|
|
15 Şubat 2020 “Ankara Okulu” Batı Destekli Bir Zakkûm FETÖ Projesi midir? Batı, kurduğu Oryantalist ve Misyonerlik teşkilatlarıyla senelerden beri binlerce misyoner eleman yetiştirmiştir. Hedef, İslam Coğrafyasıdır. Özellikle 19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarında çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Tanzimat’ın son yılları ve Meşrutiyet dönemlerinde Jön Türk ve İttihat Terakki gibi gizli ve açık örgütler vasıtasıyla toplumun her kesiminde genelde Batı fikirli, İslam’a mesafeli, fakat Padişah ve Yönetim karşıtı militan aydınlar yetişmiştir. Beyinleri yıkanan bu aydınlardan bazısı sonradan memleketini terketmiş, Said Halim Paşa gibileri de İttihat ve Terakki’de senelerce çalıştıktan sonra yanıldığını, aldatıldığı anlamış ve Buhranlarımız adlı eserinde bu derin tahassürünü dile getirmiştir. İttihatçı olmasına rağmen, 1921’de acaba Batı uğruna İslam’ı terk etmediğinden mi öldürüldü? Bu bilinmiyor. Eğer S. Halim Paşa yaşasaydı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında İslam ve Müslümanlarla ilgili yasak ve tutumlara şahit olsaydı, acaba ülkesini mi terkederdi, yoksa intihar mı ederdi? Bu da bilinmiyor. Ancak bilinen bazı gerçekler var. Onları belgeleriyle şöyle sıralayabiliriz: Yahudi haham (Türk) Hayim Naun, Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) öncesinde Lord Curzon’a şöyle diyor: Siz Türkiye’nin istiklalini kabul edin, ben onlara İslamiyet’i ve İslam Halifeliğini ayaklar altında ciğnetmeyi taahhüt ediyorum. (Y.Tarih Ansiklopedisi,3.Cilt, sayfa 62) İngiltere Dışişleri Bakanı ve Lozan murahhas (delegeler) heyeti reisi Yahudi Lord Curzon, “Türklerin istiklâlini niye tanıdınız?” diyen bazı milletvekili arkadaşlarına Avam Kamarası’nda şu cevabı vermiştir: “Türkler bittiler. Bir daha eski güçlü günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları (Türkleri) Lozan antlaşması ile ruhen, imanen öldürdük. Türkler, İslâm'dan uzaklaştırılacaklar. Bunun için bize söz verildi.” (Bk. D. Mehmet Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Sayfa 221) Murat Bardakçı, Haber Türk, 25.07.2012 tarihli yazısında Lozan’ın “gizli 21 maddelik Ek Protokol”ü olduğunu mizahî olarak yalanlamıştır. Ancak, Cumhuriyet’in ilanından sonra İslam, dini eğitim ve Müslümanlara karşı yapılan işlem ve radikal değişiklikler, yazılı bir metin olmasa da bu “yalanlama”yı haklı çıkarmıyor. Başta Halifeliğin kaldırılması, Harf devriminin yapılması, İslam’î okulların kapatılması, Bazı camiler yıkılırken bazılarının ahır ve depoya çevrilmesi, Evinde Kur’an bulunduran, okuyan ve okutanların takip edilmesi ve tutuklanması, 18 sene Ezan’ın aslî şekliyle okunmasının yasaklanması gerçekleştirilmiştir. Bu arada Yahudi ve Hristiyan cemaatlerin ne mabetlerine, ne de dini hayatlarına karışılmıştır. Türkiye’deki Müslümanlar niçin böyle bir muameleye maruz kalmışlardır? İşte bu sorunun cevabı, belki tarihin derinliklerinde olan bir “tepki”ye dayanmaktadır. O da şudur: Birleşik Krallık Başbakanı William Ewart Gladstone (ö.1898), 1878 yılında İngiltere Lordlar Kamarası’nda eline Kur’an-ı Kerim’i alarak şöyle demiştir: Müslümanların elinden bu kitabı almadıkça, onlarla baş etmemiz mümkün değildir. Ya onu ortadan kaldırmalıyız ya da Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız. Bu tespit, hemen aktif hale getirildi. Hem de Kur’an’a dokunmadan, Kitabı Müslümanların elinden almadan, fakat onu yanlış te’vil ve batıl tefsirlerle, hatta daha da ileri giderek “bu Kur’an, Muhammed’in ifadeleridir” diyen kripto elemanlarınca hükmen ortadan kaldırılarak yapıldı. Batı, diğer bir ifadeyle Misyoner Oryantalistler, bu projeyi aşağı yukarı bütün İslam Ülkelerinde aynı tarihlerde başlattılar. Geleneksel İslam olarak nitelendirdikleri Sünnî Müslümanlık, Hadisler, Fıkıh, Ehl-i Sünnet alimleri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını sağlayan Müctehid, Mezhep, Ehl-i Sünnet, İmanın Şartları, Kader, Şefaat, Hazret-i Adem ve Havva, Ehl-i Kitap gibi bütün kavramların, ters yüz edilmesi gerekiyordu. Tabii bunun sonucunda Allah kelam’ı Kur’an’ın en önemli özellikleri olan Vahiy ve Peygamberlik anlayışı, dolayısıyla İslam, değiştirilmiş olacaktı. Peki, bunu kim yapacaktı? Hiç şüphe yok ki, bunu, Fazlurrahman’da olduğu gibi zaman zaman Yönetim’den ödüller alan, FETÖ gibi 40 sene koruma altında tutulan, gömleğinin altında haç saklayan, Müslüman etiketli, Osmanlı muarızı ve Müsteşrik bağımlısı iç ve dış Modernistler yapacaklardı. Evet, emir verildi ve düğmeye basıldı. Dünyanın çeşitli yerlerindeki Modernistler, faaliyate geçtiler. Tam bir tesanüt içinde İslam yıpratılacaktır. Mezhepler, Fıkıh ve Hadisler, tamamen devre dışı bırakıldıktan sonra, şimdi sıra Allah’ın kelâm’ı Kur’an-ı Kerim’e gelmişti.
