sana verildi. Bundan dolayı sen nebilerin ilim cihetinden en çok ilim sâhibi olanı ve kalb cihetinden en yiğidisin,” dedi.
Yâni: İlmin onlardan ziyade ve kalbin onlardan bahâdır kılındı, demektir.
Hadîs İmâmlarından nice kimseler rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz doğduğu gece Emine Hâtûn bir nur gördü. Onun ışığinin parlamasından birçok vilâyetler ve Şam’ın gökleri göründü. Bâzıları dediler ki: “Şam’ın görünmesinin sırrı şu idi: Kendi hayatları zamanında Şam vilâyeti fetholunsa gerekti.”
Nitekim Kâ’bü’l-Ahbar’dan gelen bir rivâyette şöyle denilmiştir: “Eski kitablarda yazılıdır ki, Muhammed Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mekke’de doğacak, Medine’ye hicret edecek ve devleti Şam’da olacaktır. Nitekim Resûlüllah Mekke’de zuhur etti ve yaşadığı zamanda nebîliği Şam’a (Suriye’ye) kadar ulaştı.
Yine bunun içindir ki, mi’rac gecesi Şam vilâyetinde Beytü’l-Makdis’e vardı. İbrahim Aleyhisselâm da Şam’a hicret etmişti. Hazret-i İsâ aleyhesselâm da Şam’a inse gerektir.”
Şam mübarek yer olduğu için nebilerden nice kimsenin her birinin bir yoldan Şam ile ilişkisi olmuştur. Haşir ve neşir yeri dahi Şam’dır.
Hadîs âlimlerinden çok kimse rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz Şam’da oturmayı rağbetlendirerek şöyle buyurmuştur:
“Şam memleketi Hak teâlâ’nın arzı içinde seçtiği bir yerdir. Kullarından seçtiği kimseyi de Şam’a çeker.”
Abdurrahman bin Avf (radıyallahü anh), kendi anası olan Şifa Hâtun’dan rivâyet eder ki, şöyle anlatmıştır:
— Resûlüllah Efendimiz dünyaya geldiği zaman onu ben almıştım. Benim elimin üstüne düşmüştü. Kulağıma bir ses geldi. Bir kimsenin “Allah sana rahmet etti,” dediğini işittim. Meşrıkla Mağrib arasının nurla dolduğunu gördüm. Hattâ Rum diyarının bazı köşklerini de gördüm. Sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerini emzirdim ve yatırdım. Hemen bana bir hâl geldi ki, bedenim titremeğe başladı, gözüm karardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri gözümden kayboldu. Bir kimsenin:
— Nereye gitti? dediğini işittim.
— Meşrık’a ilettiler, diye cevab verdiler.
Bu söz hiç benim kalbimden gitmedi. Tâ o zaman oldu ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nübüvvet geldi. İlk îmana gelen müslümanlarla beraber hemen îmana geldim.”
Doğumun şaşılacak hallerinden biri de şudur ki, İmâm Beyhakî ve Ebû Nuaym’ın rivâyetlerinde Hassan bin Sâbit (radıyallahü anh) şöyle derdi:
— Ben sekiz yaşında vardım. Hatırlıyorum ki, bir sabah vakti bir Yahudi feryâd edip:
— Ey Yahudî topluluğu! diye çağırdı.
Yahudi cemaati de:
— Ne oldun, ne diye çağırıyorsun? diye başına üşüştüler.
Dedi ki:
— Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu ve Ahmed de bu gece vücuda geldi.
Hazret-i Âişe’den (r. anhâ) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:
— Bir Yahudi vardı, Mekke’de otururdu. Resûlüllah hazretlerinin doğum gecesi Kureyş kavmine:
— Hiç bu gece aranızda bir oğlan vücuda geldi mi? diye sordu.
— Bilmiyoruz, dediler.
— Gidin, o halde görün. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Arkasında alâmeti vardır, diye haber verdi.
Gittiler, Kureyş tâifesi arasında soruşturdular. Onlar da haber verdiler ki:
— Bu gece Abdullah’ın bir oğlu vücuda geldi. Gerçekten arkasında bir nişanı vardır, dediler.
Yahudi de gelip nübüvvet nişanını görünce aklı başından gidip düştü:
— Hay, medet! Nübüvvet Benî İsrail’den gitti! dedi.
Yahudi tâifesinin bu gibi şeylerden haber vermelerinin sebebi şudur ki, onların içinde âlimler çoktu ve kitaplarında Resûlüllah hazretlerinin geleceğini görmüşlerdi. Yıldızlar ilminde behre sahibi olanları da vardı. Daima gözetlerlerdi. Geleceği zamanı yıldız hesabı ile bulmuşlardı. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin doğumuna yıldızlar içinde kuvvetli delil vardır. Bu deliller, ehlince bilinmekteydi. Hattâ şimdiki zamanda da müneccimler, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin doğumuna işaret olan kırânın (iki gezegenin bir burçta birleşmesinin) filân yılında olduğuna dair geriye doğru takvimler tertip edip tarih yazarlar. O kırân meşhur bir kırandır ki, bütün dünyada olan hikmet ehlinin malûmudur. Onu inkâra aslâ mecal yoktur.
Bu şaşılacak şeyler cümlesinden bâzıları da Medayin’de Kisra’nın sarayinin çatısının çatlaması, on iki burcunun yıkılması ve Taberiye denizinin yere batmasıdır; Fars vilâyetinde ateşperestlerin bin yıldan beri yanan ateşlerinin o gece sönmesidir. Kisra’nın sarayından on iki burcun yıkılması, Kisra neslinden on iki kişiden sonra saltanatinin son bulacağına işaretti. Gerçekten de öyle oldu.
Peygamber Efendimiz hazretleri, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş olarak doğdu. Bâzı âlimlerden nakledilmiştir ki: Hazret-i Âdem sünnetli halk olundu. Peygamberlerden on iki kişi de anadan sünnetli doğdu. Bunların sonuncusu Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) dir. Diğerleri Şît, Idris, Nûh, Lût, Yusuf, Mûsâ, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hûd peygamberlerdir. Allah’ın salât ve selâmları hepsinin üzerine olsun.
Tarih âlimleri, Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin hangi yılda doğduğunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu Fil yılında doğduğu üzerinde durmuşlardır. Yâni daha önce işaret edilmiş olan Ebrehe ki, Fil ashâbı onun kavmidir, Kâ’be’yi yıkmak niyetiyle gelip Hak teâlâ tarafından üstlerine belâ inerek helâk oldukları yılda doğdu demişlerdir. Meşhur olan görüş şudur ki, o yıl içinde Fil hâdisesinden elli gün sonra vücuda gelmiştir. Bundan başka ihtilâflar da zikrolunmuştur. Ancak meşhur olanı bu beyan ettiğimizdir.
Yine Peygamber Efendimizin hangi ayda doğduğu üzerinde de değişik görüşler vardır. Bunda da meşhûr olan Rebiülevvel ayında doğduğudur. Âlimlerin çoğunun görüşü budur. Ama bâzıları Sefer’de, bâzıları da Rebiülâhir’de doğdu demişlerdir. Bundan başka görüşler de ileri sürmüşlerdir.
Hangi günde doğduğu hakkında da ihtilâf vardır. Ama Mekke ehlinin itikadları, o ayın on ikinci gecesi doğmuş olması üzerindedir. Amelleri de bunun üzerindedir. Doğumun vâki olduğu şerefli makamı o ayın on ikinci gecesi ziyaret ederler.
İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resülüllah Efendimiz hazretleri, Pazartesi günü doğdu, kendisine Pazartesi günü nübüvvet verildi, Pazartesi günü Mekke’den Medine’ye hicret etti ve Pazartesi günü Medine’ye girdi.
Rivâyet olunmuştur ki, vücuda geldiği şerefli zaman, tan yerinin ağardığı zamandı. Yine rivâyet olunmuştur ki, doğum zamanı Gafr’ın tulü’ ettiği (doğduğu) zamandı. Gafr dedikleri, Kamer’in menzillerinden üç tane yıldızdır. Peygamberlerin mevlidi odur. Yâni peygamberlerin doğdukları zaman onun tulü’ vaktine gelir.
Güneş aylarından Nisan ayında doğmuştur ki, orta bahar ayıdır. Onun da yirmisinde doğum vâki olmuştur.
Hamil müddeti dokuz aydı, demişlerdir. Bazıları on ay idi, derler. Bunlardan başka da söylemişlerdir.
Peygamber Efendimiz, Mekke şehrinde Haccâc’ın kardeşi Muhammed bin Yûsuf’un olduğu evde vücuda geldi. Onu Süveybe denilen hâtûn emzirmiştir. O hâtûn, Ebû Leheb’in cariyesi idi. Resûlüllah hazretlerinin doğumunu müjdelediğinde Ebû Leheb onu âzâd etmişti.
Ebû Leheb vefat ettikten sonra onu bir gece rü’yada gördüler:
— Ey Ebû Leheb, hâlin nedir? dediler.
O da cevab olarak:
— Cehennemdeyim. Ama pazartesi geceleri geldiği gibi azâbım hafifletilir. Parmaklarımın arasını emerim, ondan su çıkar, onu emerim. Sebebi şudur ki, pazartesi gecesi Resûlüllah dünyayı şereflendirdiğinde Süveybe gelip bana müjde vermişti. Ben de onu âzâd etmiştim. Hak teâlâ buna karşılık bana bu ihsânı lâyık gördü, dedi.
İbn-i Cezri (Allah ona rahmet etsin) der ki:
— Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin doğduğu gece ihsanda bulunduğu için Ebû Leheb gibi bir kâfir cehennem içinde faydasını görürse kıyas eyle ki, bir kimse mü’min ve muvahhid olsa, o gecelere saygı gösterip Resûlüllah hürmetine in’am ve ihsanlar eylese Hak teâlâ tarafından ne kadar lütuf ve keremlere müstehak olur.
O halde İslâm ehline daima lâyık olan odur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mevlid (doğum) ayında cemiyet edip ziyafetler vereler, fakirleri türlü hayırlar ve sadakalarla okşayalar, mevlid-i şerif okutalar, demişlerdir.
Tecrübe edilmiştir ki, bir kimse yukarıda açıklandığı üzere mevlid ayında Resûlüllah Efendimiz hürmetine cemiyet ve ziyafet eylese, mevlid-i şerif okutsa o yıl içinde belâdan emin olup murâdı ne ise hâsıl olur, demişlerdir.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dâyesi (süt annesi) olan Halime Hâtûn şöyle hikâye etti:
— Biz Benî Sa’d bin Bekr kabilesinden birçok kadınlar, Mekke ehlinin emzirecek oğlancıklarını alıp sütannelik edelim diye Mekke şehrine geldik. Benimle gelen kadınların hepsine Resûlüllah hazretlerinin emzirilmesini arz ettiler. Yetimdir diye kimse onu emzirmeye yanaşmadı. Her biri bir oğlan bulup aldılar. Ben de Resûlüllah’dan başkasını bulamadım. Kocama dedim ki:
— Bizimle gelen hatunların her biri bir oğlan bulup aldı. Böylece kalmak bana güç geliyor.
Bunun üzerine ben de Resûlüllah Efendimiz hazretlerini almak niyetiyle gittim. Gördüm ki, mübarek vücudunu yeşil bir ipeğe sarmışlar. Üstüne de ak bir sof sarmışlar ki, sütten beyazdı ve misk kokusu verirdi. Peygamber Efendimiz hazretlerini arkası üstü yatırmışlar, uyuyordu. O mübarek yüzüne baktım, uyandırmaya kıyamadım. Yavaş yavaş yanına vardım, elimi mübarek göğsünün üstüne koydum. Mübarek gözlerini açıp yüzüme baktı, güldü. Gözlerinden bir nûrun çıkıp ta göklere yetiştiğini gördüm. Sonra iki gözünün arasını öptüm ve sağ mememi verdim, aldı. Dilediği kadar emdi. Ondan sonra sol mememi verdim, almadı. Daha sonra hâli hep böyleydi, daima sağ taraftan emerdi. Hiç sol taraftan emmedi, dedi.
Bâzı âlimler bunun izahı hakkında demişlerdir ki: Sol memenin sahibinin Halime’nin kendi oğlu olduğunu Hak teâlâ hazretleri ona bildirmişti. Onun için adaletle hareket edip kendi sağ memeden, öbürü de sol memeden emerlerdi.
Ondan sonra Halime der ki:
— Mekke’ye geldiğimiz zaman bir merkebimiz vardı, yürümezdi. Bir maya (dişi) devemiz vardı, çocuğumuza gıda olacak kadar süt vermezdi. Peygamberi alıp evimize getirir getirmez kocam deveyi sağmaya gitti. Gördü ki, memeleri sütle dopdolu olmuş. Sonra sağıp sütünü getirdi, doyuncaya kadar içtik. Zengin olduk. Kocam dedi ki:
— Ya Halime! Aldığın yetimin kademi mübarek imiş. Gelir gelmez bereketi zuhura gelip gecemiz hayır oldu.
Ondan sonra gittikçe Halîmelerin nimet ve saâdetleri arttı. Davarları ve koyunları çoğaldı.
Halime sözlerine şöyle devam ediyor:
— Mekke’den kendi yerimize dönerken merkebe bindim. Peygamber Efendimiz hazretlerini önüme alıp tuttum. Merkep öyle hızlı yürümeğe başladı ki, diğer kadınların merkepleri arkamızda kaldı. Her biri hayran olup şaşıyorlardı:
— Ya Halime, bu merkep ne acayip yöğrük olmuş. Gelirken düşe kalka, güçlükle geliyordu, dediler.
Sonra Benî Sa’d diyarına geldik. O yıl öyle bir kıtlık yılı idi ki, davarlar yaylım yerlerimizde otlayacak bir şey bulamazlardı. Bizim koyunlarımız Allah’ın fazlı ve inâyeti ile sütlenirdi. Bolluk içinde geçinir, yer, içer, nimetlenirdik. Diğer kimselerin davarları bir damla süt vermezdi. Çobanlarına tenbih eder:
— Siz de davarınızı Halîme’nin davarının gezinip otladığı yere alın götürün, derlerdi.
Onlar da öyle yaparlardı, yine fayda vermezdi. Bizim koyunlarımız sütlü gelir, onlarınki sütsüz gelirdi.
Yine Halime şöyle anlatıyor:
— Resûl-i Ekrem hazretleri memeden kesildiği zaman şöyle dedi:
“Allahü ekber kebîren ve’l-hamdü lillâhi hamden kesîren ve sübhânallahi bükreten ve asîlen — Allah büyüklerin en büyüğüdür, en çok övgülerle övülmek Allah’a mahsustur, sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle tavsif edilerek tesbih edilmeye lâyık olan ancak Allah’dır.”
Harekete gelip ayak üzerine kalktığı zaman küçük çocuklar oynar o ise durup onları seyrederdi. Oyuna karışmazdı.
Hadîs İmâmları, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: Halime Hâtûn Resülüllah Efendimiz hazretlerini kendisinden hiç ayırmazdı. Onu uzağa gitmeğe bırakmazdı. Bir gün gaflet edip onu gözetmedi. Resülüllah Efendimiz de süt kızkardeşi olan Şeyma ile öğle sıcağında kuzularının arasına gittiler. Halime de araştırarak gidip onları buldu:
— Bu sıcakta niçin dışarı gidiyorsunuz? dedi.
Şeyma cevab verdi:
— Anneciğim, kardeşime sıcak dokunmaz. Ben gözlerimle gördüm: Gezdiği yerlerde başinin üzerinde bir parça bulut, o nereye giderse onunla beraber gidiyordu. Durduğu zaman da duruyordu. Tâ buraya gelinceye kadar bu hâl üzere idi, dedi.
