|
|
28 Mart 2020 Küresel Koronavirüs ve İslam Dünya İslam’ı Arıyor Küresel Oryantalistler, İslâm’da reform çalışmalarına Hıristiyanlık ve Yehudilikte olduğu gibi “Kitap”la başlamamışlardır. Siyer, Fıkıh, Akaid, Hadis ve Tasavvuf gibi alanlara döşedikleri bilimsel(!) şaibe tuzaklarından sonra sıra Kur’an’a gelmiştir. O’nda da fasit tefsiri öne almışlardır. Bu fasit ve batıl tefsir, kendi ifadeleriyle “okuma”, İslam coğrafyasında özellikle temsilcileri vasıtasıyla yapılmıştır. Çin’de ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan koronavirüs (Kovid-19) salgını, 6 kıtanın tamamını etkisi altına aldı. Dünya genelinde toplam ölü sayısı da yaklaşık 20 bine ulaştı. Bu öldürücü virüs, bir âfet hâlinde zengin fakir, sosyalist kapitalist, müslim gayri müslim ayırımı yapmadan her ülkeye yayılıyor. Hangi sebeple ortaya çıkarsa çıksın, her canlının, her olayın, her reaksiyonun, her organizma ve virüsün, kısaca her varlığın ister canlı, ister cansız olsun, yaratıcısı yüce Allah’tır.
BİLİM ADAMLARIBilim insanları, dünyamızda ve Evren’in diğer kısımlarında ortaya çıkan olay, olgu, değişim ve dönüşümlerin sebepleri, varsa aralarındaki ilişkiyi bulmaya ve keşfetmeye çalışıyor. Aslında bilim, başta dünyamız olmak üzere yüce Allah tarafından Evren’nin içine gömülmüş kanun, kural ve şifreleri bulmanın ve keşfetmenin adıdır. İnsanoğlu, bilimsel çalışmalarında olmayanı var etmeye çalışmıyor. Olan üzerinde, mevcut varlık üzerinde bu varlığın atomları, molekülleri, hücreleri ve organları arasında nasıl bir iletişim ve etkileşim var? Bunları bulmaya çalışıyor. Özetle bilim, “nasıl”a cevap arıyor. Eğer bilim insanı, “niçin ve neden”, sorularına cevap arasa, şüphesiz o zaman hakikatin nerede olduğunu görecek ve onun cevabının meçhullerle yüklü şuursuz bir “tabiat”ta değil, dinde/İslâm’da olduğunu keşfedecektir. Çünkü Kâinat’ı/Evren’i ve içindeki olayları yaratanın da hak din İslam’ı gönderenin de aynı kadir-i mutlak bir tek Allah olduğunu anlayacaktır.
HER ŞEYİN YARATICISIDünyamızda olup biten her şeyin, hücrelerimizin çalışmasından yağmur, kar, fırtına, deprem, fay, kıtlık, hastalık, bakteri ve virüs gibi küçüklü büyüklü varlık ve oluşumlara varıncaya kadar her şey, yüce Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti ve yaratmasıyla olmakta ve meydana gelmektedir. Ancak bütün bunlar, bir sebep veya sebepler zinciri sonucunda ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlu, çoğu zaman kendisine verilen sınırlı bir irade çemberi içinde ve sebepler âleminde boğulup kalmış, o ilk “Müsebbib”ten gafil olarak “yaratıcılık” taslamaya kalkmıştır. “Ben yarattım” demeye başlamıştır. Unutmuştur ki, o sebepleri halk eden ve sebepler üzerinde onu çalışmaya sevk eden de yine O’dur. Diğer bir ifadeyle Evreni ve içindekilerin tümünü ilmiyle kudretiyle kuşatan ve idare eden mutlak irade sahibi o yüce Allah’tır. Batı’dan ithal edilen, hatta İlahiyat Fakültelerinde bile bazı Materyalist ilâhiyatçıların doğmasına sebep olan “Seküler bilim” yaklaşımının geldiği nokta, İlâhsız bir bilim anlayışıdır. Bu yaklaşım tarzında “pasif bir ilâh” inancı vardır. Ancak bu ilâh anlayışı, İslam’ın ilan ettiği ve teklif ettiği kemal sıfatları olan ve noksan sıfatları bulunmayan “ilâh” değildir. Çünkü Batı’daki ilâh’ın babası da oğlu da vardır. Şu anda bizler de toplum olarak böyle “Allah’tan gâfil” bir dünya içindeyiz. Bu dünyada bedenimizde ve Tabiatta ortaya çıkan her şey, sebep-sonuç bağlantısı içinde var olmakta, Allah ile bir alâkası düşünülmemektedir. Bu lâ-diniyye/lâisizm anlayışında ilâh, bir kenarda sembolik olarak bulunmaktadır. İnsana ve Tabiata bir müdahalesi yoktur. Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Astronomi gibi bilimler, bu seküler inanış çerçevesinde öğretilmekte ve öğrenilmektedir. İslam dini, Batı’nın özellikle İslam Coğrafyası’na empoze ettiği bu “bilim ve ilâh” yaklaşımını reddetmektedir. İslam’ın öngördüğü “İlâh”ın, oğlu, kızı, dengi ve benzeri yoktur. O, her şeyin ve her varlığın yaratıcısı ve idarecisidir. Ayet-i kerime’de buyruluyor: (Yüce) Allah, her şeyi (insanı, evreni ve içindekilerini) yaratandır ve O, her şeye vekildir. (Her şey, O'nun idaresinde ve korumasındadır) (Zümer,62). Ancak insan, hızlı hayat içinde küresel anlamda Allah’ı unuttuğu gibi, kendini ve kendi yaratılışını dahi düşünemez hâle gelmiştir.
İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ VE SORUMLULUĞUİnsanın yaratılış gayesi âyet-i kerime’de şöyle açıklanıyor: Ben cinleri ve insanları, ancak (beni tanısınlar ve) bana kulluk (ve ibadet) etsinler diye yarattım (Zâriyât,56). Yüce Allah’ı tanımayan, O’nu yanlış tanıyan ve gaflet içinde geçen bir hayatta alnını secdeye koyma ihtiyacını duymayan bir insan, ne kendisi, ne de hayat sonrası üzerinde düşünüyor? Hâlbuki görmüyor ki, her köye, her kasabaya ve her yerleşim yerine mutlaka Mezarlıkla girilir ve oradan Mezarlıkla çıkılır. Bu hayatımızı özetleyen bir tablodur. O (Allah), hanginizin daha güzel amel yapacağını (kulluk ve ibadette bulunacağını) imtihan etmek (ve size göstermek) için ölümü ve hayatı yaratandır (Mülk,2). Şu âyetlerde insanın dünyadaki görev ve sorumluluğu çok açık olarak belirtilmektedir: İnsan, başıboş (sahipsiz, sorumsuz ve cezasız) bırakılacağını mı sanıyor (Kıyâme,36). Şüphesiz ben, (yüceler yücesi) Allah’ım; benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibâdet et ve beni zikretmek (anmak) için namaz kıl (Taha,14).
HAK DİNİ KABUL ETMEMEYüce Allah, son Peygamber Hazret-i Muhammed’i, son din İslam’ı, son kitap Kur’an’ı göndermiştir. Bu kitapta bütün ilâhî menşeli dinlerin yürürlükten kaldırıldığı açıklanmıştır. Hazret-i Muhammed aleyhisselam’ın tebliğine uyanlar, hak dine kavuşarak Müslüman olmuşlardır. Ancak ehl-i kitap olarak nitelenen Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere diğer din salikleri, bu çağrıya uymamışlardır. İslam’ın beyanına göre hepsi küfrü tercih etmiştir. Bunlar da farklı batıl inançlara sahip olarak çeşitli mezheplere ayrılmışlardır. İçlerinde hiç Allah’a inanmayanlar, puta tapanlar, insanları putlaştıranlar ve yüce Allah’a “oğul” isnat edenler bulunmaktadır.
İSLAM’I YANLIŞ ANLAMADiğer tarafta Müslüman olan topluluk içinde ise, Hazret-i Peygamber’in güzide arkadaşları olan Eshab-ı kiram’ın naklettiği İslam akîde ve uygulamalarını benimseyen ve muhafaza eden Müslümanlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat ismiyle Dört Mezhep şemsiyesi altında toplanmışlardır. Bu topluluğun dışında kalanlar da ehl-i dalâlet ve bid’at olarak vasıflanmıştır. Bunların önde gelenleri, Şia, Mu’tezile, Havâriç ve Mücessime’dir.
