ze

ze Türk alfabesinin yirmi dokuzuncu harfinin adı, okunuşu.

zeamet is. (zea:met) Ar. ze'âmet Tımar.

zeban is. (-ba:m) Far. zeban esk. Dil (I).

virdizeban

zebani is. (zebaıni:) Ar. zebani 1. din b. Cehennem bekçisi. 2. Zebella.

cehennem zebanisi

zebanzet, -di sf. (zeba:nzet) Far. zebün-zed esk. Söylenen, söylenir olan, herkesçe kullanılan (söz).

zebella is. (zebellâ:) Ar. zebellâ hlk. Çok iri yarı kimse.

zebercet, -di is. Ar. zeberced min. Sarı renkte ve cam parlaklığında, doğal demir ve magnezyum silikat, krizolit.

zebra is. (ze'bra) ît. zebra Tek parmaklılardan, ata benzeyen, derisi çizgili, Afrika'da yaşayan memeli hayvan (Equus zebra).

zebun sf (zebuın) Far. zebûn esk. Güçsüz, zayıf, âciz: "İnsan gözünden ziyade, bu kafese konmuş vahşi, yırtıcı hayvanların, içleri hırs, haşinlik ve ürkeklikle dolu, heybetli fakat zebun gözlerine benziyordu." -R. H. Karay, zebun etmek güçsüz bırakmak, zavallı duruma düşürmek veya getirmek: "Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek." -Yavuz Sultan Selim, zebun kalmak güçsüz, zavallı durumda bulunmak: "Bir zaman gelir ki sırf kendi icadımız olan bir his elinde zebun kalırız." -H. C. Yalçın, zebun olmak güçsüz duruma düşmek, (birinin) zebunu olmak birini çok sevmek, ona aşın düşkün olmak.

zebunküş sf. (zebu:nküş) Far. zebün-kuş esk. Güçsüze acımayan, zavallıları ezen.

zebunküşlük, -ğü is. Zebunküş olma durumu.

zebunlaşma is. Zebunlaşmak durumu.

zebunlaşmak (nsz) Zebun bir duruma gelmek, zayıflamak.

zebunluk, -ğu is. Zebun olma durumu.

Zebur öz. is. (-bu:ru) Ar. Zebur Tanrı tarafından Hz. Davut'a gönderilen kutsal kitap.

zecir, -eri is. Ar. zecr esk. 1. Yaptırmama, yasaklama. 2. Zorlama. 3. Eziyet etme.

zecren zf (ze'cren) Ar. zecren esk. 1. Yasaklayarak. 2. Zorla. 3. Eziyet ederek.

zecrî sf. (zecri:) Ar. zecri esk. Zorlayıcı, zorlayan, yasaklayan.

zecrî tedbir

zecrî tedbir is. İstenileni zorla yaptırmak için başvurulan yol, zorlayıcı önlem.

zedeleme is. Zedelemek işi.

zedelemek (-i) 1. Hafifçe yaralamak. 2. mec. Zarar vermek.

zedeleniş is. Zedelenme durumu: "Senatoya ait yetkilerin zedelenişleri gibi hadiseler birbirini takip etmeye başlamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zedelenme is. Zedelenmek durumu.

zedelenmek (nsz) 1. Vurma, çarpma, delme sonucu berelenmek, ezilmek. 2. Zarar görmek.

zedeli sf. Zedelenmiş.

zedesiz sf. Zedelenmemiş.

zefir (I) is. Fr. zephyr Genellikle gömlek yapmakta kullanılan, çizgili, ince, pamuklu bir tür kumaş.

zefir (II) is. (zefı:r) Ar. zefir esk. Soluk verme.

zehap, -bı is. (ha:bı) Ar. zehâb esk. Sanma, sanı, zannetme, zehaba kapılmak kuruntuya düşmek, vesveselenmek: "Bu oyunun kendine düşman bir partiye seçmen kazandırdığı zehabına kapılmış olacak." -H. Taner. zehapta bulunmak vesveseye kapılmak, kuruntu içinde olmak: "Kim bilir ne taraflara yorar, ne zehaplarda bulunur?" -S. M. Alus.

