İSLÂM’I
BİTİRME PROJESİ / 2
KUR’ÂN’DA TARİHSELLİK
VE
FAZLURRAHMAN
Dr. C. Ahmet Akışık
- c.ahmetakisik@gmail.com
Pakistan’da Müslüman bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fazlurrahman, İngiltere’de doktora
hocası Oryantalist/Müsteşrik Simon’un yönlendirme ve telkinleriyle Kur’ân,
Şeriat, Peygamber, Vahiy gibi İslâm’ın rukünleriyle ilgili inanç ve algısı
tamamen değişmiştir. O, bu değişimi, bilinçli olarak Sünni Müslümanların Akaid
esaslarına aykırı olarak belirlemiş ve bu sapkınlığı bir dini ideoloji haline
getirerek makale ve kitaplarıyla bütün dünyaya ilan etmiştir.
Fazlurrahman’ın batıl
görüşlerini ve onlara verilen cevapları şöyle sıralayabiliriz:
1. Günümüzde
Müslümanların Kur’ân’ın özellikle sosyal öğretisini ortaya koyacak bir “tefsir
teorisi”ne ihtiyaçları vardır. Geçmiş müfessirlerin Kur’ân’ı âyet
âyet tefsir ettikleri, bir âyeti tefsir ederken başka bir âyete atıfta
bulundukları -Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri- ancak bunun sistematik bir tarzda
yapılmadığı görülmektedir. Bu yüzden Kur’ân tefsirleri, bir dünya görüşünü
ortaya koyamamıştır (Fazlurrahman).
Kur’ân-ı Kerim, ilâhî
kelâmdır. O kelâmın muhatabı, onun tam ve kâmil Müfessiridir. Dolayısıyla
tefsir, aklın ürünü olan teoriyle değil, vahye ve ilhama dayalı olarak “Nakil”le
yapılır. Ahiret halleri gibi gayb ile ilgili konular dışında “akıl”
elbette kullanılr. Ancak bu akıl, İmam Suyûtî’nin ifadesiyle “mevhibe
ilimleri”yle beslenmiş bir akıldır. Bu da sünnî her Müslüman âlimde
bulunmaz. Ehl-i bid’atte ve gayr-i müslimde hiç bulunmaz. İslâm Şeriatının
öngördüğü şekilde Vahye ve Peygamberliğe inanmayan birinin, İslâm ve Kur’ân
hakkında konuşması, Şehristanî’nin tabiriyle tamamen ilhad ve itikaden
sapıklıktır.
Müctehid âlimler, Kur’ân tefsirinde iki yöntem kullanmışlardır: Rivâyet ve Dirâyet.
Rivâyet tefsiri;
Kur’ân-ı Kerim’i Kur’ân, sünnet, sahâbe-i kirâmın sebeb-i nüzûl ve şer’î hüküm
ifade eden haberleri ile ahiret âlemi gibi aklen bilinmesi imkânsız olan
konulara dair kavilleri ve şer’î bir kaynağa dayandığı anlaşılan tâbiûn
sözleriyle yapılan tefsirdir. Buna et-tefsîr bi’l-me’sûr da denir.
Dirâyet tefsirinde
de Müfessirin, âyet-i kerimelerden ilâhî murâd ve maksadı istinbât ederek
ictihadta bulunabilmesi için;
Lügat, nahiv, sarf; iştikâk,
meânî, beyân, bedî’, kırâat, usûlu’d-dîn, usûlu’l-fıkh, esbâbu’n-nüzûl ve’l-kasas;
nâsih ve’l-mensûh, fıkıh ilimlerini; mücmel ve mübhemin tefsiriyle ilgili ehâdîs
ve ilmiyle amel edenlerin kazanabildikleri “mevhîbe” ilimlerini elde
etmiş olması gerekmektedir
“Kur’ân tefsiri,
bir dünya görüşü ortaya koyamamıştır”, iddiasına gelince:
İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı
Kerim, insana dünya ve ahiret saâdeti sunmuştur. Bu saâdetin temelinde
Allah’a kulluk ve ibadet vardır. İslâm, zulmü ve putçuluğu
yasaklamıştır. Çalışarak kazanmayı öngörmüştür. Sömürü düzeninin bir vasıtası
olan faizi yasaklamıştır. Toplumda ahlâkî temellere dayalı kardeşliği ve
yardımlaşmayı esas almıştır. Toplum düzeninin sağlanmasında en önemli unsur olan
adâleti ikame etmiştir.
İşte Kur’ân’ın “dünya
görüşü”nün çerçevesi budur! Tefsiri de buna göre yapılmıştır.
