Geri

   

 

 

İleri

 

2. Diğer Din Ve Mezhepler

A-  Tevrat ve İncil gibi kesin olarak bilinen kitaplara sahip olanlar ki Kur'an bunlara Ehl-i Kitâb şeklinde hitap etmiştir.

B- Kitap indirilme şüphesi bulunan Mecusiyye ve Mâneviyye gibi dinlerdir. Hazret-i İbrahim'e (aleyhisselâm) indirilen sahifelerin Mecûsiler tarafından işlenen birtakım günahlar nedeniyle göğe çekildiği bilinmektedir. Bunlarla ahit ve zimmet ilişkisi kurulabilir. Müslümanların bunlar karşısındaki konumu, Yahudiler ve Hıristiyanlar karşısındaki konumla aynıdır. Çünkü bunlar da Ehl-i Kitab sayılmıştır. Ancak bunlarla evlenilmez ve kestikleri yenilmez. Bunun sebebi ise, kendilerine indirilmiş olan kitapların kendilerinden çekilip alınmış olmasıdır.

Kitapları olduğu bilinen Ehl-i Kitab'ı öncelikle ele almak istiyoruz. Kitap indirilme şüphesi bulunan dinleri ise bilâhare ele alacağız.

Ehl-i Kitab Ve Ümmîler

ResûlullalVm peygamberliğinden önce Ehl-i Kitab ve Ümmîler birbirine tekabül eden iki fırka idi. Ürnmî, okuryazarlığı olmayan kimsedir. Buna göre Yahudiler ve Hıristiyanlar Medine'de, Ümmîler ise Mekke'de bulunmaktaydılar.

Ehl-i Kitab, Esbât'ın<.....> dinlerini destekliyor, İsrail oğullarının yolunu izliyorlardı. Ümmîler ise kabilelerin dinini destekleyerek İsmail oğullarının yolunu takip ediyorlardı. Adem'den (aleyhisselâm) doğan nur, İbrahim'e (aleyhisselâm) geçtikten sonra İkiye ayrılmış, biri İsrail oğullarına diğeri de İsmail oğullarına intikâl etmiştir. İsrail oğullarına intikâl eden nur açık ve aşikâr iken İsmail oğullarına intikâl eden nur gizli kalmışa. İsrail oğullarına İntikâl eden nur, peygamberliğin şahıstan şahısa geçmesi sayesinde aşikâr olmuştur. İsmail oğullarına indirilen gizli nur ise birtakım menâsik ve sembollerin yaş atılmasıyla bilinmekte, şahıs zinciri devam etmemektedir.

Birinci fırkanın kıblesi Kudüs'te bulunan Beytü'l-Makdis iken ikinci fırkanınki Mekke'de bulunan ve âlemlere hidâyet kaynağı olarak vazedilen Beytullah'dır. İlkinin şeriatı, zahirî hükümler iken, ikincinin şeriatı Harem-i Şerifin şiarlarına riâyet etmektir. İlk fırkanın hasımları Firavun ve Hâmân gibi küfür ehli iken ikinci grubun düşmanları put ve heykellere tapan müşriklerdir. Bu karşılaştırma aynen mevcut olduğu için buna uygun bir taksim de sıhhatli olmaktadır.

Yahudiler ve Hıristiyanlar

Bu ikisi, Ehl-i Kitab’ın en büyük ümmetleridir. Bunlardan Yahudi ümmeti daha büyüktür. Çünkü şeriat Musa (aleyhisselâm)'a indirilmiş olup İsrail oğullarının tamamı bununla amel etmiş, Tevrat'ın hükümlerine uymakla mükellef kılının ıslardır.

İsa b. Meryem'e (aleyhisselâm) İndirilmiş olan İncil ise hüküm İçermemekte, helal ve haram gibi emir ve yasaklar bu kitaptan çıkarılamamak-tadır. Bu kitab, sembol ve misaller, vaaz ve öğütlerle doludur. Bunlar dışında sert hükümler açısından Tevrat'la gelen hükümler esas alınmaya devam edilmiştir. Bu husus, ileride açıklanacaktır. Yahudiler işte bu gerekçeden hareketle İsa'ya (aleyhisselâm) bağlanmamış ve onun da kendileri gibi Hazret-i Musa'ya ve Tevrat'a uymakla memur iken onu tağyir ve tebdil ettiğini iddia etmiş, şu değişiklikleri de bu meyanda zikretmişlerdir:

Cumartesi yerine Pazar'ın kutsal gün sayılması, Tevrat'ta haram iken domuz etinin yenilebilmesi, sünnet ve gusül gibi hükümlerdeki değişiklikler vs.

Müslümanlar, her iki ümmetin de kitaplarını değiştirip tahrif ettiklerini beyan etmişlerdir. Bununla birlikte Isa (aleyhisselâm) Hazret-i Musa'nın getirdiği kitap ve ahkâmı tasdik etmiştir. Onlara göre Musa (aleyhisselâm) da, İsa (aleyhisselâm) da son peygamberi müjdelemişlerdir. İmamları, nebileri ve kitapları da bunu böylece emretmişlerdir. Seleflerinin Medine'de inşa ettikleri kaleler, asıl itibarıyla âhir zamanda gelecek olan Allah Resûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) desteklemek içindir. Nitekim birçok Yahudi ve Hıristiyan din adamı, kendi cemaatlerine Şam'ı terkederek bu kalelere hicret etmelerini emretmişlerdir. Ama son peygamber zuhur edip Fârân'da (: Mekke) hak davetini ilân ettiği zaman O'na inanmamış ve Medine'ye hicret ettiğinde de O'nu desteklemeyerek şehri terketmişlerdir. Bu husus Kur'an'da haber verilirken şöyle buyrulmaktadır: "Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitab geldiğinde -ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi-, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti inkâr edenlerin üzerine olsun." (Bakara, 2/89)

Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki ihtilaflar da bu son Peygamber sayesinde giderilecekti. Çünkü Yahudiler "Hıristiyanlar hiçbir esas üzere değillerdir" (Bakara, 2/113) derken Hıristiyanlar da "Kitabı okudukları halde Yahudiler hiçbir esas üzere değillerdir" (Bakara, 2/113) diyorlardı. Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) İse onlara şöyle buyuruyordu: "Tevrat ve İncil'in -hükümlerini- ikâme etmedikçe hiçbir esas üzere değilsiniz!" (Mâide, 5/68) Onların hükümlerini ikâme etmeleri ise, Kur'an'a ve son Peygamberin hükmüne tâbi olmalarıyla mümkündü: Bundan kaçınıp Allah'ın âyetlerini inkâr edince "Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmelerindendi; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarmdandı." (Bakara, 2/61)

1- Fasıl
Yahudiler

'Hâde er-raculu' adam rücû etti, tövbe etti anlamındadır. Musa Peygamber'e (aleyhisselâm) "Hudnâ ileyk^Sana döndük, sana yakardık" dedikleri için bu isimle anılmışlardır.