zehir, -hri is. Far. zehr 1. Organizmaya girdiğinde kimyasal etkisiyle fizyolojik görevleri bozan ve miktarına göre canlıyı Öldürebilen madde, ağı, sem: "Evvela bir yumruk vurdu sersemledim, sonra ağzıma bilmediğim bir zehir tıktı, işte bu zehirle bayıldım." -F. R. Atay. 2. mec. Büyük üzüntü, acı, keder, sıkıntı: "Dünya ile küsmüş, içi zehir dolu olarak yaşamıştı bütün gençliğini." -N. Cumalı. zehir gibi 1) çok acı; 2) çok soğuk (hava); 3) çok becerikli, usta: Zehir gibi şoför. 4) çok üstün: Zehir gibi bir zekâ. zehir kesilmek 1) çok acı ve yakıcı olmak; 2) mec. ortalık ümit, sıkıntılı bir durum olmak: "İçimde elim bir boşluk, aşk ve hayat ortasında derin bir yalnızlık hissiyle bütün uykum acı ve zehir kesildi." -H. C. Yalçın, zehir olmak üzülmek, bunalmak, acı çekmek, zehir saçmak çevreye kötü propaganda yapmak veya insanları olumsuz davranışlara yönlendirmek, tahrik etmek, ortalığı karıştırmak: "Bunlar, etraflarına mütemadiyen zehir saçmakta ve kendi kuruntularım ancak birtakım garip snopluklarla avutmaya çalışmaktadırlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. (yediği) zehir zıkkım olsun bir ilenme sözü.

zehir hafiye, zehir zemberek, zehir zıkkım, zehretmek, zehrolmak, beyaz zehir, panzehir, kurbağazehri

zehir hafiye is. 1. Göz açtırmayan, sert yaradılışlı kimse. 2. Olayları en ince veya gizli noktalarına kadar bilen veya araştıran kimse.

zehirleme is. Zehirlemek işi.

zehirlemek (-i) 1. Öldürmek amacıyla yedirme, içirme vb. yollarla zehir vermek, ağılamak. 2. mec. Birine zararlı düşünceler, zararlı duygular aşılamak: "Derdim size aktarıp arınmış, sizi zehirleyip bırakmıştır." -H. Taner.

zehirlenme is. 1. Zehirlenmek durumu: "Gece saat dörde kadar eğlendik yahut zehirlenmenin adına eğlenti dedik." -A. Gündüz. 2. Yılan, arı vb. sokması sonucu görülen hastalık.

katı zehirlenmesi

zehirlenmek (nsz) 1. Zehirleme işi yapılmak veya zehirleme işine konu olmak, ağılanmak: "Zehirlenmiş bir köpekle, kömür çarpmış bir insanın ölüşlerine bakarsanız onları kardeş sanırsınız. " -R. N. Güntekin. 2. Zehre maruz kalmak: Dün akşam yediğim yemekten zehirlendim. 3. mec. Zararlı düşünceler edinmek.

zehirletme is. Zehirletmek işi.

zengin sf Far. sengin 1. Parası, malı çok olan, varlıklı, fakir, yoksul karşıtı: "Şık, zengin, keyfi yerinde, yazı Avrupa'da ve kışı Beyrut'ta geçiren Suriyelilerden biri idi." -F. R. Atay. 2. Yararlı veya kendisinden beklenilen, istenilen nitelikleri çok olan: Zengin bir dil. Zengin bir kitaplık. Zengin bir anlatım. 3. Verimli: Zengin bir doğa. 4. Gösterişli: Zengin bir giysi, zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz ovada yolunu şaşırır zengin, para gücüyle güçlükleri yenerken yoksul, parasızlık yüzünden en kolay işi bile başaramaz, zengin etmek çok mal ve para sahibi yapmak, zengin olmak çok mal ve para edinmek: "En nihayet işi sigortacılığa dökerek bu yüzden hayli zengin olmuştu." -H. Taner, zenginin malı züğürdün çenesini yorar birinin zenginliğinden çok söz etmenin gereksizliğini, yersizliğini belirtmek için söylenen bir söz.

zengin ekmek, zengin erki, zengin kafiye, gönlü zengin, harp zengini

zengin ekmek, -ği is. İçine çeşitli vitaminlerin eklendiği, kepeği alınmamış ekmek.

zengin erki is. sos. Plütokrasi.

zengin kafiye is. ed. Dizelerdeki uyaklarda İkiden çok ses arasındaki uyumluluk.

zenginleme is. Zenginlemek durumu.

zenginlemek (nsz) Zengin duruma gelmek.

zenginleşme is. Zenginleşmek durumu.

zenginleşmek Zengin duruma gelmek.

zenginleştirme is. Zenginleştirmek işi.

zenginleştirmek (-i) Zengin duruma getirmek, zenginleşmesini sağlamak.

zenginlik, -ği is. Zengin ve varlıklı olma durumu: "Bugün genel Türk dilinin zenginliklerinden biri olan renk isimlerini yazmayı düşünürken..." -B. Felek.