Hadîs âlimlerinden Ebû Ya’lâ, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir’in nakillerinde Şeddâd bin Evs (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Resülüllah Efendimiz hazretleri şöyle anlattı:
— Ben henüz küçük bir çocuk idim. Bir gün kendi akranım olan çocuklarla beraber bir derenin içinde idik. Birden üç kişinin bize doğru geldiklerini gördüm. Yanlarında bir altın leğen vardı ve leğenin içi kar ile dopdolu idi. Hemen beni çocukların arasından aldılar. Çocuklar da sür’atle kaçıp kabileye gittiler. Sonra o kişilerden biri gelip beni yer üzerine yanım üstüne yatırdı. Ve kamımı yardı. Ben bakıp duruyordum, ama hiç acısını duymadım. Ondan sonra kamımda olan bağırsakları dışarı çıkarıp o leğende bulunan kar ile güzelce yıkadı, sonra yine kamıma koydu. Biri de geldi, yüreğimi dışarı çıkarıp yardı ve içinden bir parça uyuşmuş kara kan çıkarıp yabana attı. Ondan sonra eliyle sağ yanımdan ve sol yanımdan bir şey alır gibi oldu. Hemen elinde nurdan bir hâtem (mühür) peyda olduğunu gördüm ki, nazar eden kimsenin aklı hayran olurdu. O mühürle yüreğimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nübüvvet ve hikmet nûru ile dopdolu oldu ve yüreğimi getirip yine yerine koydu. Nice zamanlar boyunca o mührün soğukluğunu yüreğimde duyardım. Bundan sonra üçüncü kişi gelip karnımın yarılan yerini eliyle sığadı. Allah’ın izniyle oranın yarası tekrar iyi oldu. Sonra da elime yapışıp beni tatlı ve yavaş bir şekilde ayak üzerine kaldırdı.
İbn-i Abbâs’dan bir rivâyette gelmiştir ki, Halime şöyle dedi:
— Oğlum Zamre koşarak, ağlayarak ve feryâd ederek geldi, “Tez yetişin! Bir kimse geldi, aramızdan Muhammed’i kaptı, bir dağ üzerine alıp gitti. Kamını yardı!” dedi.
Birçok değişik rivâyetlerle gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri’nin çocukluk çağında iken mübarek karnını yarıp içini temizledikten sonra mübarek kalbini nübüvvet ve hikmet nuru ile doldurmuşlardır. Ve mübarek kalbinin yarılması bir defa Hira dağında Cebrâîl aleyhisselâm vahy ile geldiği zaman vâki olmuştur. Bir defa da Esrâ (Mi’rac) gecesinde vâki olmuştur. İnşâallah bunların her biri aşağıda kendi yeri gelince zikrolunacaktır.
Ancak mübarek karnının yarılmasından Peygamber Efendimiz hazretlerinin acı çekmesi ihtimali olduğu sanılmamalıdır. Hâşâ, böyle değildir. Belki Allahü teâlâ hazretlerinin hikmetiyle öyle olurdu ki, asla onu duymayıp sadece temaşa ettiğini bilirdi.
Rivâyet olunduğuna göre mübarek omuzlarının ortasında nübüvvet mührü vardı, misk kokusu gibi koku verirdi. Ancak bu şerefli mührün ne şekilde olduğu hususunda hadîs âlimleri çok sözler söylemişlerdir. Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde, o diyarda mâruf olan hacle dedikleri çadır düğmesi veya keklik yumurtası kadardı, demişlerdir. Müslim’in rivâyetinde, avuç ortası kadardı ve üstünde siyah benler vardı, denilmiştir. Bir rivâyette de güvercin yumurtası kadardı denilmiştir. Bâzdan da bir yerde bitmiş olan kıllardı demişlerdir. Netice olarak hepsinin söylediklerinin özü birdir: Mübarek sırtında şerefli mühür vardı. Nihayet her kişi aklinin yettiği kadar bir şeye tesbih etmiştir. Bunlardan başka da bâzı rivâyetler olmuştur. O şerefli mührün var olduğunda şek ve şüphe yoktur. Fakat ne şekilde olduğunu hakikati üzere bildirmek zordur.
Hazret-i Âişe (r. anhâ):
— Resûlüllah Efendimiz vefat ettiğinde o şerefli mührü elimle yokladım, kaldırılmıştı, diye buyurdu.
Bâzı âlimler, Peygamber Efendimiz o şerefli mühür ile vücuda gelmiştir, dediler. Bâzıları da, o şerefli mühür sonradan oldu, dediler.
İmâm-ı Hâkim (Allah ona rahmet etsin), Vehb bin Münebbih (radıyallahü anh) den riyayet etmiştir:
— Allahü teâlâ hazretleri hiç bir peygamber göndermemiştir ki, onun sağ elinin üstünde nübüvvet benleri bulunmasın. Ancak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nübüvvet beni mübarek arkasında idi, demiştir.
Bu takdirde anlaşılır ki, bütün peygamber hazeratinin (Allah’ın yardımları peygamberimizin ve onların hepsinin üzerine olsun) nübüvvet nişanları olurmuş. Ama mübarek omuzları arasında ve şerefli kalbinin karşısında olması Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus imiş.
Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri dört yaşında iken anası Emine Hâtûn, Ebvâ’ dedikleri yerde vefat etti. Bazıları Hacûn’da vefat etti, demiştir. Katmış sâhibi, Medine-i Münevvere’de Dâr-ı Nâbiğa’da defnolundu, demiştir. Zikrolunan yerlerin birinde vefat edip Dâr-ı Nâbiğa’da defnolunması mümkündür. Kendileri beş yaşında, altı yaşında iken ve yedi yaşından fazla iken annesinin vefat ettiği hakkında da rivâyetler gelmiştir. Hâlin hakikatini Allah bilir.
İbn-i Sa’d (Allah ona rahmet etsin) birçok yollardan rivâyet eylemiştir ki: Resûlüllah Efendimiz altı yaşına girdikleri zaman annesi, onu alıp Medine’de oturan dayılarını ziyaret etmeğe gitti. Ümmü Eymen denilen hâtûn da onlarla beraber gitmişti. Oraya vardılar ve orada Dâr-ı Nâbiğa’ya kondular. Bir ay dayıları ile beraber oldular.
Daha sonraları Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Medine’ye hicret ettiği zaman, küçük bir çocuk iken Medine’ye geldiğini ve orada olan bâzı hususları zikredip:
— Annemle bu evde konuk olmuştuk ve filân şey şöyle vâki, olmuştu, diye buyurdu.
Ümmü Eymen’den rivâyet edilmiştir ki:
— O zaman Yahudi taifesi gelip Resûlüllah aleyhisselâm’a bakarlar ve “Bu ümmetin peygamberi olacak kimse budur,” derlerdi. Ondan sonra annesi O’nu yine alıp Mekke’ye giderken Ebvâ’ denilen menzile geldiğinde vefat etti, diye anlatırdı.
Bâzı rivâyetlerde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri, kendilerine nübüvvet geldikten sonra annesinin ve babasının kabirlerine gelip dua etti. Hak teâlâ hazretleri onlara hayat verip Resûlüllah hazretlerine îman getirdiler, yine vefat ettiler, demişlerdir. Ve buna ilişkin bâzı hadîs-i şerifler zikretmişlerdir. Bâzıları da bu kavle razı olmayıp onun aksine bâzı deliller ileri sürmüşlerdir. Hâlin hakikati Hak teâlâ hazretlerine malûmdur. Her iki tarafın görüşlerini ve delillerini zikrederek sözü uzatmanın faydası yoktur. Ancak şu kadarını belirtelim ki, onlara noksanlık verecek sözler söylemekten kaçınmak gerektir. Çünkü böyle sözlerden Resûlüllah hazretlerine ezâ hâsıl olur. Kişi, anasını ve babasını, başkalarının noksan sözlerle anmasından incinir. Resülüllah hazretlerini incitmek ise küfürdür. Anasına ve babasına ilişkin kem söz söylemekten çok sakınmak gerektir. Hattâ bâzı âlimler, onların imana geldikleri hakkında uzun uzadıya pek çok açıklamalarda bulunmuşlardır.
Emine Hâtûn vefat ettikten sonra Peygamber Efendimiz’e Ümmü Eymen dadılık edip kutlu hizmetlerinde bulunmuştur. Hattâ Resülüllah Efendimiz hazretleri, ona:
— Sen anamdan sonra anamsm, diye buyurdu.
Peygamber Efendimiz sekiz yaşında iken dedesi Abdü’l-Muttalib vefat etti. O zaman Abdü’l-Muttalib yüz kırk yaşında idi. Resülüllah hazretlerinin bütün ihtiyaçlarını gören ve gözeten Abdü’l Muttalib idi. Sonradan amcası Ebû Tâlib O’na hizmet etmeğe başladı. Abdü’l-Muttalib ona vasiyet etmişti. Zira Abdullah ile Ebû Tâlib bir anadan doğmuşlardı.
İbn-i Asâkir (Allah ona rahmet etsin) Celheme’den şöyle rivâyet etmiştir:
— Bir kıtlık zamanında Mekke’ye geldim. Kureyş kavmi gelip: “Ey Ebû Tâlib, gel, Hak teâlâ hazretlerinden yağmur dileyelim. Umarız ki, yağmur verir,” dediler. Ondan sonra Ebû Tâlib çıktı. Yanında çok güzel yüzlü bir oğlancık vardı. Ebû Tâlib O’nun eline yapıştı. Arkasını Kâbe duvarına dayadı. Oğlancık parınağını kaldırdığı gibi gökyüzünde bir parça bulut bile yok iken her taraftan bulutlar çıkıp yağmurlar yağdı, dereler dolup seller aktı, dedi.
Bu kıssayı Ebû Tâlib, bir kasidesinde üstün bir fesâhat ve belâğat üzere zikredip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin peygamberliğine ilişkin sözler söylemiştir. Hattâ bâzı topluluklar, bu sözlerinden Ebû Tâlib’in İslâm’ı kabul ettiğinin delillerini çıkarmışlardır.
İbn-i Ebî Şeybe’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: Resülüllah Efendimiz on iki yaşma girdiğinde amcası Ebû Tâlib ile çıkıp Şam diyarına gittiler. Orada Busra denilen yere vardıkları zaman konakladılar. O yerde Bahîra adında bir rahip vardı. Bahîra, Resülüllah Efendimiz hazretlerini görünce mübarek eline yapıştı:
— İşte bu, âlemlerin efendisidir. Hak teâlâ hazretleri bunu âlemlere rahmet olarak göndermiştir, dedi.
— Ey Bahîra, nereden biliyorsun? dediler.
Bunun üzerine Bahîra:
— Siz şu karşıki yokuştan inip gelirken gördüm: Taştan ve ağaçtan hiç bir şey kalmadı, hepsi buna secde ettiler. Onlar hiç kimseye secde etmezler, ancak peygamberlere secde ederler. Aynı zamanda ben bunu nübüvvet mührü ile bilirim. Bunun arkasında nübüvvet mührü vardır. Biz, kitablarımızda bunu bulmuşuzdur. Ey Ebû Tâlib, sakın, Yahudi tâifesı buna zarar vermesinler. Hemen onu alıp Mekke’ye geri git! dedi.
Bâzı rivâyetlerde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:
“Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) on sekiz yaşında, Peygamber Efendimiz hazretleri yirmi yaşında idi. Yoldaş olup Şam diyarına ticarete gittiler. Beraberce bir gürgen ağacinin dibine vardılar. Resûlüllah hazretleri ağacın gölgesine oturdu. Hazret-i Ebû Bekir geçti, bir şey sormak için orada oturan Bahîra dedikleri rahibin yanına gitti. Rahip sorup:
— O ağacın gölgesinde oturan kimdir? dedi.
Hazret-i Ebû Bekir de:
— O, Muhammed bin Abdullah bin Abdü’l-Muttalib’dir, diye cevab verdi.
Bahira:
— Vallahi, bu, peygamberdir. İsâ aleyhisselâm’dan sonra oraya bundan başka kimse oturmadı, dedi.
Tâ o zamandan bu söz Hazret-i Ebû Bekir’in kalbinde yer etmişti. Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nübüvvet gelip dîne dâvet eylediğinde Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) tereddüt etmeyip imana geldi.”
İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin): “Bu kıssa doğru olduğu takdirde Resûlüllah Efendimiz’in, Ebû Tâlib ile beraber gittiğinden başka Şam diyarına bir seferinin daha olması gerekir,” dedi.
İbn-i Zehebî (Allah ona rahmet etsin): “Bahira denilen rahip, Resûlüllah hazretlerine nübüvvet gelmeden önce onu görüp iman getirmiştir,” dedi.
Bu seferden sonra Resûlüllah hazretleri çıkıp yine ticarete gitti. Busra denilen şehrin pazarına geldi. O zaman yirmi beş yaşında idi. Mü’minlerin anası Hazret-i Hadice’nin Meysere adlı kölesi Resûlüllah hazretleri ile beraberdi. Zilhicce ayından on dört gün geçmişti. Mezkûr yere geldikleri zaman inip bir ağacın gölgesinde oturdu. Nastura adlı rahip onu görünce dedi ki:
— Bu ağacın altında peygamberlerden başka kimse oturmaz.
Bir rivâyette:
— Hazret-i İsâ’dan sonra kimse o ağacın altında oturmadı, dedi.
Öğle sıcaklarında Meysere gördü ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin üzerine iki melek gölge salar, Ona güneş dokunmazdı. Oradan dönüp Mekke-i Mükerreme’ye geldikleri zaman Hadîce (radıyallahü anh) hazretleri de kendi evinde çardak üzerinde görmüştür ki, iki melek Resûlüllah hazretlerinin üzerine kanatlariyle gölge ederlerdi.
İşte bu seferden iki ay yirmi beş gün geçtikten sonra Resûlüllah hazretleri Hadîce’yi nikâh eyledi. O zaman Hadîce kırk bir yaşma varmıştı.
Hazret-i Hadice’nin önceleri ismi Tâhire idi. Benî Temîm kabilesinden Ebû Hilâle bin Zirâre adında bir kişinin karısı idi. Ondan iki oğlan doğurmuştu. Ondan sonra Hadîce’yi Atîk bin Amir El-Mahzûmî aldı. Ondan da bir oğlan doğurmuştu. Ondan ayrıldıktan sonra kendisini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine arz edip “Beni alsın,” dedi. Peygamberimiz de amcalarına danıştı. Hazret-i Hamza, Hazret-i Hadîce’nin babasına gidip Hazret-i Hadîce ile evlenip, kaim olarak yirmi baş bir defa doğurmuş genç deve verdi. Ondan sonra Ebû Talib geldi, nikâh hutbesini okuyup mehir kestiler.
Bâzı rivâyette: “Resûlüllah Efendimiz, Hazret-i Hadîce’ye on iki buçuk ukye altın ağırlık verdi,” denilmiştir. Bir ukye kırk dirhemdir.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri otuz beş yaşma erdiği zamanda Kureyş tâifesi Kâbetullah’ın selden yıkılmasından korktular. Ve Yakum denilen ustaya emredip Kâbe’nin yapılmağa muhtaç olan yerlerini yaptırdılar. Resûlüllah Efendimiz de Kureyş kavmi ile beraber taş taşırdı.
Vaktâ ki, Kâinatın Efendisi saadetle kırk yaşma erdi, Hak teâlâ onu ins ve cinnin hepsine peygamber kıldı. Nübüvvetle müşerref olduğu gün, en meşhur rivâyet üzere Ramazan ayinin onyedinci ve pazartesi günü idi. Bundan başka rivâyetler de gelmiştir. Fakat doğrusu bu zikrolunandır.
