zibidi sf. 1. Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan. 2. is. Yersiz ve zamansız davranışları olan kimse: "Halk, bir müdürü böyle zibidi görmek de istiyor." -M. Ş. Esendal.
zibidilik, -ği is. Zibidi olma durumu.
zifaf is. (zifa:f) Ar. zifaf Gerdeğe girme, gerdek. zifafa girmek düğün gecesi eşiyle birlikte yatmak: "Zifafa girdiği gece kaynatası oluverdi." -Ö. Seyfettin.
zifin is. bot. Sarıağı.
zifir is. Ar. zefir Tütün dumanının bıraktığı yağlı kir: "Bıyıklarının ortası belli ki tülün zifirinden kınalı bir renk almıştı." -R. H. Karay.
→ dili zifir
zifirî sf. (zifv.ri:) Ar. zefiri Zifir gibi kara, çok kara.
→ zifirî karanlık
zifirî karanlık, -ğı is. Çok karanlık: "Sanki o saniye gözlerime perde inmiş de her taraf zifirî karanlık olmuş." -S. M. Alus.
zifos is. Yun. 1. Yerden sıçrayan çamur: "Otomobiller korna çalarak, etrafa zifoslar saçarak kayıp geçiyorlardı." -A. İlhan. 2. mec. Yararsız, boş. (birine) zifos atmak 1) sataşmak; 2) kara sürmek, iftira atmak.
zift is. Ar. zift Katran ve diğer organik maddelerin buharlaşmasından veya damıtılmasından elde edilen, kolay kırılan, az ısı ile eriyen, katı, siyah, parlak madde, karasakız: "Sağ elinin iki parmağı sigara ziftinden kararmıştı. " -M. Ş. Esendal. zift gibi 1) çok acı; 2) simsiyah, zift yesin (veya ziftin pekini yesin) "ne yerse yesin" anlamında öfke sözü.
ziftinmek bk, siftinmek.
ziftleme is. Ziftlemek işi.
ziftlemek (-i) Zift sürmek, ziftle kaplamak.
ziftlenme is. Ziftlenmek işi.
ziftlenmek (nsz) 1. Zift sürülmek, ziftle kaplanmak. 2. mec. Bir işten kendine yolsuz kazanç sağlamak. 3. hkr. Yemek: Ham erikleri ziftlendi de midesini bozdu.
zigon is. Yun. İç içe geçen sehpa.
→ zigon sehpa
zigon sehpa is. Zigon.
zigot is. Fr. zygote biy. Erkek ve dişi gametin birleşmesiyle oluşan döllenmiş hücre.
zihaf is. (ziha:f) Ar. zihaf ed. Aruzla yazılmış şiirlerde uzun bir ünlünün uzun okunması gerekirken kısa okunması, imale karşıtı.
zihayat sf. (zi:hayat, zi:haya:tı) Ar. zi + hayât Canlı, neşeli, dinç: "Fakat ben, bilakis o kadar zihayat, o kadar zinde ve faal idim a.. "-Ö.Seyfettin.