zenne is. Far. zenüne esk. 1. Kadın; Zenne çorabı. 2. tiy. Orta oyununda veya Karagöz'de kadın rolüne çıkan erkek oyuncu.

zenneye çıkmak tiy. orta oyununda erkek oyuncu, kadın rolüne çıkmak.

zenneci is. Kadın eşyası satan kimse.

zennelik, -ği is. 1. Zenne rolü. 2. sf. Kadınlara yarar (eşya).

zephiye is. Ar. zebhiyye esk. Kesimevinde kesilen hayvanlar için kasapların ödedikleri vergi.

zeplin is. Alm. Zeppelin Çoğunlukla hidrojen veya helyumla şişirilmiş güdümlü balon.

zer is. Far. zer esk. Altın.

zeravent, -di is. (zera'vent) Ar. zerâvend bot. Lohusa otu.

zerdali is. (zerdaıli) Far. zerd-âlü bot. 1. Kayısı ağacının Akdeniz ülkelerinde yetiştirilen küçük meyveli bir türü (Armeniaca vulgaris). 2. Bu ağacın sarı, etli ve tadı acı, çekirdekli meyvesi.

zerde is. Far. zerde Safranla renk ve koku verilen bir çeşit şekerli pirinç peltesi.

zerdeçal is. Far. zerde + çav bot. Zencefilgillerden, kök saplarından safram andıran boyalı bir madde çıkarılan, yaprakları sivri uçlu, çiçekleri sarı renkte, çok yıllık bir bitki, Hint safranı (Curcuma longa).

zerdeva is. zool. Ağaç sansarı (Martes).

Zerdüştçülük, -ğü öz. is. din b. Hz. İsa'dan önce VII. yüzyılda Zerdüşt tarafından düzenlendiği ileri sürülen, temel ilkeleri, iyilik (aydınlık) ve kötülük (karanlık) olan din.

Zerdüşti sf. (zerdüşü:) Far. zerduşt + Ar. -i din b. 1. Zerdüşt'ün kurduğu dinden olan (kimse). 2. Bu dinle ilgili olan.

zerk is. Ar. zerk esk. İç itim. zerk etmek iç itmek.

zerre is. Ar. zerre Çok küçük parçacık: "Kendi servetinden bir_ zerresini vatan namına feda etmemişti." -Ö. Seyfettin, zerre kadar en küçük biçimde, hiç: "Kadın, içinde zerre kadar şefkat bulunmayan bir sesle..." -A. İlhan, zerre kadar ... olsaydı çok az olsun ... olsaydı: Zerre kadar aklı olsaydı, bunu yapar mıydı? zerresi (veya zerre kadar eseri) kalmamak (veya olmamak veya yok) hiç bulunmamak, tükenmek, yok olmak: "Bazen o muammalı hâl tamamen üstünden kalkıyor, zerre kadar eseri kalmıyor." -S. M. Alus.

zerrin sf (zerri:n) Far. zerrin esk. 1. Altından yapılmış. 2. is. bot. Fulya. 3. is. Altın rengi, sarı. 4. sf. Bu renkte olan.

zerzevat is. Far. sebze + Ar. -vat bot. Sebze: "Bütün arkadaşlarıma incir, karpuz ve zerzevat ziyafeti verdim."-F'. R. Atay.

zerzevatçı is. Zerzevat satan kimse, sebzeci.

zerzevatçılık, -ğı is. Zerzevatçının işi, sebzecilik.

zevahir ç. is. (zeva:hir) Ar. zevahir Bir şeyin dışarıdan görünüşü, dış yüz, görünüm, zevahiri kurtarmak 1) bir işi gereği gibi değil, yapılıyor dedirtmek için üstünkörü yapmak; 2) görünüşü kurtarmak: "Öyle yapmakla beraber zevahiri kurtarıyor, konuşuyor, gülüşüyordum." -R. H. Karay.

zeval, -li is. (zevaıl) Ar. zeval esk. 1. Yok olma, yok edilme. 2. Suç, kabahat, sorumluluk: "Elçiye zeval olmaz." -Atasözü. 3. Bozulma. 4. Öğle. zeval bulmak (veya zevale ermek) bozulup yok olmak, çökmek. zeval vermek zarar vermek veya yok etmek. zeval vermemek korumak: Allah kimseye zeval vermesin, zevale yüz tutmak bozulmaya, alçalmaya, yok olmaya başlamak. (birine) zevali olmak zararı olmak, zararı dokunmak.

zeval vakti

zevalî sf. (zeva:li:) Ar. zevali esk. Zeval ile ilgili.