Ramazan ayında meb’us (peygamber) oldu diyenlerin delilleri şudur: Kur’ân-ı azîm’de zikredilmiş olduğu üzere Hazret-i Kur’an Ramazan ayında inmeğe başlamıştır. Peygamber Efendimiz nübüvvetle şereflendirilince Kur’an nâzil olmağa başladı.
Bazıları da: “Kur’ân-ı azîm, Kadir gecesinde göklerde olan Beyt-i İzzete topluca ve bütünüyle nâzil oldu. Oradan yeryüzüne parça parça ve yavaş yavaş yirmi üç yılda indi,” demişlerdir.
Ancak bu rivâyet, öncekine aykırı değildir. Çünkü Kadir gecesi Ramazan’ın içindedir. O halde Kur’an-ı azîm’in o gecede bütünüyle Beyt-i Izzet’e nâzil olup yine on yedi senede bir miktarının yeryüzüne inmiş olması mümkündür. Zira Kadir gecesinin, Ramazan-ı şerifin tâ başından sonuna varıncaya kadar her gece olması ihtimali vardır.
Bâzı âlimler de: “Bi’setin başlangıcı Receb’de idi,” demişlerdir. Yâni: Peygamberlik Receb ayında geldi, dediler.
İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin), Aişe-i Sıddika (r. anhâ) dan rivâyet eylemiştir ki:
— Vahyin başlangıcı sâdık rü’yâ ile vâki olmuştu. Gördüğü her rü’yânın eseri sabah gibi çıkardı. O zamanda Hira dağına gidip geceleri ibadet ederdi. Hattâ Hira dağinin mağarasında iken bir Melek geldi: “İkrâ”’ diye emretti. Yâni: “Yâ Muhammed, Oku!” dedi. Resülüllah Efendimiz hazretleri de: “Mâ enâ bi-kari’” diye buyurdu. Yâni: “Ben okuyucu değilim!” dedi.
Resülüllah Efendimiz hazretleri der ki:
— Melek beni tuttu, kuvvetle sıktı ve yine salıverip “İkrâ”’ dedi. Ben de yine “Ben okuyucu değilim” dedim. Üç defa böyle vâki olduktan sonra:
“Bütün mevcudatı halkeden ve inşânı kan pıhtısından yaratan Rabbinin ismiyle oku! Oku! Bütün kerimlerin kerîmi olan, insana kalemle yazmayı öğreten ve bilmediği şey’i bildiren Rabbin hakkı için,” (Alâk sûresi: 96/1-5) dedi.
Yâni Resülüllah Efendimiz hazretlerini buraya gelinceye kadar okuttu. Mânası şudur:
“Kur’an oku, yâ Muhammedi Rabbinin ismiyle başlar olduğun halde. O Rabbin ki, yaratmak O’na mahsustur. Başkası bir şey yaratmağa kadir değildir. O Hak teâlâ insanı uyuşmuş kanlardan yarattı,” demektir.
Kadı Beydâvî (Allah ona rahmet etsin) şöyle der:
“Vaktâ ki, mârifetullah (Allah’ın tanınması) için gerekli olan şeylerin açıklanması icab etti, ilk önce Hak teâlâ’nın varlığına, kudretinin çokluğuna ve kemâline delâlet eden bu âyet indi. Yine te’kid ederek bir daha “Oku!” dedi. Sonra “Senin Rabbin keremde her kerîmden üstündür. Öylesine kerîmdir ki, ilimlerin zabtedilmesi için kalem ile yazı yazmayı öğretti ve insanın bilmediği şeyleri insana bildirdi,” demektir. Hak teâlâ’nın insana öğretmesinin yolu şudur ki, insanda kuvvetler yarattı. Yâni işitme, görme, akıl, idrâk vesaire gibi kuvvetler ki, onlar ilim elde etmek için âletler yerine geçer. Onları yaratıp deliller ortaya koydu ve âyetler (işaretler) indirdi. Bilmek isteyen kimseye, ilim sebeblerinden hiç bir şey kısılmadı.”
Resülüllah Efendimiz hazretlerine Hira dağında bunlar vâki olunca kalbine korku geldi. Bâzı âzası titreyerek döndü. Hazret-i Hadîce’nin evine geldi:
— Zemmilûnî, zemmilûnî! (Beni örtülerle sarın, beni örtülerle sarın!) diye buyurdu.
Bâzı esvabla onu sıkıca örtüp bastırdılar. Mübarek kalbinden korku zâil oluncaya kadar yattı. Ondan sonra kalkıp:
— Yâ Hadîce! Bana ne oldu? Bunun aslı ne olsa gerek? diye başından geçenleri haber verdi ve:
— Ya Hadîce, bana bir zarar olmasından korktum, diye buyurdu.
Hadîce cevap verip:
— Hâşâ ve kellâ ki, sana bir zarar yetişsin! Sevin, memnun ol, yâ Muhammed! Vallahi, Hak teâlâ aslâ sana zarar eriştirmez. Sen sıla-i rahm edersin (yâni akrabanla görüşme, buluşma, vuslat üzeresin). Vahşet üzere olup onlardan ilişkini kesmiş değilsin. Sözüne sâdıksın. Konuklarına ziyafet ve ikram edersin. Halkın müşkül işlerine yardım edersin. Hiç Hak teâlâ sana hiç zarar mı eriştirir? dedi.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerini Hadîce kendi amcası oğlu Varaka bin Nevfel’in yanına alıp götürdü. O öyle bir kimseydi ki, cahiliyet zamanında putperestlikten Hıristiyanlığa rücu’ etmişti. Arapça yazı yazardı. Ona alıp gitmekten maksadı, Resûlüllah hazretlerinin gözüne görünen eğer cin ise ona bir nüsha yazıvermesi içindi.
Hazret-i Hadîce:
— Ey amcam oğlu, bak, Muhammed ne söylüyor? dedi.
Varaka da sorup:
— Ey kardeşim oğlu, nedir o dediğin? Ne sözler söylüyorsun? dedi.
Resûlüllah Efendimiz başından geçenleri ona anlatıverdi. Varaka:
— O mağarada gördüğün kimse, Mûsa aleyhisselâm’a vahiy getirmiş olan melektir. Yâni Hazret-i Cebrâil’dir, diye haber verdi. Ve nolaydı, ben de genç olaydım. Kavminin seni aralarından çıkardığı zamana yetişeydim, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri dedi ki:
— Onlar beni aralarından çıkaracaklar mı?
Varaka dedi ki:
— Ya Muhammed! Nübüvvetle gelen hiç bir kimse yoktur ki, kavmi ona düşmanlık etmiş olmasın. Hiç bir nebi yoktur ki, düşmanlardan kurtulmuş (yâni düşmansız) olsun. Eğer ben o günlere yetişmiş olsaydım sana bütün gücümle yardım ederdim.
Ondan sonra çok geçmeden Varaka vefat etti. Ve bir zaman geçip vahiy gelmedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri vahyin gecikmesinden mahzun oldu. Hattâ rivâyet olunmuştur ki, mahzunluğundan ötürü yüksek dağların başına çıkıp kendisini aşağı atmak isterdi. Her ne zaman bu maksadla dağın başına çıksa hemen Cebrâil ortaya çıkıp:
— Ya Muhammed! Hiç şübhesiz ki, sen, hak Resûlsün, derdi.
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimizin de ıstırabı diner, sakinleşirdi. Nefsi haz duyarak yine dönüp gelirdi. Ondan bir zaman sonra yine gecikince tekrar elem ve ıstırap gelir, o niyetle dağlara giderdi. Kendini atacak yere varır varmaz hemen yine Cebrâîl aleyhisselâm görünüp öyle derdi.
İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) nakillerinde Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:
— Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki: “Hira dağında bir ay mücavir (bir mâbede kapanıp ibadetle meşgul olan kimse) oldum. Mücâveretimi tamamlayıp aşağı indiğim zaman bana bir nidâ geldi. Sağ tarafıma baktım, bir şey göremedim. Sol tarafıma baktım, yine bir şey göremedim. Dönüp ardıma baktım, yine bir şey göremedim. Başımı yukarı kaldırdım, bir kimse gördüm. Hemen durmayıp Hadice’ye geldim:
— Beni esvabla bürüyüp örtün, üzerime soğuk su dökün! dedim.
Ondan sonra şu âyet nâzil oldu:
— Ey örtülere bürünüp yatan! Kalk! İnzâr eyle ve Rabbini tekbîr et.” (Müddessir: 74/1-3).
İnzâr’ın mânası korkacak haber vermektir. Meselâ: “Bu küfür ve dalâlet sizi cehenneme götürür. Orada şu şekilde azâb ile muazzeb olursunuz,” demek gibi. “Ve rabbeke fekebbir” demek, “Rabbini tekbîr eyle,” demektir. Yâni: Kibriya (büyüklük) ile vasıflandırmayı Rabbine mahsus eyle, ondan başkasına ululuk isbat eyleme, demek olur.
Kadı Beydâvî şöyle der:
“Rivâyet olundu ki, bu âyet-i kerîme nâzil olduğu vakit Resûlüllah Efendimiz tekbir evledi. Yâni “Allahu ekber” dedi. Ve kesin olarak bildi ki, bu vahiydir, cin ve şeytan sözü değildir. Zira onlar tekbir etmezler.”
Velhasıl vahyin başlangıcı bu anlattığımız şekilde olmuştur. Yâni Hazret-i Âişe’nin (r. anhâ) rivâyeti üzere önce “İkrâ’ bismi rabbike...: Rabbinin ismiyle oku...” âyeti nâzil olmuştur. Ondan sonra İmâm-ı Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin rivâyetleri üzere “Yâ eyyühel müddessir... Ey örtülere bürünen...” âyeti nâzil olmuştur.
İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: Hak teâlâ hazretleri resûlüne olan sevgisini göstermek isteyip nübüvvetin başlangıcı olduğu zaman her nerede giderse geçtiği yerlerde taşlar ve ağaçlar ona selâm verip:
— Esselâmü aleyke ya Resûlâllah! derlerdi.
Peygamber Efendimiz, acaba selâm veren kimdir diye sağma soluna bakınır, taştan ve ağaçtan başka bir şey görmezdi.
Ebû Nuaym (Allah ona rahmet etsin) der ki: İlk önce Cebrâil ve Mîkâil Resûlüllah hazretlerinin mübarek göğsünü yarıp yıkadılar, temizlediler. Ondan sonra “Rabbinin ismiyle oku!” dediler. Bunun hikmeti, vahiy olunan şeyi kalb kuvveti ile alıp kabul etmesiydi.
Bâzı rivâyette, Kur’an-ı azimden ilk nâzil olan, Besmele ile Fâtiha sûresinin tamamıdır, demişlerdir. Ancak hadîs âlimleri, bu rivâyetin doğruluğuna kail olmamışlardır. Hattâ İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin), “Bu söz bâtıldır. Söylenecek bir şey değildir. Doğrusu odur ki, Hazret-i Âişe’den nakledilmiştir. Selef ve haleften de nakledilen, bu îtikad üzeredir,” diye buyurmuştur.
Bâzı âlimler buyurmuştur ki: Resülüllah Efendimiz hazretlerine vahiy birkaç mertebe üzere vâki olmuştur.
Birincisi sâdık rü’yâdır. Rü’yasında her ne görse sabah gibi zâhir olurdu.
İkinci Mertebe: Melek görünmeyip haberi hemen şerefli kalbine ilka eylerdi. Nitekim Resülüllah Efendimiz hazretleri: “Hiç şübhesiz olarak Rûhu’l-Kudüs benim kalbime ilka eyledi ki, hiç bir nefs rızkını tamamlamadıkça ölmez,” diye buyurmuştur.
Üçüncü Mertebe: Cebrâil aleyhisselâm insan suretine girip gelir, konuşurdu, İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinin hadîsinde sahih senetle rivâyet edilmiştir ki, Cebrâil, Dıhyetü’l-Kelbî suretine girip gelirdi. Dıhye denilen kimse, öyle güzel suretli bir kişi idi ki, ticarete geldiği zaman cemâlini görmek için onu seyretmeye çıkarlardı.
Dördüncü Mertebe: Vahiy, çan sesleri gibi aşırı derecede heybetli bir şekilde gelirdi. Bu şekilde gelişi, Resülüllah Efendimiz hazretlerine gelişlerin hepsinden daha şiddetlisi idi. Hattâ öyle olurdu ki, gayet soğuk bir günde mübarek alnından ter damlaları akardı. Şerefli vücutlarına öyle bir ağırlık basardı ki, altında devesi çöküp yatardı. Bir kere mübarek ayağı Zeyd bin Sâbit’in ayağı üzerinde iken vâki oldu. Zeyd bin Sâbit’in ayağı ezileyazdı.
Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Taberânî ve diğerleri (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet eylemişlerdir ki, Zeyd bin Sâbit (radıyallahü anh) şöyle dedi:
— Ben Resülüllah Efendimiz hazretlerinin vahiy kâtibi idim. Vahiy indiği zaman bâzan olurdu ki, “Muhkem: Sağlam!” derlerdi. Ondan sonra ıstırabı açılıp o söylerdi, ben de yazardım. Yazmaktan geri kalmazdım. Hattâ öyle olurdu ki, Kur’an’ın ağırlığından ayağım ufanmağa yaklaşırdı. “Artık ayağım üzerinde asla yürüyemem,” derdim. Mâide sûresi indiği zaman Resülüllah Efendimiz hazretleri nâka (dişi deve) üzerinde idi. Sûrenin ağırlığından nâkanın bacağı ufanayazdı.
Beşinci Mertebe: Cebrâil aleyhisselâm kendi sûretinde gelirdi. Onun altı yüz kanadı vardı. Cebrâil aleyhisselâm’ın bu sûret üzere görünmesi iki kere vâki olmuştur.
Altıncı Mertebe: Resûlüllah Efendimiz hazretleri gökler üzerinde iken vâki olmuştur. Nitekim Mi’rac gecesi namazın farz olunması göklerde vahiy olunmuştur.
Yedinci Mertebe: Arada Cebrâil vâsıta olmadan Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâm’a söylediği gibi söylerdi. Ancak bu söyleme perde arkasından söylemedir.
Sekizinci Mertebe: Bâzıları sekizinci mertebenin olduğunu ve bunun da arada perde olmaksızın söylemek bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu mes’elede âlimlerin ihtilâfları vardır. Açıklaması inşâallah aşağıda gelecektir.
Şeyhülislâm Veli bin Irakî (Allah ona rahmet etsin) der ki: Amir Şa’bî’den sahih yolla rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:
— Önce üç yıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip gitmeğe Isrâfil vazifeli kılinmış idi. Gelir, görünür, vahiy getirir ve başka sözler söylerdi. Sonradan Cebrâil vazifeli kılınıp geldi ve Kur’an’ı getirdi.
Bâzıları da vahiy mertebelerinde iki mertebe daha zikretmişlerdir:
1 — Bunlardan birisi şudur: Resûlüllah Efendimiz hazretlerine rü’yada Hak teâlâ hazretleri söylemiştir. Nitekim Zührî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz buyurdu ki:
“Rabbim bana gayet güzel bir sûrede geldi ve: ‘Ya Muhammed, Mele-i A’lâ hangi hususta birbiriyle husumet ederler, bilir misin?’ buyurdu.”
Mele-i A’lâ’dan murad, göklerin halkıdır. O halde bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimizin “Gelip söyledi” diye buyurduğu, rü’yada söyledi demektir.