Bunlar Musa Peygamber'in (aleyhisselâm) ümmetidirler. Kitapları Tevrat'tır. Semâdan indirilen ilk Kitap, Tevrat'tır. Çünkü Musa Peygamberden (aleyhisselâm) önceki İbrahim (aleyhisselâm) ve diğer peygamberlere indirilenlere 'Suhuf=Sahifeler' denilip 'Kitab' denilmemiştir. Rasûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ Adem'i eliyle yarattı, Adn cennetini eliyle yarattı, Tevrat'ı da eliyle yazdı."

Burada diğer kitaplardan ayrı olarak Tevrat'a bir hususiyet atfetmiştir, Tevrat sifrlerden oluşur. Birinci sifrde yaratılışın başlangıcı anlatılmıştır. Bunu hükümler, hadler, haller, kıssalar ve mev'izalar izler. Her biri müstakil sifrlerde yeralmıştır.

Allahü teâlâ Tevrat'ta bulunan hususların bir özeti olarak da Levhaları indirmiştir. Bunlar da ilmî ve amelî kısımları kapsamaktadır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Levhalarda herşeyden bir öğüt yazdık." (A'râf, 7/144) Bu ayette ilmî kısma işaret edilirken "Herşey için bir tafsilat (yazdık)" (A'râf, 7/144) ayetinde amelî kısma işaret edilmektedir.

Yahudiler şöyle demişlerdir: Musa (aleyhisselâm) Tevrat ve Levhaların (tabletler) sırlarını, vasisi, hizmetlisi ve kendinden sonra davet işini üstlenecek olan Yûşa b. Nûn'a naklederek bunları Harun'un (aleyhisselâm) çocuklarına açıklamasını istemişti. Çünkü risâlet onunla kardeşi Harun (aleyhisselâm) arasında ortaktı. Allahü teâlâ da Hazret-i Musa'nın bu husustaki duasını haber vererek "Onu işimde ortak kıl" (TâM, 20/33) buyurmuştur. Harun (aleyhisselâm), Mtısa (aleyhisselâm) henüz hayatta iken vefat edince vasiyeti emanet olarak Yûşa b. Nûn'a intikâl etti. Böylece söz konusu emaneti Harun'un (aleyhisselâm) oğulları Şebîr ve Şibr'e nakletme görevi onun oldu. Bundan da anlaşılacağı üzere vasiyet ve imamet bazen ehlinde dururken, bazen de emânet edilebilir.

Yahudilere göre şeriat tektir. Bu tek şeriat da Musa (aleyhisselâm) ile başlamış ve onunla kemâl bulmuştur. Ondan önce şeriat olmayıp sadece birtakım aklî ilkeler ve maslahatı gözeten sınırlı hükümler mevcuttu.

Onlara göre nesh kesinlikle caiz değildir. Yine iddialarına göre o şeriattan sonra başka bir şeriat gelmeyecektir. Zira nesh, emirleri değiştirme (bedâ) anlamına gelir ki bu, Allahü teâlâ hakkında caiz değildir.

Yahudiler nesh, teşbih, kader, cebr ve dünyaya geri dönüş (ric'at) gibi konularda ihtilafa düşmüşlerdir. Onların ana meseleleri bunlar üzerinde dönmektedir.

Nesh konusundaki fikirleri zikrettiğimiz gibidir.

Teşbih meselesine gelince, Yahudiler arasında yaygın bir inanıştır. Çünkü Tevrat, suret, şifahen görüşme, açıkça konuşma, Sîna dağına inme, Arş'a oturma ve Allahü teâlâ'yı açıkça görme gibi müteşâbih unsurlarla doludur.

Kader meselesinde ise müslümanlara benzer bir fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Onların Rabbânîler'i bizim Mu'tezile'ye, Kurrâ ise bizdeki Cebriyye ve Müşebbihe'ye benzemektedir.

Ric'at yani öldükten sonra dirilme fikrine gelince bunu iki hadisede görmüşlerdir:

İlki Uzeyr'e (aleyhisselâm) dayandırılan hadisedir ki Allahü teâlâ onu yüz yıl ölü tuttuktan sonra tekrar diriltmiştir. İkincisi ise Harun'un (aleyhisselâm) çölde ölmesidir. Onun ölümünü Musa'ya (aleyhisselâm) nisbet etmişlerdir. İddialarına göre Yahudiler ona daha fazla ilgi gösterdikleri için Musa (aleyhisselâm) onu çekememişti. Ancak ölümünün keyfiyeti üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri onun ölmediğini ve geri döneceğini, kimileri de gâib olduğunu ve geri döneceğini iddia etmişlerdir.

İyi bilinmelidir ki Tevrat baştan aşağı, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şeriatının hak olduğuna, bu şeriatın sahibinin sadık olduğuna dair delalet ve göstergelerle doludur. Ancak Yahudiler bunları tahrif ve tebdil etmişlerdir. Bu tahrif ve tağyir ya yazı ve şekil bakımından, yahut da tefsir ve yorum şeklinde gerçekleşmiştir.

Bu göstergelerin en açık olanı Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i ismail'den bahsedilirken, Hazret-i İbrahim'in oğlu ve zürriyeti hakkındaki duası ve Rab Teala'nın bu duayı "Ben İsmail'i ve evlatlarını mübarek kıldım, hayrın tamamını onlar arasına yerleştirdim; onları bütün ümmetlere üstün kılacağım; aralarından kendilerine ayederimi okuyacak bir peygamber göndereceğim." buyurarak kabul ettiğinin belirtilmesidir.

Yahudiler bu hususu kabul etmekle birlikte şöyle derler: "Allah Hazret-i ibrahim'in duasını nübüvvet ve risalet olarak değil, saltanat ve mülk olarak kabul etti."

Ben onları şu delille ilzam etmiştim: Sizin de teslim ettiğiniz bu saltanat bir adalet ve hak saltanatı mıdır yoksa değil midir? Eğer böyle değilse, Allah'ın Hazret-i ibrahim'e, evlatlarına bir zulüm saltanat ve mülkü vermek suretiyle lütuf ve ihsanda bulunmuş olması nasıl mümkün olabilir? Şayet bu mülkün sahibinin adalet ve hak ehli olduğunu kabul edecek olursanız, bu mülk sahibinin Allah hakkında söylediği ve İddia ettiği şeylerde de sadık olması lazım gelecektir. Şu halde nasıl olur da Allah hakkında yalan söyleyen bir kişi adalet ve hak sahibi olur? Zira Allah hakkında yalan söylemekten daha büyük bir zulüm yoktur. Dolayısıyla bu zatı yalanlamak ona zulüm izafe etmek, ona zulüm izafe etmek ise Allah'ın söz konusu ihsan ve lütfunu ortadan kaldırmak demektir ki bu da çelişkiden ibarettir.

Işın ilginç tarafı Tevrat'ta şöyle bir bilgi mevcuttur: İsrail oğullarının torunları (esbât) İsmail oğullarının kabileleriyle görüşüyor ve bu halkta Tevrat'ta bulunmayan ledünnî bir ilmin bulunduğunu görüyorlardı. Tarih kitaplarında da şöyle yazılıdır: İsmail oğulları Alullâh ve Ehlullâh olarak anılıyorlarken İsrail oğullan Âl-i Yakûb, Âl-i Musa ve Âl-i Harun olarak biliniyorlardı. Bu, önemli bir üstünlüktür.

