31
Temmuz 2022
“Ilımlı
İslam”ın
Vehhâbîlik
Kolu
Diyanet’i
ve
Ülkemizi
Tehdit
Ediyor
c.ahmetakisik@gmail.com
Batı,
15. ve
16. yüz
yıllarda
Rönesans
ve
Reform
hareketleriyle
bilim ve
din
anlayışında
hakim
olan
birçok
yanlış
kanaati
düzeltmiştir.
Ancak
Hristiyan
din
alanındaki
eleştirilerinde
“doğru”yu
söylerken,
hedef
olarak
aldıkları
“doğru”,
hiçbir
zaman
hakikatin/gerçeğin
kendisi
olmamıştır.
Her
şeyden
önce “din”
algısı,
yanlış
olmuştur.
Dini “vahiy”
mecraından
çıkarıp
beşerileştirmişler,
insan
yapısı
bir
kurum ve
olgu
hâline
getirmişlerdir.
Temel
esaslarda
yapılan
bu hata,
bütün
yapıyı
güvensiz
ve
tehlikeli
bir hâle
getirmiştir.
Üç başlı
bir ilâh
inancı/teslis
ve
yazarları
beşer
olan
dört
çeşit
İncil/ilâhî
kitap,
bunun en
açık
delillerindendir.
Bu
güvensiz
ve
tehlikeli
yapı,
Hristiyanların
kendi
dinlerinden
uzaklaşmasına
sebep
olmuştur.
Kiliseler
boşalmış,
din
adamlarına
itimat
kalmamış
ve
bazıları
da
tamamen
dini
inkâr
ederek
maddeci
ve
ateist
olmuşlardır.
Hristiyan
camiası,
neye
inanacaklarını
şaşırmış
bir
vaziyette
doğru
bir din
arayışı
içine
girmiştir.
İşte
dünya,
İslam
dini
ile bu
şekilde
karşılaşmıştır.
Gruplar,
kitleler
hâlinde
insanlar,
Müslüman
olmaya
başlamışlardır.
İslam’ın
tek
ilâh/Allah
inancı,
putları
ve
insanları
ilâh
edinmeyi
reddedişi
– ki,
Hristiyanlar,
Hazret-i
İsa’yı,
Yahudiler
de
Hazret-i
Uzeyr’i
“Allah’ın
oğlu”
edinmişlerdir
-
Kur’an’ın
tamamının
ilâhî
kelâm
oluşu ve
içinde
ilâve
edilen
insan
sözünün
bulunmayışı,
İslam
âlimlerinin
bir
kimseyi
cennete
gönderme
veya
cehenneme
atma
gibi bir
yetkilerinin
olmayışı
gibi
sebep ve
özelliklerle
İslam
dini,
dünyada
hakimiyet
sağlamış
ve
itibarlı
bir hâle
gelmiştir.
Bunda
Selçuklu
ve
Osmanlı
gibi
birçok
Müslüman
Türk
devletinin
hizmet,
yardım
ve
gayreti
olmuştur.
İslam’ın
bu
yapısını
gören
Batılılar,
özellikle
Misyoner
Müsteşrikler,
çok kısa
zamanda
teşkilatlanarak,
İslam
dini’nin
yayılışını
ve halka
etkisini
durdurmak
için
çeşitli
projeler
üzerinde
çalışmaya
başladılar.
İstişrak/Oryantalizm,
bu
amaçla
kurulan
bir
teşkilatlanmanın
adıdır.
Bu
merkezlerde,
Üniversitelerde
ve
Kilise
vakıflarında
kendi
eleman
ve
ajanları
eğitildi
ve
yetiştirildi.
Müsteşrikler,
önce,
doğrudan
İslam’ın
bâtıl
bir din
olduğunu
söylediler
– hâlen
açıktan
söyleyenler,
yazanlar,
çizenler
mevcut –
bu
teşebbüs,
Müslümanlar
arasında
kabul
görmedi,
hatta
tepki
ile
karşılandı.
Bu sefer
Oryantalistler,
taktik
ve plan
değiştirerek,
Müslümanların
kendi
temsilcileri
vasıtasıyla
İslam’ı
değiştirme,
bozma
ve
etkisiz
hâle
getirme
girişimlerine
başladılar.
