|
|
15 Ağustos 2020 Beklenen İmam-Hatip ve İlahiyat Nesli! Rehberlerin Bunlar Olabilir mi? Ecdadımız Alparslan, Fatih, Yavuz ve Salahaddin Eyyûbî’nin temsil ettiği Cumhûr İtikadı Ehl-i Sünnet, bütün Mutlak Müctehidler, Ulema ve Müstakîm İdareciler tarafından üç kıtada yüzyıllarca uygulanmıştır. Müslümanlar, temiz ve halis bir imanla ibadetlerini doğru ve düzgün bir şekilde yapma imkânı bulmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i müslimler dahi rahat bir şekilde hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Ancak bu doğru, düzgün ve güzel tablo, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in ilk yarı yüzyılı’nda Misyoner, Müsteşrik ve Batı patentli Fikrî Ajanlar tarafından bozulmuştur. İslam, İslamî kurumlar, Örf adetler ve Ecdad yadigârı eserler, Batı standartları çerçevesinde kuşatılmış, bazıları tamamen ortadan kaldırılmış, bazıları da Fikrî ajanların hedefleri doğrultusunda değiştirilmiştir. Bu değiştirme halen Diyanet, İlahiyat, İslamî İlimler ve Vakıf kuruluşları camiasında, bazı Fikrî ve Etki Ajanları vasıtasıyla yürütülmektedir. Bu tespitten sonra örneklere geçebiliriz.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARIİslam Algısı. Muhammet, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine dâvete başladı. Bu dine İslâm denilmiştir. (Tarih II, Orta Zamanlar, Mf. V. “Maarif Vekaleti” Devlet Matbaası, İstanbul 1931, s. 89) Görüldüğü gibi, İslam dini, Allah tarafından vahyedilmiş, bildirilmiş değil, tamamen Peygamber tarafından düşünülmüş, “kurgulanmış”, Buda ve Konfüçyüs’ta olduğu gibi bir “düşünce sistemi” olarak ifade ediliyor. Kur’an Algısı. Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. (Tarih II, Orta Zamanlar, s.90) Burada Kur’an’ın vahye dayanmadığı ve Peygamber’in oluşturduğu bazı esasların kitap haline getirildiği söyleniyor. İlk Vahiy. Muhammet, uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan âyetleri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu (bildiriyordu). Bununla beraber, kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi (inanmıştı). (Tarih II, Orta Zamanlar, s.91) Bu pragrafta yer alan ifadeler, bir önceki cümleyi daha açık hâle getiriliyor. Dinin temel unsurları olan Yüce Allah’a iman, vahiy ve Peygamberlik konuları, hepsi inkâr edilerek, Peygamber’in zamanın şartlarına göre açıklamalar yaptığı, hükümler ortaya koyduğu ve kendisine kudsiyet atfettiği kaydediliyor. Müslümanların iman ettiği yüce Allah’ı, vahiy ve Peygamber aleyhisselâm’ın tebligatını kabul etmeme, İslam dininde “küfür” olarak nitelendirilir. Çünkü iman, Resûl-i Ekrem’in vahiy ve ilham yoluyla tebliğ ettiği dini esas, hüküm ve haberlerin tamamını tereddütsüz kabul etme, inanmadır. Bu tebligata inanan kişi, Mü’min’dir. İnanmayan da Mü’min değildir, kâfirdir. İnsanı Tabiat Yarattı. Doğanın (tabiatın), her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça doğanın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve onurunu anlamaya başladı. İşte, insanlar, bu