Tevrat'ta şöyle bir nas bulunmaktadır: "Allahü teâlâ Tûr-i Sina'dan geldi, Sâ'îr'de zuhur etti ve alenen bilindi." Sâ'îr, İsa'nın (aleyhisselâm) zuhur ettiği Kudüs dağlarıdır. Fârân ise Rasûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) zuhur ettiği Mekke dağlarıdır.

Vahiy, tenzil, münâcât ve tevildeki Rabbani nurlar ve ilâhî sırlar üç mertebe üzeredir: Başlangıç (mebde'), orta (vasat) ve olgunluk (kemâl). Gelme fiili başlangıca, zuhur fiili ortada olmaya ve ilân da kemâl haline benzetilebilir. Tevrat şeriat güneşinin doğuşunu temsil etmektedir, çünkü Tûr-i Sina'dan gelişte kendini göstermektedir. Güneşin yükselişi ise Sâ'îr'de zuhurunu temsil etmektedir. Kemal hali ise Fârân dağı üzerinde ilân ve istivada kendini göstermektedir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde İsa Mesîh (aleyhisselâm) ve Rasûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetlerinin tasdiki söz konusudur.

İsa (aleyhisselâm) İncil'de şöyle demektedir: "Ben, Tevrat'ı geçersiz kılmak için değil onu ikmâl etmek için geldim. Tevrat sahibi cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralarda da kısası emretmiştir. Ben ise şöyle derim: Bir kardeşin sağ yanağına vurduğunda solunu çevir."

Son şeriat her ikisini de ihtiva etmektedir. Nitekim kısas hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ölülerde kısas size farz kılındı." (Bakara, 2/178) Affedip bağışlama hakkında İse şöyle buyrulmaktadır: "Bağışlamanız takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237)

Tevrat'ın hükümleri açık ve genel siyasete dair hükümler iken İncil'de bâtmî ve özel siyasetle ilgili hükümler yeralmaktadır. Kur'an'da İse her iki türden hükümler mevcuttur: "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 2/179) ayeti zahirî siyaseti temsil etmektedir. "Bağışlamanız takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237) ve "Bağışlamayı seç ve ma'rufu emret, cahillerden yüz çevir." (A'râf, 7/199) ayetleri ise batınî siyaseti temsil etmektedir. Son âyetin manâsıyla ilgili olarak Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sana zulmedeni bağışlaman demek; seni mahrum edene vermen ve seninle ilişkiyi kesenle ilişkini sürdürmendir." (Tabcrânî, Muccmu'l-Kebîr, 17/270)

Kendi inancını tasdik eden, hattâ onu ikmal ve terakki ettiren birini yalanlamak nasıl olabilir? Nesh, aslı itibarıyla geçersiz kılma değil ikmâl etme anlamındadır.

Tevrat'ta hem genel, hem de özel hükümler mevcuttur. Bunların bir çoğu şahıslar ve zamanlarla kayıtlıdır. Söz konusu zamanlar geçtiğinde o hükümler de kalmayacaktır. Bunu fikir değiştirme (bedâ) ve geçersiz kılma olarak görmek nasıl mümkün değilse, burada da aynı durum geçerlidir.

Cumartesi gününe gelince Yahudiler eğer Cumartesi günüyle İlgili emirler niçin gelmiştir, hangi şahıslara bağlı olarak gelmiştir, hangi hallerin karşılığı olarak vazedilmiştir, hangi zamanla sınırlıdır? Bunların cevaplarını anlamış olsalardı son şeriatın hak olduğunu ve Cumartesi gününün kutsallığını geçersiz kılmayıp ikrar ettiğini bilirlerdi. Cumartesi yasaklarını çiğneyenler kendileridir.  Bu nedenle de maymunlara çevrilmişlerdir.

Aslında hepsi bunu itiraf eder ve Musa'nın (aleyhisselâm) bir mabet inşa ettiğini, orada suretler ve şahıslar tasvir ettiğini, bu suretlerin mertebelerini açıkladığını ve o sembolllere işaret ettiğini bilirler. Ama kapıyı kaybettiklerinde hırsızlar gibi oraya girememiş ve tam bir şaşkınlığa kapılarak ne yapacaklarını bilmez hale gelmiş ve yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır.

Şimdi bu fırkaların önde gelenlerine değinmek istiyoruz. Başarı AJlah teâlâ'd andır.

1- Anâniyye

Anan b. Dâvud ve Re'su'l-Câlût isimleriyle tanınan şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bu fırka, Cumartesi günü ve bayramlar konusunda diğer Yahudilerden ayrılmıştır. Kuş, balık ve çekirge yemeyi haram saymışlardır. Hayvanı ensesinden keserlerdi. İsa Peygamberin (aleyhisselâm) vaaz ve işaretlerini tasdik ederek şöyle derlerdi: İsa (aleyhisselâm) Tevrat'a asla muhalefet etmemiştir. Bilakis onu tasdik ve ikrar etmiştir. İnsanları onun hükümlerini uygulamaya davet etmiştir. Kendisi Tevrat ile amel eden ve Musa Peygamber'in (aleyhisselâm) davetine icabet eden İsrail oğul-lanndandı. Ancak nebî ve resul değildi.

Bu fırka mensuplarından bazıları şöyle demişlerdir: İsa Peygamber (aleyhisselâm) asla bir peygamber olduğunu, İsrailoğullarına mensup bulunduğunu, Musa (aleyhisselâm)'ın şeriatını nesheden bir şeriata sahip olduğunu iddia etmemiştir. O, Allahü teâlâ'mn Tevrat'ın hükümlerini iyi bilen ihlâslı velî kullarından biridir. İncil de gökten indirilmiş bir kitap olmayıp hayatının ilk gününden son gününe kadar yaşadığı olayların anlatıldığı bir kitaptır. Havarilerinden dördü tarafından telif edilmiştir. Dolayısıyla indirilmiş bir kitab olması mümkün değildir.

Onlara göre Yahudiler öncelikle onu yalanlamaları sebebiyle kendisine zulmetmiş, davetinin özünü kavrayamamış ve sonunda da kendisini katletmişlerdir. Onun niçin geldiğini hiç anlamamışlardır. Halbuki Tevrat'ta Meşîha’nın adı birçok yerde geçmektedir. Bu Meşîha'dan murad Mesih'tir. Fakat kendisine peygamberlik ve şeriat verilmemiştir. İncil'de geçen "Fâraklit" de âlim insan anlamındadır.

2- İseviyye

Ebu İsa İshâk b. Yakûb el-İsfahânî adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Taraftarlarına göre bu kişinin adı Ofid Elohîm'dir ki "Allah'a tapan" anlamına gelir. Bu şahsın ortaya çıkışı Halife el-Mansûr devrinde olmuştur. Davetini ilan etmeye başlaması ise, Emevîlerin sonlarında Mervan b. Muhammed el-EIımâr devrine rastlar.