Ancak,
bu
faaliyette
asla
reform
kavramının
kullanılmaması,
ıslah,
asla
dönüş,
modernizm
gibi
halkın
da
tasvip
edebileceği
deyim ve
tabirler
üzerinde
durulması
kararlaştırıldı.
“Ilımlı
İslam”
kavramı,
böyle
bir
düşünce
ve
projenin
eseridir.
Buna
göre
strateji:
“Kur’an’daki
ahkâm’ın
hükmü
geçmiştir,
cihad
asla
yapılmayacak,
ehl-i
kitab’a
kâfir
denilmeyecek,
diğer
dinler
de
haktır,
peygamberi
ve vahyi
inkâr
etse de
tekfir
ve
tefrik
kelimeleri,
kesinlikle
kullanılmayacak,
bu
itikadı
taşıyanlar
Müslüman
addedilecek
ve bunun
adı da
Ilımlı
İslam/light
islamic
olacaktır”.
Batı’nın
İslam
dünyasında
Müslümanların
önüne
koydukları
İslam
projesinin
çerçevesi
budur!
Vehhâbîlik,
bu
projede
yer alan
bir
ünite ve
bir
bölümdür.
“Vehhâbîlik/Selefiyye”nin
Ortaya
Çıkışı
Vehhâbîlik,
Cumhur-ı
İslam’ın
temsilcisi
Ehl-i
Sünnet
Dört
Mezheb’e
–
Hanefî,
Mâlikî,
Şâfiî ve
Hanbelî
– karşı
Batılılarca
üretilmiş
yanlış
bir
İslam
inanışıdır.
Bu
itikat,
sonraları
Selefiyye/Selefîlik
ismi
altında
–
terör
unsurlarını
da
içinde
bulunduran
– Ehl-i
Sünnet
muhalifi
siyasî
ve
bâtınî
bir
hareket
hâline
geldi.
Kurucusu,
Muhammed
b.
Abdülvehhâb
b.
Süleyman
et-Temimî
en-Necdî’dir
(ö.1206/1791).
İbn
Abdülvehhâb,
Osmanlıyı
parçalamak
ve
yıkmak
için
Arap
ülkelerrine
ve
Ortadoğuya
gelen
ajan/casus
Misyoner
Müsteşriklerle
birlikte
çalışarak
Osmanlının
temsil
ettiği
Ehl-i
Sünnet
itikat
ve
idaresine
karşı
silahlı
isyan
hareketini
başlattı
(1740).
1745’de
Suûd
ailesinin
hâkimiyetindeki
Dir‘iye’ye
gitti.
Dir‘iye
emîri
Muhammed
b. Suûd’dan
büyük
destek
aldı.
Civardaki
bütün
kabileleri
Osmanlı
aleyhine
ayaklandırdı.
Suûdîler,
İbn
Abdülvehhâb’ın
vefat
ettiği
1792
yılına
kadar
geçen
sürede
Riyad,
el-Harc
ve
Kasîm’de
hâkimiyet
kurdular,
Necid’in
bedevî
kabilelerini
itâat
altına
aldılar.
1795’te
de
Ahsâ’yı
ele
geçirdiler.
19.
asrın
ilk
yıllarından
itibaren
Suûdî-Vehhâbî
ittifakı,
kuzeyde
Irak
ve
Suriye,
güneyde
Uman
ve
batıda
Hicaz
topraklarına
doğru
yayılmaya
başladı.
1801’de
Kerbelâ’ya
gerçekleştirilen
baskının
ardından
1803-1805
yılları
arasında
Tâif,
Mekke
ve
Medine’yi
ele
geçirdiler.
Bunun
üzerine
Mısır
Valisi
Mehmed
Ali
Paşa,
duruma
el koydu
ve
Osmanlı/Mısır
kuvvetleri,
1811’de
harekete
geçerek,
1813
yılı
itibariyle
Mekke ve
Medine’yi
tekrar
Osmanlı
idaresine
kattı.
Türkî b.
