16 Haziran
2018
İSLÂM’I
BİTİRME PROJESİ
KUR’ÂN’DA TARİHSELLİK
VE
FAZLURRAHMAN
c.ahmetakisik@gmail.com
Fazlurrahman
(1919-1988) kimdir?
Pakistan’da 1919’da doğdu.
Medrese eğitimiyle birlikte batı kökenli eğitim de aldı. On yaşında iken
Kur’ân’ı ezberledi.
1940’ta Pencap
Üniversitesi’nin Arapça bölümünden mezun olduktan sonra lisans üstü eğitime
başladı.
1942’de yüksek lisansını
tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi.
Başladığı doktora çalışmasını 1946’da gittiği İngiltere’de sürdürdü ve Oxford
Üniversitesi’nde Felsefe dalında İbn Sînâ’nın en-Necât adlı eseri
üzerinde çalışmaya başladı. Grekçe, Latince, Fransızca ve Almanca’yı öğrendi.
Böylece Müsteşriklerin bir
tuzağı olan “İslâm Felsefesi” alanına girmiş oldu.
İşte Fazlurrahman’ın esas
hayat hikayesi bundan sonra başlamaktadır. Oryantalist/Müsteşrik hocası Simon
Van den Bergh’in direktifleri doğrultusunda çalışıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve
İbn Rüşd’ün eserleri ve bazı kavramlar üzerinde yoğunlaştı. Kur’ân, Şeriat,
Peygamber, Vahiy gibi İslâm’ın rukünleriyle ilgili inancı ve algısı
değişmeye başladı. İslâm Filozofu olarak ileri sürülen bu kişlerin eserlerinde
vahiy, Kur’ân ve peygamberlik, hiç de medrese eğitiminde öğrendiği gibi
değildi.
Doktora tezi gereği başta
İbn Sîna olmak üzere İslâm’da felsefe yapanların eserlerinde İslâm algısının
çok farklı olduğunu gördü.
İbn Sîna ve
Farâbî
Şöyle ki:
İbn Sîna, vahyi,
hiçbir zaman Cebrâil ile konuşma şeklinde düşünmüyordu. Onu “kudsî kuvve”
dediği kazanılmış akla mahsus en yüksek bir sezgi olarak görüyordu. Buna
göre vahiy ve ilham, bir nevi parapsikolojik ve metapisişik bir olaydır.
Aynı şekilde Peygamberleri,
Allah’tan vahiy alan değil de son derece hassasiyetleri olan, başkalarının idrak
edemeyecekleri çok ince ilişkileri kavrayan ve olayları önceden gören kişiler
olarak düşünüyordu.
Cennet ve cehennem
hakkındaki görüşü ise şöyleydi: Cennet, aklî âlem; cehennem, hayal
âlemi ve kabir hayatı da his âlemi’dir, diyordu.
Müddessir sûresinin 30.
“üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır” âyetini, hayvanî nefis ile
açıklıyordu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).”
“Farâbî de “madde”yi
ezelî/kadîm olarak kabul ediyordu.
Farâbî'ye göre “din”in
sembolik bir özelliği vardır. Bütün semavî dinlerde önemli bir kavram olan
peygamberliği, aklın “kutsî kuvve” derecesine yükselmesinden hasıl olmuş
ve kazanılmış bir meleke şeklinde açıklıyordu.
Yine Farâbî, “Kur'ân'daki
cennet, cehennem gibi kavramlar, sembollerden ibarettir. Peygamber,
metafizik ve nazarî hikmeti bilmez, fakat sezgi kuvveti ile pratik hikmete
sahiptir. Halbuki olgun bir filozof, peygamberden üstündür. Çünkü nazar,
amelden ve ilim, ahlâktan üstündür” diyordu.
Farâbî, Kur'ân'ı
aklîleştirebilmek için, arş, kürsî levh, kalem gibi birçok kavramı, kendi
aklî sistemine göre şeriât dışı tevil ediyordu. Aynı fâsit tevilleri, cesetlerin
haşri ve âhiret meselelerinde de uyguluyordu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).”