Burada yanlış anlamaya sebep olan şey, “Rab” isminin “Allah” anlamında anlaşılmasıdır. Rab, Allah’ın isimlerinden biridir; tek başına Allah demek değildir. Allah, kulunu terbiye etmek, yetiştirmek, olgunlaştırmak için Rububiyet (terbiyecilik) sıfatından herhangi bir mazharını kulüna gönderebilir. Böylece gönderilen ve gelen, Allah’ın rububiyet sıfatinin bir mazharı, yani Rab olabilir. Yoksa Uluhiyetin bir yerden bir başka yere gitmesi veya gelmesi düşünülemez.
2 — Öbürü de şudur: Cebrâil aleyhisselâm Dıhye’den başka kimse suretinde dahi gelmiştir. Nitekim hadîs kitablarında görülmüştür ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetine bir kişi gelip onun önüne oturdu. Bâzı şeyler sorup Resûlüllah
Efendimiz cevab buyurduktan sonra kalktı, gitti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, seçkin sahabelerine:
— Bu kişi kimdir, biliyor musunuz? diye buyurduğunda onu bilen hiç kimse çıkmadı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
— O Cebrâil’dir, diye buyurmuşlardı.
İbn-i Münir (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Vahiyde hâl, vahyin gerekli kıldığı şey’in değişik olmasına göre çeşitli şekillerde olurdu. Yâni Hak teâlâ hazretleri tarafından gelen haber eğer vaada (iyi işlerin sonuçlan olan mükâfatlara) ve müjdelere ilişkin ise Cebrâil aleyhisselâm insan suretinde gelirdi. Hitapta ve cevapta Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sıkıntı ve zorluk hâsd olmazdı. Fakat gelen haber bir kahır ve azâba ilişkin ise çan veya çıngırak sesleri gibi şiddet ve heybetle gelirdi.”
İbn-i Âdil (Allah ona rahmet etsin) tefsirinde buyurmuştur ki:
“Cebrâil aleyhisselâm, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yirmi dört bin kere inmiştir. Âdem aleyhisselâm’a on iki kere inmişti. îdris aleyhisselâm’a dört kere inmişti. Nûh aleyhisselâm’a elli kere inmişti. İbrahim aleyhisselâm’a kırk iki kere inmişti. Mûsâ aleyhisselâm’a dört yüz kere inmişti. İsâ aleyhisselâm’a on kere inmişti".
Rivâyet olunmuştur ki, Cebrâil aleyhisselâm, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ilk geldiğinde gayet güzel bir sûret ve çok güzel kokular içinde geldi. Aynı zamanda dedi ki:
— Ya Muhammed, Rabbin sana selâm eyler ve buyurur ki: “Sen benim cin ve insanlara resûlümsün. O halde onları Tevhid kelimesine dâvet eyle.”
Cebrâil aleyhisselâm ayağını yere vurdu. Yerden su kaynayıp çıktı. Cebrâil aleyhisselâm o sudan kendi abdest aldı. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de “Abdest al” diye emretti. Sonra Cebrâil aleyhisselâm namaza durdu. Ona da kendisiyle beraber namaz kılmasını emretti. Böylece abdest alıp namaz kılmayı öğrettikten sonra çıkıp göğe gitti.
Daha sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri dönüp gelirken yolda taştan ve ağaçtan bir nesneye uğramazdı ki, “Esselâmü aleyke ya Resûlâllah!” diye kendisine selâm vermesin.
Nihayet Hazret-i Hadîce’ye geldi, haber verdi. Hazret-i Hadîce öyle sevindi ki, sevincinden bir zaman aklı başından gitti.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz, Hazret-i Hadîce’ye:
— Abdest al! diye emretti.
Hazret-i Hadîce abdest aldıktan sonra Resülüllah Efendimiz hazretleri Hazret-i Hadîce ile beraber namaz kıldı, ilkönce namaz iki rek’at farz olmuştu. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri Müslümanlara yolculukta (seferde) o farz olunduğu üzere iki rek’ati kararlaştırdı. Hazarda (sulh ve sükûn zamanında) ise tamamını kılmayı emir buyurdu.
Mukatil (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Namaz önce iki rek’at farz olmuştu. Ve iki vakit idi. İki rek’at sabah ve iki rek’at akşam namazı kılınırdı. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:
“Akşam ve sabah Rabbini öğerek tesbîh et,” (Kur’an: 40/55) diye buyurmuştur. Akşam ve sabah tesbihten murad namaza emirdir.”
Fethü’l-Bârî adlı kitabda yazılıdır ki: Resülüllah Efendimiz hazretleri Mi’rac gecesinden önce namaz kılardı. Ashâbı da böyle idiler. Bu kesindir. Bunda ihtilâf yoktur. Ama beş vakit namazdan önce hiç namaz farz olunmuş mudur yoksa olunmamış mıdır? işte bunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları dediler ki: “Güneşin doğumundan önce ve batımından önce namaz kılmak farz idi. Hak teâlâ hazretlerinin:
“Güneşin doğumundan ve onun batımından önce Rabbini öğerek tesbîh et,” (K: 20/130) diye buyurması buna işarettir,” dediler.
İmâm-ı Nevevî der ki: “İlkönce vâcib olan, inzâr (korkutma, uyandırma) ve tevhide dâvet idi. Ondan sonra gece namazı idi. Nitekim Müzzemmil sûresinin başında: “Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk!” diye buyurulmuştur. Mânası Resülüllah Efendimiz hazretlerine geceleyin namaz kılması için emirdir. Ondan sonra beş vakit namaz emrolunup gece namazinin farziyeti nesh olunmuşur.”
Ama Cebrâil aleyhisselâm’ın Resülüllah Efendimiz hazretlerine abdest almayı öğrettiğine dair yukarıda zikredilmiş olan rivâyet delâlet eder ki, abdest almak Mi’rac gecesinden önce farz kılinmıştır. Buyurmuşlardır ki: Peygamber Efendimiz hazretlerine Hira dağında Melek gelip “Rabbinin ismiyle oku!’’ (K: 96/1) diye buyurduktan ve yine yukarıda anlatılan haller gerçekleştikten sonra vahiy gecikti, gelmedi. Peygamber Efendimiz hazretleri gayet mustarip oldu, diye rivâyet olunmuştu. Ama vahyin ne kadar müddet geciktiğini İbn-i İshak (Allah ona rahmet etsin) belirtip “Üç yıl idi” demiştir. Ve bütün bu gecikmeden murad, o zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelen hayret ve dehşetin tamamen zâil olup tekrar vahyin gelmesine en üstün derecede şevk hâsıl olması idi, diye buyurmuşlardır.
İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) tarihinde Şa’bî’den rivâyet eylemiştir ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kırk yaşında iken nübüvvet geldi. Nübüvvetine üç yıl İsrafil aleyhisselâm me’mur kılındı. Yâni o gelip giderdi ve bâzı şeyler öğretirdi. Ancak İsrail aleyhisselâm’ın lisaniyle Kur’an gelmedi. Uç yıldan sonra Cebrâîl aleyhisselâm me’mur kılınarak onun lisâniyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yirmi yıl Kur’an nâzil oldu.”
İbn-i Sa’d ve Beyhakî dahi böyle rivâyet etmişlerdir.
O halde Ebû Amr ve diğerlerinin de dedikleri gibi bu rivâyetten açıkça ortaya çıkar ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin nübüvveti risaletinden daha önce imiş. “İkrâ’ bismi rabbike Rabbinin ismiyle oku” (K: 96/1) âyeti nâzil olduğunda nübüvvet gelmiş. Müddessir (K: 74) sûresi nâzil olduğu zaman da risalet gelmiş; ümmete beşîr (müjdeci), nezîr (korkutucu, uyarıcı) ve şeriat sâhibi olması bu mertebede gerçekleşmiştir. Müddessir sûresinin “İkrâ’ bismi rabbike” den sonra indiği kesindir. Bu hususta ihtilâf yoktur. En iyisini Allah bilir.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kadınlardan ilkönce îman getiren Hazret-i Hadîce (r. anhâ) dır. Kadın tâifesine bu fazilet ve şeref yeter ki, herkesten önce îman getirmek onlara müyesser oldu. Peygamber Efendimiz hazretlerinin daima şerefli rızasını gözetip O’na en üstün derecede meyil ve muhabbet üzere olduğu için Hak teâlâ hazretleri Hadîce’ye (r. anhâ) bu saadeti lâyık gördü ve ihsan buyurdu.
Erkeklerden ilk önce îman getiren ise Ebû Bekir Sıddık’tır. Allahü teâlâ ondan razı olsun.
İbn-i Abbâs, Hassan bin Sâbit, Esmâ binti Ebû Bekir, Nehaî, İbnü’l-Maceşûn ve Muhammed bin Münkedir (Allah onların hepsinden râzı olsun) ittifak etmişlerdir ki, erkeklerde ilk önce îman getiren Hazret-i Ebû Bekir’dir. Bâzıları dediler ki: “Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib (kerremallahu veçhe) henüz bülûğ çağına ermemişti ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetinde bulunurdu. Hazret-i Hadîce’den hemen sonra o îman getirmiştir.”
Taberî’nin (Allah ona rahmet etsin) hikâye ettiği üzere Hazret-i Ali Efendimiz o vakit on yaşında idi. Selmân, Ebû Zerr, Mikdad, Habbab, Câbir, Ebû Saîd Hudrî ve Zeyd bin Erkam (Allah onların hepsinden razı olsun) ittifak etmişlerdir ki, Hazret-i Hadîce’den sonra hemen Hazret-i Ali (radıyallahü anh) îmana gelmiştir. Ama erkeklerde olsun dişilerde olsun Hadîce’den önce kimse îmana gelmeyip herkesten önce Hazret-i Hadîce’nin îmana geldiğinde ittifak vardır ve bunda asla ihtilâf yoktur.
Bâzıları: “Erkeklerden ilk önce îmana gelen, yukarıda zikri geçen Varaka bin Nevfel’dir ki, Hazret-i Hadîce’nin amcası oğludur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hira dağında vâki olan husustan korkup Hazret-i Hadîce de onu alıp Varaka’nın yanına gittiği zaman Varaka:
— Ya Muhammed! Sana gelen o melek, Hazret-i Mûsâ’ya vahiy getiren melektir. Nolaydı, senin nübüvvetin zamanına ben de yetişeydim ve sana yardım edeydim, demişti.
“Bunlar, Peygamber Efendimiz hazretlerinin nübüvvetine yetişmektir. Nihayet risaletine yetişmemiş olur,” dediler.
Ama Ebû Nuaym’ın rivâyeti üzere Varaka bin Nevfel’in:
— Ya Muhammed! Şâd ol ki, ben şehadet ederim, muhakkak sen, İsâ bin Meryem’in müjdelemiş olduğu peygambersin. Mûsâ aleyhisselâm’a gelen vahiy meleği sana da geldi. Sen nebiyy-i mürsel (peygamber olarak gönderilen nebî) sin. Sana, cihad etmek ile emr olunsa gerektir. Eğer ben o zamana yetişseydim seninle beraber cihad eylerdim, dediği sahih olursa Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin risaletini tasdik etmiş olur. Bu takdirde erkeklerden ilk İslâm’a gelen Varaka bin Nevfel olur, demişlerdir.
Fakat bu rivâyet üzerinde bâzı sözler vardır. Zira îman getirdi demekten kasdedilen, Resûlüllah hazretleri risaleti tebliğ ettiğinde onu tasdik ve ikrâr etti, demektir. Yoksa tebliğ gerçekleşmeden semavî kitablarda Resûlüllah hazretlerinin vasıflarını görüp nübüvvet ve risalet ile geleceğine itikad eden geçmiş ümmetlerin dahi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ümmetinden olması lâzım gelir. Bununla beraber böyle olduğu da sâbit değildir.
İbn-i Salâh (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bu ümmetin ilk önce îmana gelenleri hakkında lâyık olan şöyle demektir: Hür olup âkil ve bâliğ olanlardan ilk önce îmana gelen Ebû Bekir Sıddık’tır. Oğlancıklarda Hazret-i Ali’dir. Kadınlarda Hazret-i Hadîce’dir. Âzâd olmuş kullarda Zeyd’dir. Âzâd olmayan kullarda Bilâl-i Habeşî’dir. Allah onların hepsinden razı olsun.”
Taberî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Evlâ olan şudur ki, rivâyetlerin arasını birleştirip tasdik ederek şöyle demeli: Mutlak olarak ilk İslâm’a gelen Hadîce’dir. Bundan önce hiç kimse îmana gelmiş değildir. Erkek çocuklarda ilk önce İslâm’a gelen ve Müslümanlığını saklayıp âşikâr etmeyen, Hazret-i Ali’dir. Arap tâifesinden ilk önce İslâm’a gelip Müslümanlığını âşikâr eden er kişi Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) dır. Âzadlı kul tâifesinden İslâm’a ilk gelen Zeyd’dir.”
Bu görüş üzerinde ittifak vardır, ihtilâf yoktur. “Erkeklerden ilk İslâm’a gelen Ebû Bekirdir” diyen kimsenin muradı, hür ve bâliğ olanlardan demektir. Hasan’dan rivâyet edilen görüş dahi bu zikr edilen sözü destekler ki, şöyle dedi:
— Hazret-i Ali kerremallahü veçhe buyurmuştur ki: “Ebû Bekir beni dört şeyde geçti. O dört şey Ebû Bekir’e verildi, bana verilmedi. Birisi, Müslümanlığı aşikâr eylemek. Biri, Resülüllah Efendimiz hazretleriyle en önce hicret etmek. (Zira Resûlüllah Efendimiz Mekke’den Medine’ye gittiği zaman Hazret-i Ebû Bekir de onunla beraber gidip Hazret-i'Ali işin gereği olarak Mekke’de kalmıştı). Biri de mağarada Resülüllah Efendimiz hazretleriyle beraber olmak ve namazda kamet eylemektir. Ben o zamanda Müslümanlığımı saklardım.”
Zeyd bin Hârise’den sonra Hazret-i Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talha bin Ubeydullah İslâm’a geldiler. Allah onların hepsinden razı olsun.
Bunları, Hazret-i Ebû Bekir Sıddık gelip Resülüllah Efendimiz hazretlerine dâvet eyledi. Onlar da sözünü kabûl edip şerefli hizmetine vardılar, İslâm’a gelip namaz kıldılar.
Bunlardan sonra Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Ebû Seleme Abdullah bin Abdü’l Esed, Erkam bin Ebî’l-Erkam, Osman bin Maz’ûn ve onun kardeşleri Kudame, Abdullah, Ubeyde bin Hâris bin Abdü’l-Muttalib, Saîd bin Zeyd ve karısı Fâtıma binti Hattâb İslâm’a geldiler. Ondan sonra hemen halk bölük bölük İslâm’a gelmeğe başladılar. İş bu dereceye varınca Hak teâlâ hazretleri:
“Fasda’ bimâ tü’meru — Yâ Muhammedi Şu emrolunduğun şeyi müşriklere açıkça söyle!” (K:15./94) diye emir buyurdu.
Hâsılı: “Şimden sonra kimseden sakınma ve korkma! Sana gönderdiğimiz şeriat hükümlerini izhar edip bizim tarafımızdan gönderdiğimiz üzre emir ve nehiy eyle,” diye buyuruldu.
Mücâhid (radıyallahü anh) der ki:
— “Fasda’" demekten murad namazda Kur’an’ı cehr (yüksek ses) ile oku demektir.