VAHİYVahiy, bizzat sesli maddi kelimeler değil, tamamen zihnî, manevî (mental) sesi olan kelimelerdir. Bu durumda “vahiy elçisi”nin tamamen haricî olduğunu ileri süren geleneksel (Sünnî) görüş doğru olarak kabul edilemez. Böylece diğer açıklamalarında da Fazlurrahman, Ruh ile vahyin aynı olduğunu, Ruh’un da bir “emir”den ibaret olduğunu ve Hazret-i Peygamber’in kalbine bildirildiğini açıkça ifade etmektedir. Bu iddiaya göre “vahiy”de Cibrîl-i emin, devreden çıkarılmış olmaktadır. Bu durumda Cebrail'i bir insan olarak tasvir edip vahiy getirdiğini ve Peygamberle konuştuğunun görüldüğünü anlatan hikayeler, sonradan uydurulmuş olmalıdır. (A.K. Kur’an, Fazlurrahman) Cibrîl hadisi olarak biline uzun bir hadis-i şerifte Cebrâil aleyhisselâm, insan şeklinde gelerek Peygamberimize bazı sorular sormuş ve Peygamberimiz de bunları cevaplandırmıştır. Gidince, Peygamberimiz orada bulunanlara sordu: Bu gelen kişiyi tanıdınız mı? Onlar da “hayır, ya Resûlallah” dediler. "O Cibrîl'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti." buyurdular. (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1). Cebrâîl aleyhisselâm, iki kere aslî şekliyle ve diğerlerinde insan şekline bürünerek Peygamber efendimize gelmiş, Kur’an âyetlerini tebliğ etmiş ve İslam’ın nasıl uygulanacağını talim buyurmuştur. (Bk.İtkan, Suyûtî) Fazlurrahman, “vahiy”de şaibe uyandırabilmek için hadislere hikaye ve uydurma demektedir. Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i Kitap, özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe sûresi 29. âyette aynı zümrenin “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum, az çok anlaşılır hâle gelir. Kur’ân’daki bu keskin üslup ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lâfzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren âyetlerin Hazret-i Peygamber’in zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim” (Cihad, M. Öztürk, KURAMER yayını, İst. 2016, s.201.) M. Öztürk’ün tamamen küfür ifade eden bu sözlerini, ancak Müslüman olmayan veya İslam düşmanı biri söyleyebilir. Nitekim Hristiyan, Yahudi ve ateist olan hiçbir Oryantalist, Kur’an’a, Peygamber’e ve İslam’a inanmaz. Zaten Müsteşriklerin gayesi, İslam’ı yok etmek, yapamıyorlarsa onu zayıflatmaktır. Ancak hiçbir kimsenin Müslümanların Mukaddes kitabı Kur’an’ı tahkir ve tahrif etmeye hakkı yoktur. Bu, şu anda yürürlükte olan hukuka göre de suçtur. “Kur’ân, Vahiy ve Nüzul” isimli çalışmasında de M. Öztürk şöyle diyor: Bize göre Kur’ân’daki lâfızlar, Hazret-i Peygamber’in kendi diliyle Allah hakkında konuşmasıdır. Bilindiği gibi dil/lisan insanın duygu, düşünce, idrak ve kültür dünyasından bağımsız değildir. Bu yüzden Hazret-i Peygamber’in kendi varlık tecrübesinden hareketle Allah’ı gazap, rahmet, beddua gibi insan biçimci (tabiatı) sıfatlarla anlatması gayet tabiidir. (M.Öztürk, Ank.Okulu Yay. 2016, s.226.) Bu söz de serapa küfürdür. Yüce Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son vahyi olan Kur’an-ı Kerim, hem mana, hem de lâfız olarak Yüce Allah’a aittir. İnzal sırasında Kur’an’ın lâfzı ve manası üzerinde Hazret-i Peygamber’in herhangi bir tasarrufu kesinlikle olmamıştır. Ehl-i Sünnet’in görüşü, bu merkezdedir. Kur’an ve vahiy konusunda M. Öztürk’ün söylediklerinin tamamı, bâtıl ve hezeyandır.
