Ana Menü (Fihrist)

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

11 Eylül 2021

Ankara İlahiyat Merkezli

Fazlurrahman’ın “Sapkın Din” Anlayışı

c.ahmetakisik@gmail.com

Son devir Müsteşrik ve Misyonerlerin hararetle destekledikleri ve öne çıkardıkları Seküler Modernist İslamcı Fazlurrahman (1919-1988), Pakistan doğumludur. Ülkesinde Medrese eğitimiyle birlikte batı kökenli eğitim de aldı. 1942’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra, 1946’da gittiği İngiltere’de akademik eğitimini sürdürdü ve Oxford Üniversitesi’nde Felsefe dalında İbn Sînâ’nın en-Necât adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. 1949’da hocası Müsteşrik Van den Bergh’in refakatinde ve onun direktifleri doğrultusunda doktorasını tamamladı.

Artık bu Fazlurrahman, eski Pakistanlı Fazlurrahman değildir. Kendi ifadesiyle, Kur’ân, Şeriat, Peygamber, Vahiy, Hadis ve Ahiret gibi İslâm’ın rukünleriyle ilgili inancı ve algısı tamamen değişmiştir. Bu değişikliği yazdığı kitap ve makalelerle, verdiği konferanslarla açıkça ortaya koymuştur.

Fazlurrahman’ın Batı destekli Din Anlayışı, Oryantalistlerin bu konudaki görüşleri, İslam ülkelerinde ve Ülkemizdeki özellikle İlahiyat camiasında Fazlurrahman ideolojisinin nasıl yankı bulduğu, şu başlıklar altında ele alınabilir:

 

“MELEK”SİZ VAHİY

“Vahiy Meleği” Konusundaki Yanlış: Ruh, “vahiy elçisi” şeklini alarak vahyi peygambere iletir, ama bu, fizikî bir ses değil, gerçek zihnî bir ses ve fikrî bir kelimedir.

Bütün vahyî tecrübeler, temelde ruhîdir.

Peygamber'in “beni”, bütün hazır bulunuşluğuyla genişler ve hakikati içsel olarak alır.

Bu alış, ne kendisinin ne de vahiy temsilcisinin fiziksel bir gidiş gelişi değildir.

Vahiy elçisi nasıl olursa olsun, vahyi veren bizzat Allah'tır (Fazlurrahman).

Doğrusu: Peygamberimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, vahyi, daha çok melek vasıtasıyla almıştır. Bazan melek “insan” şeklinde gelmiştir. Fakat Mi’raç hadisesinde olduğu gibi vahyi, meleksiz aldığı zamanlar da olmuştur.

İslâm Akâidi’nde vahyi getiren “melek”, Cebrâil aleyhisselâm’dır. Buhârî’de “vahiy”, ayrı bölüm hâlinde yer almakta ve ayrıntılı bir şekilde merfû hadislerle açıklanmaktadır. Bütün İslâm âlimleri, “vahiy meleği”nin Hazret-i Cebrâil olduğunda ittifak hâlindedirler.

Vahiy konusunda şu çok önemlidir: Allahü teâlâ, harfsiz, kelimesiz konuşur, fakat melek veya peygamber, o kelâmı, harfli ve kelimeli anlar (Fıkh-ı Ekber ve Akâid-i Nesefî).

Fazlurrahman, “vahiy elçisi”ni tasvir ederken hiçbir zaman "melek" tabirini kullanmaz, aksine devamlı "Ruh" ya da "Ruhanî Elçi" tabirlerini kullanır. Cibrîl-i Emîn’i de zikretmez. Bu durumda  Hadis Külliyatı’na inanmadığı anlaşılmaktadır.

“Mi’raç” Konusundaki Yanlış: Sünnîler tarafından İsa’nın göğe çıkışına (!) benzer bir şekilde geliştirilip, hadislerle desteklenen mi’raç anlayışı, malzemelerini (Mecusîlik gibi) çeşitli kaynaklardan alan tarihi bir kurgu (hayal ve yalan)dan başka bir şey değildir (Fazlurrahman).

Doğrusu: İsrâ, âyet-i kerime ile, Mi’rac da, hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Her ikisi de haktır. Ruh ve beden birlikte cismanî gerçekleşmiştir. Cumhûr-ı ulemanın itikadı/inancı bu şekildedir. M. Hamidullah’ın iddia ettiği gibi “ruhî” değildir.