Ebû Ubeyde bin Abdullah bin Mes’ud: “Resülüllah Efendimiz hazretlerine bu âyet nâzil oluncaya kadar Kur’an’ı ihfâ ile (sessizce) okurdu. Bundan sonra kendileri ve büyük ashâbı cehr ile okumağa başladılar,” diye buyurmuştur.
Rivâyet olunur ki: Peygamberimiz üç yıla değin bütün nübüvvet emirlerini sakladı, âşikâr eylemedi. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri ona emirleri açıklamayı buyurdu. O da kavmine, yâni Kureyş tâifesine, nübüvvetini açıklayıp onları İslâm’a dâvet eyledi. İş henüz bu derecede iken Kureyş kavmi onu çok incitmediler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden pek fazla nefret etmediler. Ne zaman ki, putlarını zikredip puta tapmalarını ayıplamaya başladı, ona karşı düşmanlık besleyip düşmanlıklarını açığa vurdular. Bu durum dördüncü yılda gerçekleşti. İslâm’a gelen geldi, geri kalanı topluca Resûlüllah Efendimiz hazretlerine düşmanlık ve muhalefet üzere ittifak ettiler.
Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib, kendisine karşı şefkat gösteriyor ve himaye ediyordu. Gittikçe düşmanlıkları şiddetlenip Kureyş kavminin kâfirleri Müslümanlarla dövüşmeye başladılar. Kâfirler çoktu. Müslümanlara cefa ediyorlar, onları İslâm dîninden döndürüp mürted eylemek için durmadan çalışıyorlardı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de kötü işler yapmaya girişiyorlardı. Allahü teâlâ onu himaye edip müşriklerin şer ve fesadını te’sirsiz bırakıyordu. Ebû Tâlib, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yardım etmekte ve destek olmaktaydı. Ebû Leheb’den başka bütün Benî Hâşim ve Benî Abdü’l-Muttalib, Resûlüllah Efendimizin yanında idiler. Bu sebebden kimse O’na zarar eriştiremiyordu.
Mukatil (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Tâlib’in yanına gelip onu dîne dâvet ediyordu. Hemen Kureyş tâifesi toplanıp Ebû Tâlib’e geldiler:
— Muhammed’i bize ver, onun hakkından gelelim! dediler.
Ebû Tâlib dedi ki:
— Hiç olur mu ki, ben kardeşim oğlunu size vereyim! Eğer nâka (dişi deve) kendi yavrusundan başkasına meylederse ben de Muhammed’i size veririm!
Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onun hem kardeşi oğlu idi ve hem de elinde büyümüştü. Gerçi kendisine hidayet müyesser olup îmana gelmemişti, ama Resûlüllah Efendimiz hazretlerine can ve başla hizmet üzere idi. O’nu oğlu gibi severdi. O’na meyil ve muhabbeti kemâl derecesinde idi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, halkın evlerine gidip:
“Ey insanlar, gerçek olarak Hak teâlâ hazretleri size buyurur ki, kendisine ibâdet edesiniz ve O’na hiç bir şey’i ortak etmeyesiniz,” diye buyururdu.
Peygamber Efendimiz hazretleri böyle dedikçe Ebû Leheb ardınca gezip:
— Ey insanlar, Muhammed size atalarınızın dînini terk etmenizi emrediyor! diye çağırırdı.
Velîd bin Muğiyre dedikleri kâfir de:
— Muhammed büyücüdür! diye söylerdi.
Kavmi de ona uyarak Resûlüllah Efendimiz hazretlerine büyücü derlerdi. Kureyş tâifesi O’na ezâ edip:
— Şâirdir, Kur’an’ı kendisi söylüyor. Kâhin ve mecnundur, derlerdi.
Kimisi mübarek başına toprak saçar, kimisi de kan getirip kapısına sürerdi. Kâbetullah’ın yakınına varıp secde ettiğinde Ukbe bin Ebî Muît dedikleri mel’un gelip ona çok ezâ eyledi. Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) yanına gelip:
— Rabbim Allah’dır dediği için bir insanı öldürecek misiniz? dedi ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hem diliyle hem de eliyle yardımlar etti.
Âlimler buyurmuşlardır ki: “Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretleri, Fir’avn ailesinin mü’mininden daha üstündür. Zira o, Mûsâ aleyhisselâm’a sadece diliyle yardım ederdi. Hazret-i Ebû Bekir ise Resûlüllah hazretlerine hem diliyle, hem eliyle yardım etti.”
Bunun açıklaması şöyledir: Fir’avn ailesinden bir kimse vardı, Hazret-i Mûsa’ya îman getirmişti. Ama korkusundan îman getirdiğini saklardı, kimseye açıklamazdı. Benî İsrail Hazret-i Mûsa’ya ezâ edip onu öldürmek istedikleri zaman diliyle ona yardım edip:
— Benim Rabbim Allah’dır dediği için bir kimseyi öldürür müsünüz? derdi.
İşte Hak teâlâ hazretleri’nin Kur’an-ı azîm’de:
“Ve kale recülün mü’minün min âli fir’avne yektümü îmânehu etaktülûne recülen en yekule rabbiyallahü — Ve Fir’avn ailesinden îmanını gizleyen mü’min bir adam: Rabbim Allah’dır dediği için bir insanı öldürür müsünüz? dedi,”
(Mü’min: 40/28) diye buyurduğu bu kıssadır.
İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) rivâyet etmiştir ki: Peygamber Efendimiz hazretleri Kâbe’nin yakininda namaz kılıyordu. Kureyş kâfirlerinden bir topluluk haremde oturuyorlardı. Aralarından biri, Resûlüllah Efendimiz’i göstererek:
— Şu mürâîyi görüyor musunuz? dedi. Hanginiz gidip filânların deve boğazladıkları yerden bir miktar kan ve necaset getirir, namaz kılarken arkasına koyar?
İçlerinden gayet şaki bir bedbaht kalkıp getirdi ve Resûlüllah Efendimiz secdeye vardığı zaman mübarek sırtına koydu. Kâfirler bundan hoşlanıp gülüştüler.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri secdede eğlenmişti. Birisi Hazret-i Fâtıma’ya haber verdi. Mübarek sırtından o pis şeyleri alıp yabana attı ve dönüp kâfirlere söğdü.
Resülüllah Efendimiz de namazı tamamlayınca Kureyş taifesine beddua etti. Onlardan adlı adıyla birkaç mel’unu zikredip onlara beddua eyledi. Bunlar, Amr bin Hişâm, Utbe bin Rebia, Velîd bin Utbe, Ümeyye bin Halef, Ukbe bin Ebî Muayt ve Ammar bin Velîd’dir. Allah onların hepsine lânet etsin.
İbn-i Mes’ud (radıyallahü anh) der ki:
— Vallahi ben onların Bedir gazâsında kılınçtan geçirildiklerini gördüm. Sonra kalîb içine bırakıldılar.
Kalîb dedikleri öyle bir kuyudur ki, sadece toprak kazılarak yapılır ve taşla örülmez.
Bu adı geçen mel’unlar arasında Amr bin Hişâm denilen kimse, Ebû Cehil mel’unudur.
Rivâyet olunur ki, Bedir gazâsında seçkin sahâbeler, mel’unları kırdılar. Sonra onları it gibi ayaklarından sürükleyip kuyunun içine doldurdular. O mel’unlar hakkında Resülüllah Efendimiz hazretleri:
— Yâ Rab, o kalîbe (kuyuya) atılan kâfirler ardınca lânet yetiştir, diye buyurmuştur.
Bâzıları dediler ki: Resülüllah Efendimiz hazretleri bu sözü, beddua ettiği zaman söylemişti. Bu takdirde O’nun peygamberliğine çok büyük bir delîl olur. Zira daha o zamandan kalîbe atılacaklarına işaret etmiş olur. Ancak kalîbe atılmalarından sonra söylemiş olmasına da ihtimal vermişlerdir.
Ondan sonra Hazret-i Hamza bin Abdü’l-Muttalib (radıyallahü anh) İslâm’a geldi. Kureyş taifesi içinde Hazret-i Hamza, son derece izzetli ve itibarlı bir yiğit, pehlivan, yürekli ve kahraman bir kimse idi.
Itkî’nin dediği üzere Hazret-i Hamza altıncı yılda İslâm’a geldi. Hazret-i Hamza îmana gelmekle Resülüllah Efendimiz hazretlerine galebe ve kuvvet hâsıl oldu. Kureyş kavmi bir müddet geri çekilip eskisi gibi O’nu incitemez oldular.
Mağlatay (Allah ona rahmet etsin) der ki:
Kureyş kâfirleri Resülüllah Efendimiz hazretlerine geldiler:
— Eğer maksadın şerîf olmaksa seni üzerimize seyyid edelim, hepimizin ulusu sen ol. Eğer padişah olmak istiyorsan seni padişah edelim, padişahımız ol. Eğer sana gelip görünen şey cin ise mallarımızı harcayalım, hekimler getirip seni tedavi ettirelim. Ya bu dertten kurtulasın, yahut seni mâzur görelim, dediler.
Resülüllah Efendimiz hazretleri:
— O sizin dediğiniz nesneler bende yoktur. Fakat Hak teâlâ beni gerçek resul olarak gönderdi. Bana kitap indirdi, benim beşîr (müjdeleyici) ve nezîr (korkutucu) olmamı buyurdu. Yâni lûtfunun haberleri ile sevindirmemi ve kahrinin haberleri ile korkutmamı istedi. Bunun üzerine ben, Hak teâlâ’nın gönderdiklerini size yetiştirdim ve size nasihat eyledim. Eğer size getirdiğim nesneyi benden kabûl ederseniz o sizin dünya ve âhirette nasibiniz olup istenene yetişmenize sebeb olur. Eğer kabûl etmeyip üzerime red ederseniz tâ Allahü teâlâ benimle sizin aranızda hükmedinceye kadar sabrederim, buyurdu.
Hâsılı: “Ne şeriflik ve ne padişahlık dilediğim şeydir. Ne de gözüme cin görünür. Ben gerçek peygamberim. Hak teâlâ tarafından elçilikle geldim ve size elçiliği tebliğ ettim. Eğer tutarsanız hoş, tutmazsanız Hak teâlâ sizin hakkınızdan gelinceye kadar sabrederim,” diye cevab verdi.
Bundan sonra Nadr bin Hâris ve Ukbe bin Ebî Muayt gittiler, Yahudi âlimlerine vardılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında haber sordular:
— işte aramızda şöyle bir kimse peyda oldu. Allah’tan haber aldığını iddia ediyor. Gerçek peygamberin nasıl olması gerekir? Kitablarınızda buna dair bilgi var mıdır? dediler.
Onlar da dediler ki:
— Gidin, O’na üç şeyden sual sorun. Eğer haber verirse gerçekten mürsel (Allah tarafından temsil salâhiyetini haiz olarak gönderilmiş peygamber) nebidir. Haber vermezse yalan söylüyor demektir. Önce sorun ki, evvel zamanda giden yiğitler kimlerdir? Ondan sonra sorun ki, recül-i tavâf (devredip dönen adam) kimdir? Yine sorun ki, ruh nedir?
Bunun üzerine geldiler, mezkûr sualleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sordular. Peygamber Efendimiz:
— Yarın size cevab veririm, dedi.
“İnşâallah” demek hâtırına gelmedi. Ondan sonra nice bir gün eğlenip vahiy gelmedi. Sonra şu âyet-i kerime nâzil oldu:
“İnşâallah demedikçe hiç bir nesne için yarın ben onu işlerim, demeyin.”
(Kehf sûresi: 18/23 24).
Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri vahyetti ki:
— O sordukları evvel zamanda gitmiş olan yiğitler Ashâb-ı Kehf’dir. Onlar, Dakyanos’dan kaçıp gittiler. Recül-i Tavâf ise Zülkarneyn’dir. Ruh’dan sual etmişlerdi. “Ruh, Rabbimin ermindendir” diye cevab ver, denildi.
Nitekim Hak teâlâ hazretleri:
“Sana ruhdan sual ederler. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir,” (Isrâ sûresi: 17/85) diye buyurmuştur.
Ama tınam-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Abdullah bin Mes’ud (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
— Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile bir bahçede idik. Birkaç Yahudi geldi. Resûlüllah Efendimiz’e ruhdan sual ettiler. Bir müddet sükût eyledi. Vahiy geldiğini anladım. Ondan sonra: “Sana ruhdan sual ederler. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir,” (K: 17/85) âyeti nâzil oldu.
İbn-i Kesîr (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Bu rivâyetin zâhirinden anlaşılan şudur ki: Bu âyet-i kerime, Medine-i münevverede Yahudi tâifesi ruhdan sual ettikleri zaman nâzil olmuş olabilir. Isrâ sûresinin ise hepsi Mekke’de nâzil olmuştur. Mekke’de nâzil olduğuna şu da delildir ki, Kureyşliler gidip Yahudi tâifesine:
— Bize sual öğretin, gidelim, Muhammed’e soralım, dediler.
Şuna cevab verilmiştir ki, bir âyetin iki kere nâzil olması mümkündür. Nice kere vâki olmuştur. Önce Mekke’de nâzil olduktan sonra Medine’de nâzil olması da muhtemeldir.
— Medine’de sual olunduğu zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri niçin derhal cevab vermeyip beklediler? Mademki âyet-i kerime daha önce Mekke’de nâzil olmuştur, o halde susmalarının sebebi ne idi? denilirse mümkündür ki, daha açık bir beyan nâzil olsun diye beklemişlerdir.
Sual edilen ruh’dan kasdedilenin ne olduğunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları dediler ki, insan ruhudur. Bâzıları, “Ruh Cebrâil aleyhisselâm’dır” dediler. Bâzıları, “Ruhullah (Allah’ın Ruhu) olan İsâ’dır” dediler. Bâzıları, “Çok büyük bir melektir ki, kıyâmet gününde yalnız başına bir saf olsa gerektir” dediler. Bunlardan başka olmasına da ihtimal verdiler. Zira ruh çok mânaya gelir.
İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Hepsinden üstün tutulan görüş, muradlarının insan ruhundan sual etmek olmasıdır. İsâ aleyhisselâm’dan sual etmek değildir. Zira Yahudi tâifesi onun Ruhullah olduğuna kail değillerdir ki, ona ruh desinler ve ondan sual etsinler. Muradları Cebrâîl aleyhisselâm yâhut başka melek de değildi. Zira onların melek olduğu malûmdur. Müşkül bir şey değildir ki, imtihan için ondan sual etsinler.”
İmâm-ı Fahr-i Râzi (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Hakikatte üstün tutulan ve seçkin olan görüş, onların hayat sebebi olan ruh’dan sual etmiş olmalarıdır. Onun cevabı da en güzel şekilde gerçekleşmiştir. Bunun açıklaması şöyledir: Ruh’dan sual etmek ihtimaldir ki, ruhun mahiyetinden sual etmektir. Yâni ruh nasıl bir şeydir, hakikati nedir yahut mütehayyiz (boşlukta yer kaplayan bir şey) midir, yoksa değil midir, mütehayyizde bir hâl midir, değil midir? demek olabilir. Bunların mânaları şöyle demek olur ki:
— Ruh bir mekânda durur mu, yoksa durmaz mı yahut mekânda duran nesneye girmiş midir, yoksa değil midir? demektir.
Şu ihtimal de vardır: Ruhdan sual etmelerinin mânası:
— Ruh, kadîm (ezelî) midir, yoksa hâdis (sonradan meydana gelmiş) midir? demek olabilir.
Yahut:
— Ruh, bedenden ayrıldığı zaman da durur mu yoksa fena bulur, gider mi?
— Ruha rahat ve azab ne şekilde yetişir? demek de olabilir.