anlayış derecesine yükseldikten sonradır ki “doğanın (tabiatın), insanda yarattığı bütün yetenekler, çalışmalarını serbest olarak yapmayı ve serbest olarak geliştirmeyi gerekli kılar; bu gereklilik doğaldır; doğanın verdiği haktır”, düşüncesine ulaştılar. (Medeni Bilgiler, Liseler için, 1931, s.80-81. Bu eser, sonradan Afet İnan tarafından bazı kavram ve ifadeleri değiştirilerek 1988’de tekrar TTK’da basılmıştır.) Yukarıdaki ifadeler, yüce Allah için kullanılan “ekber/en büyük” karşılığında “tabiat” için kullanılmıştır: İnsan da tabiatın çocuğudur. O, yaratmıştır. Aynı şekilde bütün yeteneklerini yaratan da tabiat olmuştur. Bu görüş, Materyalizm, Pozitivizm ve “Aydınlanma” çağının dine ve evrendeki olaylara bakışına dayanmaktadır: Allah yok, din yok, maneviyat yok ve her şey, maddeden, görünenden ibarettir. Onun adı da “Tabiat”tır. Yaratan “tabiat”tır. Eserin diğer bir yerinde de “toplum”, mutlak hakikat olarak “yaratıcı Allah” yerinde kullanılmıştır: Bireysel haklar görüşü, tabii hak düşüncesi, Allahlık sıfatı düşüncesi temelinden gökyüzünden koparılarak yeryüzüne indirildikten sonra, meydana çıkabilmiştir. (Medeni Bilgiler, s.81.) Artık türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük türk (şaman) cedlerinin mukaddes miraslarının, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyor. (Medeni Bilgiler, s.369.) “Gökyüzünden koparılma”, Allah’a, Peygamber’e ve vahye inançsızlığın bir ifadesidir. “Allahlık sıfatı”, çok çirkin bir tanımlamadır. Bu cümlede yüce Allah’a başkaldırı, isyan ve meydan okuma görülmektedir. Adeta “sen yaratıcı olduğunu bildiriyorsun, ama ben seni tanımıyorum, güç ve kuvvet bendedir” şeklinde bir karşı koyma vardır. Ancak insan, etrafına bakmıyor mu, insanlar yaşlanıyor, ne kadar güçlü, itibarlı, zengin, idareci ve makam sahibi olursa olsunlar, zamanı gelince, kendilerine verilen güç ve süre dolunca ölüyorlar. Doktorların elinde ölüyorlar. Doktorlar, Krallar, Nemrutlar ve Firavunlar da ölüyor. Kimse mani olamıyor. Dünyayı titretenler, “ben yarattım” diyenler de ölüyorlar. İnanmadıkları o asıl Yaratıcı, Azîz ve Kahhâr olan Allah, güçlerini ve itibarlarını sıfırlayınca, “ölüm” gerçeğiyle karşılaşınca bir itirazları olamıyor ve teslim olmak mecburiyetinde kalıyorlar. Bütün bu gerçekler karşısında yine de insan, bir çok insan, düşünmüyor, düşünmedikleri için de halâ Allah’a isyana devam ediyor, yaratıcılık ve ilâhlık iddiasında bulunuyor.
BATI BAĞLANTILI İSLAMCILIKOsmanlı topraklarında faaliyet gösteren Misyoner Oryantalistler, Meşrutiyet döneminde deneyim kazanarak ve fikrî elemanlarını yetiştirerek, Cumhuriyet’in ilk yarı yüzyılı’nda doğrudan Kur’an ve İslam’ı hedef almıştı. Ancak bu teşebbüs ve strateji, halkın çeşitli kesimlerinde tepkiyle karşılandı. Bu durum karşısında Batı Misyoner Oryantalistler, “İslam’ı Değiştirme”de bir strateji değişikliğine gittiler. Hatta bu, sadece Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde eş zamanlı olarak yürürlüğe konuldu.
