|
|
02 Mart 2019 İslam’da Sapkınlık MODERN İSLAMCILIK Türkiye’ye Gelişi/1 Küresel Oryantalizm, 18. yüzyılda Avrupa’nın tamamında teşkilatlanmıştı. Hedeflerinde İslam ülkelerinde, özellikle Osmanlı topraklarında yaşanan Sünni Müslümanlık vardı. Misyonerlik teşkilatı ile İslam dininin karşısına çıkamıyorlardı. Açıktan Hristiyanlık dininin mükemmelliğinden de bahsedemiyorlardı. Çünkü Hristiyanlık, Kilise yönetiminin ve ruhban sınıfının olumsuz, haksız ve akılsız tutumundan yara almıştı. Bu durumda değişik bir strateji uygulamak gerekiyordu. İslam dinini karşılarına almadan, diğer bir ifadeyle onu inkâra yeltenmeden temel unsurları üzerinde şaibe uyandırmak, eğer yapılabiliyorsa tamamen değiştirmekti. Ancak bunu başarmak, öyle kolay değildi. Müsteşrikler önce senelerce kendileri çalıştılar, konulara vakıf oldular. Eserler verdiler. Neyin nerede, nasıl ve ne zaman kullanılacağını öğrendiler. Bu, strateji ve taktikle ilgili bir konuydu. Milletlerin ve yörelerin yönetim biçimleriyle algı ve tutumlarıyla ilgiliydi. Bazıları Arkeolog, bazıları mühendis, bazıları uzman, bazıları hemşire, danışman ve bilim adamı olarak senelerce İslam ülkelerinde bulundular. Dostluklar ve arkadaşlıklar kurdular. Üniversite ve ilim çevrelerinde çalışanların talebeleri oldu. Bunlar, yaptıkları çalışmaları ve edindikleri izlenimlerini raporlaştırdılar. Böylece çeşitli ülke ve topluluklardan Merkezlere gelen raporlar, iyice analiz edilerek bir Strateji belirlendi. Avrupa’da ayrı yerlerde Alman, Fransız ve İngiliz Müsteşrik Merkezleri olsa da aralarında bir koordinasyon ve hedef birliği vardı. Çünkü kendilerine göre ortak düşman, belliydi. O da İslam ve Müslümanlardı. Stratejinin ikinci kademesi, İslam ülkelerinde dâî/çağırıcı(lar) yetiştirmek ve gerektiğinde diğer ülkelere ihraç etmekti. Aynı Bâtınîlikte olduğu gibi. Bu dâîler, Batı’nın modernize ettiği ve esaslarını değiştirdiği İslam’ın fedâîliğini ve propagandasını yapacaklardı. İslam ülkelerinde Modernizm ve belli başlı Modernistler:
1. Cemaleddin Afganî reformuC. Afganî (ö.1897), İran topraklarında doğan ve şiî kültürüyle yetişen bir Modernisttir. Genç yaşlarında Irak ve Hindistan’da bulundu. Mekke’ye gitti. Afganistan’da başvezir oldu ve sonra tekrar Hindistan’a döndü. Afganî, 1870’te Mısır ve İstanbul’da görüldü. İstanbul’da Darulfunun’da verdiği bir konferansta “Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır.” dediği, dolayısıyla Peygamberliğin vahye dayanmadığını ima ettiği, itirazlara ve karışıklığa sebep olduğu için sınırdışı edildi. 1871’de Mısır’da İskoç mason locasına girdi, fakat bir müddet sonra buradan ihraç edildi. Bunun üzerine o da French Grand Orient’a bağlı ayrı bir mason locası kurarak bir çok arkadaşını ve tanıdığını bu locaya kaydettirdi. 1879’da tekrar Hindistan, sonra İngiltere ve Paris’te bulundu. Burada gizli bir cemiyet kurdu ve üyelerine yemin ettirerek cemiyet ilke ve sırlarının dışarı çıkmasını önledi. Sadık talebesi Abdüh’ü Paris’e davet etti. Birlikte el-Urvetül’-vüska isimli gazeteyi çıkardılar (1884) ve bedava dağıttılar. Sonra Afganî, İran, Rusya, Londra ve yine İstanbul’da görüldü. Afganî’nin o günün şartlarına göre birçok ülkede bulunması, çalışması, ilim ve yönetim çevrelerince itibar görmesi, elbette normal karşılanamaz. Avrupa’da bütün devletler, “Osmanlıyı ayakta tutan İslam”ın tahrip edilmesini ve neticede Osmanlı’nın parçalanmasını istiyorlardı. Mısır’da bu görev, Afganî’ye verildi. O da Abdüh, Reşid Rıza ve “Geleneksel İslam Karşıtları”yla birlikte “ıslahat”ı öne sürerek İslam’da Reform hareketini başlattı. Aslında bu, Batı’nın organize ettiği bir İslam’ı değiştirme projesiydi. Bu projeye Müsteşrik ve Misyoner teşkilatları da destek verdiler. Bugün FETÖ yapılanmasında olduğu gibi. Bu proje, İslam ülkeleri için İslam’ı tahripte bir Model kabul edildi. Afganî, Selçuklu ve Osmanlı’nın temel itikadı olan Sünnî Müslümanlığına karşı çıkan, Akaid, Fıkıh ve bütün rukünleriyle ona cephe alan, bir dâî ve Batı güdümünde bir ajandı. Hayrettin Karaman ve Ülkemizdeki Müsteşrik ruhlu Akademisyenler, onu üstad ve müceddit olarak görmektedirler. Halbuki Afganî’yi sade bir Müslüman kabul etmek bile mümkün değildir. Çünkü mason olan, imanını locanın kapısında bırakmadan içeri girebilir mi? Bir kalpte iman ile küfür, aynı anda bulunmaz. Bu, tevili mümkün olmayan bir gerçektir. Nedense H. Karaman ve Türkiye Modernistleri, bu gerçeği, bir türlü idrak edemedi ve kabullenemediler.