Birçok Yahudi bu adamın davetine tâbi olmuş, onun birçok işaret ve mucizeye sahip olduğu iddiasında bulunmuşlardır. İddialarına göre onunla savaşılması halinde taraftarlarının çevresine bir âs ağacı dalıyla çizgi çizecek ve şöyle diyecektir: Bu çizginin gerisinde durun, silahlı düşmanınız size ulaşamayacaktır. Düşman askerleri bu çizgiye geldiklerinde onun koymuş olduğu bir tılsım veya büyü sebebiyle korkarak geri kaçarlardı. İddialarına göre bir defasında Ebu İsa bu çizgiyi at üstünde çarpışarak tek başına geçmiş ve birçok müslümanı öldürmüştü. Kendisi Mâverâünnehir'de bulunan Musa b. İmrân’ın taraftarlarının yanına giderek onlara Allah'ın kelâmını tebliğ etmek istemiştir. Rivayete göre Rey'de el-Mansûr'un ordusuyla savaşırken taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür.

Ebu İsa, kendisi hakkında, "Ben peygamberim ve beklenen Mesih'in elçisiyim." derdi. İddiasına göre Mesih'in (aleyhisselâm) beş elçisi vardır ve ardarda gelirler. Yine onun iddiasına göre Allahü teâlâ Mesih'e İsrail oğullarını günahkâr milletlerden ve zâlim krallardan kurtarmayı emretmiştir. Onlara göre Mesih, Adem oğullarının en üstünü idi. Mevki bakımından bütün peygamberlerin üstündeydi. Bu şahsın iddiasına göre kendisi, Mesih'in elçisi ve yaşadığı devrin en hayırlı insanıydı. Mesih'in tasdikini farz görür, davetçinin davetini yüceltirdi. Ona göre davetçi Mesih idi.

Kitabında her türlü hayvan etinin yenmesini haram görmüştü. Hiçbir canlının yenemeyeceğini söylerdi. On vakit namaz kılınmasını farz kılmıştı. Taraftarlarına da bu namazları kılmayı emrederdi. Bu namazların vakitlerini de o belirlemişti. Tevrat'ta zikredilen hükümlerin çoğunda diğer Yahudilere muhalefet etmişti.

İnsanların elindeki Tevrat, Roma krallarından birinin emriyle otuz din adamı tarafından toplanmıştır. Bunun sebebi, Tevrat'ta yeralan hükümlerin birtakım câhiller tarafından değiştirilme endişesiydi. Başarı Allahü teâlâ'dandır.

3- Mukârebe Ve Yod'aniyye

Hcmedan şehrinden Yod'an adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Adının Yehûda olduğu da söylenmiştir. Bu şahıs, insanları zühde, ibâdeti arttırmaya teşvik ediyor, et yemek ve içki içmekten sakındırıyordu. Rivayete göre davetçinin önemi üzerinde duruyor, Tevrat'ın bir zahir, bir de bâtını, bir tenzil, bir de tevili olduğunu iddia ediyordu. Yaptığı tevillerle Yahudi topluluğunun çoğunluğuna muhalefet etmişti. Teşbih fikrinde de onlardan farklı düşünüyordu. Kader (: kulun kendi eyleminde tam kudret sahibi Halik olduğu) fikrine eğilimliydi. Fiillerin hakikî anlamda kula ait olduğunu iddia ederek mükâfat ve cezanın da buna göre şekilleneceğini söylüyordu. Bu noktada oldukça katı davranıyordu.

Bu fırkanın dallarından biri Mûşikâniye olup Mûşikân adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Kendisi Yod'an ile aynı görüşleri paylaşmasına rağmen muhaliflere karşı silah kullanmayı farz görüyordu. Nitekim ondokuz taraftarıyla birlikte ayaklanmış ve Kum civarında öldürülmüştür. Mûşikâniyye'den bir topluluğun Rasûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudiler dışında bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğuna, çünkü Yahudilerin din ve kitab ehli olduğuna inandıkları söylenmiştir.

Mukârebe fırkasından bir grup, Allahü teâlâ'nın bir meleği bütün yarattıklarından üstün kıldığını, peygamberlere de o melek vasıtasıyla hitap ettiğini söylemiştir. Allahü teâlâ'ya ait olduğu ifade edilen ve Tevrat ile diğer kitaplarda zikredilen bütün sıfatlara o meleğin sahip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Allahü teâlâ'nın bu sıfatlarla anılması caiz değildir. Bu fırka mensuplarına göre Musa Peygamber (aleyhisselâm) ile konuşan da o melektir. Tevrat'ta adı geçen ağaç da o melektir. Allahü teâlâ insanlarla konuşmaktan münezzehtir. Tevrat'ta zikredilen ru'yet talebi, şifahi konuşma, Allahü teâlâ'nın gelmesi, bulutta zuhur etmesi, Tevrat'ı eliyle yazması, Arş'a oturması, Âdem'in (aleyhisselâm) suretinde olması, kısa tüylü, siyah perçemli olması, Nuh (aleyhisselâm) tufanına gözleri kör olacak derecede ağlama, azı dişleri görünecek kadar gülme gibi hal ve fiillerin tamamı o meleğe yorulmuştur. Ona göre Allahü teâlâ bütünüyle, bütün özellikleriyle rûhânî bir melek gönderip ona kendi İsmini verebilir ve onun hakkında "Bu, benim elçimdir, sizin için Ben neysem o da odur, sözü Benim sözüm, emri Benîm emrim, aranızda zuhuru Benim zuhurum gibidir." buyurmuş olabilir. İşte söz konusu meleğin durumu budur.

Mesîh (aleyhisselâm) hakkında "O Tanrı'dır, o âlemin seçilmişidir." diyen Arinos'un da kendi fikrini bu fırkadan aldığı söylenmiştir. Onlar Arinos'tan dört yüz yıl önce yaşamışlar, zühd ve titizlikle tanınmışlardır.

Bu görüşün asıl sahibinin Bünyamin en-Nihâvendî olduğu da söylenmiştir. Rivayete göre o, bu mezhebi onlara takdim etmiş ve Tevrat'taki müteşâbih ayetlerin tamamının tevile muhtaç olduğunu söylemiştir. Ona göre Allahü teâlâ beşerî sıfatlarla tavsif edilemez, yaratılmışlardan hiçbirine benzetilemez. Tevrat'ta bu ve benzeri hususlarda zikredilen ayetler adı geçen büyük melek hakkındadır.

Bu açıklama Kurban için de geçerli olmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ Meryem (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyurmuştur: "Ona ruhumuzdan üfledik." (Enbiya/9l) Başka bir yerde de şöyle buyrulmuştur: "Ona ruhumuzdan Üfledik." (Tahrîm/12)

Bu ayetlerde ruhu üfleyen Cebrail (aleyhisselâm) olup Meryem'e (aleyhisselâm) temiz bir çocuk vermek için tam bir insan suretinde görünmüştür.

4- Sâmire

Bunlar Kudüs dağlarında ve bazı Mısır köylerinde yaşayan bir topluluktur. Temizlik ve arınmaya, diğer Yahudilerden daha fazla titizlenirlerdi. Musa (aleyhisselâm), Hânin (aleyhisselâm) ve Yu'şâ (aleyhisselâm)'dan sonra gönderilen peygamberlerden sadece birinin nübüvvetini kabul eder, diğer peygamberleri tamamen inkâr ederlerdi. Onlara göre Tevrat, Musa'dan (aleyhisselâm) sonra gelecek tek bir peygamber müjdelemiştir. O da Tevrat'ın getirdiği şeriatı tasdik edecek, hükmüyle amel edecek ve ona asla muhalefet etmeyecektir.