zihin, -hni is. Ar. zihn 1. Canlının duygu ve davranışlar dışındaki ruhsal süreç ve etkinliklerinin bütünü. 2. Bellek: "Bu yavrucuğa bakarak hayalini zihnimde büyütmeye başladım." -Ö. Seyfettin. 3. Anlayış, kavrayış: Zihni açık. 4. Bilinç, dimağ, zihin açmak zihni daha iyi çalışır duruma getirmek, zihin yormak bir konuda çok düşünmek, kafa yormak, zihni açılmak kavrayışı, anlayışı çoğalmak, zihni boşalmak kafası rahat ve dingin olmak: "Zihnim boşaldıkça daha doğrusu rahat zamanlarımda Türkçenin güzelliklerini, orijinal cilvelerini düşünürüm." -B. Felek, zihni bulanmak (veya karışmak) 1) düşünürken olaylar arasındaki bağlantıyı yitirmek; 2) ne yapacağını şaşırmak: "Çünkü teyzesine, oğlanın son senelerinde zihni karışmasın diye dönünceye kadar hastalandığından, hatta ölürse, ölümünden bahsedilmemesini sıkı sıkı vasiyet etmişti." -H. E. Adıvar. (bir şeye) zihni takılmak 1) yanlış bir kanıya takılıp kalmak; 2) çözülmesi gerekli bir konu üzerinde durmak, zihnine girmek düşüncesini değiştirmek: "Nezihe ne yapıp yapmış, genç zabitin zihnine girmiş, bir hafta sonra, onunla nişanlanmış." -R. N. Güntekin. (bir şeyi) zihnine yerleştirmek unutulmayacak biçimde aklında tutmak, zihnini altüst etmek düşüncelerini karmakarışık duruma getirmek: "Günlerden beri bu düşünce, Anadoht'ya geçmek zihnini altüst ediyordu." -S. Kocagöz. (bir kimse bir şeyle) zihnini bozmak sürekli olarak aynı şeyi düşünmek. (bir şey birinin) zihnini bulandırmak kuşkuya düşürmek, zihnini çelmek 1) bir kimseyi yanıltmak, yanlış yola sürüklemek; 2) baştan çıkarmak, zihnini dağıtmak gerektiği gibi düşünmemek, (bir şey birinin) zihnini kurcalamak (veya tırmalamak) 1) bir şey sık sık hatırlanıp insanı düşündürmek: "Bu istifham, bozuk bir plak gibi bütün gün zihnini tırmaladı durdji. "-H. Taner. 2) çözülmesi gerekli bir konu üzerinde durmak, (bir şey kendi) zihnini kurcalamak bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak. zihnini oynatmak çıldırmak, delirmek. zihnini toplamak kendine gelmek, sağlıklı düşünmeye başlamak: "Vehibe benden önce zihnini toplayarak cevap verdi." -H. R. Gürpınar.
→ zihin açıklığı, zihin berraklığı, zihin bulanıklığı, zihin hesabı, zihin jimnastiği, zihin karışıklığı, zihin yorgunluğu
zihin açıklığı is. Doğru düşünme gücü, zihin berraklığı.
zihin berraklığı is. Zihin açıklığı.
zihin bulanıklığı is. psikol. Zihin karışıklığı.
zihince zf. (zihi'nce) Zihne göre, zihninin kavradığı biçimiyle.
zihin hesabı is. Matematik işlemlerinin doğrudan doğruya akıldan yapıldığı hesap.
zihin jimnastiği is. Bazı zihinsel yetileri çevikleştirmek için yapılan alıştırmaların tümü.
zihin karışıklığı is. psikol. Düşünme sırasında düşünceler arasındaki bağlantının yok olması, zihin bulanıklığı.
zihinsel sf. Zihinle ilgili, zihnî.
zihin yorgunluğu is. psikol. Aşırı derecede zihnin yorulması durumu.
zihnen zf. (zi'hnen) Ar. zihnen Zihince, zihinden.
zihnî sf. (zihni:) Ar. zihni Zihinsel: "Zihnî yapının üstünlüğü, şuursuz bir otomatizmden kurtulmuş olmasıdır." -S. Ayverdi.
zihniye is. Ar. zihniyyefel. Anlıkçılık.
zihniyet is. Ar. zihniyyet Bir toplum veya topluluktaki bireylerde görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu, düşünüş biçimi, anlayış: "İşte Cumhuriyet rejimine yaraşan zihniyet budur." -O. S. Orhon.
zikıymet sf. (zi:kıymet) Ar. zi + kıymet esk. Değerli, kıymetli.
zikir, -kri is. Ar. zikr 1. Anma, söyleme, sözünü etme. 2. din b. Bir tarikata bağlı olanların Tanrı'nın adını art arda söylemesi: Zikir çekmek, zikri geçmek anılmak, adı geçmek: Dün sizin zikriniz geçti.