Abdullah
1824’te
Riyad’ı
geri
alarak
Suûd
emirliğini
yeniden
tesis
etti ve
Vehhâbîler,
Riyad’ı
tekrar
merkez
edindi.
Ancak
Muhammed
b.
Reşîd’in
Suûd
ailesine
karşı
taarruza
geçmesi
sonucu,
Suûdîler,
1891’de
Riyad’dan
ayrılıp
Küveyt’e
yerleşti.
1902’de
Abdülazîz
b.
Abdurrahman
es-Suûd’un
Riyad’ı
tekrar
ele
geçirmesiyle
Vehhâbîlik,
Necid’de
yeniden
hakim
duruma
geçti.
Osmanlı
Devleti,
bu fiilî
durumu
kabullendi
ve Mayıs
1914’te
Necid’e
vilâyet
statüsü
verilerek
Abdülazîz
b.
Abdurrahman,
vali
tayin
edildi.
1.
Dünya
Savaşı
(1914-1918)
yıllarında
güçlenmeye
devam
eden
Suûdîler,
Reşîdîler
ve
Şerif
Hüseyin
kuvvetlerine
karşı
verdikleri
mücadelede
başarılı
olup
1920’lerde
bütün
Hicaz
bölgesine
hükmeder
hâle
geldiler.
İbn Suûd’un
özellikle
Osmanlı
ve Sünnî
gruplara
karşı
başlattığı
bu isyan
hareketi
1930’lara
kadar
sürdü ve
işgal
ettiği
topraklar,
bugünkü
Suûdi
Arabistan’ın
yüzölçümüne
ulaştı.
Vehhâbîlerin
çeşitli
zaman ve
mekânlarda
teşebbüs
ettikleri
isyan
hareketlerinin
hepsine
İngiltere,
daima
arka
çıktı ve
destek
verdi.
Nihayet
1932’de
Muhammed
b.
Suûd
bağımsızlığını
ilan
ederek,
Suûdi
Arabistan
Krallığı’nın
kurulduğunu
ilân
etti,
böylece
Vehhâbîlik,
bağımsız
bir
devlet
tarafından
temsil
edilir
hâle
geldi.
Vehhâbîlik,
radikal
bir din
anlayışını
ifade
ettiğinden,
çok da
eleştiriye
uğradığından
terör
örgütlerinde
olduğu
gibi,
halka
olumlu
imaj
verebilmek
için
isim
değişikliğine
gidildi
ve ismi,
Selefiyye/Selefîlik
yapıldı.
Aslında
Selefiyye=Vehhâbîliktir.
Vehhâbîliğin
Kökenleri
Vehhâbîlik,
Mu’tezile,
Şi’a,
Havâric
gibi
mecrasında,
bölge
insanları
arasında
oluşan
bir
fırka/dinî
bir
görüş
değildir.
FETÖ’de
olduğu
gibi
dışarıda/Batı’da
hazırlanmış,
yetiştirdikleri
ajanlarına
empoze
edilmiş
ve -
Ehl-i
Sünnet’e
göre -
yanlış
radikal
dinî bir
yaklaşımdır.
Vehhâbîlik,
Ehl-i
Sünnet
karşıtı
bir
projedir.
Kökeninde
ve eylem
planında
şunlar
bulunmaktadır:
1.
Genel
çerçeve,
Müsteşrikler
tarafından
çizilmiştir.
Çerçevenin
içini,
İngilizler
doldurmuş
ve
hayata
geçirilmesini
sağlamışlardır.
2.
İbn
Teymiyye’nin
Dört
Mezheb’e
karşı
görüşlerinden
yararlanılmıştır.
3.
Yetmiş
iki
bid’at
ve
dalâlet
fırkasının
âyet ve
hadislere
yanlış
mana
vermeleri
örnek
alınmıştır.
İslam
Anlayışları
ve
İlkeleri
Vehhâbîlerin
İslam
anlayışları
ve
ilkeleri,
Cumhûr-ı
İslam’ın
Akâid
esaslarına
tamamen
aykırıdır.
Cumhûr-ı
İslam,
Akâidde
Mâturidiyye
ve
Eş’ariyye,
Fıkıhta
Dört
Mezhep –
Hanefî,
Mâlikî,
Şâfiî ve
Hanbelî
–
tarafından
temsil
edilmektedir.