Sâmire fırkasından el-Elfan adında bir şahıs çıktı. Bu adam nübüvvet iddiasında bulunarak '"Musa Peygamberin müjdelediği peygamber benim, Tevrat'ta zikredilen ay gibi ışık saçan yıldız da benim." dedi. Bunun çıkışı, İsa Peygamber'in (aleyhisselâm) zuhurundan yaklaşık yüz yıl önceydi.

Sâmire fırkası, Dostâniyye -ki Elfâniyye de denir- ve Kostâniyye adında İki dala ayrılmıştır. Dostâniyye yalancı cemâat anlamındadır. Çünkü bunlar, mükâfaat ve cezanın dünyada olacağını söylemişlerdir. Kostâniyye ise sâdık cemâat anlamındadır. Çünkü bunlar ahiret hayatındaki mükâfaat ve cezayı ikrar etmişlerdir. Bu iki firka şerl hükümler bakımından da ihtilafa düşmüşlerdir.

Sâmire fırkasının kıblesi Beyt-i Makdis ile Nablus şehirleri arasında bulunan Gezirîm adında bir dağdı. Rivayete göre Allahü teâlâ Dâvud Peygamber'e (aleyhisselâm) Beyt-i Makdis'i Nablus dağı üzerinde bina etmeyi emretmişti. Bu Nablus Dağı, Allahü teâlâ'nın Musa Peygambere (aleyhisselâm) hitap ettiği Tür Dağı'dır. Dâvud (aleyhisselâm) İse İliya'ya taşınıp mabedi orada inşa etti. Bu yaptığıyla da Allahü teâlâ'nın emrine muhalefet etmiş oldu. Sâmire fırkası Beyt-i Makdis ile Nablus şehri arasını kıble edinmişlerdi. Diğer Yahudiler ise Beyt-i Makdis'e yönelmişlerdir. Sâmire fırkasının dili, diğer Yahudilerin dilinden farklıdır. İddialarına göre Tevrat, İbrâni-ce'den ziyade Süryanice'ye yakın olan kendi dillerinde nazil olmuştur.

Yukarıda sıraladığımız dört fırka, Yahudilerin ana fırkalarıdır. Yetmiş bir fırka bu dört fırkanın dallarıdır.

Bütün fırkaların üzerinde ittifak ettikleri husus, Tevrat'ın Musa'dan (aleyhisselâm) sonra bir peygamberin müjdesini ihtiva ettiğidir. Farklılıkları bu peygamberin kimliği ve ilâve başka peygamberlerin varlığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Meşîha adı kutsal kitaplarında açıkça geçmektedir. Ahir zamanda ışık saçan bir yıldız gibi birinin çıkacağı da üzerinde İttifak edilmiş bir ihbardır. Yahudiler o zâtı beklemektedir. Onun kutsal günü Cumartesidir. Çünkü Cumartesi, Allah'ın yaratılışı tamamlamasından sonra Arş'a oturduğu gündür.

Yahudiler Allahü teâlâ'nın yaratmayı bitirdikten sonra -hâşâ- bacak bacak üstüne atarak Arş'a oturduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.

Bir Yahudi fırkasına göre Allahü teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı altı gün altı bin seneye eşittir. Çünkü Allahü teâlâ katmda bir gün, ay yılıyla bin yıla denktir. Adem'den (aleyhisselâm) bugüne kadar geçen süre bu kadardır. Yaratma fiili tamamlandığında emir başlamıştır. Emrin başlaması Arş'a istiva ile olmuştur. Bu, olup bitmiş bir emir olmayıp gelecekte olacaktır. Günleri yıllarla saydığımızda böyle çıkmaktadır.

Hıristiyanlar

Hıristiyanlar İsa b. Meryem'in (aleyhisselâm) ümmetidir. O, Allahü teâlâ'nın resulü ve kelimesidir. Musa'dan (aleyhisselâm) sonra gönderilmiş ve Tevrat'ta müjdelenmiş hak peygamberdir. Açık mucize ve delilleri vardır. Ölüleri diriltmek, alacalı ve anadan kör olanları iyileştirmek bunlardan bazılarıdır. Varlığı ve yaratılışı bizatihi doğruluğu İçin çok açık bir mucizedir. Nitekim kendisi nutfe atılmaksızın doğmuştur. Diğer peygamberlerin tamamına kırk yaşında vahiy İnerken Allahü teâlâ onu beşikteyken konuşturmuş ve otuz yaşında da vahiyle müşerref kılmıştır. Davet süresi üç yıl, üç ay, üç gündür.

Göğe çekildiği zaman Havariler ve diğerleri ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ihtilafların kaynağında şu İki husus yatmaktadır:

1- Yeryüzüne inişi, annesiyle ilişkisi ve Kelime'nin onda bedenlenme-si (tecessüd).

2- Göğe çıkışı, meleklerle buluşması ve Kelime ile birleşmesi. İlkiyle ilgili olarak Hıristiyanlar şöyle demişlerdir:   Keüme onda bedenlenmiştir. İttihâd ve bedenlenmenin gerçekleşme biçimiyle ilgili olarak farklı görüşler belirtilmiştit. Kimine göre bu, nurun şeffaf bir cisim üzerinde parlaması gibidir. Kimine göre, mumun üzerine kazman nakış gibi ona İşlemiştir. Kimine göre ruhanînin cismânîde tezahürü gibi zuhur etmiştir. Kimine göre Lâhût nâsûtun zırhına kuşanmıştır. Kimine göre Kelime Mesih'in (aleyhisselâm) bedenine sütün suya, suyun süte karışması gibi karışmıştır. Onlar Allahü teâlâ için üç temel vasıftan (=uknûm) bahsetmiş ve şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ tek bir cevherdir. Bununla kas-dettikleri Zâtı ile Kâim olup belli bir yer ve hacim kaplaması sözkonusu olmayan varlıktır. O, cevheriyet bakımından tek, uknûmiyet bakımından üçtür. Uknum ile kasdettikleri ise varlık, hayat ve ilim gibi sıfatlardır. Bunlara Baba, oğul ve rûhü'l-kudüs adlarını takmışlardır. İlim ise diğer uknumlarda bedenlenmiştir.

Göğe çıkışı hakkında da şöyle demişlerdir: Mesih (aleyhisselâm) katledilip çarmıha gerilmiştir. Yahudiler, çekemedikleri, azgınlık ettikleri ve peygamberliğini reddettikleri için onu öldürmüşlerdir. Ama öldürme fiili lâhûtî kısmına tesir etmeyip sadece nâsûtî yani insani kısmına etki etmiştir. Onlara göre İnsanın kemâli şu üçündedir: Peygamberlik, imamet ve krallık. Onun dışındaki peygamberler bu üç vasfın tamamı veya bir kısmına sahiplerdi. Mesih'in (aleyhisselâm) ise bunlar üzerinde bir derecesi vardır. Çünkü o, tek oğuldur ve benzeri yoktur. Hiçbir peygamber ona kıyas edilemez. Âdem (aleyhisselâm) tarafından işlenen suç da onun sayesinde bağışlanmıştır ve insanlar da onun tarafından hesaba çekilecektir.