→ zikredilmek, zikretmek, zîkrolunmak
zikredilme is. Zikredilmek durumu.
zikredilmek (nsz) Ar. zikr + T. edilmek Adı anılmak.
zikretme is. Zikretmek işi.
zikretmek, -der (-i) Ar. zikr + T. etmek Adını söylemek, sözünü söylemek, anmak: "Ben dervişim diye göğsün gerersin / Hakkı zikretmeye dilin var mıdır?" -Pir Sultan Abdal.
zikrolunma is. Zikrolunmak durumu.
zikrolunmak (nsz) Ar. zikr + T. olunmak Adı geçmek, söylenmek.
zikzak, -ğı is. Fr. zigzag 1. Art arda birdenbire ters yöne açılar yapan kırık çizgi. 2. mec. Sık sık değişen görüş, düşünce veya davranış, istikrarsızlık: "Yurdumuzun daha çok zikzaklar ülkesi olduğuna artık iyice alıştık." -H. Taner. 3. sf. mec. Karşılıklı: "Boğaziçi köylerinde oturanların birbirleriyle buluşmaları için zikzak vapurlar işlerdi." -A. Ş. Hisar. zikzak yapmak 1) sık sık sağa sola yön değiştirmek; 2) mec. sık sık düşünce değiştirmek.
→ zikzak dikişi, zikzak makinesi
zikzak dikişi is. Nakışta ve terzilikte zikzak biçiminde yapılan dikiş.
zikzaklı sf. Zikzak biçiminde olan.
zikzak makinesi is. Zikzak dikişi yapan makine.
zil is. Far. zil 1. İşaret vermek, uyarmak, çağırmak için kullanılan ve bir çan ile bu çana vuran bir tokmaktan oluşan, elle veya başka düzenlerle işletilebilen araç. 2. müz. Birbirine çarparak ses çıkartmak için parmaklara veya tefin kasnağmdaki deliklere takılan yuvarlak, metal nesne: "Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle / Her kalbi dolduran zile her sineden ole." -Y. K. Beyatlı. (nerede ise) zil takıp oynayacak çok sevinenler için söylenen bir söz. zil vurmak zil çalmak: "... ayakta kendilerine çekidüzen veren iki taze zillerini vuruyordu." -R. H. Karay.
→ zilzurna, elektrik zili, teneffüs zili
zilhicce is. Ar. zi'l-hicce esk. Ay takviminin on ikinci ayı, kurban ayı.
zilkade is. (zilka:de) Ar. zi'l-ka'de esk. Ay takviminin on birinci ayı.
zillet is. Ar. zillet Hor görülme, alçalma: "Fakat içimdeki zillet bir türlü zail olmuyordu." -H. E. Adıvar. zilli sf. 1. Zili olan, üstünde zili bulunan. 2. mec. Edepsiz, eli maşalı, şirret (kadın).
→ zilli bebek, zilli maşa
zilli bebek, -ği is. hlk. Şakşakçı.
zilli maşa is. 1. Uçlarına zil takılmış maşa biçiminde bir çalgı: "Tefler, dümbelekler, zilli maşalar arasında komşu kızın udu çalıyor, Gülsüm kanto söylüyordu." -R. N. Güntekin. 2. sf mec. Edepsiz, şirret.
zilsiz sf. Zili olmayan: "Çuha elbiseler giymiş, sakalı gayet biçimli kesilmiş, güzel yüzlü genç bir elekçi sazını kuruyor, alnı çatkılı kart bir kadın zilsiz tefini ovuşturuyordu." -R. H. Karay, zilsiz oynamak çok sevindiğini belli etmek.
zilyet, -di is. Ar. zi + yed huk. Sahibi kendisi olsun olmasın bir malı kullanmakta olan, elinde tutan kimse, eldeci, zilyet olmak elde tutmak.
zilyetlik, -ği is. Bir malı kullanmakta olma durumu.
zilzurna zf. Aşırı ölçüde: "Zılzurna sarhoş gelir, gık diyeni öldüresiye dovermiş." -A. ilhan, zilzurna olmak çok içip sarhoş olarak kendini bilemeyecek duruma gelmek: "Bu kör olasıyı ya bir daha içmeyeceğim yahut zilzurna olacağım." -S. F. Abasıyanık.
zimamdar is. (zimamda:r) Ar. zimüm + Far. -dar esk. Yönetici, işbaşında bulunan kimse.
zimmet is. Ar. zimmet 1. Üstünde olan şey. 2. Kurum ve kuruluşlarda çalışanlara veya para işleri ile uğraşan görevliye imza karşılığı teslim edilen para veya eşya. 3. Bir kimsenin yasal olmayan yollardan üzerine geçirip ödemeye zorunlu olduğu para. 4. Bir ticaret kuruluşunun borçlarının tümü. zimmet çıkarmak eksik veya yanlış yapılan bir işlemden dolayı kişiye fazladan ödenen miktarı belirlemek ve ödemesini sağlamak için bildirimde bulunmak, (bir hesabı birinin) zimmetine geçirmek bir hesabı birinin borcuna eklemek, (bir parayı kendi) zimmetine geçirmek emanet edilmiş para veya eşyayı kendine mal etmek.