İsrâ ve Mi’rac, bir mu’cizedir. Mu’cizeler, zaten, tabiatları gereği, tabiat kanunlarına aykırıdır. Madde âleminde kanunları, sebepleri ve “determinizm” ilkelerini tesis eden ve yaratan Allahü teâlâ olduğu gibi, mu’cizeleri yaratan da O’dur. Mu’cizeler, peygamberlerde görülür. Kızıl denizi, Hazret-i Mûsa mı yardı? Hayır, nitekim o deniz, Fir’avn’e kapandı. Bu, âyetle sabittir (Şuarâ, 63). Bunu iyi anlamak lâzımdır. Allah’ın kudretine, İsrâ’ya, meleğe, meleğin bir anda semaya yükselişine inanan bir Müslüman, tereddütsüz Mi’rac’a da inanır, inanması gerekir. İnanmıyorsa, onun Allah ve mu’cizelere imanında bir sorun var, demektir. Mi’rac’da en çarpıcı aklî delil, Müşriklerin Mi’rac’a inanmamalarıdır. Eğer, ruhî veya rüya olarak algılasalardı, itirazda bulunmazlardı. Çünkü insan, ruh ve rüya hâlinde her yere gidebilmektedir?

 

“CEBRAİL”SİZ ve AHKAMSIZ KUR’AN

Yanlış: Kur'an, Peygamber’e “Kutsal Ruh/Vahiy Elçisi” tarafından iletilmiştir. Böylece Kur’an, manen Hazret-i Peygamber’e ilham olmuş ve lâfız olarak da onun dağarcığındaki kelimelerle ifade edilmiştir.

Bu durumda Kur'an, hem tamamıyla Allah kelâmı'dır, hem de tamamıyla Hazret-i Muhammed’in kelâmıdır.

Doğrusu: Kur’an-ı hakîm, lâfız ve mana olarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm’a Hazret-i Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir. Peygamberimiz hiçbir ilâve ve eksiltme yapmadan indirilen vahyi, “vahiy kâtipleri”ne yazdırmış ve güzîde Eshâbı’na açıklamıştır. Gelen âyetler, ehl-i suffa’daki ve diğer hafızlar tarafından hemen ezberlenerek dalga dalga bütün Müslümanlara yayılmıştır.

Ayet-i kerime’lerde şöyle buyruluyor:

Muhakkak o (Kur'ân), (Allah katında) çok şerefli bir resûlün (Cebrâîl “aleyhisselâm”ın) (Hak teâlâ’dan) getirdiği bir kelâmdır (Tekvîr, 19).

(Resûlüm! Cebrâîl aleyhisselâm vahyi bitirmeden) Onu (Kur'ân'ı) acele almak (ezberlemek) için dilini hareket ettirme (16).

Şüphesiz onu (Kur'ân'ı göğsünde) toplamak ve (dilinde akıtıp) okutmak bize aittir (17).

O hâlde, biz onu (Cebrâîl lisanıyla) okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy (önce dinle, sonra oku) (Kıyâme, 16, 17 ve 18).

(Resûlüm!) Muhakkak biz Kur'ân'ı sana (çeşitli hikmetler gereği Cebrâil vasıtasıyla) âyet âyet biz indirdik (İnsan, 23).

Fazlurrahman, Cumhûr-ı Muhaddisîn ve Müfessirîn’in “vahy”in gelişinde ve Kur’an’ın indirilişinde zikrettiği Hazret-i Cebrâîl’i hiçbir zaman anmaz ve telâffuz etmez. Onu yok sayar.

Ahkâmsız Kur’an İnancı/ Yanlış: Kur’ân, salt nazarî bir belge (Kitap) değil, bu anlamda tarihsel bir metindir.

Kur’an’ın hukukî kaidelerinin, indiği çevrenin hususiyetlerini yansıttığını, savaş ve barışla alâkalı hükümlerinin de tamamen mahallî olduğunu kabul etmelidir.

Sünnî kelâmcıların görüşleri de tam bir determinizm içerisindedir. Kur’an’ın ortaya çıkarmak istediği canlılığa ve şevke oldukça terstir.

Kur’an’daki muamelâta âit hükümler, tarih içinde değerini kaybetmiştir. Çünkü bu hükümler, o zamanın şartları ile alâkalı hükümlerdir. Kur’an’daki ahlakî hükümler ise, tarih üstü değerler olup her devirde geçerliliğini korur (Fazlurrahman).