Onun yeryüzüne tekrar inmesi konusunda ise fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre müslümanların da iddia ettikleri gibi Kıya-met'ten önce İnecektir. Bazılarına göre ise sadece Hesab Günü İnecektir. O, öldürülüp çarmıha gerildikten sonra yeryüzüne inmiş ve Şemon es-Safa tarafından görülmüş, onunla konuşup vasiyetlerde bulunmuştur. Bunun ardından dünyadan ayrılıp göğe yükselmiştir. Şemon es-Safa onun vasisi ve Havarilerin ilim, zühd ve takva bakımından en üstünü idi. Ancak Pavlos onun sözlerini çarpıtmış ve kendisini onun ortağı gibi göstererek birçok tahrifatta bulunmuş, Mesih'in (aleyhisselâm) buyruklarını filozofların sözleriyle karıştırmıştır.

Pavlos'un Greklere yazdığı mektubu ben de gördüm. Şöyle diyordu: "Sizler İsa'yı (aleyhisselâm) diğer peygamberler gibi mi görüyorsunuz? Asla böyle değildir. O, İbrahim Peygamberin (aleyhisselâm) öşür verdiği barış kralı Melkîz Dâk'a benzer. O İbrahim'i (aleyhisselâm)mübarek kılar ve başını sıvazlardı." İşin tuhaf yanı İndilerden şöyle bir nakilde bulunmasıdır:

"Rab şöyle buyurdu: Muhakkak ki sen tek oğulsun. Tek olan bin, diğer insanlardan biriyle nasıl kıyaslanabilir?"

Bilâhare dört Havârî, İncil adını verdikleri dört ayrı kitap yazmıştır. Bunlar Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'dır. Matta İncili'nin sonu şöyledir: "Sizi, babamın beni size gönderdiği gibi bütün ümmetlere elçi gönderiyorum. Gidin ve insanları Baba, Oğul ve Rûhü'l-kudüs adına davet edin!"

Yuhanna İncili'nin başlangıcı ise şöyledir: "Ezelde Kelime vardı. O, Allah katındaki Kelime sahibiydi. Allah o Kelime'dir. Her şey O'nun elindedir."

Hıristiyanlar daha sonra yetmiş iki fırkaya bölünmüşlerdir. Bu fırkaların en büyükleri üç fırkadır: 1. Melkâniyye, 2. Nestûriyye, 3. Yâkubiyye. Bunlardan çıkan fırkaların bazıları da şunlardır: İlyâniyye, Belyarisiyye, Makdanusiyye, Sebâliyye, Potinusiyye (: Nautusiyye), Pauliyye.

1- Melkâniyye

Melkâ adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş fırkadır. Melkâ Anadolu'da ortaya çıkarak bölgeyi tamamen istila etmiştir. Anadolu Hıristiyanlarının büyük bölümü Melkâniyye fırkasındandır.

Bunlara göre Kelime Mesih'in (aleyhisselâm) bedeni ile ittihâd etmiş ve onun nâsûtî yönüyle mütecessid olmuştur. Kelime'den muratları ilim uknumu, Rûhü'l-Kudüs'ten muratları ise Hayat uknumudur. Bedenlenmeden önce İlim'e 'oğul' demezlerdi. Mesîh (aleyhisselâm), kendisiyle tecessüd ettiği şeyle birlikte 'oğul' olur. Bunlardan bazılarına göre Kelime İsa Mesih'in (aleyhisselâm) bedeni ile kaynaşmış, sütün suya karışması gibi ona karışmıştır.

Melkânîlere göre cevher uknumların aynı değildir. Bu ikisi, mevsuf ile sıfat gibidir. Bu yaklaşımdan hareketle de teslis fikrine kapılmışlardır. Kur'an-ı Kerîm'de onlardan sözedilirken şöyle buy-rulmaktadır: "Muhakkak ki, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre düşmüştür." (Mâide, 5/73)

Bunlara göre Mesih (aleyhisselâm) cüz'î olarak değil, küllî olarak nâsût-tur. O, kadîm ve ezelîden gelen bir kadîm ve ezelîdir. Meryem (aleyhisselâm) ezelî bir ilah doğurmuştur. Onun öldürülmesi ve çarmıha gerilmesinin nâsûtî ve lâhûtî yönlerinden her ikisini de etkilediğini söylemişlerdir, Melkânîler cübüwet=babalık' lafzını Allahü teâlâ, 'nübüvvet-peygamberlik' lafzını ise mutlak anlamda İsa Mesih (aleyhisselâm) hakkında kullanmışlardır. Çünkü ellerindeki İncil'de "Muhakkak ki sen tek oğulsun" ayeti yer almaktaydı. Yine Şemon el-Safâ'nın İsa Peygamber'e (aleyhisselâm) "Sen gerçekten Allah'ın oğlusun." sözünü de duymuşlardı.

Bu, herhalde mecazî bir kullanımdır. Nitekim dünya nimetleri peşinde koşanlara "ebnâu'd-dunyâ=dünya çocukları", ahireti talep edenlere ise "ebnâu'l-âhire=ahiret çocukları" denilmiştir. İsa Peygamber (aleyhisselâm) Havarilere şöyle demiştir: "Size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin ve size lanet edenlere esenlik verin. Size buğzedenlere iyi davranın ve size eziyet edenlere salât edin ki gökyüzündeki babanıza layık oğullar olun. O'nun güneşi hem sâühlerin, hem de fâcirlerin üzerine doğar, yağmuru hem iyilere, hem de kötülere indirir. Böyle yapın İd gökteki babanız gibi siz de tam olun." Yine o şöyle buyurmuştur: "Sadakalarınızı düşünün ve onları gösteriş için halkın huzurunda vermeyin. Böyle yaparsanız, gökteki babanız katında hiçbir ecriniz olmaz." Kendisini çarmıha gerecekleri zaman ise şöyle demiştir: "Şimdi babamın ve babanızın yanına gidiyorum."

Arius adında bir rahip, "Kadîm olan Allah'tır, Mesih (aleyhisselâm) yaratılmıştır." deyince bütün papaz, kardinal ve büyük din adamları İstanbul'da imparatorun huzurunda toplandılar. Sayıları 318'di. Bunların hepsi de şu bildiri üzerinde ittifak ettiler:

"İnanırız ki Baba Allah Bir'dir, O her şeyin Mâlikidir. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısıdır. İsa (aleyhisselâm) O'nun oğludur. Bütün alemlerin zuhurundan önce babasından neşet etmiştir. Yaratılmış değildir. Kendisinin eliyle alemlerin nizam bulduğu Babasıyla aynı cevherden olup hak ilahtan gelen hak ilahtır. Bizim için, tüm insanlık için ve kurtuluşumuz için gökten inip Rûhu'l-Kudüs ile tecessüd etmiş ve insan olmuş, Bakire Meryem'den (aleyhisselâm) doğmuştur. Philatos zamanında çarmıha gerildikten sonra toprağa verilmiştir. Üçüncü gün kalkmış ve göğe yükselmiş, babasının sağ tarafına oturmuştur. Ölülerle diriler arasında gidip gelebilecek durumdadır. Tek Rûhü'l-Kudüs'ün, babasından çıkan hak ruh olduğuna iman ederiz. Günahların bağışlanması için tek bir vaftize, tek bir katolik kutsal cemaata, bedenlerimizin tekrar kıyam edeceğine ve ebediyete dek sürecek bir hayata iman ederiz."