KADER KONUSUBu gün İslam coğrafyasında Müslümanları, özellikle Modernist İlahiyatçıları en çok etkileyen akım, Mu’tezile’dir. Misyoner Oryantalistler, çoğu zaman Mu’tezile’yi dahi anmadan “İslam’da kader” konusunu eserlerinde işlemektedirler. Tabii bununla Kur’an âyetlerine yanlış manalar verilerek, hem 14 asırlık Sahih İslam Akaidi devre dışı bırakılmakta, hem de Müslümanların sahih ve temiz imanları bozulmak istenmektedir. Bu konuda Mu’tezile ve Kaderiyye fırkaları, insan iradesine “yaratıcılıklık” yüklemiştir. Cebriyye ise, bu iradeyi pasif hâle getirerek insanı sorumluluktan azade kılmış, âdeta insanı rüzgar önünde uçan bir yaprak durumuna düşürmüştür. Zamanımızda Misyoner Oryantalistler de, bu “yanlış kader inancı”nı güncelleyerek Müslümanların önüne sürmüşlerdir. Bu konudaki iddialarını şöyle sıralamışlardır: Kadere iman diye bir şey yoktur. Kul, fiilinin hâlikıdır. Her kişi, işini, hareketini ve amelini kendisi yaratır. Levh-i Mahfuz’da bir kulun, Mü’min veya kâfir olduğu kesinlikle yazmaz. Eğer böyle yazmış olsa, kul robot olur ve mes’ul olmaz. İslam ülkelerinde bütün Modernist İslamcılar, bu itikattadırlar. Hamidullah, Mevdûdî, Fazlurrahman başta olmak üzere Afgani, Abdüh, Reşid Rıza ve Arkadaşları, bu inanca sahiptirler. Ülkemizde Hüseyin Atay, Süleyman Ateş, Mustafa Öztürk, Ömer Özsoy, İlhami Güler, Mehmet Okuyan, Mustafa İslamoğlu, Fazlurrahman fikriyatında olanlar ile FETÖ zihniyetini devam edenlerin hepsi, bu “itizâlî itikatta”dır. Dolayısıyla bunlar, Ehl-i Sünnet Akâidi’ne karşıdırlar. Ehl-i Sünnet âlimlerinin kaderle ilgili hükümleri ve açıklamaları ise özet olarak şöyledir: İmanın altı esasından biri, Kadere imandır. Kader konusu, Ayet ve Hadislerde açıkça beyan edilmiştir. Varlık âleminde ne, ne zaman ve nasıl olduğu ve olacağı Levh-i Mahfûzda yazılıdır. Yüce Allah, ezelî ilmiyle her şeyi bilir. Bir yaprak dahi onun bilgisi dışında düşmez. Her şey, bilgisine uygun olarak yaratılır. Kulun irade-i cüz’iyyesi vardır. Bu iradesini iyilikte veya kötülükte kullanma yetkisine sahiptir. Bundan dolayı da sorumludur. Kul, iradesini hangi yönde kullanmaya karar verir ve harekete geçerse, yüce Allah o anda onun fiilini yaratır. Fakat O’nun hayırda rızası vardır. Şerde ise, rızası yoktur.
KULUN ÇALIŞMASI VE TEDBİRİKadere inanan bir Müslüman, elbette çalışmak ve tehlikeler karşısında tedbir almak mecburiyetindedir. Çünkü bu, inandığı İslam’ın emridir. Ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur: İnsan için ancak çalıştığı vardır (Necm,39). Sınır boylarında cihad için nöbet tutun ve Allah’dan korkun ki, kurtuluşa eresiniz (Al-i İmrân,200). Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet (her türlü savaş âlet ve vasıtaları) ve savaş atları hazırlayın. (Enfâl,60). Kendinizi kendi ellerinizle (hangi sebeple olursa olsun) tehlikeye atmayın (Bakara,195).