İSLAM’I DEĞİŞTİRMEBu stratejinin ana hatları ve çerçevesi bulunmaktadır. Ancak biz bu yazımızda sadece Ehl-i Sünnet boyutu üzerinde duracağız. Bu kavramın İslam âlimlerince açıklanan muhtevasının Modernistler tarafından nasıl değiştirildiğini örneklerle göstermeye çalışacağız. Ehl-i Sünnet. Akâid alanında, İmam-ı Mâturîdî ve İmam-ı Eş’arî’nın belirlediği esaslar, Fıkıh alanında da İmam-ı A’zam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel’in tespit ettiği usûl ve açıklamalar, Cumhûr ulema tarafından Ehl-i Sünnet mezhebi olarak kabul edilmiştir. Akaid ve Fıkıh konularında çalışma yapan bütün Müctehid ve âlimler, Eshab-ı Kiram’dan devraldıkları İslâm’ı sistemleştirerek kitaplara geçirmiş ve halka açıklamışlardır. Bu sistemin dışında kalanlar ise, âyet ve hadisleri, “ehl-i sünnet” esaslarına aykırı bir şekilde yoruma tabi tutmuşlardır. Bunlar, dalâlet ve bid’at ehli olarak isimlenmiştir. Yanlış itikade saplanan bu kişiler, Cumhûr Müslümanların, Eshab-ı Kiram’ın, dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in yolundan ayrılarak, kendilerini dalâlet ve bid’at mecrasına atmışlardır. Ülkemizde Ehl-i Sünnet camiasını derinden etkileyen bu sapkın kişilerden bazıları şunlardır: Mevdûdî. Kaderi inkâr etmektedir. Mutezile de kadere inanmaz. Kadere iman, âyet ve hadislerde açıklanmıştır. Ehl-i Sünnet’in esaslarındandır. Mevdudî, Vahhâbî kuruluşu Râbıtatü'l-âlemi'l-İslâmî’nin kurucu üyesidir. C. Afganî. Mason ve dinde reformcudur. 33 derece Mason, Adnan Oktar, “hiçbir mason dine inanmaz” demektedir. (Bk. Videosu internette mevcuttur.) İstanbul’da verdiği bir konferansta “Nübüvvet”i inkâr ettiğinden dolayı Osmanlı topraklarından çıkarılmıştır. Batı ajanıdır. Abdüh ve R. Rıza gibi Ehl-i sünnet ve Osmanlı karşıtı kişilerin yetişmesinde önderlik etmiş ve bizzat Mısır’da Mason Locasını kurmuştur. Hayrettin Karaman, Afganî’nin bu hüviyetini dikkate almadan, onu İslamî bir kavram olan “Müceddid” ilân etmiştir. Bu, İslam düşmanı Ebû Leheb’e “Mücahid” demeye benzemektedir, ki, çok yanlıştır. Hamidullah. Sinsi bir Batı ajanıdır. İslam’ı değiştirmek için senelerce Türkiye’de kalmıştır. Batı Misyoner Oryantalistlerin talimatları doğrultusunda çalışma yapmıştır. İstanbul Yüksek İslam Enstitisü’ndeki Ehl-i Sünnet karşıtı kadronun oluşma ve yetişmesini sağlamıştır. “Hazret-i Peygamber, puta kurban kesmiştir. Mi’raç ruhî olmuştur. Mescid-i Aksa, göklerdedir.” gibi daha bir çok dalâlet/sapkın görüşler ileri sürmüştür. Elbette bunların hepsi, Ehl-i sünnet’e aykırıdır. Hatta “Mescid-i Aksa, göklerdedir” sözü, küfre yakın bir ifadedir. Çünkü bu durumda Mescid-i Aksa ve kıblenin tahvili ilgili âyetler, inkâr edilmiş oluyor. Hazret-i Peygamber ve Sahâbe-i kiram, namazda “Ka’be’ye dönülmesi”yle ilgili âyet gelinceye kadar, Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmışlardır. Mescid-i Aksa, göklerde olunca, bu uygulamaya ne denilecek ve bu âyet-i kerimelere nasıl mana verilecektir? Buna rağmen Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu, Mehmet Görmez, Mustafa İslamoğlu, Salih Tuğ, Suat Yıldırım başta olmak üzere bütün Modernist İslamcılar, Mevdudî, Afganî, Abdüh, R. Riza ve Hamidullah’ı İslam âlimlerine tercih ederek Ehl-i sünnet gibi tanıtmaktadırlar. Hayrettin Karaman. Ülkemizde