Yukarıdaki metin üzerinde "varılan İttifak, Hıristiyanlar arasında yapılan ilk ittifaktır. Görüldüğü gibi bu metinde bedenlerin diriltilmesine işaret edilmektedir.

Hıristiyanlar arasında bir grup bedenlerin değil yalnız ruhların dirileceğini iddia etmiştir. Onlara göre kötü insanları bekleyen son, Kıyamet'ten sonra yaşayacağı ve bilgisizlikten doğan hüzün ve tasadır. İyileri bekleyen son ise, bilgiden kaynaklanan mutluluk ve sevinçtir. Bunlar cennette evlilik, yeme, içme gibi fiillerin bulunmayacağını da ileri sürmüşlerdir.

Bu grupta yer alanlardan biri olan Mar İshâk şöyle demiştir: "Allahü teâlâ itaat edenlere mükâfaat vaadinde, isyan edenlere de ceza tehdidinde bulunmuştur. O'nun bu vaadinde durmaması caiz değildir. Çünkü bu kerem sahibine yakışmaz. Ancak tehdidinden cayıp âsilere ceza vermeyecek, böylece herkes mutlu ve sevinçli olacaktır. O, bunu genellemiştir; zira ebedî ceza, cömert ve İyilik sahibi olan Allahü teâlâ'nın sânından olamaz."

2- Nestûriyye

Halife el-Memûn döneminde ortaya çıkmış bir fırkadır. Fırkanın kurucusu Nestûr-i Hakîm adında bir şahıstır. Bu şahıs, incil'de kendi görüşleriyle tasarrufta bulunmuştur. Hıristiyanlığa mensubiyeti, Mu'tezile'nin İslama mensubiyeti gibidir.

Kendisi şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Bir'dir ve vücûd, hayat ve ilim olmak üzere üç uknum sahibidir. Bu üç uknum, Allahü teâlâ'nın Zâtı üzerine zâid de değildir, O'nun Zâtıyla aynı da değildir. Kelime İsa'nın (aleyhisselâm) bedeniyle ittihâd etmiştir. Ama bu İttihâd, geçişip karışma (imtizaç) şeklinde değildir. Bilindiği üzere Melkânîler ittihadın bu şekilde gerçekleştiğini söylemişlerdir. Yâkûbîlerin iddia ettikleri gibi zuhur etme şeklinde de gerçekleşmemiştir. Ancak bu ittihad, güneşin kristal üzerindeki aydınlığı ve nakşın mühür üzerindeki zuhuru gibi gerçekleşmiştir.

Uknumlar (ekânîm) konusundaki görüşü, Mu'rezile" den Ebu Hâşim'in ahvâl konusundaid görüşlerini çağrıştırmaktadır. O da bir şey için farklı özelliklerin olabileceğini söylemiştir. Buradaki "bir" sözünden kastı Allah'tır. Nestûr'un 'Allah cevher bakımından Bir'dir' sözünden muradı, O'nun iki ayrı cinsten mürekkep olmayıp basit ve tek oluşudur. İki cevheri sıfat olarak hayat ve ilimden muradı ise, bunların, âlemin mebdei olan iki asıl oluşudur. Nestûr ilmi nutk (düşünme, konuşma) ve Kelime ile tefsir etmiştir.

Sözü nihayet olarak Allahü teâlâ'nın mevcut, hayat sahibi ve nâtık olduğunu tesbit etmeye varır. Filozoflar da insanı tarif ederken bu minvalde konuşmuşlardır; ancak bu mânâlar insan söz konusu olduğunda değişikliğe uğrar, çünkü insan Allah gibi basit değil, mürekkeb bir cevherdir.

Fırkanın bazı mensupları Allahü teâlâ'nın kudret ve irâde gibi sıfatlan olduğunu söylemiş, ancak bunları hayat ve İlim gibi uknum olarak görmemişlerdir.

Kimilerine göre ise üç uknumdan her biri, tek başına diri, nutk sahibi ve ilahtır. Diğerleri İse 'İlah' isminin bu üçünden her biri için kullanılamayacağını iddia etmişlerdir.

Onlara göre oğul, babadan doğmamış olup doğduğu zaman Mesih'in cisminde bedenlenmiş ve onunla ittihâd etmiştir. Hudûs, bedene ve nâsûtî kısma dönüktür. Bunlara göre Mesîh insan ile İlâhın ittihâd ettiği bir varlıktır. Her biri ayrı bir cevher, uknum ve değişik tabiattadır. Biri kadîm bir cevher iken, diğeri muhdes yani sonradan olma bir cevherdir. Biri tam bir insan, diğeri tam bir ilândır. Aralarında gerçekleşen ittihâd, kadîmin kıdemini iptal etmediği gibi, muhdesin hudûsunu da iptal etmemiştir. Ancak bu ikisi tek bir mesîh ve bir tek tabiat haline gelmiştir. Bunlar ifadeyi de değiştirerek cevherin yerine tabiatı, uknumun yerine şalisi geçirmişlerdir.

Öldürme ve çarmıha germeye gelince, bu meselede Melkâniyye ve Yakubiyye'den farklı bir görüş belirtmişlerdir. Onlara göre öldürme fiili Mesih'in (aleyhisselâm) lâhûtî yönünü değil nâsûtî yönünü hedef almıştır. Çünkü ilâhın acı çekmesi söz konusu değildir.

Potinus(: Nautus) ve Pavlos eş-Şamşâtî şöyle demişlerdir: Muhakkak ki İlâh birdir. Mesîh (aleyhisselâm) Meryem'den (aleyhisselâm) olmuştur. O, yaratılmış sâlih bir kuldur. Ancak Allahü teâlâ, taatından dolayı kendisini şereflendirmek ve onurlandırmak için evlat edinme anlamında 'oğul' olarak isimlendirmiştir. Bu oğulluk,'kesinlikle fiziksel doğum veya ittihada dayalı bir husus değildir.

Nestûrîler arasında Musallîn (:Duacılar) ismiyle tanınan bir topluluk Mesîh (aleyhisselâm) hakkında Nestûr ile aynı görüşü paylaşmış ancak şunu İlâve etmişlerdir: Kişi ibâdette İleri gittiği, et ve yağ yemeyi bıraktığı, hayvani ve nefsânî şehvetleri terkettiği zaman cevheri saflaşır ve göklerin melekûtuna yükselerek Allahü teâlâ'yı açıktan görür, gaybda olan herşey kendisine açıklanır, göklerde ve yerde hiçbir sır ona gizli kalmaz.

Nestûriyye arasında teşbih fikrini reddederek Kaderiyye fırkası gibi kaderin hayır ve şerrini kula isnâd eden bir grup da çıkmıştır.