İbn Rüşd’e
gelince, o da İbn Sîna ve Farâbî’nin yolundaydı. Hatta felsefecilerin 3 konuda
küfre, 17 konuda dalâlete/sapıklığa düştüklerini delilleriyle açıklayan İmam-ı
Gazali’ye (Tehâfütü’l-felâsife eserine) reddiye yazmıştı.
Fazlurrahman,
aşk ve şevk ile kendisine mütefekkir ve aydın olarak tanıtılan bu kişiler
üzerinde araştırma yapıyordu. İbn-i Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün
İslâm şeriatine aykırı olan fikirleri ile hocası Müsteşrik Van den Bergh’in
direktifleri birebir uyuşuyordu. Belki o yaşlarda bu sapık fikirlerin dünya
ölçeğinde İslâm’a ve Kur’ân’a kurulmuş bir tuzak olduğunun farkında değildi.
İslâm’a hizmet düşüncesinde idi. Belki o yaşlarda zehirin şeker kaplama içinde
sunulabileceğini hiç aklına getirmiyodu. Fakat memleketinden, baba ocağından,
ezanların okunduğu bir muhitten artık çok uzaklardaydı. Kilise çanlarının
çaldığı, yüce Allah’a oğul isnat edildiği ve İslâm’ın imha planlarının yapıldığı
bir toplulukta, hatta farkına varamadığı meş’um bir projenin içinde yer
alıyordu.
Sene 1949… Fazlurrahman,
müsteşrik hocasının refakatinde doktorasını tamamlamıştı. Bu arada diğer bazı
oryantalist hocaları yakından görmüş, onlarla konuşmuş ve eserlerini de
tanımıştı.
Ders aldığı, tanıştığı ve
eserlerini iştiyakla okuduğu bu hocalar ve çevresi, Farâbî, İbn Rüşd ve
üzerinde çalıştığı İbn Sîna gibi düşünüyorlardı. Kendi kendine şöyle bir
değerlendirme yapıyordu. Demek ki, doğuda ve batıda İslâm, Kur’ân ve
Peygamberlik algısı, hiç de Medreselerde öğretildiği gibi değildi.
Senelerce, yüzyıllarca İslâm ve Kitab’ı yanlış tanıtılmıştı. O ana kadar gelen
yüz binlerce İslâm âlimi, İslâm’ı ve Kur’ân’ı
doğru anlayamamıştı. Bu kanaate sahip oluyordu. Hatta üniversite çevresinin
İslâm’ı ve rukünlerini şöyle tanımladıklarını görüyordu:
Oryantalistlerin İslâm Algısı
- İslâm, gerçek anlamda bir
din değildir.
- İslâm’ı tebliğ eden kişi,
insan tabiatını bilen, toplumu yönlendirme kabiliyetine sahip, son derece hassas
ve zekidir.
- Kur’ân, Tevrat ve İncil
örnek alınarak hazırlanmıştır.
- Vahiy, bir istigrak
halidir, bu parapsikolojinin konusudur.
Oryantalistlerin
İslâm’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bakış açısı, bu çerçevededir. Dolayısyla
Fazlurrahman ve bağlıları, ortaya konulan bu oryantalist inanç
sistemi doğrultusunda ve İbn Sîna tarzı felsefeleşen İslâm algısı çerçevesinde
eğitim almış ve yetiştirilmişlerdir. Buna göre Fazlurrahman ve
bağlılarının Kur’ân’da Tarihsellik tezi, bir nevi doğu-batı
sentezinden oluşmaktadır. Bu sentezde yüce Allah’ın peygamberine tebliğ ettiği
Kur’ân’ı ve vahye dayalı İslâm’ı görmek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle
İslâm dini, müctehid İslâm âlimlerin belirlediği temel esaslardan
uzaklaştırılmış, vahiy, peygamberlik ve Kur’ân gibi rukünler
beşerileştirilmiştir. İslâm, adeta ruhu alınan bir iskelet haline
dönüştürülmüştür.