zevalî saat

zevalî saat, -ti is. esk. Öğle vakti 12.00'yi başlangıç olarak alan saat.

zevalsiz sf. Yok olmayan, ortadan kalkmayan, bitmeyen, kalımlı.

zeval vakti is. Gün ortası, öğle vakti.

zevat ç. is. (zeva:t) Ar. zevat esk. Kişiler, zatlar: "Gazetenin, mutat zevat adım verdiği arkadaşlarımız ki daima Atatürk'ün yanında bulunurlar." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zevce is. Ar. zevce esk. Karı.

zevcelik, -ği is. Zevce olma durumu, kanlık, eşlik.

zevç, -ci is. Ar. zevç esk. Koca.

zeveban is. (zeveba:n) Ar. zeveban esk. Ergime. zeveban etmek ergimek.

zevk is. Ar. zevk 1. Hoşa giden veya çekici bir şeyin elde edilmesinden, düşünülmesinden doğan hoş duygu, haz: "İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanmadık / Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor yazık." -Y. K. Beyatlı. 2. Güzeli çirkinden ayırt etme yetisi, beğeni. 3. Tat, lezzet: "Batı edebiyatında şarap içmekten, onun zevkinden hiç bahsedilmez." -B. Felek. 4. mec. Eğlence: "Su gibi para harcıyor, zevkine zevk, rahatına rahat katıyor." -N. Cumalı. (bir şeyden) zevk almak (veya duymak) hoşlanmak, beğenmek: "Sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı." -H. Taner, zevk etmek eğlenmek, zevk için 1) yalnız eğlenmek için; 2) alay etmek için. zevki çıkmak hoşa gitmek, zevkinde olmak bir şeyi zevk için yapmak: O adam işin zevkindedir. (kendi) zevkinde olmak (veya zevkine bakmak) yalnız kendi eğlencesini düşünmek: "Terfi ümidinde olmadıklarından resmî işlere ehemmiyet vermezler, zevklerine bakarlardı." -R. H. Karay, zevkine gitmek hlk. hoşuna gitmek, zevkine varmak zevkini çıkarmak. (bir şeyin) zevkini çıkarmak ondan olabildiği kadar zevk almak, (bir şey birinin) zevkini okşamak o şeyden hoşlanmak. zevkten dörtköşe olmak çok sevinip keyiflenmek, aşın zevk duymak.

zevk ehli, zevkiselim, zevküsefa, ehlizevk

zevk ehli is. Eğlenmeyi seven kişi.

zevkiselim is. Ar. zevk + selim En yüksek zevk: "Şehrin zevkiselimi mevzuubahis olunca bu hususta bir karar vermek hakkı belediye meclisine aittir." -H. Taner.

zevkiselim sahibi

zevkiselim sahibi is. Beğenme ve algılama yeteneği tam olan kimse.

zevklenme is. Zevklenmek durumu.

zevklenmek (nsz) 1. Zevk duymak, hoşlanmak. 2. mec. Bir kimse ile alay etmek, eğlenmek: "İşte bunlardan biri sırf laf olsun diye, sırf onu kızdırmak, onunla zevklenmek için fasarya deyip geçivermiştir oğlana." -H. Taner.

zevkli sf. 1. Beğenilen, hoşa giden: "Bütün vücudumda zevkli ürpermelerle titriyordum. " -R. N. Güntekin. 2. Beğenisi olan (kimse), zevkli gelmek eğlenceli olduğunu düşünmek: "Askerlik bana idman ve gezinti gibi kolay ve zevkli geldi." -F. R. Atay.

zevksiz sf. 1. Beğenilmeyen, hoşa gitmeyen: "Yeni usul şiirimiz, zevksiz, köksüz, acemice görünüyordu." -Y. K. Beyatlı. 2. Beğenisi olmayan (kimse).

zevksizlik, -ği is. Zevksiz olma durumu.

zevküsefa is. (zevküsefa:) Ar. zevk + sefa Eğlenme, eğlence: "Dört beş ay sürecek bir zevküsefa âlemine sizleri davet ettik." -S. F. Abasıyanık.

zevzek, -ği sf. Geveze.

zevzekçe sf. (zevze'kçe) 1. Gevezeye yakışan, geveze gibi. 2. zf Gevezeye yakışır bir biçimde.

zevzeklenme is. Gevezelenme.

zevzeklenmek (nsz) Gevezelenmek.

zevzeklik, -ği is. Gevezelik: "Analar, babalar, çocuklarının durmadan soru sormasını bir çeşit zevzeklik sayar." -H. Taner, zevzeklik etmek gevezelik etmek.