Fakat bugün yürürlükte olan
sistemlere bakıldığında şu özellikler görülür:
Kapitalizm
ve onun revize edilmiş şekli olan Liberalizm’de “Allah’a iman” ve “âhiret
inançı” söz konusu olmadığı gibi sömürü araçlarının başında gelen faiz,
toplumu besleyen bir ana damar kabul edilmiştir. İnsan ilişkilerinde maddeyi ve
menfaati ön plana alan bir yapı kurulmuştur. Hatta Allah’a iman bile
maddileştirilerek “baba” ve “oğul” ilkeleriyle ilâhlar çoğaltılmış
ve din, tamamen beşerileştirilmiştir.
Komünizm
ve diğer bir adıyla Sosyalizm ise, toplumda eşitliği sağlama iddiasıyla
topyekün insan hakları ve özgürlüklerini imha eden bir düzen kurmuştur. Dine ve
maneviyata hiç yer vermemiştir. Ancak bu düzen, 70-80 senelik hakimiyetten sonra
(kısmi uygulamalar dışında) yerini Kapitalizm’e bırakmak zorunda
kalmıştır.
Böylece Kur’ân-ı Kerim,
insanlığa bu farklı dünya görüşlerinin dışında kendine özgü, putperestliği
reddeden, yüce Allah’a kulluğu öngören ve toplumda sosyal adalet, kardeşlik,
yardımlaşma ve adaleti tesis eden bir nizam sunmuştur.
2. Âyetlerin arka planını
teşkil eden bilgiler, “nüzul sebepleri” adıyla tefsir kitaplarında
mevcuttur. Bu âyetlerin gerçek kasdının anlaşılmasında işte bu nüzûl sebebi
bilgisi oldukça önemlidir. Kur’ân’ı anlamak için tarihî bir ortama götürmenin
onun mesajını o zaman ve mekanla sınırlamak gerekir. Bu durumda manayı
evrenselleştirmek, Kur’ân’ı doğru anlamaya engel olur (Fazlurrahman).
Âyetlerin nüzul/iniş
sebeplerini ileri sürerek, emir ve yasakların o dönemle sınırlı olduğu ve
evrensel olmadığı iddiası, tamamen temelsiz ve batıldır. Bu bir ilhad ve
küfürdür. Vahyi ve dini kabul etmemektir. Zaten Müsteşriklerin hedefi de budur.
İslâm coğrafyasında yetişip Müslüman ismi taşıyanlara İslâm’ı ve onun Kitabını,
değiştirme yolunu açmaktır. Bu proje gerçekleştirilmiştir. Hatta Kur’ân’da
Tarihsellik, reformun da ötesinde İslâm’ı tamamen ortadan kaldırma
teşebbüsüdür. Hedef, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve haramlardır. Farzı ve yasağı
olmayan bir İslâm oluşturmaktır.
Küresel Oryantalistler,
İslâm’ın imhasına yönelik bir çok alt yapı çalışması yapmışlardır. Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Siyer, Mezhepler Tarihi ve Tasavvuf gibi ilim dallarında,
kendilerine göre zayıf ve ihtilaflı gördükleri kavram ve konuları gündeme
getirmişler ve bunları İslâm dünyasına taşıyarak İslâm’ı ve rukünlerini
tartışmaya açmışlardır. Sünni Müslümanlık yerilmiş, dalâlet ve bid’at
fırkalarının inanç, fikir ve görüşleri övülmüş ve desteklenmiştir. Bu konuda
akademik (!) çalışmalar yaptırılmıştır. Kur’ân Müslümanlığı, Kaderi inkâr,
Kutsallık, Müctehid İmam Aleyhtarlığı, Hadislerle İslâmiyet ismi altında
Hadisleri Ayıklama, Sünni Mezhepleri Red, doktorası olanların
Müctehid ilan edilmesi gibi fasit fikir ve yaklaşımlar, yaygınlık
kazanmıştır. Üstelik bunlar, üstüne bilimsellik yaftası vurularak
sunulmuştur.
3. Kur’ân’da Allah lafzı,
2500 den fazla kullanılsa da yine O, Allah ve zatı hakkında bir eser değildir.
Zatını bildirmek için indirilmemiştir. Kur’ân, tamamen insanı hedef alan bir
kitaptır. Allah’ın varlığı, Kur’ân için sadece amelîdir. 7. asır Mekke
toplumunun çok tanrıcılığı ve sosyo ekonomik dengesizliğine bir cevap, bir karşı
koyuştur. Bu anlamda tarihsel bir metindir. Kur’ân’ın doğru bir şekilde
anlaşılması için onun tarihsel özelliğine riâyet edilmelidir (Fazlurrahman).
