Yukarıda işaret olunan rivâyet sigaları sekiz mertebeden ibarettir.

Birincisi semi’tu ve haddeseni’dir.

Sonra ahbarani ve kara’tu aleyhi sigaları gelir ki bunlar da ikinci mertebede yer alırlar.

Kuri’e aleyhi ve ene esma’u sigası üçüncü,

enbe’eni dördüncü,

naveleni beşinci,

şafehani (icazeti şifahi olarak beyan) altıncı,

ketebeli (icazeti yazıyla beyan) yedinci ve

nihayet an ve benzerleri ki kale, zekere, ve rava gibi sema’a ve icazete yahut adem-i sema’a muhtemel olan sigalar da sekizinci mertebeyi teşkil ederler

Bu rivâyet sigalarından ilk ikisi, yani semi’tu ve hadde seni lafızihrı, şeyhin sözlerini tek başına işiten kimselere mahsustur ve bu şekilde alınan hadislerin rivâyetinde bunların kullanılması daha doğru olur. Tahdisin, şeyhin sözlerini işiten kimselere tahsisi hadisçiler arasında şuyubulmuş bir ıstılahtır. Aslında tahdis ile ihbar arasında lügat yönünden hiç bir fark yoktur ve fark bulunduğunu iddia etmek rivâyette güçlük çıkarmaktan başka bir manaya gelmez. Fakat ıstılah manasının yerleşmesinden sonra kelime, örf yönünden hakiki bir mana kazanmış ve lügattaki hakiki mana- sının önüne geçmiştir. Bununla beraber bu ıstılah, şarklı hadisçiler arasında şuyubulmuş, garplıların çoğu ise kullanmamışlardır. Onlara göre ihbar ve tahdis aynı manadadır.

Eğer râvi, ilk sigayı cemi sigasıyla kullanır ve haddesena fulanun yahut semi’na fulanen yakulu, derse bu, onun hadisi başkalarıyla birlikte işittiğine delalet eder. Bazan bu sigalardaki cemi nunu azamet ve büyüklük için kullanılır; ancak isnadlarda bu nadiren görülür.

Yukarıda zikrolunan mertebelerin ilki olan semi’tu lafzı onu ri’vayetinde kullanan râvinin şeyhinden sema’ına delalet etmesi bakımından, rivâyet sigalarının en açığıdır; çünkü bu lafzın bilvasıta sema’a ihtimali yoktur. Halbuki haddeseni lafzı, bazan icazette tedlise de ıtlak olunmuştur. Yine mezkur sigalarm en yüksek ve en üstünü, rivâyetin daha güvenilir bir şekilde tesbit ve muhafaza edildiği imlada vaki olanıdır.

Ahbarani olan üçüncü ve kara’tu aleyhi olan dördüncü mertebedeki sigalar, kendi başına şeyhe okuyan kimselere aittir. Eğer râvi bunları cemi sigasıyla kullanır ve ahbarana yahut kara’na aleyhi derse, bunlar aynen beşinci sırada yer alan kuri’e aleyhi ve ene esma’u gibi bir manaya sahip olur. Bundan da anlaşılıyor ki, şeyhe okuyan kimse için kara’tu tabirini kullanmak, ahbarani tabirini kullanmakta daha iyidir; çünkü bu tabir, hal şekline uyarı en açık tabirdir.

Şeyhe kıra’at, hadisçilerin ekseriyetine göre tahammül yollarından biridir; yani bir nevi hadis alma usulüdür. Bununla beraber İrak ehlinden bazıları bu usulü benimsememişler ve bu sebepten Malik ve diğer Medine imamlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Hatta bazıları daha lileri giderek şeyhe kıra’atı, şeyhin lafzından sema’a tercih etmişlerdir. Aralarında el-Buhârî’nin de bulunduğu büyük bir cemaat ise -Sahih’i Buhârî’nin başlarında nakledildiğine göre şeyhin lafzından sema ile şeyhe kıra’atın sıhhat ve kuvvet yönünden aynı olduğunu aralarında hiç bir fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Enbe’eni lafzının aslı olan inba kelimesi, lügat ve mütekaddimunun ıstılahı yönünden ihbar manasındadır. Ancak mütekaddimunun örfünde an lafzı gibi icazete aittir; çünkü ‘an onlara göre icazette kullanılır.