Ehl-i
Sünnet’in
Akâid
esasları,
kısaca
Fıkh-ı
Ekber,
Akâd-i
Nesefî
ve
Emâli
gibi
kitaplarda
özetlenerek
açıklanmıştır.
Vehhâbîlerin
Ehl-i
Sünnet’e
karşı
ileri
sürdükleri
dinî
iddia ve
ilkeler
ile
Ehl-i
Sünnet
âlimlerinin
bunlara
verdikleri
cevaplar
şöyledir:
Yanlış
1:
Tasavvufcular,
şirk ve
küfür
üzeredir.
Mürîd
şeyhine
tapınıyor.
Şa’rânî’nin
kitâbları,
bu
küfürlerle
doludur.
Hüseyin’in
babasının
ve
çocuklarının
ve
Şâfi’î’nin,
Ebû
Hanîfe’nin
ve
Abdülkâdir-i
Geylânî’nin
mezarlarını
putlaştırıyorlar.
Onlara
tapınıyorlar
(Kitabu’t-Tevhîd
Şerhi,
s.108).
Peygamberlerden
ve sâlih
kullardan
ölmüş
veya
uzakda
olanlardan
herhangi
bir
sözle
yardım
istiyenler,
müşrik
olur
(s.98 ve
104).
Allah'tan
başka
herhangi
bir
varliktan
yardım
istemek
şirktir
(Süleyman
Ateş).
Melek,
Peygamber
veyâ
Velî de
olsa,
ölüye
yahut
gâib
olan
diriye
seslenen
müşrik
olur
(Şevkânî,
Tathîru’l-i’tikâd
kitâbı).
Doğrusu
1:
Müslümanlar,
Müslümanların
kabirlerini
putlaştırmazlar,
orada
dua
ederler
ve
niyazda
bulunurlar.
Her
şeyin
yaratıcısı
Allahü
teâlâ’dır.
Peygamberin,
meleğin
ve
evliya
kulun
hürmetine
diyerek
bir şey
istemek,
asla
şirk
değildir.
Aklî
deliller:
Mürşid/Şeyh,
bir
öğretmendir.
Mürid de
öğrencidir.
Ehl-i
Sünnet
itikadına
göre
tarikatta
olan
bir
kişi,
şeyhinin
verdiği
ders
ile
zikirle
kalbini
kötülüklerden
temizler,
nefsini
düşman
bilir,
ibadetlerinde
ihlasa
ve
huzura
kavuşur.
Burada
şeyh,
bir
vesîle/vasıtadır.
Dünyada
hayatımızı
sürdürebilmek
için
çeşitli
vasıtalar
kullanmaktayız.
Yeme
içme,
bir yere
gitme
gibi.
Bir
mürid,
hiçbir
zaman
vasıta
olan
şeyhini
put
addetmez.
Nasıl
anne
ve
babanın
diğer
insanlardan
ayrı bir
yeri
varsa,
şeyhinin
de diğer
hocalardan
ayrı bir
yeri
vardır.
Burada
hürmet
ve
saygı,
tapmak
değildir.
Her
millet,
kendi
bayrağına
saygı
gösterir.
Burada
anne
babaya
veya
bayrağa
gösterilen
saygı,
nasıl
kötülenecek
ve
eleştiriye
tâbi
tutulacak?
Yangında
veya bir
kazada
“imdat!”
diye
bağıran,
Allah’a
şirk mi
koşmuş
olacak?
Şer’î
deliller:
1.
Ey îmân
edenler!
(Allah'tan
korkup
kötülüklerden,
ilâhî
sınırı
aşmaktan)
sakının;
O'na
yakın
(Allah’a
itâatlı
kul)
olmak
için
vesile
arayın
(Mâide,35).
Bu
konuda
vesile
arayan
müşrik
mi
olacak?
2.
Ey
îman
edenler,
(tâat,
belâ ve
sıkıntılara)
sabırla
ve
namazla
yardım
isteyin
(Bakara,153).