İşte bunların hepsinden sual olunması ihtimali vardır. Böylece her takdir üzere muradları hangisi olursa olsun cevab delâlet eder ki, ruh, mevcut (vâr olan) bir nesnedir, bütün tabiatlara ve unsurlara muhaliftir, onlardan terkib olunma değildir. Belki mücerred ve basit bir cevherdir. Allahü teâlâ’nın emriyle hâdis olur ve cesede hayat vermekte te’siri vardır. Kendine mahsus keyfiyetini bilinmekten nefy etmek lâzım gelmez. Yâni ruhun hakikati ve keyfiyeti bilinmez diye düşünmek doğru değildir. Ancak onun hakikatini bilmenin de kendine mahsus yollan olduğunu bilmek gerekir.
Âyet-i kerîmede geçen “emr”m, fiil (iş) mânasına olması mümkündür. Nitekim “Ve mâ emru fir’avne bi-reşîdin — Ve Fir’avn’ın işi ise akıl dairesinde değildi”
(K: 11/97) âyet-i kerîmesinde geçen emr de fiil mânasınadır. Bu takdirde cevab: Ruh hâdistir, demek olur. Selef bu hususta söz söylemekten ve dikkat çekmekten suskun olmuşlardır.
Fethü’l-Bârî sâhibi (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Büyük bir topluluk ruhun ne olduğu hakkında konuşup her biri bir türlü söz söylemişlerdir. Kimisi, “Ruh, içeri girip çıkan nefestir” dedi. Kimisi, “Bedenin her yerine girip giden lâtif bir cisimdir” dedi. Kimisi de, “Kandır” dedi. Velhasıl bu hususta söylenen sözlerin ve ileri sürülen görüşlerin sayısı yüze yetişti, demişlerdir.”
İbn-i Mende (Allah ona rahmet etsin), bâzı kelâmcılardan rivâyet etmiştir ki:
“Her peygamberin beş ruhu vardır. Her mü’minin üç ruhu vardır,” demişlerdir. Hekimlerin kavline göre “Hayvanî ruh denilen ve kalbin sol boşluğundan dimağa doğru yükselen lâtif bir buhardır.”
Yâni kalb, ortasından ikiye bölünmüş bir nesnedir ki, heybe gibi iki gözü vardır. Sol tarafında olan gözünden çıkan buhur tütünü (tütsüsü) gibi lâtif bir buhardır. Dimağa doğru gider. Canlılar kısmında bütün kuvvetleri taşıyan odur. Yâni görmek, işitmek, bilmek, anlamak, hareket etmek ve bunlardan başka her ne varsa hepsi ondan hâsıl olur.
Ne vakit sıhhata bir âfet yetişip sağlık bozulduğu zaman zayıflık son dereceyi bulup o buhar çıkmaz olsa hayat kesilir, beden ölür. Şunun için sol tarafından çıkar ki, sağ tarafı ciğerden gıda (oksijen) cezbetmekle meşguldür. Hak teâlâ’nın hikmetiyle böyle halk olunmuştur. Bu hayvani ruhun merkebi (biniti) kandır. Yâni bedenin her yerine kanla gider, girer.
Ebû Bekir bin Arabi (Allah ona rahmet etsin) der ki:
Nefs ve ruhun ne olduğunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları: “Bunlar ayrı ayrı nesnelerdir ve hem hâlin hakikati de böyledir,” dediler. Bâzıları da: “İkisi bir nesnedir,” dediler. Ama bâzan olur ki, ruha nefs ve nefse de ruh derler.”
İbn-i Battal (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Ruhun hakikatini bilmeyi Hak teâlâ hazretleri kendine tahsis etmiştir. Zira: “De ki: Ruh Rabbimin emrindendir,” (K: 17/85) diye buyurup hakikatinin tamamı beyan buyurulmayıp mübhem kılındığından anlaşılır ki, Hak teâlâ, onun bilinmesini kendine mahsus kılmıştır. Mübhem bırakmasındaki hikmet şudur ki, insan aczini bilsin, aynı zamanda idrâkinin yetişmediği nesnenin ilmini Hak teâlâ hazretlerine havale etsin.”
İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) der ki:
“Bundaki hikmet insanın aczinin zâhir olmasıdır. Zira bir kişi kendi varlığını yakînen bilirken kendi nefsinin hakikatini bilmeyince Hak teâlâ’nın hakikatini idrâk etmede aczi daha açık olarak ortaya çıkar. Bâzı âlimler buyurmuştur ki: “Âyet-i kerîmede Hak teâlâ hazretlerinin ruhun hakikatini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bildirmemiş olduğuna dair hiç bir delâlet yoktur. Belki onu bilgilendirmiş ve başka kimseyi bilgilendirmeye izin vermemiş olması mümkündür.” Kıyametin kopması hususunda da böyle buyurmuşlardır.
Gerçekten de bu makamda sözün aslı şudur: Bâzen öyle olur ki, suale hakikati üzre cevab verilmemesi, suali soran kimsenin cevabı anlamaya kabiliyet ve istidadı olmadığı için olur. Anlatmağa imkân olmaz. Böylece soruya mübhem bir cevab verilir.
Meselâ bir kimse anadan gözsüz doğmuş olsa açık olan şudur ki, o kimseye renklerden bir nesneyi hakikati üzre anlatmağa mecal yoktur. Meselâ: “Yeşil nedir, kızıl nedir?” dese ona ne demek gerektir ki, onları gözlü kimselerin bildikleri gibi anlatmak kabil olsun. Kendisine sual sorulan kimsede ilim var, anlatmağa kudret de var, fakat sual soran kimsede anlamağa asla kabiliyet yok ise çaresiz, mübhem bir cevab verilip: “Hak teâlâ’nın emriyle halk olunmuş bir nesnedir,” demek lâzım gelir. Suali kabul eden ve ona cevab verecek olan taraf, kemâl üzeredir, onda asla bir eksiklik yoktur. Kusur, suali soran tarafmdadır ki, kendi zâtında onu anlayacak kuvvet halk olunmamıştır. En iyisini Allah bilir.”
İslâm’ın başlarında Kureyş kâfirleri İslâm ehline çok cefa etmişlerdir. Hattâ rivâyet olunur ki, Ammâr bin Yâser’in annesi Sümeyye denilen hâtûna (r. anhâ) kâfirler azâb ederken Ebû Cehil mel’unu yanına uğradı, bir harbe çalıp onu şehîd eyledi.
Ebû Zerr’in rivâyetinde geldiğine göre ilk önce Müslümanlığını açığa vuranlar yedi kişi idi: 1) Resûlüllah Efendimiz hazretleri, 2) Ebû Bekir Sıddık, 3)Ammâr bir Yâser ve annesi 4) Sümeyye Hâtûn, 5) Süheyb-i Rumî, 6) Bilâl-i Habeşî ve 7) Mikdad. Allah onların hepsinden razı olsun, ilk önce bunlar İslâmiyetlerini izhar etmişlerdir.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerine azâb edemezlerdi. Zira amcası Ebû Tâlib önlerdi. Ebû Bekir Sıddık hazretlerine de cefa edemezlerdi. Çünkü onun da kavmi çoktu, önlerlerdi. Ama geri kalan müslümanları, müşrikler tutar, zırh giydirip güneş altına bırakırlardı. Güneşin sıcaklığı Müslümanları eritirdi. Bilâl’i (radıyallahü anh) tutarlar, çocukların ellerine verip Mekke sokaklarında gezdirirlerdi. Bilâl de “Ehad! Ehad!” derdi. Yâni onlar cefa ettikçe Hak teâlâ’yı kasdederek “Bir’dir! Bir’dir!” derdi.
İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir.
Mücahid de rivâyetinde şöyle nakleder: “Bilâl’i tutup boynuna ip takarlar ve çocukların eline verip onunla oynarlardı. Hattâ mübarek boynunu ip kesip iz eyledi. O yine “Ehad! Ehad!” derdi. Hazret-i Bilâl bir Habeşî köle iken küfürden ikrah ederdi. Yine de sabır ve sebatı bu derecede idi. İmanın lezzeti, onların ettikleri azâbın şiddetini kendisine duyurmazdı.”
İmâm-ı Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Urve (radıyallahü anh) den rivâyet olunmuştur ki: “Kâfirlerin azâbından kurtarmak için Hazret-i Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh ) îmana gelen köle ve canyeden yedi kişiyi satın alıp âzâd etmiştir. Onlardan biri Züneyre (r. anhâ) Hâtundur. İmana geldiği için yine kâfir ol diye azâb ederlerdi. O da kabul etmez, belâya katlanıp sabrederdi. Sonunda ettikleri azabdan gözleri görmez oldu. Kâfirler:
— Lât ve Uzzâ, gözlerini böyle kör etti, derlerdi.
O da:
— Yok, vallahi öyle değildir. Benim gözlerimi kör eden, Lât ve Uzzâ değildir, derdi.
Sonunda Hak teâlâ hazretleri gözlerine nur verdi, görmeğe başladı. Züneyre bir kadın ve cariye iken İslâm dini yolunda cefâ ve belâya sabretti. Hak teâlâ hazretleri de inayet edip sabrı berekâtına gözünün nurunu ihsân eyledi.”
Nübüvvetin beşinci yılı içinde Receb ayında Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ashâbına Habeş ülkesine göç etmek için izin verdiler. Birkaç kişi yola çıkıp o diyara gittiler. Bâzıları yalnız başına, bâzıları ise ehlini de yanına alarak gitti. Gidenlerin hepsi bir rivâyette on bir erkek ve dört kadındı. Başka bir rivâyette ise on iki erkek ve beş kadın idi. Bâzıları da kadınlar sadece iki kişiydi demişlerdir. Bu gidenlerin üstüne Osman bin Maz’un bey (başkan) tayin edilmişti.
Zührî (Allah ona rahmet etsin) der ki: Beyleri yoktu. Hemen her biri ayrı ayrı yola çıkıp öylece gitmişlerdi. Denize varıncaya kadar yaya yürüdüler. Oradan yarım altına bir gemi tuttular. Gemiye binip Habeş diyarına gittiler.
Rivâyet olunur ki, bu topluluk içinde Mekke’den ilk çıkan, Osman bin Affân (radıyallahü anh) idi. Osman, Peygamber Efendimizin kızı olan karısı Rukıyye’yi beraber alıp gitmişti.
Yine rivâyet olunur ki, onlar gittikten sonra Peygamber Efendimize haberleri gelmedi. Sonradan bir kadın gelip dedi ki:
— Osman’ı gördüm, karısını bir merkep üstüne bindirmiş, kendisi yaya, gidiyorlardı.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
— Lût peygamberden sonra karısı ile beraber ilk hicret eden Osman bin Affân’dır.
Kureyş tâifesi, Habeş diyarına gidenlerin orada rahatlık ve korkusuzluk üzere yerleştiklerini gördüler. Bunun üzerine bazı arınağanlar düzüp Amr bin As ve Abdullah bin Ebî Rebia ile Habeş padişahı olan Ushame’ye gönderdiler. Ammar bin Velîd’i de beraber gönderdiler ki, orada olan Müslümanları sürüp yine Mekke’ye getirsinler ve bildikleri gibi cefâ etsinler. Ushame de arınağanları kabûl etmeyip reddetti. Yüzlerinin karası ile dönüp gittiler.
Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh), Hazret-i Hamza’dan (radıyallahü anh) üç gün sonra İslâm’a gelmişti. Ömer’in İslâm’a gelmesine sebeb, Resûlüllah Efendimizin duası olmuştu. Resûlüllah Efendimiz:
— Yâ Rab, sen, Ömer bin Hattâb’ın yahut Amr bin Hişâm’ın (Ebû Cehil’in) îmana gelmesi sebebiyle İslâm’a izzet verip galib eyle, diye dua ederlerdi.
Hakk’ın hidâyeti Hazret-i Ömer’e müyesser olup o îmana geldi. Hazret-i Ömer’in îmana gelmesi, kendisinden rivâyet olunduğu üzere şu şekilde gerçekleşmiştir:
“Kız kardeşimin îmana geldiğini işittim ve hemen evine gittim:
— Ey nefsinin düşmanı! işittim ki, sen müslüman olmuşsun! dedim. Onu iyice döğdüm, kanını akıttım. Kanı görünce ağlayıp şöyle dedi:
— Ey Hattâb’ın oğlu! Her ne edersen et, ben İslâm’a geldim!
Bunun üzerine ben de öfke ile yine içeri girdim. Orada yazılı bir kâğıdın durduğunu gördüm. Alıp baktım, üstünde: “Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” yazılıydı. “Er-Rahmâni’r-Rahîm”i görür görmez korktum. Kâğıdı elimden bıraktım. Ondan sonra tekrar dönüp kâğıda baktım: “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih ederler,” (Hadîd sûresi: 57/1) yazılmıştı. Okumaya devam ederek: “Allah’a ve resûlüne îman getirin,” (Hadîd sûresi: 57/7) diye buyurulan yere kadar sûreyi okudum. Bunu okur okumaz:
— “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden resûlüllah Şehâdet ederim ki, Allah’dan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın resûlüdür,” dedim.
Müslümanlar bunu işitip sevindi ve tekbir getirerek dışarı çıktılar. Ben de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gittim. Safâ’nın altındaki evde bulunuyorlardı, içeri girdim. İki kişi kollarıma yapıştı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Salıverin, diye buyurdu.
Onlar da salıverdiler. Gittim, karşısına oturdum. Elbiseme yapışıp beni kendinden yana çekti:
— Benim yanımda İslâm’a gel, ey Hattâb’ın oğlu! diye buyurdu.
Ve dua edip:
— Ya Rab, onun kalbine sen hidâyet eyle, dedi.”
Hidâyet’in mânası, doğru yolu göstermektir. Ömer yine devam ederek der ki:
“Ben de şehadet kelimesini söyledim. Müslümanlar öyle tekbir getirdiler ki, Mekke’nin sokaklarında işitildi. O zaman bir kişi İslâm’a gelse müslüman olduğunu açığa vuramaz, herkesten saklardı. Ben dışarı çıktım ve sır saklamaz bir kimsenin yamna gidip:
— Ben Müslüman oldum, diye söyledim.
Hemen yüksek sesle:
— Ömer İslâm’a geldi!., diye çağırarak halka duyurdu.
Bunun üzerine kâfirler gelip benimle döğüşmeğe başladılar. Onlar bana vuruyor, ben de onlara vuruyordum. Dayım vardı. Kâbe’nin hareminde duruyordu. Kâfirlerle benim kavgamı işitip:
— Nedir bu kavganın sebebi? diye sormuş.
Olanları ona anlatmışlar. O da bâzı adamlar salıp halkı men eyledi. O günden tâ Hak teâlâ hazretleri İslâm’a izzet verinceye kadar hep kâfirlerle döğüşürdüm. Onlar beni döğer, ben onları döğerdim.”
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Cebrâil aleyhisselâm:
— Ya Muhammedi Göklerin halkı, Ömer’in îmana gelmesinden şâd oldular, diye buyurmuştur.
Vaktâ ki, Kureyş tâifesi, Müslümanlarla ve Hazret-i Ömer’in îmana gelmesiyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin izzet bulduğunu gördüler, aralarına gayet şiddetli bir ıstırap düştü. Bir yerde toplanıp Resûlüllah Efendimizi öldürmek için ittifak ettiler.