Mu’asırın an’anesi, yani râvini muasırı olan bir şeyhten an fulanin diyerek hadis rivâyet etmesi, râvinin o hadisi şeyhinden işitiğine hamledilir. Fakat muasır olmayanın an’anesi bundan ayrıdır ve böyle bir rivâyet ya mürsel, ya- but ta munkatı olur. Bu bakımdan an ‘anenin sema’a hamlin deki şart, nıuasaratın sabit olmasıdır.

Muasırın an’anesi, an’anesi sema’a hamledilmekle beraber, müdellis olan kimsenin an’anesi sema’a hamledilmez.

Bazıları ise, muasırın an’anesinin sema’a hamledilebilmesi için, şeyh ile ondan rivâyet eden râvinin, bir defa da olsa birbirlerine mülaki olmalarının sübut bulmasını şart koşmuşlar ve bu şartı, râvinin mürseli hafi cinsinden olan diğer an’anelerinden emin olmak için ileri sürmüşlerdir. Ali İbnu’l-Medini, el-Buhârî ve diğer bazı imamların görüşlerine uygun seçkin mezheb budur.

Hadisçiler, yukarıda zikrolunan rivâyet sigalarından şafeheni fulanu ibaresini şifahi olan icazete, ketebe ileyye fulanun ibaresini ise yazılı olarak verilen icazete tahsis etmişlerdir. Mukatebe, müteahhirundan çoğunun ibarelerinde mevcut olduğu halde, mütekaddimun, bu lafzı, şeyhin yal- nız icazet için değil, fakat rivâyetine ister izin versin ister vermesin, talebeye yazdığı hadisleri için de kullanmışlardır.

Hadisçiler, munavele yolu ile hadis rivâyetinin sıhhati için, münavelenin rivâyet iznine bağlı olmasını şart koşmuşlardır. Bu şartın tahakkuku ile münavele, rivâyet izni verilen şahsın tayin ve tesbitinden dolayı icazetin en yüksek çeşitlerinden biri sayılır. Münavelenin şekli şeyhin, aslını, yani hadislerini yazdığı kendi nüshasını, yahut bu aslın yerini tutacak başka bir nüshayı talebeye vermesi, veya talebenin şeyhe ait bir nüsha ile ona gelmesi ve bu iki şekilden hangisi olursa olsun, şeyhin talebeye “bu kitap, benim fulandan rivâyetimdir, sen de onu benden rivâyet et” demesidir.

Münavelenin bir şartı da, şeyhin, ya kitabı talebeye temlik etmek, yahutta talebenin onu istinsah veya kendi nüshasıyle mukabele edebilmesi için ona iareten vermek suretiyle faydalanmasını sağlamaktır. Fakat şeyh, kitabı verir ve hemen geri alırsa, munavelenin rivâyet iznine bağlı en yüksek bu ıcazet şekli olduğu tebeyyün etmez. Bununla beraber bu munavelenin, şeyhin müayyen bir kitabın rivâyeti için rivâyet keyfiyetini de tayin ederek icazet vermesinden ibaret olan ımuayyen icazet (icazeti muayyene) üzerinde bir meziyyeti vardır.

Munavele izinden hali olduğu, yani şeyh talebeye bir kitap veripte “bu kitabı benden rivâyet et; bunun için sana izin verdim” demediği zaman, ekseriyet nazarında bu münavele ile rivâyet muteber değildir. Fakat bunun muteber olduğu görüşünde bulunan kimseler, şeyhin talebeye bu çeşit bir münavele ile kitap vermesinin, bu kitabın bir beldeden diğer beldeye gönderilmesi mahiyetinde olduğu kanaatındadırlar. Nitekim imamlardan bir cemaat, rivâyeti ızne bağlı olmasa bile, bu çeşit münavelede mevcut bir karineyle iktifa ederek, mücerred kitabetle rivâyetin sıhhatine zahib olmuşlardır. Bizim nazarımızda da, şeyhin, kitabı talebeye elden vermesiyle, ona, bir yerden diğer bir yere göndermesi arasında, her iki şekilde de izin bulunmadıkça, kuvvetli bir fark yoktur.

Hadisçiler, munavelede olduğu gibi vicade ile rivâyette de izni şart koşmuşlardır. Vicade, bir kimsenin, yazarını tanıdığı hatla yazılmış bir kitap bulması ve bu kitabın içindekileri “fulanın hattıyle buldum” diyerek rivâyet etmesidir. Ancak bu kitaptan rivâyeti için izin olmadıkça rivâyetinde ahbarani lafzının kullanılması doğru olmaz; izinsiz bu lafzın kullanılmasındaki hata meydandadir.