Burada
sabır ve
namaz,
bir
vesiledir.
Namazına
devam
eden ve
namazı
vesile
ederek
dua
eden,
Allah’a
ortak mı
koşmuş
olacak?
3.
İyilik
ve
takvâda
yardımlaşın
(Mâide,2).
İyilik
ve
takva
konusunda
bir
Müslüman,
birinden
yardım
istediğinde
müşrik
mi
olacak?
4.
Kalpler
ancak
Allah'ın
zikriyle
huzur
bulur
(Ra'd,
28).
Kalbinin
huzuru
için
ders
alıp
yüce
Allah’ın
esmâ-i
hüsna’sını
çeken,
söyleyen,
şirk
mi
işlemiş
olacak?
5.
Hazret-i
Ömer
radıyallahü
anh,
Medine’de
bir Cuma
günü
hutbe
okurken
“Ya
Sâriye,
dağa,
dağa,
dağa”
buyurmuştur.
Hutbeyi
dinleyenler,
konu
dışındaki
bu sözün
manasını
anlayamamışlar
ve
birbirlerine
bakışmışlardır.
Hatta
hutbeden
sonra
Hazret-i
Ali
radıyallahü
anh, bu
sözü
niye
sarfettiğini
sormuştur.
Söz, şu
sebeple
söylenmiştir:
Müslüman
askerler,
yüzlerce
km.
uzaklıkta
Irak
topraklarında
bölükler
hâlinde
savaşmaktadırlar.
Bir
bölüğe
düşman
askeri
çevirme
yapmak
üzeredir.
Çevirme/kuşatma
olursa,
Müslüman
askerlerin
tamamı
imha
olacaktır.
Bu
esnada
Sâriye
komutasındaki
askerler,
bir ses
duymuşlar:
“Ya
Sâriye,
dağa,
dağa,
dağa”
diye.
Bunun
üzerine
bölük,
sırtını
dağa
vermek
suretiyle
imha
olmaktan
kurtulmuştur
(İbn
Hacer,
İsâbe
II, s.3.
Bu
olayla
ilgi
Prof.
Dr.
Ahmet
Önkal,
bir
araştırma
yapmış
ve uzun
bir
makale
yazmıştır.
Sonunda
bu, “Hazret-i
Ömer’in
kerametidir”
demiştir
“Ahmet
Önkal:
Sâriye
Olayı
Üzerine
Bir
Rivayet
Araştırması,
İstem,
Yıl:3,
Sayı:6,
2005, s.
9 –
49”).
Vehhâbîler’in
“mezardakine
veya
gâib
olan
birine
seslenmek,
şirktir”
iddiasına
göre
Cennetle
müjdelenen
Hazret-i
Ömer,
-hâşâ-
Müşrik
mi oldu?
Yanlış
2:
Ölüler
kendilerine
söylenileni
duymazlar.
Ölüden
düâ,
şefâ’at
istemek,
ona tapınmak
olur
(s.406).
Doğrusu
1:
Ehl-i
Sünnet
mezhebi
âlimlerine
fetvalarına
göre
kabirdekiler
duyarlar,
fakat
cevap
veremezler.
Şer’î
delilleri
şöyle
sıralayabiliriz:
1.
Allah
yolunda
öldürülenlere
(şehitlere),
“ölü”ler
demeyin.
Bilâkis
onlar
(Rableri
katında)
diridirler.
Fakat
siz (beş
duyu
organı
ile
onların
hayatlarını)
anlayamazsınız
(Bakara,
155).
Hazret-i
Peygamber’in
derecesi,
şehidlerden
az mıdır
ki, ”peygamber
ölmüştür,
duymaz”
deniliyor.
Çok
yanlış
bir
itikad!
2.
Sakın
Allah
yolunda
öldürülenleri
ölüler
sanma
(ümmetin
sanmasın).
Şüphesiz
onlar,
Rableri
katında
diridirler,
(cennet
nimetlerinden)
rızıklanırlar
(Âl-i
İmrân,169).
3.
Şüphesiz
sen
mevtaya/ölülere
duyuramazsın.
(Hayatta
olan
kâfirler,
kalplerini
küfürle
öldürmüşlerdir.