→ beraatizimmet
zimmetleme is. Zimmetlemek işi.
zimmetlemek (-i) Herhangi bir şeyi bir kimsenin üzerine emanet olarak kaydetmek.
zimmetli sf. Zimmet edilmiş.
zimmi is. (zimmi:) Ar. zimmi 1. İslam devleti tebaasında olan ve haraç veren Hristiyanlar, Yahudiler. 2. Zimmete ilişkin.
zina is. (zina:) Ar. zina' Aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki.
→ veledizina
zincifre is. (zincifre) Ar. zincefr, zuncufr kim. 1. Kırmızı renkli doğal cıva sülfür. 2. Kırmızı kurşun oksidin veya sülüğenin eski adı.
zincir is. Far. zencir 1. Birbirine geçmiş bir sıra metal halkadan oluşan bağ. 2. Art arda gelen şeylerin oluşturduğu dizi: "Otomobillerin bitmez tükenmez zinciri üzerinden geçiyor." -A. îlhan. 3. Taşıtların kar veya buzda kaymaması için tekerleklerine takılan alet. 4. Altın veya gümüşten yapılmış takı. 5. mec. Kesintisiz süren olay, sebep vb. dizisi: "Olaylar zinciri bu savunuyu haklı çıkaracak nitelikte değildir." -S. Birsel. 6. esk. Hükümlülerin eline, ayağına vurulan demir bağ. zincir gibi art arda sıralanmış şey. (birine) zincir vurmak 1) elini ayağım bağlamak; 2) özgürlüğünü elinden almak: "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım." -M. A. Ersoy. (birini) zincire vurmak prangaya vurmak.
→ patinaj zinciri, saadet zinciri, söz zinciri, suluk zinciri
zincirleme is. 1. Zincirlemek işi veya durumu. 2. sf. Birbirini izleyen, art arda gelen, müteselsil, teselsül: Zincirleme laflarla karşı tarafın ekmeğine kat kat yağ sürerler." -R. Taner.
→ zincirleme isim tamlaması, zincirleme kaza, zincirleme sıfat tamlaması, zincirleme tepkime
zincirleme isim tamlaması is. dbl. Bir isim tamlamasının ikinci bir isim tamlaması kurması: Evin kapısının kilidi.
zincirlemek (-i) 1. Zincirle bağlamak. 2. Art arda, peş peşe gelmek.
zincirleme kaza is. Üç veya daha çok aracın trafik kazasına karışması durumu.
zincirleme sıfat tamlaması is. dbl. Bir sıfat tamlamasına çoğu kez "-li" bazen de "-siz" veya 3. kişi iyelik eki getirilerek kurulan ikinci bir sıfat tamlaması: Kırmızı başlıklı kız. Beyaz yakasız öğrenci.
zincirleme tepkime is. kim. Birden fazla tepkimenin yarattığı durum.
zincirlenme is. Zincirlenmek durumu.
zincirlenmek (nsz) 1. Zincirle bağlanmak. 2. Birbirine sıkıca bağlanmak. 3. mec. Art arda, peş peşe sıralanmak: "İçi karmakarışık, çocukluk yıllarından Ahmet'e ilişkin bir sürü çağrışım, birbirine zincirleniyor." -A. İlhan.
zincirli sf. 1. Zinciri olan. 2. Zincirle bağlı.
zindan is. Far. zindan 1. Tutuklu veya hükümlülerin içine konulduğu kapalı yer. 2. mec. Çok karanlık ve sıkıntılı yer. (bir yeri birine) zindan etmek bir yeri yaşanmaz, huzursuz, rahatsız, zevk alınmaz bir duruma getirmek: "Ah evladım, sorma, onu bir zalim herif aldı, zavallı tazeye dünyayı zindan etti." -Ö. Seyfettin, zindan gibi karanlık veya iç sıkıcı (yer), (bir yer) zindan kesilmek 1) çok karanlık duruma gelmek; 2) çok sıkıcı ve içinde yaşanmaz duruma gelmek: "Lakin bir gün öyle bir şey olmuştu ki, Ozbekiye Bahçesi gözümde âdeta zindan kesildiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir yer) zindan olmak yaşanmaz, huzursuz, rahatsız, zevk alınmaz duruma gelmek: Evi ona zindan oldu.