Keza kitapla vasiyette de, diğerlerinde olduğu gibi izin veya icazet şart koşulmuştur. Vasiyyet bir kimsenin, ölümü veya bir sefere çıkması halinde kitabını veya kitaplarını muayyen bir şahsa vasiyet etmesidir. Mütekaddimuna mensup imamlardan bir cemaat, kendisine vasıyyet edilen şahsın, bu mücerret vasıyyet ile kitaplan ondan rivâyet etmesini caiz görmüşlerdir. Ekseriyet ise, bunun ancak, vasıyyet eden şahsın diğerine icazet vermesi halinde caiz olacağını ileri sürmüşlerdir.

İ’lamda rivâyet için izin şart koşulmuştur. İ’lam, şeyhin, talebelerden birine “ben falan adlı kitabı fulan kimseden rivâyet ediyorum” diye haber vermesidir. Eğer şeyhin talebeye rivâyetle ilgili bir icazeti varsa bu i’lama itibar edilir; aksi halde icazetsiz i’lam ile rivâyet muteber değildir. Nite- kim hakkında icazet verilen hadis değil de, kendileri için icazet verilen kimselerle ilgili olan icaze-i amme de muteber sayılmamıştır. İcaze-i amme, yani umumi icazet, şeyhin “bütün müslümalar için icazet verdim” yahut “hayatımı idrak edenler, yani yaşadığım devre yetişenler için”, yahut “fulan iklimin”, yahutta “fulan beldenin ahalisine icazet verdim” demesidir. Bu sonuncusu, bir beldeye tahdidi dolayısıyla sıhhate daha yakın sayılmıştır.

Mübhem ve mühmel olmaları dolayısıyle mechul kimselere ve henüz dünyaya gelmemiş olan ma’duma “fulanın doğacak çocuğuna icazet verdim” denilerek verilen icazetler de tıpkı icaze-i amme gibi muteber değildir. Ancak bazıları, şeyhin “sana, doğacak çocuğuna icazet verdim” demek suretiyle ma’dumu mevcuda atfetmesi halinde bu icazetin sahih olduğunu ileri sürmüşlerdir; fakat bu da diğerleri gibi sahih değildir.

Şeyhin “fulan kimse dilerse sana icazet verdim”, yahut “dilediğin takdirde sana icazet verdim” demeyip “fulanın dilediği kimse için icazet verdim” diyerek başkasının arzusuna bağlamak suretiyle mevcut veya ma’duma verdiği icazet de diğerleri gibi muteber değildir.

İcazetle ilgili olarak yukarıda zikrolunan bütün görüşler sahih mezheb üzerine menidir. Bununla beraber el-Hatibu’l-Bağdadi, kendisinden neyin murad edildiği anlaşılmayan mechul müstesna, diğerlerinin hepsinde rivâyeti tecviz ve bunu kendi şeyhlerinden olan bir guruptan nakletmiştir.

Kudemadan Ebu Bekr İbn Ebi Davud ile Ebu Abdillah İbn Mende, ma’dum için verilen, yine onlardan Ebu Bekr lbn Ebi Hayseme arzuya bağlanan icazeti kullanmışlar, kalabalık bir cemaat de icaze-i amme ile hadis rivâyet etmişlerdir. Hata bazı hafızlar, bu yolla rivâyet edenleri bir kitapta toplayarak çoklukları dolayısıyla isimlerini alfabetik sıraya göre tertip etmişlerdir. Bunların hepsi de, İbnu’s-Salâh’ın dediği gibi, rıza gösterilmeyen bir genişlikten ibarettir. Çünkü normal olan ve hususi bir şahsa verilen muayyen icazetler bile, kudema arasında sıhhati üzerinde kuvvetli ihtilaf bulunan meselelerdendir. Fakat müteahhırun arasında, bunlarin muteber sayılarak onlarla amel edilmesi kesinleşmiş olsa bile, bil-ittifak sema’ın dunundadır. Normal icazet böyle olunca, yukarıda zikredilen durumlarda onun nasıl muteber sayılacağı düşünmeğe değer bir konudur. Maamafih, şu da var ki icazet, hadisi mu’dal olarak rivâyet etmekten hayırlıdır