Ehl-i Sünnet karşıtlığında önde gelen bir isimdir. Onun “Yüzyıllardır İmam-ı A’zam’ın gölgesine girmişiz. Miskin miskin uyuyoruz. Artık bu çemberi kırmalıyız.” şeklindeki tepkisi ve İmam-ı A’zam’a duyduğu allerjisi, çok meşhurdur. (Bk. Prof. Dr. Cevat Akşit ve İzmir YİE Md. Necdet Karan’dan nakil. Video “internette”.) Karaman’ın “Diyalog Toplantıları”nda ısrarla ileri sürdüğü “Allahü teâlâ -Ehl-i kitap gibi- müşrik olmayan inkârcıları (kâfirleri) bağışlayabilecektir.” (Bk. Nisa,48, Diyanet Tefsiri) görüşü de, son derece yanlış, batıl ve imanî yönden tehlikelidir. İsnadı, kaynağı olmayan bir iddiadır. Yüce Allah adına hüküm vermektir. İslam’da Allahü teâlâ’nın rahmet ve mağfireti, her Peygamber döneminde ancak Allah’a iman ve Peygamberine itâat eden Müslümanlar üzerinedir. Kafirlere de son nefeslerine kadar tevbe etme ve Mü’min olma imkânı tanımıştır. Hak teâlâ’nın Rahman ve Rahîm sıfatlarını karıştırmamak lâzımdır. Rahman sıfatı, dünyada Mü’min, kâfir ve bütün canlılara rızık verme ve yaşama imkânları bahşetme anlamını taşır. Fakat Rahîm, ahirette özellikle Mü’minlerle ilgili bir rahmet sıfatıdır. Esasında Karaman ve benzerlerinin bu fasid ve batıl görüşleri, Mısır’da Afganî-Abdüh-R.Rıza sapkınlığına dayanmaktadır. R.Rıza’nın, Tefsir çalışmalarında bu görüşe yer verdiği görülür. İslam dini, Peygamber aleyhisselâm’a indirildikten sonra, Hristiyanlık yürürlükten kalkmıştır. Hristiyan ve Yahudilerin kâfir oldukları âyetlerle açıklanmıştır (Mâide,17 ve 72). Ebu’s-suûd Efendi, Nisa 48. âyetin tefsirinde şu hükme yer vermiştir: “İslam şeriati, bütün Ehl-i Kitab’ın şirk ehli olduklarını açıkça belirtmiş ve kâfirlerin bütün sınıflarının sonsuz cehennemde kalacaklarına hükmetmiştir.” Süleyman Ateş. "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" başlıklı bir makalede Bakara, 62’nin tefsiriyle ilgili olarak bugünkü “Hristiyan, Yahudi ve Sâbiîlerin cennete gireceklerini ileri sürmüştür (Ocak,1989). Bunun üzerine Prof. Dr. Talat Koçyiğit (merhum), “Cennet, Müslümanların Tekelindedir” başlıklı yazısıyla arkadaşı Ateş’e “âyetin siyak ve sibakını/önceki ve sonraki âyetlerini ve Kur’ân’ın külli hükümlerini dikkate almadan” âyete yanlış mana verdiğini belgelerle açıklamıştır. (İslami Araştırmalar Cilt:3, Sayı:3, Temmuz 1989)
SONUÇ VE ÖNERİLER“İman”ın sahih ve makbul olması, ancak Ehl-i Sünnet Akâidindeki esaslara uygun düşmesine, İbadet ve diğer bütün işlerin sahih ve geçerli olması da Dört Mezhep İmamının Fıkhî hükümleri çerçevesinde yapılmasına bağlıdır. Ev Ödevi 1: “…Karabekir, Kur’an-ı Türkçeye çevirttim; millet okusun ve o Arap oğlunun (peygamberden bahsediyor), ne yaveler yediğini (millet) görsün” (6 Kasım 2014, Haber Türk TV, Öteki Gündem, Yavuz Bülent Bakiler.) Y.B. Bakiler, bir Müslüman olarak bu sözü nasıl değerlendirmiştir? Araştırınız. Videosunu seyrediniz. Ev Ödevi 2: Din, bilinmeyen inanç dizgilerine ve gizle karışık emellere (iman ve gayb bilgilerine) kör bir bağımlılıktan ibarettir (Medeni Bilgiler, TRT, Kozmik Oda, Prof. Dr. Cemil Koçak 2014.) cümlesini kim söylemiş, buna “Aydınlama” ideolojisi penceresinden bakan Koçak, ne cevap vermiştir? Araştırınız. Videosunu seyrediniz.
Kaynak: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/dr-c-ahmet-akisik/614879.aspx
|