3- Yakûbiyye

Yakûb adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlar da Allahü teâlâ'nın üç uknumunu ikrar ederler. Ama diğerlerinden farklı olarak Allahü teâlâ'nın Kelimesi'nin ete ve kana büründüğünü söylerler. Böylece İlah, Mesîh (aleyhisselâm) olmuştur ve bedeniyle zahir olan da O'dur. O, O'nun tâ kendisidir. Kur'an-ı Kerîm'de bu topluluğun inançları haber verilerek şöyle buyrulmuştur: "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir diyenler küfre düşmüştür." (Mâide, 5/72)

Bu fırka mensuplarının bir kısmı, İsa Peygamber'in (aleyhisselâm) Allah olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları ise şöyle demişlerdir: Lâhût, nâsût İle zuhur etti. İsa Peygamber'in (aleyhisselâm) nâsûtu, cevherin tezahür ettiği yer oldu. Fakat bu durum, bir parçanın somut bir şekilde ona hululü (girişi) veya sıfat hükmündeki kelimenin ittihadı (birleşmesi) tarzında olmamıştır. Bilakis O'nun O olması şeklindedir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Cebrail'den (aley-Dinler ve Mezhepler Tarihi hissdâm) sözedilirken şöyle buyrulmakradır: "Ona tam bir insan suretinde göründü." (Meryem, 19/18)

Yakûbîlerin çoğunluğuna göre Mesîh (aleyhisselâm) tek bir cevher ve tek bir uknumdur, ancak iki cevherden neşet eder. Kimi zaman da iki tabiattan neşet eden bir tabiat olduğunu söylemişlerdir. Bu nedenledir ki nefs ile bedenin terkibi gibi kadim ilahın cevheri ile mulıdes insanın cevheri de terkip yoluyla birleşip tek bir cevher ve tek bir uknum olmuşlardır. Bunun sonucu da bir insan ve bir ilah olmaktır. Bütünüyle ilâh, bütünüyle insandır. Bu yüzden 'insan ilâha dönüştü' denebilirken 'ilâh insana dönüştü' denemez. Tıpkı ateşe atılan bir kömür parçası gibi. 'Kömür ateşe dönüştü' denirken 'ateş kömüre dönüştü' denemez. Halbuki o, özü bakımından ne ateş, ne de kömürdür. O artık bir kor parçasıdır. Yakûbîler’in iddiasına göre Kelime insan-ı cüz'î ile ittihâd etmiş, insan-ı küllî ile ittihâd etmemiştir. İttihadı bazen imtizaç ile bazen de insan suretinin parlak bir aynaya hululü gibi hulul İle ifade ederler.

Teslis fikrini benimseyenlerin tamamı, kadîmin muhdes ile ittihâd etmesinin caiz olmayışı üzerinde fikir birliği etmişlerdir. Ama Kelimeden İbaret olan ikinci uknumun ittihâd etmesine karşın diğer uknumların ittihâd etmediklerini söylemişlerdir.

Mesih'in (aleyhisselâm) Meryem'den (aleyhisselâm) doğduğu, öldürülerek çarmıha gerildiği hususlarında da fikir birliği etmişlerdir. Ama bunun nasıl olduğu noktasında İhtilafa düşmüşlerdir. Melkâniyye ve Yakûbiyye fırkalarına göre Meryem'in (aleyhisselâm) doğurduğu ilahtır. Melkâniyye fırkasının inancına göre Mesîh (aleyhisselâm) nâsût-i küllî ve ezelî olduğu için Meryem (aleyhisselâm) insan-ı cüz'îdir. Cüz'î ise külliyi doğuramaz. İsa'yı (aleyhisselâm) doğuran kadîm uknumdur.

Yakûbîlere göre Mesih (aleyhisselâm) iki cevherden biri olduğu, ilah olduğu ve doğmuş olduğu için Meryemin (aleyhisselâm) bir ilah doğurmuştu. Allahü teâlâ bunların söylediklerinden tamamen münezzehtir.

Onlara göre öldürme ve çarmıha germe eylemleri de iki cevherden oluşan mürekkep cevher üzerine vâki olmuştur. Eğer bu iki cevherden biri üzerine vâki olmuş olsaydı ittihâd bâtıl olurdu.

Bazılarının iddiasına göre cevher-i kadîmin iki yönü vardır. Mesîh (aleyhisselâm) bir yönden kadîm, bir yönden de muhdestir.

Yakûbiyye'den bazıları şöyle demişlerdir: Kelime, Meryem'den ,aleyhisselâm) hiçbir şey almamış olup suyun oluğa uğraması gibi ona uğramıştır. Mesîh'in (aleyhisselâm) insanların gözlerine zahir olan hayali, ayna üzerindeki suret gibidir. Hakikatte o, tecessüm etmiş kesîf bir cisim değildir. Onun öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi de hayal üzere vâki olmuştur. Bunlara İlyâniyye denmiş olup Şam, Yemen ve Ermenistan'da bulunan bir topluluktur. İddialarına göre İlâh, onları halâsa kavuşturmak için çarmıha gerilmiştir. Bazıları ise şunu iddia etmişlerdir: Kelime bazen Mesîh'in (aleyhisselâm) bedenine dâhil olur ve ondan ölüleri diriltme, alacalıyı ve doğuştan körü iyileştirme gibi mucizeler sâdır olurdu. Bazen de ondan ayrılırdı ve o zaman kendisine acılar ve elemler varid olurdu.

Beliares ve taraftarları da bu görüştedir. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: İnsanlar melekût-i a'lâya ulaştıkları zaman, bin yıl yer içer ve evlenirler. Sonra Arius'un vaadettiği ve tamamı lezzet, mutluluk ve sürûrdan ibaret olan nimetlere ulaşırlar. Burada yeme, içme ve evlenme yoktur.

Makedanius İse cevher-i kadîmin sadece iki uknumu olduğunu söylemiştir: Biri baba, diğeri oğuldur. Ruh ise yaratılmıştır.

Sebalius ise kadîmin tek bir cevher ve tek bir uknum olduğunu ve üç özelliği bulunduğunu ve bunların tamamıyla Meryem oğlu İsa'nın bedeninde ittihâd ettiğini İddia etmiştir.

Arius ise Allahü teâlâ'nın bir olduğunu söyleyerek O'nu 'Baba' olarak isimlendirmiştir. Mesîh (aleyhisselâm) O'nun seçimi üzere Kelimesi ve oğludur. Mesîh (aleyhisselâm) bütün varlıklardan önce yaratılmış olup eşyanın yaratıcısıdır. İddiasına göre Allahü teâlâ'nın diğer ruhlardan çok daha büyük, yaratılmış bir ruhu vardır. Bu ruh, baba ile oğul arasında vasıta olup ona vahyi ulaştırır. Yine onun iddiasına göre Mesîh İlk başta latîf bir cevher, katıksız bir rûhânî, dört unsura karışmamış, terkipten tamamen uzak bir varlık olarak vücûd bulmuştur. Onun dört unsura bürünmesi Meryem'den gelen cisimle ittihâd etmesi sırasında olmuştur.

İşte üç mezhep önünde durumu böyle olan Arius, mezhep bakımından farklı düşünmesi sebebiyle üçü tarafından da dışlanmıştır.