LEVH-İ MAHFÛZ VE KADER"Levh-i Mahfûz" veya "Umm'ul-Kitâb", "emir"den ibarettir. “Levha”nın özü, sadece dini emirleri ihtiva eden vahiydir. (A.K. Kur’an, Fazlurrahman) Ehl-i Sünnet’e göre "Levh-i Mahfûz", sadece vahyi değil, bütün varlık âlemi ile ilgili yüce Allah'ın bütün ilminin yazılı olduğu “levha”dır. "Kader", Ortaçağ kelamcılarnın (Ehl-i Sünnet’in) anladığı gibi bir "pre-determinism" nazariyesi ("önceden belirleme'' anlamında) değildir. Tam tersi, önceden bilme ve belirleme vardır. Yüce Allah’ın ilmi ve kudreti her şeyi kuşatmıştır. Varlıkla ilgili bütün bilgiler, "Levh-i Mahfûz"da yazılıdır. Hak teâlâ, insana irade ve muhakeme gücü vermiştir. Verdiği irade ve kabiliyetler nispetinde onu sorumlu tutmuştur. Bununla beraber ona, kendini (yüce Zât’ını), emir ve haramları doğru tanıtacak ve bildirecek Peygamberler de göndermiştir. Yaratılan varlıklar içinde tek sorumlu varlık, “insan”dır. Meleklerde, insanlarda olduğu gibi kötülüğe sevkeden bir nefis olmadığı için sadece emredilenleri yaparlar, isyan etme kabiliyetleri de yoktur (Bk. Tahrim,6). İslam coğrafyasında, insan iradesini yok sayan “Cebriyye” ve insana mutlak irade yükleyen “Mutezile/Kaderiyye” fırkaları görülmüşse de bunlar, Ehl-i Sünnet gibi kahir çoğunluk itikadının yanında marjinal görüşler olarak kalmıştır. Kader, önceden belirleme değildir. "Levh-i Mahfûz" da şu Mü’min, şu kâfir olarak ölecektir, diye yazılı değildir. O zaman biz ne diye çalışıyoruz. Roller, tanıtılmıştır, dağıtılmış değildir. Benim karşıma şununla bununla (hadisle) değil, ayetle çıkın. (Mehmet Okuyan ve Mustafa İslamoğlu) Mehmet Okuyan ve M. İslamoğlu, internetteki videolarda Ehl-i sünnet’in tanımladığı kaderi inkâr ediyorlar. Mu’tezile’nin Sünnî Akâid’e aykırı kaderini savunuyorlar. Mu’tezile’ye göre kul, fiilinin yaratıcısıdır. Fiil ortaya çıkınca, Allah onu bilir. Kader, bu şekilde gerçekleşir. Olmayan bir şey, “Levh-i Mahfûz”da yazılı olmaz. Bu görüş, Ehl-i sünnet’e göre tamamen yanlıştır. M. Okuyan, “Levh-i Mahfûz’da her şey yazılmıştır” deniliyor. “Yok böyle bir şey” diyerek, bir çok âyet okuyor, ama şu âyetleri nedense okumuyor: (Resûlüm) de ki; Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez. O bizim Mevlâ'mızdır. O'nun için Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayanmalıdır. (Tevbe, 51). Biz, her şeyi İmâm-ı Mübîn (Levh-i Mahfûz)’da saymışız (zaptetmişiz, yazmışız)dır. (Yâsîn,12) Gaybın anahtarları, Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek tane, yaş ve kuru her şey Allah’ın ilmindedir (Levh-i Mahfûz’da yazılıdır). (En’âm,59)
TEMSİLCİLERİ“Ankara Okulu”, geleneksel İslam olarak nitelenen Ehl-i Sünnet’e karşı geliştirilen, İslam’da aklîleşmeyi savunan, Hadis İnkârcılığını öne çıkaran, Kur’an Müslümanlığını esas alan, Dinde Reformu gerçekleştirmek için Kur’an’ı eleştiren, Selçuklu ve Osmanlının Akaidine savaş açan, Modernist İslam yaklaşımında Batı Oryantalizmini örnek alan ve dinde yabancılaşma temeline dayanan ideolojik bir yapılanmayı simgeler. “Ankara Okulu” fikri platformunun temsilcileri arasında Fazlurrahman, Musa Carullah, Mustafa Öztürk, M. Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler başta olmak üzere Namık Kemal Okumuş, Metin Yasa, İsrafil Balcı, Ömer Özsoy, Caner Taslaman, Mehmet Okuyan, Adil Çiftçi, Lokman Çilingir ve diğerleri bulunmaktadır. Not: Bir âyet-i kerime meâli: Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! Mutlaka (cehennemde) zakkûm ağacından yiyeceksiniz. (Vâkı’a,51-52)
Kaynak: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/dr-c-ahmet-akisik/612230.aspx
|