2. İslam’ın rukünları ile oynamaOsmanlı Türkiye’sinde Cemaleddin Afganî ve arka planda Oryantalistlerin dindar, milliyetci ve Padişah aleyhtarı kişiler üzerinde büyük etkisi oldu. Kur’an, Ezan ve Namaz gibi İslam’ın şiarı ve temellerinin değiştirilmesi, gündeme geldi. Aynı Hristiyanlıkta olduğu gibi. Yüzyıllar boyunca Kilise ve papazların dini yanlış tanıtmalarına, Endüljans ve Engizisyon tahakkümüne karşı Reform ve Aydınlanma hareketleri başlatılmıştı. Halbuki İslam’ın kitabı Kur’an başta olmak üzere temel yapısında en küçük bir değişiklik olmamıştı. İslam dininde ruhban sınıfı yoktu, ulema/alimler sınıfı vardı. Bu sınıf, Hristiyanlıkta olduğu gibi başkalarının günahlarını affetmeleri şöyle dursun, kendi Peygamber’lerinin dahi hidayete erdirme yetkisi yoktu. “Hadis külliyatı”, insaflı batılı bilginlerini bile hayrete düşürecek kural ve disiplinleri içeriyordu. Aynı şekilde “içtihad” konusu da her alimin yeltenemeyeceği yüksek bir dini sorumluluk gerektiriyordu. Durum bu olduğu halde İslam’da değişiklik isteyenler çıkmıştı. Mehmet Akif, bir beytinde şöyle sesleniyordu: Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı Burada şu ifade edilmek isteniyordu: Kur’an’dan başka kaynak kullanılmamalıdır. İslam’ı sadece Kur’an’dan öğrenmelidir. Tefsir ederken de “Asrın idraki/anlayışı” dikkate alınmalıdır. İlk bakışta insana doğru gibi gelen bu yanıltıcı tavsiye, aslında İslam’da Reform yapmak isteyenlerin temel çıkış ve dayanak noktası olmuştu. Afganî, Abdüh ve R. Rıza’nın Oryantalist temelli İslam’ı değiştirme ideolojileri, “asrın idraki”nin bir neticesiydi. Çünkü o dönemde “asr”ı, artık Batı ve Batı’daki gelişmeler temsil ediyordu. O da dinin değiştirilerek beşerileştirilmesi ve “Aydınlanma”da olduğu gibi her konuda “akl”ın hakim kılınmasıydı. Diğer bir deyişle, dinden vahiy ve Peygamberlik unsurlarının çekip çıkarılmasıydı. Bu, İslam’da da yapılmak isteniyordu. Ziya Gökalp bir şiirinde şöyle diyordu: Bir ülke ki camiinde Türkçe Ezan okunur. Köylü anlar manasını namazdaki duanın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur. Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın... Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
3. Türkiye’de İslam’ın şiar ve rukünlerini değiştirmeTürkiye’de resmî Modernleşmeyi fırsat bilen Dinde Reformistler, Kur’an, Ezan ve İbadetlerin değiştirilmesi ve Türkçeleşmesi yönünde harekete geçtiler. 1928’de “Dini Islah Projesi” hazırlandı. Bu projede 4 konu üzerinde duruluyordu: 1. Camilere ayakkabı ile girilmeli, sıralar konulmalı ve oturarak ibadet yapılmalıdır. 2. İbadet dili, Türkçe olmalıdır. 3. Camilere Müzik aletleri konulmalı ve Müzik eşliğinde ibadet yapılmalıdır. 4. Hutbeler, dinî felsefe içerikli olmalıdır. Bu projeyi hazırlayanlar arasında Fuad Köprülü, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), İsmail Hakkı İzmirli, Halil Nimetullah (Öztürk), Mehmet Ali Ayni, Şerafettin (Yaltkaya), Arapkirli Hüseyin Avni, Hilmi Ömer, Yusuf Ziya (Yörükan) gibi isimler bulunmaktaydı. Bu proje tam olarak hayata geçme imkanı bulamasa da İbadetlerin Türkçeleşmesi konusunda resmî bazı teşebbüsler gerçekleşmişti. Ezan, 18.7.1932’de İslamî olmaktan çıkarıldı, Türkçeleştirildi. 16 Haziran 1950'ye kadar 18 yıl aslına uygun okunmadı. Ezanın Türkçeleştirilme olayını Ahmet Doğan Işık şöyle anlatıyor (Milliyet, 18.07.2014): 1931 yılı Aralık ayı sonunda M.K.Atatürk, Dolmabahçe sarayına 9 Hafız çağırdı. İçlerinde Hasan Cemil, Hafız Kemal, Saadettin Kaynak, Hafız Nuri ve Ali Rıza Sağman bulunuyordu. Heyetten Ezanda geçen lâfızları Türkçeleştirmeleri istendi. Uzun müddet çalıştılar, sonunda Ali Rıza Sağman’ın “Tanrı uludur”la başlayan çevirisi kabul edildi. Kaynak: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/dr-c-ahmet-akisik/606821.aspx
|