Bu hazırlıklar Ebû Tâlib’in kulağına erişti. Hemen Benî Hâşim’i ve Benî Abdü’l Muttalib’i topladı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini aralarına alıp korudular. Hattâ Resûlüllah Efendimizin akrabasından îmana gelmeyenler bile Efendimiz hazretlerine yardımda bulundular. Akrabalık gereği olarak hepsi gayrete gelip Peygamberimizi öldürmek isteyen kâfirleri bundan men eder, fitne ve fesatlarını Resûlüllah Efendimizin üzerinden def ederlerdi.
Sonunda Kureyş tâifesi, bozuk fikirlerinin gereği olan zaferi bulamayacaklarını görüp anladılar. Yine toplanıp müşavere ve ittifak ettiler. Bir ahidnâme yazdılar ki, bundan sonra Benî Hâşim ve Benî Abdü’l-Muttalib ile hiç bir muamelede bulunmayacaklar. Ne onlara bir şey satacak, ne de onlardan bir şey alacaklar. Ne onlara kız verip ne de onlardan kız alacaklar. Ve Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendilerine teslim edilmeden sulhu kabûl etmeyecekler!
Sözün kısası bu sözleri bir kâğıda yazdılar. Yazan kimsenin eli kurudu. Bâzıları, bunu Mansur bin Ikrime yazdı, dediler. Bazıları da Beğiyz bin Amir yazmıştı, dediler. Bu kâğıdı getirdiler, yedinci yıl Muharreminin ilk gününde Kâbe’nin içine astılar.
Ebû Leheb’den başka bütün Benî Hâşim ve Benî Abdü’l-Muttalib, Ebû Tâlib’in yanında toplandılar. Bu hâl üzre iki üç yıl durdular. Bâzıları, daha fazla durdular, demişlerdir. Birbirinden öylesine ilişkilerini kestiler ki, bunlara hiç bir şey âşikâr olarak ulaşamazdı.
Rivâyet olunur ki, Necm sûresi nâzil olduğu zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu sûreyi okurken:
“Efe-reeytümü’l-lâte ve’l-uzzâ. Ve menâte’s-sâlisete’l-uhrâ — Gördünüz mü Lât ve Uzzâ’yı? Ve öteki üçüncüsü olan Menât’i?” (Necm sûresi: 53/19-20) diye buyrulup müşriklerin putlarının zikrolunduğu yere geldiği zaman mel’un şeytan geldi ve putları öğecek şekilde:
“Tilke’l-garânîku’l-ulâ ve in şefaatihünne li-turtecâ — Şu yüce ak kuşları (veya ak ve yakışıklı yiğitleri) gördünüz mü? İşte onların size şefaatleri umulur!” diye söyleyip kâfirlere bu sözleri işittirdi.
Garânîk, gırnûk’un çoğuludur. Gımûk kelimesi ise iki mânaya gelir. Birisi bir ak kuş demektir ki, suda bulunur. İkincisi o yiğide denir ki, ak ve güzel endamlı olur.
Velhâsıl mel’un İblis, o putları zikrolunan bu şeylerin birine tesbih edip aynı zamanda onların şefaatları umulur demiş oldu. Müşrikler bu sözleri işitince Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sâdır oldu sandılar. Resûlüllah Efendimiz, sûrenin sonuna varıp secde âyetini tilâvet eyledi. Secdeye varır varmaz müşrikler de secdeye vardılar. Şöyle sanmışlardı ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri onların putlarını hayır ile yâd etmiş oldu.
Bu husus halk arasında yayıldı. Mel’un İblis, bu haberi meşhur eyledi. Öyle ki, Habeş vilâyetinde, bile işitildi. Oraya gitmiş olan Müslümanlar, Mekke müşriklerinin hepsinin Müslüman olup Peygamber Efendimiz hazretleri ile beraber namaz kılmış olduğunu sandılar. Bâzısı acele ile oradan kalkıp Mekke’ye geldiler. Sonradan Hak teâlâ hazretleri, o bâtıl sözün İblis’in sözü olduğunu bildirmek için şu âyet-i kerîmeyi inzâl eyledi:
“Biz senden evvel hiç bir resul ve nebî göndermedik ki, o resûl re nebî bir şey temenni ettiği vakit şeytan onun arzusuna bir şey katmamış olsun. Cenâb-ı Hak şeytanın kattığını iptal eder, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır. Allah sonsuz bilgi ve hikmet sâhibidir.” (Hacc sûresi: 22/52).
Sözün kısası bütün peygamberlere vâki olmuştur ki, tilâvet ederken onların sözünün arasına mel’un şeytan kendi sözünden bir şey katmıştır. Tâ ki, işitenler o sözün peygamberden çıktığını sansınlar. Ve bu yolla halkı doğru yoldan saptırsın.
Müşrikler hâlin böyle olduğunu anlayınca Resûlüllah Efendimiz. hazretlerine karşı düşmanlıkları eskisinden daha fazla oldu:
— Biz bunu sandık ki, ilâhlarımızı hayırla andı. Onun için onun ile beraber secde ettik, dediler.
Yine türlü türlü fitne ve fesada başladılar. Bunun üzerine Müslümanlar bir defa daha hicret edip Habeş vilâyetine gittiler. Ammâr bin Yâser’in beraber olması takdirine göre bu kere gidenler seksen üç erkek ve on sekiz kadın idi.
Hazret-i Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) da, Habeş’e gitmek niyetiyle çıkmıştı. Berkü’l Gımmâd denilen yere vardığı zaman Habeş’e gitmekten vazgeçip orada olan kavmin seyyidi Mâlik bin Düğunne’nin himayesinde kaldı. Onun kapısı önüne bir mescid bina edip orada ibadetle meşgul oldu. Namaz kıldığı zaman müşriklerin hatunları ve cariyeleri gelip kendisine bakar ve taaccüb ederlerdi. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) gayet gözü yaşlı bir kişi idi. Kur’an okuduğu zaman ağlamaktan kendini alamazdı. Muhakkak gözlerinden yaş akardı. Kureyş tâifesi Hazret-i Ebû Bekir’in bu hâlini işitip İbn-i Düğunne’ye haber gönderdiler:
— Biz buna razı değiliz ki, Ebû Bekir mescidinde alenen namaz kılsın, karılarımız ve çocuklarımız da gidip bakışsınlar! Olur ki, onlar da İslâm’a meylederler. Eğer namaz kılarsa evinde kılsın. Olmazsa yanından gitsin, dediler.
O da bu sözleri Ebû Bekir (radıyallahü anh) hazretlerine nakledince Hazret-i Ebû Bekir:
— Ben senin komşuluğundan geçtim, Hak teâlâ hazretlerinin komşuluğuna razıyım, dedi.
İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir. İşte bundan anlaşılır ki, Hazret-i Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) oradan kalkıp yine Mekke şehrine gelmiştir.
Bundan sonra rivâyet ederler ki, müşrikler, Kâbe’nin içine astıkları ahidnâmeyi bir gün alıp yırtmak istediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Allah’ın ilhamı ile dedi ki:
— O kâğıdın içinde Allah’ın isminden başka yazılmış ne varsa hepsini böcek yemiştir.
Kâfirlerden birisi gitti, kâğıdı asılı olduğu yerden indirdi. Gördü ki, gerçekten Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin buyurduğu gibi neresinde Allah’ın ismi var ise kalmış, geri kalanını böcek yemiş.
Bu mes’ele onuncu yılda vâki oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ömrü kırk dokuz yıl, sekiz ay, on bir gün olduğu zaman amcası Ebû Tâlib dünyadan intikal etti. Vefat ettiğinde seksen yedi yaşında idi. Bâzıları, nübüvvet tarihiyle onuncu yılda Şevval ayında vefat etti, demişlerdir.
Rivâyet ederler ki, vefat eder olduğunda Resûlüllah Efendimiz hazretleri dedi:
— Ey Amca, bir kere şehadet kelimesi getir, kıyamet gününde sana şefaat edeyim.
Ebû Tâlib, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendisini Müslüman etmeğe hırsı olduğunu gördü ve:
— Ey kardeşim oğlu, eğer Kureyş tâifesi ölüm korkusundan Müslüman oldu demeselerdi seni sevindirmek için şehadet getirirdim, dedi.
Ölüm yakın olduğu zaman Abbâs gördü ki, Ebû Tâlib dudaklarını kıpırdatıyor. Geldi ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:
— Ey kardeşim oğlu, vallahi kardeşim senin buyurduğun kelimeyi söyledi, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Ben işitmedim, diye buyurdu.
İbn-i İshak böyle rivâyet edip “Ebû Tâlib ölürken îmana geldi” demiştir. Ama buna cevab vermişlerdir ki: Abbâs’ın şehadeti ile Ebû Tâlib îmana gelmiştir demek doğru olmaz. Zira o zaman Abbâs henüz Müslüman değildi. Eğer Müslüman olsaydı Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onun şehadetini kabûl eder, “Ben işitmedim” diye red etmezdi.
Bununla beraber İmâm-ı Buhârî’nin Saîd bin Müseyyeb’den rivâyet ettiği sahih hadîs gereğince Ebû Tâlib’in küfürle gittiği kesin kabûl edilmiştir. Hattâ son sözü:
— “Alâ milleti Abdü’l-Muttalib Abdü’l-Muttalib’in dîni üzere,” demek suretiyle gerçekleşmiştir.
Şehadet kelimesini getirmekten çekindi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
— Ey amca, Hak teâlâ hazretleri tarafından yasaklanmasaydım senin için Hak teâlâ hazretlerinden mağfiret taleb ederdim, diye buyurdu.
Sonra şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Peygambere ve diğer mü’minlere, müşrikler için mağfiret taleb etmek yoktur. Eğer yakın hısımları olsa bile.” (Tevbe sûresi: 9/113).
Hâsılı Peygamber Efendimiz ve geri kalan diğer mü’minler, müşrikler için istiğfardan yasaklandılar.
Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimize buyurdu ki:
“Muhakkak ki, sen, sevdiğin kimseye hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediği kimseye hidâyet eder.” (Kasas sûresi: 28/56).
Bunlar gösterir ki, Ebû Tâlib tevhid kelimesini söylememiştir. Zira eğer söylemiş olsaydı Hak teâlâ hazretleri onun için istiğfardan yasaklamazdı. Çünkü âyet-i kerîme onun hakkında nâzil olmuştur.
Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden sahih hadîste gelmiştir ki, şöyle dedi:
— Ya Resûlâllah, Ebû Tâlib seni sever ve sana yardım ederdi. Aynı zamanda senin için yabancılara gazab ederdi. Hiç bunların ona faydası var mıdır? diye sordum.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
—“Evet, faydası vardır. Ben onu cehennem ateşinde derin yerlerde buldum da soğucak yere çıkardım.”
Hâsılı: Bana ettiği hizmetler karşılığında azâbı hafifletildi” demektir.
Sahih bir hadîste de buyurulmuştur ki:
“Umarım ki, kıyamet günü şefaatim ona faydalı olur. Cehennem ateşinden soğucak bir yere konur ki, ateş ancak topuklarına çıkar ve ondan dimağı kaynar.”
Netice olarak bunlar delâlet eder ki, iyilikleri karşılığında kâfirin azâbı hafifletilir.
Karrafî’nin Tenkih Şerhinde denir ki:
“Kâfirler dört kısım üzeredir:
1. Ne kalbiyle tasdik ne de diliyle ikrar edenler.
2. Kalbiyle tasdik edip diliyle ikrar etmeyenler.
3. Diliyle ikrar edip kalbiyle tasdik etmeyenler.
4. Kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar ettiği halde îman için gerekli olan amelleri iz’an ve kabul etmeyip red ve inkâr üzere olanlar.
Nitekim Ebû Tâlib’den rivâyet ederler ki, şöyle derdi:
— Hiç şübhesiz ben biliyorum ki, kardeşim oğlu doğru ve haklıdır. Eğer Kureyş taifesinin kadınlarının beni ayıplamayacağını bilseydim O’na tâbi olurdum.
Ebû Tâlib, bir kasidesinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında: “O yalan söylemez ve O’ndan bâtıl söz sâdır olmaz,” demiştir. Bunlar, dil ile ikrar ve kalb ile îtikad kısmındandır. Ama kabûl ve itâat etmediği için kâfir oldu.”
Bâzılarının rivâyetinde gelmiştir ki, Ebû Tâlib vefat eder olduğunda Kureyş’in ileri gelenlerini toplayıp onlara vasiyet etti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini Kureyş’e ısmarlayıp dedi ki:
— Muhammed bu tâifenin içinde emin (sözüne inanılır ve kendisine güvenilir bir kimse) dir. Arap içinde sıddik (sözünün eri)dir. Ondan yalan sâdır olmaz. Benim size vasiyet edeceklerimi o hep câmidir. Yâni, benim size edeceğim irşad ve nasihatleri hep o etmeğe kadirdir. Getirdiği İslâm dîni öyle bir nesnedir ki, kalb onu kabul eder, inkâr eden lisandır. Vallahi ben sanki gözümle görüyorum ki, Arap tâifesinin fakirleri, zayıfları, çölde oturanlar ve her taraftan âlemin halkı onun dâvetini kabûl ettiler. Sözünü tasdik eyleyip şânmı yücelttiler. Gazâlar ve cihadlar edip Kureyş’in başları kuyruk olsa gerektir. Yâni itâat etmeyen ekâbir ve eşrafı zelîl ve hakir olsa gerektir. Velhâsıl ey Kureyş topluluğu! Yardımlarınızı ondan esirgemeyin, ona karşı nusret üzre olun. Vallahi onun yoluna giden doğru yola gider. Onun hidâyetine kavuşan saadet bulur. Vallahi eğer ben sağ olsaydım düşmanların şer ve şamatalarını onun üzerinden def ederdim, dedi ve vefat eyledi.
Bundan üç gün sonra, bâzılarının kavline göre beş gün sonra Ramazan ayı içinde mü’minlerin annesi Hazret-i Hadîce (radıyallahü anh) vefat etti. Nübüvvet tarihinden onuncu yıl içindeydi. Peygamber Efendimiz hazretleri bu yılı andığı zaman âmetü’l-hüzn (hüzün yılı) diye zikrederdi.
Hazret-i Hadîce Resûlüllah Efendimizle birlikte sahih kavi üzere yirmi beş yıl dirlik eylemişlerdi.
Ondan birkaç gün geçtikten sonra Resûlüllah Efendimiz, mü’minlerin annesi Sevde binti Zem’a’ya nikâh eyledi.
Ebû Tâlib’in vefat etmesi üzerine Kureyş kâfirleri yine Resûlüllah Efendimizi incitmeğe başladılar. Hazret-i Hadîce’nin vefatından üç ay geçince ki Şevval ayinin birkaç gecesi kalmıştı çıkıp Tâife gitti. Tâif dedikleri Mekke yakininda bir yerdir. Bir ay orada durup o yer halkinin eşrafını Hakk’a dâvet eyledi, imana gelmediler. Erkeklerinden bazı alçaklara ve kullarına işaret edip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine söğdürürlerdi.
Mûsâ bin Ukbe’den rivâyet edilmiştir ki, arkasından taş atarlardı, mübarek ayaklarına dokunup yaralanırdı. Kanından nalını boyanırdı. Zeyd bin Hâris (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz ile birlikte gitmişti. Zeyd, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kendisini perde ederdi. Taş geldikçe Resûlüllah Efendimize dokunmasın diye karşı dururdu. Taşla onun mübarek başını birkaç yerden yardılar.
İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki, Âişe-i Sıddîka (r. anhâ) bir gün Peygamber Efendimiz hazretlerine:
— Hiç Uhud gazâsı gününden daha belâlı bir gün vâki oldu mu sana? diye sordu.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Vallahi senin kavminden öyle cefa çektim ki, Uhud gazâsında bulunan kâfirlerden onu çekmedim. İbn-i Abd-i Yaleyl bin Abd-i Kilâl’e nefsimi arz eylediğim zamanda, yâni nübüvvetimi bildirip onu dîne dâvet eylediğimde kabûl etmedi. O zaman öyle büyük bir ıstırapla gittim ki, ta Karn-ı Seâlib denilen yere varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı yukarı kaldırdım. Bir bulutun üzerime gölgesini saldığını gördüm. Baktım, bulutun içinde Cebrâil aleyhisselâm duruyor. Bunun üzerine nida edip bana dedi ki:
— Ya Muhammed, Hak teâlâ hazretleri senin onları dîne dâvet ettiğini işitti. Buna karşılık onların sana ne gibi sözler söylediğini de işitti. Dağlara me’mur olan meleği gönderdi ki, ne istersen ona emredesin.
O melek de bana nida edip selâm verdikten sonra dedi ki:
— Ya Muhammed, Hak teâlâ hazretleri senin kavminin sana ne söylediğini işitti ve dağların meleği olan beni sana gönderdi ki, ne istersen bana emredesin. Eğer dilersen onların üzerine iki dağı birbirine kavuşturayım.
Ben, razı olmadım ve:
— Belki umarım ki, onların bellerinden Hak teâlâ hazretleri kendisini tevhid ve kendisine ibâdet edip ortak katmayan kimseleri dünyaya getirsin. Benim muradım budur, dedim.
Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz Tâif’den dönüp gelirken Rebî’ oğulları Utbe ve Şeybe dedikleri kâfirlerin bağlarının yanına uğradı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini görüp hâline acıdılar. Bir salkım üzüm koparıp hizmetkârları olan Addâs adlı bir Hıristiyan ile gönderdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mübarek elini uzatıp:
— Bismillâh deyip salkımdan yemeğe başladı.
Addas, Resûlüllah Efendimizin yüzüne bakıp:
— Vallahi bu sözü bu diyar ehli söylemez, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Sen hangi diyardansın ve ne dindensin? diye sordu.
Addas:
— Ninova karyesinden bir Hıristiyanım, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Yunus aleyhisselâm’ın karyesinden ve iyi adamlardan imişsin, dedi.
Addas:
— Sen Yunus’u nereden biliyorsun? dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
— O benim kardeşimdir. O da benim gibi bir peygamberdi.
Hemen Addas, Peygamber Efendimiz hazretlerinin eline ve ayağına düşüp mübarek ayaklarını öptü ve İslâm’a geldi.
Hadîs âlimlerinden rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz, Tâif’den dönerken Nahle denilen yere geldi. O gece orada Kur’an okudu. Cin sûresini tilâvet ediyordu. Nusaybin dedikleri şehirden yedi tane cin geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini dinlediler. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında bunu şöyle hikâye buyurdu:
“Ve biz sana cinlerden bir topluluk gönderdiğimiz zaman onlar Kur’an dinlediler.” (Ahkaf sûresi: 46/29).
Ama cin tâifesinin Kur’an’ı dinlediğinin ilki bu zikrolunan gece değildir. Belki tâ vahyin başlangıcında dinlemiş idiler. Nitekim İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir ki, cin tâifesi önceleri vahyi dinlerlerdi. Bir söz işitirler, on söz de kendi yanlarından katarlardı. O işittikleri bir söz gerçek çıkar, geri kalanı yalan çıkardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Peygamber olmadan önce cinlere yıldızlar atılmazdı. Sonradan cinler eski âdetleri üzere gök yüzüne vahiy dinlemeğe çıktıkları zaman göktaşları atılıp dokunduğu cinni yakmağa başladı. Bunun üzerine geldiler, bu hususta mel’un îblis’e şikâyet ettiler:
— Göktaşları atılıp bizi yakar oldu. Bunun sebebi nedir ve bizim hâlimiz nice olur? dediler.
İblis dedi ki:
— Bu iş sebebsiz değildir. Alemde bir hâdise zuhur etmiştir.
İblis hemen şeytan askerlerini yeryüzünün her tarafına dağıttı. Yokladılar, gördüler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Nahle denilen yerde iki dağ arasında namaz kılıyor. Geldiler, İblis’e haber verdiler. İblis:
— İşte yeryüzünde zuhur eden hâdise budur, dedi.
İbn-i Ebî Şeybe’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Abdullah bin Mes’ud (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“Peygamber Efendimiz hazretleri Nahle’de idi. Kur’an okuyordu. Cinler gelip dinlediler. Ve birbirini susturup dinlemekle meşgul oldular. Hemen Hak teâlâ hazretleri:
“Ve biz sana cinlerden bir topluluk gönderdik...” (Ahkaf sûresi: 46/29) âyet-i kerîmesini inzâl eyledi.”
Bu rivâyetlerden anlaşılan odur ki, bu defa cinlerin geldiğinden Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin haberi yoktu. Öylece gelip dinlediler ve dönüp kavimleri arasına gittiler. Ama bundan sonra Peygamber Efendimiz hazretlerine nice defa birbiri ardınca rasüller göndermişlerdir. Nahle’de gelen cinler yedi kişi idi.
Ravz sâhibinin yazdığı üzre bunlardan beş tanesinin ismi şudur: Münşi, Nâşi, Şâsır, Mâsır, Ahkab. ikisinin ismi malûm değildir.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Nahle’den kalkıp Mekke şehrine geldi. Mut’im bin Adi’nin civarına kondu. Rebiülevvel ayında bir gece Cebrâil aleyhisselâm gelip O’nu Mi’rac’a, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya alıp götürdü. Mescid-i Aksa’dan yedi kat göklerin üstüne alıp gitti. Hak teâlâ hazretlerini baş gözü ile müşahede eyledi. Orada kendilerine bizzat bâzı nesneler vahy olundu. Beş vakit namaz da farz olundu. O gece yine Mekke’ye gelip Mi’rac’ı Ebû Bekir (radıyallahü anh) hazretlerine haber verdi. Ebû Bekir ve diğer Müslümanlar tasdik ettiler. Kâfirler inanmadılar, Mescid-i Aksâ’nın nişanlarını sordular. Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz’in gözünden perdeyi kaldırdı, Mescid-i Aksâ’ya bakıp bir bir nişanlarını söyledi.
Zührî’nin (Allah ona rahmet etsin) kavlince: Mi’rac beşinci yılda vâki oldu, demişlerdir. Ama bu kavil makbul değildir. Zira mü’minlerin annesi Hadîce (radıyallahü anh) nübüvvetin başlangıcından on yıl geçtikten sonra vefat etmiştir. Hazret-i Âişe’den (r. anhâ) rivâyet edilmiştir ki, Hazret-i Hadîce beş vakit namaz farz olunmadan evvel vefat etti, diye buyurmuştur.
Bundan lâzım gelir ki, Mi’rac, nübüvvetin başlangıcından on yıl geçtikten sonra olmuş olmalı. Ayrıca Mi’rac’a ilişkin tafsilât inşâallah aşağıda gelecektir.
Ensar’dan Akabe’de İlk İslâma Gelenler
Hak teâlâ hazretleri vakta ki, İslâm dinini izhâr edip vâdini yerine getirmekle Resûlüne ikramda bulunmayı murâd edindi, bir gün Hac mevsiminde Resûlüllah Efendimiz Akabe yakininda Medine tarafından gelmiş Hazrec kabilesinden bâzı kimselere rast geldi:
— Siz kimlersiniz? diye sordu.
— Biz Hazrec kabilesindeniz, dediler.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Biraz otursanız, size bâzı şeyler söylesem, olmaz mı? dedi.
Onlar da:
— Olur; nedir o söyleyeceklerin? dediler.
Bir müddet oturdular. Peygamber Efendimiz hazretleri de bunlara İslâm’ı arz edip kendilerini dîne dâvet eyledi. Bir miktar Kur’an tilâvet eyledi. Dinlediler.
Hazrec dedikleri Medine diyarında büyük bir kabiledir. Orada bir kabile daha vardır ki, onlara Evs derler. Zikrolunan bu iki kabile çokluk kimselerdir. Medine’de oturan Yahudi topluluğu, bu kabilelere nisbetle az ve bunlara mağlûb idiler. Her ne zaman aralarında bir çekişme olsa Yahudi tâifesi bunlara derdi ki:
— işte yakın zamanda bir peygamber gelecektir. Çok kalmadı, bugün yarın zuhur eder. Biz ona tâbi olup kuvvet buluruz. Ve sizin hakkınızdan geliriz.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, işte bunları dîne dâvet edince bakıp Yahudilerden dinledikleri üzre Peygamber Efendimizde nübüvvet nişanlarını gördüler. Birbirlerine:
— Yahudiler bizden evvel Peygamber Efendimiz hazretlerinin hizmetine yetişemediler, deyip sevindiler.
Orada altı kişi îmana geldi. Bunların hepsi Hazrec kabilesinden idi. Onlardan biri Ebû Umâme Es’ad bin Zürâre idi. Biri Râfi bin Mâlik, biri Avf bin Hâris, biri Kutbe bin Âmir, biri Ukbe bin Amir, biri de Câbir bin Abdullah bin Riyâb idi. Bâzı âlimler, Câbir bin Riyâb yerine Ubâde bin Sâmit idi demişlerdir.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunlara dedi ki:
— Siz şimden geri bana yardımcı ve destekleyici olur musunuz ki, ben Hak Teâlâ hazretlerinin risaletini halka tebliğ edeyim? dedi.
Bunlar dediler ki:
— Ya Resûlâllah, yüksek malûmunuzdur ki, eski zamanda bizim aramızda Yevm-i Buğâs (Leş yiyen kuşlar günü) vâki olup o günlerde cenkler etmişizdir. Hâlâ bizim aramızda düşmanlık devam etmektedir. Evs ve Hazrec kabileleri bugün de eskisi gibi birbirine düşmandır. Sen bizim aramıza bu hal dururken geldiğin takdirde biz sana yardım edemeyiz. Hele bu yıl bize izin ver, gidelim. Kabilelerimiz arasına varalım. Belki Hak teâlâ hazretleri aramızda sulh olmasını sağlar. Senin bize ettiğin dâveti, gidelim biz de onlara edelim. Umarız ki, Hak teâlâ hazretleri hepimizi sana yardımcı eyler. Şöyle ki, Evs ve Hazrec kabileleri barışıp hep sana tâbi olurlar. Dünyada senden izzetli hiç bir kimse olmaz. Hele bu yıl varıp gidelim, nice olur görelim. Gelecek Hac mevsiminde de yine seninle buluşalım.
Bunları söyledikten sonra döndüler, yine Medine’ye gittiler.
Rivâyet olunur ki, Medine’ye varıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin haberini ilettiler. Öyle oldu ki, Medine şehrinde Peygamber Efendimiz hazretlerinin haberi söylenmedik bir ev kalmadı. Gelecek yıl olunca yine mezkûr yerde Resûlüllah Efendimiz on iki kişiye rast geldi. Bunların beş kişisi geçen yıl gelenlerin Câbir bin Abdullah’dan gayrisi idi.
Geri kalan yedi kişiden biri Muaz bin Hâris, biri de Zekvân bin Abdikays idi ki, bu hemen îmana gelip Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Mekke’de kaldı. Hem muhacirlerden ve hem ensardandır, denilmiştir. Uhud gazâsında kendisine şehadet müyesser oldu. Diğerleri: Ubâde bin Sâmit, Ebû Abdurrahman Yezid bin Sa’lebe, Abbâs bin Ubâde bin Nadle idi. Bunlar da Hazrec kabilesinden idiler. İki kişi de Evs kabilesinden vardı. Bunlardan biri Ebû Heysem bin Tîhan, diğeri de Uveym bin Sâ’de idi.
Bu yedi kişi de îmana gelip Bîatü’n-Nisâ üzre Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile bîatlaştılar.
Bîatü’n-Nisâ Mekke’nin fethinde nâzil olmuştu. Bu bîat şu maddeler üzerine yapılmıştı:
1. Bundan sonra Hak teâlâ hazretlerine ortak koşmayacaklar.
2. Hırsızlık etmeyecekler.
3. Zinâ etmeyecekler.
4. Evlâtlarını öldürmeyecekler.
5. Kimseye bühtan ve iftira etmeyecekler.
6. Hak teâlâ’nın emrettiği nesnelerde isyan etmeyecekler.
7. Her halde işitme ve itâat üzere olacaklar. Yâni Hak kelâmını işitip itâat edecekler, inat ve muhalefet etmeyecekler.
Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:
— Her kim bu ahde vefa eylerse Hak teâlâ hazretleri onu cennete dahil eyler ve her kim muhalefet ederse onun işi Allah’ın dilemesine kalmıştır: Dilerse azâb eder, dilerse afveder.
Yâni bir insan îmana geldikten sonra günah işlemekle tekrar kâfir olmaz. Allahtı teâlâ’nın afvetmesi mümkündür, demektir.
Ondan sonra zikrolunan Müslümanlar dönüp Medine’ye gittiler. Bu mertebede henüz kıtal farz değildi. Medine’de bulunan Müslümanların reisleri Es’ad bin Zürâre (radıyallahü anh) idi. Sonra Evs ve Hazrec kabileleri mektup yazıp Resûlüllah hazretlerine gönderdiler. Kendilerine Kur’an-ı azîm’i öğretecek bir kimse istediler. Peygamberimiz de Mus’ab bin Ömer (radıyallahü anh) hazretlerini ensara Kur’an’ı ve diğer İslâm âdâbını öğretmek üzere Medine’ye gönderdi. Mus’ab oraya vardığı zaman Medine’de Müslümanlar kırk kişi olmuşlardı. Sonradan onun elinde çok kimse Müslüman oldu. Bunlar arasında Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr (Allah onlardan râzı olsun) dahi İslâma geldiler.
Bunlar İslâm’a gelmekle bütün Abdü’l-Eşhel oğullan taifesinin erkekleri ve kadınları bir günde İslâm’a geldiler.. Sadece Isram dedikleri kimse -ki, ismi Amr bin Sâbit’tir - kalmıştı. O da Uhud gazâsında cenk günü îmana gelip kâfirlerle muharebe eyledi. Allahü teâlâ’ya bir secde kılmadan kendisine şehadet müyesser oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Isram cennet ehlinden oldu, diye haber verdi.
Bu zikrolunan Abdü’l-Eşhel öyle mübarek bir kavimdir ki, içlerinden asla bir münafık çıkmamıştır. Hepsi hâlis ve muhlis Müslüman idiler. Allah onların hepsinden razı olsun.
Bundan sonra üçüncü yılın Hac mevsimi olduğu zaman Zilhicce ayında teşrik günleri ortasında yine zikrolunan Akabe’de Medinelilerden yetmiş kişi gelip Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile mülâkat ettiler. Bâzı âlimlerin kavlince yetmişten birkaç kişi fazla idiler. Aralarında iki kadın da vardı. O yerde Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ile şöyle sözleşti ve andlaştılar:
1. Bundan sonra kendi nefislerini, hâtûnlarını ve oğullarını her neden sakınırlarsa Resûlüllah Efendimizi de ondan sakınacaklar.
2. Her kim Resûlüllah Efendimiz hazretlerine düşmanlık üzere olursa ona kılıç vuracaklar.
3. Resûlüllah Efendimizin yolunda Arap ve Acem ile cenk edecekler.
Rivâyet olunur ki, bu andlaşmada ilk önce elini Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek eline koyan Berâ bin Ma’rur (radıyallahü anh) idi. Bâzılarının kavlince Ebû’l Heysem idi. Bâzıları da Es’ad bin Zürâre idi, demişlerdir. Allah onlardan râzı olsun.