Doğrusu: Kur’an-ı hakîm, insanın bütün çağlar boyunca ihtiyaç ve özelliklerini bilen, her şeyi yaratan, mutlak kudret ve irade sahibi Allah’ın kelâmı’dır. Hükümleri, indiği dönemle sınırlı olmayıp Kıyamet’e kadar bakidir, yürürlüktedir. Hiçbir kuvvet ve toplum, Kur’an hükümlerini Müslümanları itikad ve imanlarından söküp almaya muktedir değildir.

Zamanında Mekke Müşrikleri de Kur’an âyetlerinin inançlarına, mevcut düzene  aykırı olduğunu ve çağa uymadığını iddia etmişlerdi. Peygamberden Kur’an’ın değiştirilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine şu âyet nâzil olmuştu:

(Resûlüm,) Rabbinin kitabından (Kur’an’dan) sana vahyedileni oku. (Kâfirlerin “Kur’an’dan başka bir kitap getir veya onu değiştir” teklifini reddet.) O'nun (Kur’an’ın) kelimelerini (âyetlerini) değiştirecek hiçbir kimse yoktur. (Eğer Kur'ân-ı Kerim'e uymayacak ve ona muhalefet edecek olursan) O'ndan (Allah’tan) başka asla (seni koruyacak) bir sığınak da bulamazsın (Kehf, 27).

 

“HADİS”SİZ PEYGAMBER

 

Kur’an’ı Açıklamayan Bir Peygamber İnancı/Yanlış: Peygamberin iki çeşit sünneti vardır: Biri, “Peygamber’in Sünneti”, diğer de “Nebevî Sünnet/Yaşayan Sünnet”’tir. Asıl olan ve güvenilen Yaşayan Sünnet’tir. Bu sünnet, akla, çağdaş yaşayışa ve seküler anlayışa ters düşmeyen ve ahkâm içermeyen bir yapıya sahiptir.

“Peygamber’in Sünneti”, rivayet yoluyla gelmiştir, çok azdır, onlar da bilinen hadis kitaplarında bulunur ve hepsi şaibeli/şüphelidir. Hiçbir hadise güvenilmez. Namazı, orucu, zekâtı, haccı açıklayan ahkâm hadisleriyle amel edilmez ve bunlar, tarih boyunca değişikliğe uğramıştır. Akâid konularıyla ilgili olanlar – kabir azabı, kader, Ahiret hâlleri, cennet, cehennem ile ilgili hadisler - ise, hiç dikkate alınmaz, hatta bunları şiddetle reddederiz (Fazlurrahman).

Doğrusu: Bütün insanlara/âlemlere peygamber olarak gönderilen Muhammed Mustafa Efendimiz, peygamberlerin sonuncusudur. O’na Kur’an-ı hakîm indirilmiştir. O şerefli Resûl, “tebliğ/Kur’an’ı ve İslâm’ı duyurma” görevini lâyıkıyla yaptığı gibi, “tebyin/Kur’an’ı ve İslâm’ı açıklama” görevini de mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Ayet-i kerime’lerde buyrulur:

Ey Peygamber(im)! Rabbinden sana indirilen (Kur’an’ı ve İslâm dinin)i  (insanlara) tebliğ et (Mâide, 67).

(Resûlüm, biz o peygamberleri) apaçık mu’cizeler ve kitaplarla gönderdik. (Resûlüm,) insanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde iyi) düşünmeleri (iman etmeleri, ibadet ve tâatte bulunmaları) için sana bu Kur'ân'ı indirdik (Nahl, 44).

Bu son âyette açıkça beyan edildiği şekilde Peygamber aleyhisselâm, nübüvvet müddetince milyonlarca hadis ile kendisine vahyedilen İslam’ı – iman, ibadet, ahlâk, zikir, kasas, cihad, Ahiret hâlleri, cennet, cehennem gibi konularıyla – açıklamıştır. Bu hadisler, alelâde bir insanın değil, yüce Allah’ın risalet verdiği, vahiy ve ilhamla desteklediği, “ismet/günahsızlık” sıfatıyla koruduğu, gayb bilgisiyle donattığı seçilmiş, şerefli ve mübarek bir insanın, bir peygamberin sözleridir. Bu sözler, Hadis Usûlü ve Cerh ve Ta’dîl ilmi kriterlerine göre – isnad ve muhteva açısından – değerlendirilerek muhafaza edilmiş, hadis olmayan sözler dışarda bırakılmış ve başta Buhâri olmak üzere Kütüb-i Sitte, Kütüb-i Tis’a ve diğer Hadis Müdevvinat’ıyla taçlandırılmıştır.