zeybek, -ği is. 1. Batı Anadolu efesi: "Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin" -F. N. Çamlıbel. 2. Ege yöresine özgü bir müzik veya oyun türü, zeybek havası.

zeybek havası

zeybek havası is. 1. Zeybek: "Locadan çıkarken, davulu üstüne on lira atılan orkestra, zeybek havası çalmaya başlar." -F. R. Atay. 2. mec. Kısa ve net konuşma.

zeyil, -yli is. Ar. zeyl esk. 1. Ek. 2. Bir yazıya ek olarak katılan parça. 3. Bir eseri tamamlamak İçin sonradan yazılan ek eser.

zeyilname

zeyilname is. (zeyilnaıme) Ar. zeyl + Far. nâme Ek poliçe.

zeyrek, -ği (I) sf. Far. zırek Anlayışlı, uyanık, zeki.

zeyrek, -ği (II) hlk. Keten tohumu.

zeyreklik, -ği Vs. psikol 1. Anlayışlı, uyanık olma durumu. 2. Zekâ.

zeytin is. Ar. zeytün bot. 1. Zeytingillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, 10-20 m yüksekliğinde, dalları dikensiz, yapraklan karşılıklı, küçük ve gümüş renginde, uzun ömürlü bir ağaç (Olea europaea): "Zeytin dededen, incir babadan kalmalı." -Atasözü. 2. Bu ağacın tazeyken yeşil, sonradan kararan, yüksek besin değeri taşıyan yağlı meyvesi. 3. sf. Bu ağaçtan yapılmış, bu ağaçla kaplamalı: Zeytin baston.

zeytin dalı, zeytin ezmesi, zeytin güvesi, zeydn kurdu, zeytin rengi, zeytin sineği, zeytinyağı, siyah zeytin, yeşil zeytin, kalamata zeytini, sele zeytini

zeytinci is. 1. Zeytin ağacı yetiştiren kimse. 2. Zeytin satan kimse.

zeytincilik, -ği is. 1. Zeytin ağacı yetiştirme işi. 2. Zeytin alıp satma işi.

zeytin dalı is. 1. Zeytin ağacının dalı. 2. mec. Barışın simgesi, zeytin dalı uzatmak barış için ilk adımı atmak.

zeytin ezmesi is. İşlenmiş zeytinin ezilmesi ile yapılan yiyecek.

zeytingiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, zeytin, leylak, dişbudak, yasemin vb. bitkileri içine alan ağaç veya ağaççıklar familyası.

zeytin güvesi is. zool. Pul kanatlılar takımından parlak gri renkli olup zeytinin yaprak, çiçek ve tanelerini kemiren zararlı bir böcek.

zeytin kurdu is. zool Kınkanatlılar takımından, kahverengi veya siyah renkte zeytine musallat olan ve onların kurumasına yol açan zararlı bir böcek.

zeytinli sf. Üzerinde veya İçinde zeytin olan: Zeytinli kek.

zeytinlik, -ği .is. 1. Zeytin yetiştirilen ;alan: "Şimdi bir ak ev, biraz ötede portakal ve mandalina bahçesi, sonra zeytinlik." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Zeytini çok olan yer.

zeytin rengi is. 1. Koyu gri ve siyah arası renk. 2. sf. Bu renkte olan.

zeytinsi sf. Zeytini andıran, zeytine benzeyen, zeytin gibi.

zeytinsi meyve

zeytinsi meyve is. bot. Erik, kiraz, kayısı, badem vb. tek çekirdekli meyvelerin genel adı.

zeytin sineği is. zool. Meyve sineğigiller familyasından olup zeytin tanelerine musallat olan zararlı bir böcek.

zeytinsiz sf. Zeytini olmayan.

zeytinyağı is. Zeytin tanelerinden çıkarılan bitkisel yağ. zeytinyağı gibi üste çıkmak bir sorunda haksız olduğunu kabul etmemek, ustalıkla kendini haklı çıkarmaya çalışmak.

zeytinyağlı sf Zeytinyağı ile yapılmış veya pişirilmiş.

zeytinyağlı dolma, zeytinyağlı fasulye, zeytinyağlı sarma, zeytinyağlı yemek

zeytinyağlı dolma is. Malzemesi zeytinyağı ile pişirilip hazırlanan dolma.

zeytinyağlı fasulye is. Zeytinyağı ile pişirilen fasulye.

zeytinyağlı sarma is. Malzemesi zeytinyağı ile pişirilen sarma.

zeytuni is. (zeytuıni:) Ar. zeytuni 1. Kahverengiye yakın yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.