Bir Müslüman, bu cümleleri
nasıl söyleyebilir? Eğer Allah’ü teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de (O ki, birdir,
ezelîdir, ebedîdir, doğmamıştır, doğurmamıştır, eşi benzeri yoktur, insanı ve
kâinatta olan her şeyi O yaratmış ve yaratmaktadır, O her şeyi bilir, görür,
kudretinin önüne kimse geçemez, dilediği her şey olur, dilemediği hiç bir şey
olmaz...gibi) zatî ve subutî sıfatlarını bildirmeseydi,
Müslümanlar Hak teâlâ’yı nasıl bilecekler ve O’na nasıl iman edeceklerdi?
Peygamberlerin gönderilme hikmeti, Hak teâlâ’yı sıfatlarıyla doğru olarak bilmek
ve emrettiği şekilde ibadet ve kullukta bulunmaktır. İnsanın yaratılış
gayesi, budur! Batınîlikte olduğu gibi, Kur’ân’a İslâm şeriatı dışında fasit ve
batıl anlamlar yüklemek, ilhad ve küfürdür.
4. Kur’ân, mahiyeti
itibariyle bir hukuk kitabı değildir. Kur’ân’ın temel gayesi, insanlarda
hakiki bir vicdan oluşmak, insanın ahlakî enerjisini en üst düzeye çıkarmak ve
bu enerjiyi uygun yollarda kullanmaktır.
Eğer Kur’ân, teknik bir
Kitab’a dönüştürülürse, vicdanlar körleşir ve donuklaşır. Kur’ân
emirlerindeki asıl maksat, hukukî değil, ahlakîdir. Hz. Peygamber’in
biyografisine bakıldığında onun öncelikle insanlık için gönderilmiş ahlakî bir
ıslahatçı olduğu görülür. Kur’ân’ı Kerim’de genel yasama, İslâm öğretisinin son
derece küçük bir bölümünü oluşturur (Fazlurrahman).
Bu cümlelerle Kur’ân-ı
Kerim’deki, miras, hırsızlık, riba/faiz, kısas ve şahidlik gibi
âyetlerle açıklanan hükümler kastedilmektedir. Esasen Tarihselciler,
topyekün Ahkâm âyetlerini hedef alarak bunların o zamana ait olduğunu, çağdaş
olmadığını, Batı standartlarına uymadığını, dolayısıyla yürürlükten kaldırmak
gerektiğini söylemekte, sanki “Allah Kelâmı”ndan değil de Sokrat veya Bergson’un
sözlerinden bahseder gibi ahlakî kuralların ön plana alınması
temennisinde bulunmaktadırlar. Şâyet Kur’ân, bu şekilde okunmassa/açıklanmazsa,
vicdanlar körleşecek ve donuklaşacakmış. Ne kadar da doğru bir tespit! Fakat
kimlerin kalpleri/vicdanları körleşir ve donuklaşır? Kur’ân-ı Kerim’de
buyruluyor:
Allah, o
(Kur’ân’ın sunduğu hakikatleri görmeyen ve kabul etmeyen ) kâfirlerin
kalplerine mühür vurmuştur. (Hissetmezler.) (Bakara, 7).
(O Münafık kâfirler,)
sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler
(hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (doğruyu ve hidâyet yolunu
görmezler) (Bakara, 18).
Kur’ân, ...mü'minler için
şifa ve rahmettir. Zâlimlerin
(kâfirlerin) de (inanmadıklarından dolayı) ancak sapıklığını artırır
(İsra, 18).
5. Kur’an, nâzil olmaya
başladığı günden itibaren pratik ve siyasî alanda uygulamayı içermektedir, yoksa
Kur’an, sadece bir ibadet veya kişisel dindarlık kitabı değildir. Hem Kur’an,
hem de Peygamber’in elçilik görevi, toplumun ahlaken olgunlaştırılmasını hedef
almıştır (Fazlurrahman).
Bu ifadeler, Kur’ân-ı
Kerim’deki yüce Allah’ı tanıma, “bir”leme, ibadet ve kullukla ilgili âyetleri,
ikinci planda göstermektedir. Çok yanlış bir yaklaşımdır. Toplumun ahlâkı
olgunluğa erişmesi elbette önemlidir. Ancak insanın bu olgunluğa ermesi, Allah’a
teslimiyetle, kulluk görevini yerine getirmesiyle mümkündür. İnsanın yaratılış
gayesini daima hatırda tutması gerekir. Âyet-i kerime’de buyruluyor:
Ben, insanları ve
cinleri, ancak (beni tanısınlar)
bana ibâdet etsinler diye yarattım (Zâriyat, 56).
***************
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/genis-aci-fikir-ve-tartisma/603201.aspx
|