Onlar,
ölüdürler.
Ölüye
İslam
tebliği
yapılmaz,
kaldı
ki, bu
da’vet,
onlara
fayda da
vermez.
Çünkü
öldükten
sonra
pişmanlık,
tevbe,
îman
kabul
edilmez
ve
geçersizdir
“Mâturîdî,
Râzî ve
Semerkandî”.)
(Kulaklarını
İslâm’a
tıkayan)
summ/sağırlara
da -
arkalarına
dönüp
kaçtıkları
zaman -
(Allah’tan
gelen)
da’veti
(vahyi)
işittiremezsin
(Neml,80.
Ayrıca
bk. Rûm,
52-53).
Vehhâbîler,
bu
âyetlerdeki
“mevta”ya
“kabirlerdeki
ölüler”
diye
mana
vermişlerdir.
15
asırlık
İslam
tefsir
külliyatında
hiçbir
sünnî
âlim, bu
lâfza
böyle
bir mana
vermemiştir?
Buradaki
“mevta”
İslam
vahyini
duymak
istemiyen
kâfirlerdir.
“Summ/sağır”
kelimesi,
zaten
âyeti
açık
hâle
getiriyor.
Buradaki
“sağır”,
kulakları
duymayan
değil,
vahye
kulaklarını
tıkayandır.
Böylece
âyetteki
“mevta”
ve
“summ”
kelimeleri,
mecazî
olarak
ifade
buyrulmuştur.
4.
Kıyamet
günü üç
zümre
şefâat
eder:
Peygamberler,
sonra
âlimler,
sonra da
şehidler
(İbn
Mâce,
Zühd,
37).
Ahiret’te
Allah’ın
izin
verdiği
her
Mü’min,
şefâat
yetkisi
almış
olacaktır.
Bir
Mü’minin
“Şefâat
ya
Resûlallah!”
demesinde
hiçbir
mahsur
yoktur.
Ahiret’te
Mü’minlere
şefâat
edilecektir.
Kâfirlere
asla
şefâat
edilmeyecektir
(Kur’an-ı
Kerim).
“Kâfirler,
cehennemde
sonsuz
kalmayacaklardır”
demek
küfürdür.
Evliyanın
kerameti,
haktır
(Akâid-i
Nesefî).
5.
“Sizler,
bunlardan
(kabirdeki
ölülerden)
daha
fazla
işitir
değilsiniz.
Fakat
onlar,
cevap
veremezler."
(Müslim,
Cennet
76;
Buhârî,
Cenâiz
67).
6.
Kul,
kabre
konulduğu
zaman,
arkadaşları
ile
cemâati
geri
dönerlerken,
ölü,
onların
ayak
seslerini
işitir
(Buhârî,
Cenâiz
67).
Kitapları
ve
Bunlara
Reddiyeler
Muhammed
b.
Abdülvehhâb,
Ehl-i
Sünnet
ulemasına
karşı
bir çok
kitap
yazmıştır.
Bunlardan
bazıları
İbn
Teymiyye’nin
ve İbn
Kayyim
el-Cevziyye’nin
kitaplarının
özetlenmesi
şeklinde
olmuştur.
Kitapları:
1.
Muhammed
b.
Abdülvehhâb
(ö.1206/1791),
Kitabu’t-Tevhîd.
2.
Abdurrahmân
b. Hasen
(ö.1285/1869)
(M. ibn
Abdülvehhâb’ın
torunudur),
Fethu’l-Mecîd.
Bu
kitap,
Kitâbu’t-Tevhîd’in
şerhidir.
3.
Mebhas̱ü’l-ictihâd
ve’l-hılâf.
İbn
Abdülvehhâb
bu
eserinde
İbn
Kayyim
el-Cevziyye’nin
İʿlâmü’l-muvakkıîn
adlı
eserindeki
ictihad
ve hilâf
bahislerini
özetlemiştir.
4.
el-Mesâʾilüʾlletî
lahhasahâ
Şeyḫülislâm
Muhammed
b.
ʿAbdilvehhâb
min
fetâvâ
İbn
Teymiyye.