Hadis ilmi alanında Muhaddis (20 bin), Hâfız (100 bin), Huccet (800 bin) ve Hâkim (800 binden fazla hadis bilen) derecelerinde âlimler yetişmiştir.

İslam dininin kitabı Kur’an-ı hakîm ve kitaplaşan Hadis Külliyatı Müctehid-i Kiram ve Ulemâ-i Râsihîn tarafından ortaya konulan kurallar çerçevesinde temiz ve pak bir şekilde gelecek nesillere ulaştırılmıştır.

Ancak özellikle son yarım asırda Kitabımız Mübarek Kur’an ve Hadis Külliyatı Müsteşriklerin ve Misyonerlerin saldırısına uğramıştır. Bu saldırıya Müslüman ülkelerinden çok sayıda katılanlar olmuştur.

Ülkemizde İlâhiyat Fakültelerinde Fazlurrahman ideolojisi paralelinde yüzlerce kitap, makale, sempozyum, çalıştay, konferans, sohbet türünden çalışma yapanlar bulnmaktadır. Bunlar arasında  M. Said Hatipoğlu, Süleyman Ateş, (Diyalogçu) Mehmet Aydın, Salih Akdemir, Hayri Kırbaşoğlu, İsrafil Balcı, Mustafa İslamoğlu, İlhami Güler, Ömer Özsoy, Mehmet Okuyan, Mehmet Görmez, Ali Bardakoğlu gibi Modernist İslamcılar vardır.

Ancak ecdadımız Osmanlı ve Selçuklunun temsil ettiği İslam’ı korkusuzca savunan akademisyen olan ve olmayan hocalarımız vardır. Bunlar arasında Mehmet Bayraktar, Ebubekir Sifil, Ahmet Mahmut Ünlü, Kerem Önder, Orhan Çeker, Ahmet Şimşirgil, Ahmet Gelişgen bulunmaktadır.

 

SONUÇ: BATINÎ MÜNAFIKLIK

 

Yüce Allah’ın kelâm’ı Kur’an-ı hakim’i eleştiren ve hükümlerinin çağa uymadığını söyleyen bir kişi, Mekke Müşrikleriyle aynı saftadır. İslam karşıtları: Alfred Guillaume, Goldziher, Brockelmann, San Tritton, R. Blachere, Gibb, S. Moscati, E. Montet, B. Lewis gibi Oryantalistler de aynı şekilde Kur’an’ı eleştirmekte ve kabul etmemektedirler.

Hazret-i Peygamberi, İslam’dan soyutlamaya kalkan, onu “tebyin”siz düşünen, hadislerini yok sayan bir kişi, tarihte görülen bâtinîlerden farksızdır. Bu hâliyle o kişi, hâin ve Kur’an’da açıklanan Münafıklardandır. Ayet-i kerimelerde buyruluyor:

(İçinizden bazınız) onlara (kâfirlere) gizlice sevgi besliyorsunuz. (Bundan vazgeçin.) Halbuki ben (şanı yüce Allah) sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa (kâfirleri dost edinirse), mutlaka doğru yol (İslam)dan sapmıştır. (Çünkü “kim bir kavme - itikad, ibadet ve alâmetler bakımından - kendini benzetirse, onlardan olur.”  Ebû Dâvûd, Libâs, 33) (Mümtehıne,1)

Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder (1).

Bu (kötülük şundandır:) Onlar (Münafıklar,) önce (dilleryle) îman ettiler, sonra (kalpleriyle) inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri (küfürle) mühürlendi. Artık onlar (iman ve İslam’ı) anlamazlar (Münafikûn, 1 ve 3).

Münafıklar, Allah'ı aldatmaya (âyetlere bâtıl manalar vererek ve peygamberin sözlerini inkâr ederek “İslam budur!” demeye) çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, (çok seyrek de olsa) namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az anarlar (Nisâ, 142).

 

Kaynak:

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/dr-c-ahmet-akisik/620564.aspx

Ana Sayfa