İNSANIN BELÂ İLE İMTİHANIİnsan, dünya hayatında korku, kıtlık, hastalık ve diğer sebeplerle bir imtihan içindedir. Esasında hayatın her kademesi bir imtihan, deneme ve sınama yeridir. Çünkü insanın Aklı, Muhakeme gücü ve İradesi bulunmaktadır. Bunların karşılığında ona bir takım görevler verilmiştir. İnsan, rüzgârın önünde uçan bir yaprak gibi değildir. Kendini yaratan yüce Allah’ı tanıması ve ona itâat etmesi için de Peygamberler gönderilmiştir. İnsanoğlunun bu hayat yolculuğunda kimisi, bu Peygamberi rehber kabul etmiş, kimisi de kabul etmemiş, kendi aklı ve muhakeme tarzına göre bir yol tutmuştur. Sonunda çeşitli putları mabut edinmiş ve gönderilen Peygambere isyan etmiştir. Allahü teâlâ da Peygamberleri vasıtasıyla yüce Zâtına ve Peygamberine isyan edenleri çeşitli şekillerde cezalandıracağını beyan etmiştir. Şöyle ki: Peygamber size ne getirdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allah’ın azâbı şiddetlidir (el-Haşr,7). Başınıza gelen her musibet (ve belâ), kendi ellerinizin kazandığı (isyan ve günahlar) yüzündendir (Şûrâ,30). Allah bir topluma azâp indirince, o toplum içinde bulunan (iyi, kötü) her ferde azâp isabet eder. Sonra (kıyâmet gününde) herkes kendi amellerine göre diriltilirler. (Buhârî, Fiten 20). Günah işlenen bir toplumda iyi (bilgili ve yetkili) kimseler, kötülükleri düzeltmeye güçleri yettiği hâlde, (ilmi, yetkisi ve kabiliyeti nispetinde) düzeltmezlerse, Allahü teâlâ, ölümlerinden önce onların hepsine şiddetli azap gönderir (Ebû Dâvud, Melâhim 17; İbn Mâce, Fıten 20). Müslüman, şunları yerine getirmelidir: Temiz bir iman. Bu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarında açıkladıkları iman olmalıdır. Tevbe. Her Mü’minin günahlarına tevbe etmesi şarttır. Allahü teâlâ, tevbeleri kabul eden ve kullarına çok merhamet edendir. İstigfârı çok söylemelidir. Beş vakit namaz. Namaz, dinin direğidir. Şartlarına uygun kılınan namaz, insanı her türlü kötülükten korur. Namaz kılmayan, Allah’ın korumasından çıkmıştır. Müslüman, İslam’ın diğer dört şartıyla birlikte bütün farzları da ihlasla yapar. Haram ve kötülüklerden uzak durma. Müslüman, domuz eti, içki, kumar, faiz, gıybet, hased, israf ve diğer nehiylere yaklaşmaz. Eğer bunlardan birini yapmışsa, hemen tevbe etmelidir. Temizlik. Müslüman, gusül ve namaz abdesti vasıtasıyla bedenini temiz tutar. Manevî temizliğe de dikkat eder. Küfür ve bid’at itikatlarla kalbini kirletmez. Temizliğin imanının bir gereği olduğunu bilir. Tehlikelere yaklaşmama. Maddî ve manevî her türlü tehlikeden uzak durur. Daha ziyade çok ve ölçüsüz yemenin bir neticesi olarak ortaya çıkan ve hadislerde zemmedilen obezite hastalığına yakalanmamaya çalışır. Dua. Fizikî ve manevî virüslere karşı, Allah’a sığınır ve dua eder. Dua, Mü’minin silâhıdır. Her sabah ve akşam, üç kere şu duayı (hadis-i şerif’i) okumalıdır: Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil-erdı ve lâ fis-semâi ve hüve’s-semî’ul alîm (Tirmizî, Deavât 13). Manası: İsmi sayesinde yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın ismiyle. O, her şeyi işitir ve bilir.
Bir Müslüman, “Tevekkül mü, Tedbir mi?” veya “İrade mi, Kader mi” diyeceği yerde, “Hem Tevekkül, Hem Tedbir” şeklinde inancını düzeltmelidir. Çünkü Kaderinin ne şekilde olduğunu insan bilememektedir. Kul, aczini itiraf etmeli ve tam bir teslimiyetle Allah’a güvenerek işini sürdürmeli ve dua etmelidir. Çünkü dua, nefsine karşı bir silahtır. Nefis de insanın en büyük düşmanıdır. Eğer Tevekkül, Tedbire karşı olsaydı, Hazret-i Peygamber, Zırh giymez, Hendek kazmaz, Eline kılıç almaz ve “Çüzzamlı bulunduğu yerden ayrılmasın” buyurmazdı. Yine Müslümanlar, İspanya’yı kuşatmaz; Alparslan, Anadolu’ya ayak basmaz ve Fatih, İstanbul’u fetih girişiminde bulunmazdı. Ehl-i Sünnet inancında Tevekkül ve Tedbir, insandaki “Ruh ve Beden” beraberliği gibidir. Bedeni ayakta tutan sadece alınan gıdalar veya ilaçlar olsaydı, “yaşlılık” veya “ölüm” gerçeği açıklanamazdı. Bu konuda denge, “Ehl-i Sünnet Mezhebi”ndedir.
Kaynak: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/dr-c-ahmet-akisik/612876.aspx
|