İbn
Abdülvehhâb
bu
eserinde
İbn
Teymiyye’nin
135
fetvasını
özetlemiştir.
Reddiyeler:
Suûdi
Arabistan’da,
Hindistan’da,
Pakistan’da,
Mısır’da,
Türkiye
ve diğer
ülkelerde
yüzlerce
kiitap
yazılarak
Muhammed
b.
ʿAbdilvehhâb’ın
kitaplarının
yanlış,
zararlı
ve
eylemsel
olduğu/terör
içerdiği
açıklanmıştır.
Reddiyelerden
bazıları:
1.
Ulemâ-i
Mekke
el-
Mükerreme/Müşterek,
Seyfü’l-Ebrâr,
Basım:
1221/1820
- Mekke
el-
Mükerreme.
Sonra bu
eser,
Pakistan’da
basılmış
ve
İstanbul’da
1395/1975’de
tıpkı
basımı
yapılmıştır.
2.
Ahmed
Zeynî
Dahlân
(ö.1304/1886),
Fitnetü’l-Vehhâbiyye.
3.
Ahmed
Zeynî
Dahlân
(ö.1304/1886),
Fi’r-redd-i
alel-vehhâbiyyeti
etbâı
mezhebi
ibni
Teymiyye.
4.
Ahmed
Zeynî
Dahlân
(ö.1304/1886),
Ed-Dürerü’s-seniyye
fi’r-reddi
ale’l-vehhâbiyye.
5.
Ahmed
Zeynî
Dahlân
(ö.1304/1886),
Hulâsatü’l-Kelâm.
6.
Süleyman
b.
Abdülvehhâb
(M.
ibn
Abdülvehhâb’ın
kardeşidir),
Savâiku’l-ilâhiyye
fi’r-reddi
ale’l-vehhâbiyye.
Kitâp,
1306’/1888’da
basılmış
ve
1395/1975’de
İstanbul’da
tıpkı
basımı
yapılmıştır.
Şeyh
Süleyman
efendi,
bu
eserinde
kardeşi
Muhammed
b.
Abdülvehhâb'ı
Hâricîliğe
meyletmekle
suçlamış
(s.
30-33)
ve
şirkle
ilgili
bütün
görüşlerini
reddetmiştir.
7.
Mîrlivâ/Tuğamiral
Eyyûb
Sabri
Paşa
(ö.1308/1890),
Mir’âtü’l-Haremeyn.
Basım:
1306/1888,
3. Cilt,
s. 99 ve
devamı.
8.
Türkiye’de
Sünnî
itikada
sahip
olan
bütün
tarikatların
Vehhâbîliğe
karşı
reddiyeleri
vardır.
Ahmed
Mahmud
Ünlü
hoca,
Vehhâbîlerin
eylemsel
bir
yapıya
sahip
olduklarını
ve
ülkemiz
için
güvenlik
açısından
büyük
bir
tehdit
oluşturduğunu
TV’de
örnekler
vererek
açıkladı.
9.
İhlas
Holding
bünyesinde
yer alan
Hakikat
Kitabevi,
Türkçe,
Arapça,
İngilizce
ve diğer
dillerde
yazılan
ve
Vehhâbîliği
reddeden
kitaplar
yayınlamıştır.
Bu
kitaplarda
ve
kitaplar
içindeki
bölümlerde
Seçuklu
ve
Osmanlının
temsil
ettiği
Ehl-i
Sünnet
akîdesini
ortadan
kaldırmak
için
Vehhâbîliğin,
özellikle
İngilizler
tarafından
desteklendiği
açıklanmaktadır.
Ülkemizde
ve
Dünyada
Yayılışı
Ülkemizdeki
Vehhâbî
zihniyetine
ve
inanışına
sahip
olanlar,
Diyanet’i,
İHL’ni,
İlahiyat/İslami
İlimler
Fakültelerini
ve
bazı
Vakıfları,
kendileri
için
uygun
yayılma
ve
faaliyet
alanları
olarak
görmektedirler.
20 sene
önce
camilerimizde
bazı
Vehhâbî
zihniyetine
sahip
vaiz
ve
müftüler,
Ka’be ve
Medine
imamlarını
iftiharla
taklit
eden
vaazlar
(!)
veriyorlardı.