Kur’ân’da
Tarihsellik
İşte Kur’ân’da Tarihsellik,
böyle bir İslâm anlayışının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur’ân’da Tarihsellik
ile ilgili düşünce ve iddialar ve bunlara müctehid İslâm âlimlerinin Tefsir,
Akâid ve Fıkıh alanlarında ortaya koydukları esaslar çerçevesinde verilen
cevaplar, şu başlıklar altında ele alınabilir:
1. Batı’da Kutsal
kitapları yorumlamak için tarihselci yöntem kullanılmıştır. Bütün Ortaçağ
boyunca kilise, kutsal kitapların anlaşılmasında bir hakimiyet ve üstünlüğe
sahipti. Kilisenin bu totaliter anlayışını kırmak ve kutsal kitapların metin
kritiğinin yapılması için tarihselci yönteme başvuruldu. Buna göre
Müslümanların kutsal kitap olarak inandıkları Kur’ân üzerinde de tarihselci
yöntemin uygulanması gerekir (Bütün Kur’ân’da Tarihselciler).
Bu fasit bir kıyastır.
Kur’ân-ı Kerim, son peygamber Hazret-i Muhammed’e 23 sene gibi bir zaman
diliminde vahiy yoluyla inmiştir. Bir âyeti, bir kelimesi değişmeden asli
hüviyetini koruyarak bugüne kadar gelmiştir. İçinde sonradan ilâve edilen
beşer/insan sözü yoktur. Hazret-i Peygamber’in sözleri de bulunmaz. Tevrat ve
İncilin değiştiğini, kendi din adamları bile söylemekte ve yazmaktadırlar. Onun
için Mukaddes Kitap beşerileştirilmiştir, içinde insan sözleri
bulunmaktadır. Halkın elinde bulunan 4 ayrı İncil, bunun açık delilidir. Bu
hüviyette olan bir kitabın metin kritiği elbette yapılır. Ancak bu
kritik, Kur’ân’da uygulanamaz. Kur’ân, yüce Allah’ın kelâmıdır, emirleri,
nehiyleri ve kıssaları tartışma konusu yapılamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tevili ve
tefsiri yapılır. Nitekim bu konuda İslâm coğrafyasında bir çok çalışma
yapılmıştır. Bunun da şart ve yöntemleri, Müctehid âlimlerce
belirlenmiştir. Herkes, her âlim, Kur’ân’ı tevil ve tefsir edemez (Suyûtî, İtkân).
2. Kur’ân, Peygamberin
kalbine vahy suretiyle gelmiştir. Bu vahyi Peygamber, kendi kelime ve
cümleleriyle ifade etmiştir (Fazlurrahman).
Bu
görüş ve inanç, son derece yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim, Arapça olarak âyet âyet,
bugün Müslümanların elinde bulunduğu şekliyle vahiy meleği Cebrâil aleyhisselam
tarafından Hazret-i Peygamber’e 23 senede indirilmiştir. Hazret-i Peygamber de
gelen vahyi, Eshabına açıklamış ve vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Her Ramazan
ayında Cebrâil aleyhisselam, Hazret-i Peygamber’e o sene inen âyetleri
arz etmiştir. Vefat edeceği yıl, Cebrâil iki defa gelerek Kur’ân-ı Kerim’i
baştan sona birlikte tilavet etmişlerdir.
Fazlurrahman,
Kur’ân, “gelen vahiylerin Peygamber tarafından kendi sözleriyle ifade edilmiş
şeklidir.” demiş ve Pakistan’da büyük bir infiale sebep olmuştur. Bu hezeyana,
Ehl-i Sünnet uleması şiddetli tepki göstermiş, bunun küfür olduğunu söylemiş ve
onun katline fetva vermişlerdir. O da kurtuluşu, memleketini terk ederek kendini
besleyen Batı’ya sığınmakta bulmuştur. Aynı şekilde devletine ihanet eden
Tanzimatçılar ve FETÖ de kurtuluşu Batı’da bulmuşlardı. Bu konuda Batı, dünyanın
her yerinde aynı yöntemi kullandırmaktadır. Kendine hizmet edenlere sahip
çıkmaktadır.
Tarihselcilerin bir dayanak
olarak kullandıkları Tekvir suresi 19. âyetinde geçen “rasûlün kerim”
ifadesini, Müctehid müfessirler, “Cebrâil” ile tefsir etmişlerdir.
Hazret-i Peygamberin kalbine
gelen vahyin kendi sözleriyle ifade ediliş şekline âyet değil, “hadis-i kudsî”
denir.
DEVAM EDECEK
***************
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/genis-aci-fikir-ve-tartisma/602753.aspx
|