→ zindandelen
zindancı is. Zindan bekçisi.
zindandelen is. zool. Palamut balığının iki kilodan büyük olanı.
zinde sf. Far. zinde Dinç, canlı, diri, sağlam: "Gerçi bıyıkları kırlaşmış ise de, vücudu zinde." -M. Ş. Esendal. zinde tutmak genç ve diri kalmasını sağlamak: "Seksen bir yaşında da olsa çalışmak insanı zinde tutuyor. " -H. Taner.
→ zinde kuvvet
zinde kuvvet is. 1. Taze kuvvet. 2. mec. Güçlü, donanımlı, yıpranmamış, etkili kişi veya kurum.
zindeleşme is. Zindeleşmek durumu.
zindeleşmek (-i) Zinde duruma gelmek.
zindelik, -ği is. Dinçlilik, canlılık, sağlamlık.
zinhar zf. (zi'nha:r) Far. zinhar esk. Kesinlikle: "Fakat adım zinhar benden öğrenemeyeceksin. " -R. N. Güntekin.
-zir- Emmek fiilinin ettirgen çatısını kuran ek: em-zir-.
zir is. Far. zir esk. 1. Alt. 2. Aşağı.
zira bağ. (zi:ra:) Far. zira Çünkü: "Heykeli atölyede bırakmak mecburiyetinde kaldım. Zira bahçede yaptırdığım kaide henüz bitmemişti. " -H. Taner.
ziraat is. (zira:at) Ar. zira'at Tarım.
→ kuru ziraat
ziraatçı is. Tarımcı.
ziraatçılık, -ğı is. Tarımcılık.
zirai sf. (zira:i:) Ar. zirâ'i Tarımsal.
→ zirai işletme
zirai işletme is. Tarımla ilgili işleri düzenleyen kuruluş.
zirkon is. Fr. zircon jeol. 1. Zirkonyumun doğal durumunda bulunan, renksiz, sarı, yeşil, kahverengi türleri olan doğal ve saydam, değerli taş. 2. kim. Erime noktası 2700 °C'ye yaklaşan, ateşe çok dayanıklı, beyaz renkli, katı, zirkonyum birleşiği, (ZrO2).
zirkonyum is. (zirko'nyum) Fr. zirconium kim. Atom numarası 40, atom ağırlığı 91,22, yoğunluğu 6,25, siyah toz biçiminde bir element (simgesi Zr).
zirve is. Ar. zirve 1. Doruk: Dağın zirvesi. 2. mec. Bir işte ulaşılan en üst aşama: Sanatın zirvesi.
→ zirve konferansı, zirve toplantısı
zirve konferansı is. Doruk toplantısının oluşturduğu konferans.
zirve toplantısı is. Doruk toplantısı.
zirzop sf. tkz. Aklına eseni yapan: "Şımarıkça durduğu dalda duramayan, biraz zirzop, önüne gelene gözü kapalı güvenen bir çocuk." -A. İlhan.
zirzopça zf. Zirzopluk edercesine.
zirzoplaşma is. Zirzoplaşmak durumu.
zirzoplaşmak (nsz) Uygunsuz, yakışıksız davranmak.
zirzopluk, -ğu is. Zirzop olma durumu veya zirzopa yakışan davranış, zirzopluk etmek uygunsuz, yakışıksız davranışlarda bulunmak.
zivircik, -ği is. bot. Akdeniz bölgesinde yetişen, 100-300 cm yüksekliğinde, kuvvetli kokulu bir çalı (Anagyris foedda).
ziya is. (ziya:) Ar. ziya' esk. Işık, aydınlık: "Dışarıda batmış güneşin bıraktığı ziya artık fer sizleşiyor. " -R. H. Karay.
ziyadar sf. (ziya:da:r) Ar. ziya' + Far. -dar esk. Ziyalı.