Bu son
20 sene
içinde,
üst
yönetim
tarafından
–
şehidlere
ölü
demeyiniz,
onlar
diridir
– âyeti,
sık
söylenmeye
başlayınca,
bu
kişilerin
sesleri
kesildi.
Vehhâbîler,
mübarek
gün
ve
gecelerin
kutlanmasına,
mevlid
okunmasına,
sakal-ı
şerif
ve
mukaddes
emanetlere
saygı
gösterilmesine
karşıdırlar.
Bazı
Modernist
İlahiyatçı
ve din
görevlilerinin
bu
konuda
Vehhâbîler
gibi
düşündükleri
ve
inandıklarına
dair
kitap,
seminer
ve
videoları
mevcuttur.
Vehhâbîler,
cami ve
mescidlerde
kubbe
altında
Hazret-i
Peygamber’in
mübarek
ismi ile
Hulefâ-i
Râşidîn’in
ism-i
şeriflerinin
asılmasını
putçuluk
olarak
görmekte
ve bu
isimlere
put
gözüyle
bakmaktadırlar.
Selçuklu
ve
Osmanlının
bütün
cami ve
mescidlerinde
bu
mübarek
isimler
bulunmaktadır.
Harem-i
Şerif
dahil,
hiçbir
Vehhâbî
cami ve
mescidinde
bu
şerefli
isimler
yoktur
ve
asılması
yasaktır.
Ancak
Mescid-i
Nebevî’de
Osmanlıdan
kalma
bazı
mübarek
isimler,
kaldırılamamıştır.
İstanbul
İlahiyat
Fakultesi
Camii
ile
Ankara’da
şimdiki
DİB
Camiinde
kubbe
altında
da bu
mübarek
isimler
yoktur.
Dünyaya
gelince,
Vehhâbîlerin
el
atmadıkları
bir
İslam
bölgesi
yok
gibidir.
Avrupa
ve
Amerika’da
mescidlerin
çoğu
onların
elindedir.
Sonuç:
Amerika
ve
Avrupa
Müsteşrikleri,
Ehl-i
Sünnet
karşıtı
olan
bütün
İslâmî
oluşum
ve
fırkaları,
ılımlı
kabul
eder -
buna
Vehhâbîlik,
Şia,
Deaş,
Işid ve
el-Nusra
da dahil
-
kendileri
için
zararlı
görmez,
hatta
destek
de
verirler.
Onun
için
İslam
Ülkelerindeki
Dört
Mezhebe,
bunların
müctehid
ve
âlimlerine
karşı
olan
bütün
Modernist
İlahiyatçıları,
aynı
ideolojiye
sahip
olan
kamu ve
vakıf
çalışanlarını,
hedeflerini
gerçekleştiren
birer
etki
ajanı
olarak
görürler.
Hristiyan
misyonerlerin
çalışmalarının,
ideoloji
ve
yöntemlerinin
etkisiz
hâle
gelmesine
sebep,
bozulmamış
Kitap/Kur’an,
sıkı
korunmuş
Hadis
Külliyatı
ve
bunlara
istinad
eden
Dört
Mezhep
ictihadlarıdır.
Vehhâbîlik,
İslam’ın
bu
sağlam
yapısını
değiştirmeye
yönelik
bir
taarruz
harekâtıdır.
Ancak 2
asırdan
fazla
bir
zaman
geçmesine
rağmen,
mukaddes
Kur’an’ın
bir
kelmesi
değiştirilememiş,
şerefli
Hadis
müdevvenatı
yok
edilememiş
ve Sünnî
mezhepler,
varlıklarını
fakihlerin
ictihadlarıyla
birlikte
sürdürmüşlerdir.
Çünkü
vahye
dayalı
İslam’ın
ve buna
bağlı
Müslümanların
koruyucusu,
yalnız
kadir-i
mutlak
Allahü
teâlâ’dır.
Kaynak:
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/dr-c-ahmet-akisik/ilimli-islamin-vehhabilik-kolu-diyaneti-ve-ulkemizi-tehdit-ediyor-630369
|