ziyade sf. (ziya:de) Ar. ziyâde 1. Çok, daha çok, daha fazla: "Tevkifhane müdürü de bizden ziyade onlarla ahbaplık etti." -F. R. Atay. 2. esk. Çoğalma, artma, ziyade olsun! yemekte bulunanlara veya yemeğe buyurun diyenlere "artsın, çoğalsın" anlamında söylenen bir nezaket sözü.
ziyadeleşme is. Ziyadeleşmek durumu, fazlalaşma.
ziyadeleşmek (nsz) Fazlalaşmak.
ziyadesiyle zf. Fazlasıyla.
ziyafet is. (ziyafet) Ar. ziyafet Eğlenmek veya bir olayı kutlamak amacıyla birçok kimsenin bir araya gelerek yedikleri yemek, şölen, toy: "Resmî ziyafetlerin ve büyük düğünlerin yemeklerini hep ona ısmarlamak âdet olmuştur." -R. N. Güntekin. ... ziyafeti çekmek herhangi bir şeyi en iyi biçimde başarmak, herhangi bir yönüyle doyurmak: Orkestra tam bir müzik ziyafeti çekti, ziyafet çekmek (veya vermek) konukları yemekli ağırlamak: "O gece telgrafçı, gümrükçü, liman çavuşu, müdür beye bir ziyafet vermek istemişlerdi." -M. Ş. Esendal.
ziyalı sf Işıklı, aydın, aydınlık, ziyadar.
ziyan is. (-ya: m) Far. ziyan Zarar: "Ziyanımız, ölçülere sığmayacak kadar büyüktür." -R. E. Ünaydın. ziyan etmek 1) yersiz, boş yere harcamak: "Ah budala kız, gençliğinin kıymetini bilmiyorsun, güzelliğini ziyan ediyorsun." -S. M. Alus. 2) zarara uğramak. ziyan olmak boşuna harcanmak, zarar görmek: "Bence ziyan olmuş, eski deyimiyle heder olmuş bir değerdir." -H. Taner, ziyan zebil olmak hlk. boşuna, boş yere harcanmak. ziyanı yok! "önemli değil, önemi yok!" anlamında kullanılan bir söz: "Biraz çabuk işe girişmiş olacağız ama ziyanı yok, diye düşündü." -S. Kocagöz.
→ akıllara ziyan, akla ziyan
ziyankâr sf. (ziyankâ:r) Far. ziyân-kür Sürekli zarar veren veya zarar vermeyi huy edinmiş olan: "Bir deliden başka bir şey olmasına imkân bulunmayan bir ziyankâr hırsız, iki üç günde bir eve giriyor." -R. N. Güntekin.
ziyankârlık, -ğı is. Ziyan verme durumu veya huyu: "Babanın hazineleri olsa sizin ziyankârlığınıza yetişmez, dedi." -M. Ş. Esendal.
ziyansız sf. 1. Ziyan vermeyen, dokunmaz. 2. hlk. Oldukça iyi.
ziyaret is. (ziya:ret) Ar. ziyaret Birini görmeye, biriyle görüşmeye gitme, görüşme: "Haftada iki gece ziyaretine giderdik." -H. F. Ozansoy. ziyaret etmek birini veya bir yeri görmeye gitmek: "Eli rehberli Amerikan turistleri gibi, geldikleri şehrin önce tarihî anıtlarını ziyaret ederler." -H. Taner.
→ bayram ziyareti, çalışma ziyareti, iadeiziyaret
ziyaretçi is. Ziyaret eden, ziyarete giden kimse: "Hatırı sayılır ziyaretçilerine İstanbul'a ipekli kumaş götürmek izni verirdi." -F. R. Atay.
ziyaretçilik, -ği is. Ziyaretçi olma durumu.
ziyaretgâh is. (ziya:retgâ:h) Ar. ziyaret + Far. -gâh Hayır işlemek veya saygı göstermiş olmak için ziyaret edilen yer, ziyaret yeri.
ziyasız sf. Işıksız, karanlık: "Yorgun dağları, ziyasız yalıları, bülbülsüz koruları mor ve serin sis örtüyordu." -Ö. Seyfettin.
ziynet is. (zi.ynet) Ar. zinet Süs, bezek.
zloti is. Pol zloty Polonya para birimi.
Zn kim. Çinko elementinin simgesi.