za

zaaf is. Ar. za'f 1. Düşkünlük, eksiklik, yetersizlik, zayıflık, dayanamama: "Kendisine zaafımdan ziyade metanetimi gösterdiğim kadın içeriye girdi." -P. Safa. 2. İrade zayıflığı: "Her Havva kızı gibi övünmek onun da zaafıdır." -H. Taner, zaaf saymak eksiklik olarak görmek: "Öteki, bütün bunları bir zaaf sayarak bu sefer ondan borç almış, ödememiş. "-S. F. Abasıyanık.

zabıt, -ptı is. Ar. zabt 1. Zapt. 2. Tutanak. zabıt tutmak tutanak düzenlemek: "Şimdi bir zabıt daha tutsam görev başında memura hakaretten, sülaleni yakarım senin." -Ç. Altan.

zabıtname, mutabakat zaptı

zabıta is. (za:bıta) Ar. zâbita esk. 1. Belediye hizmetlerinin güvenliğini sağlamakla görevli yönetim: "Bir kaza veya bir cinayet müstesna, karısını kaybeden bir kocanın zabıtaya müracaatı kadar elim bir gülünçlük var mıdır?" -A. Gündüz. 2. Belediye zabıtası.

adli zabıta, ahlak zabıtası, belediye zabıtası

zabıtname is. (zabıtnaıme) Ar. zabt + Far. nüme esk. Tutanak.

zabit is. (zaıbit) Ar. zabit esk. 1. Rütbesi teğmenden binbaşıya kadar olan asker; "Bu karanlık günler, senin gibi genç, ateşli, imanlı zabitlerin gayreti ile aydınlanacak!" -S. Kocagöz. 2. sf. mec. Tuttuğunu koparan, dediğini yaptıran.

zabitan ç. is. (za:bita:n) Ar. zabit + Far. -ün esk. Subaylar.

zabitlik, -ği is. Zabit olma durumu: "Bir demir yolu istasyonunda jandarma zabitliği ediyormuş." -M. Ş. Esendal.

zaç, -cı is. Ar. zâc kim. Kükürtle demir bileşimlerinden biri.

zaç yağı

zaç yağı is. kim. Sülfürik asit.

zade is. (za:de) Far. zade esk. 1. Oğul, evlat: "Şimdi bilmem ne zade namı altında, İstanbul'un en büyük zenginlerinden biriydi." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Doğmuş.

amcazade, asilzade, bendezade, beyzade, dayızade, halazade, haramzade, helalzade, hemşirezade, kibarzade, kişizade, paşazade, şehzade, teyzezade

zadegan ç. is. (za:degâ:n) Far. zadegan esk. Soylular.

zadegânlık, -ğı is. Zadegan olma durumu.

zafer is. Ar. zafer 1. Savaşta kazanılan başarı: "Al bir kalpak giymişti al / Al bir ata binmişti al / Zafer ırak mı dedim / Aha diyordu." -F. H. Dağlarca. 2. Birçok emek ve tehlikeli uğraşmalar pahasına erişilen mutlu sonuç, yengi, utku. 3. Bir yarışma veya uğraşıda çaba harcayarak elde edilen başarı.

Zafer Bayramı

Zafer Bayramı öz. is. 30 Ağustos 1'922'de kazanılan büyük zaferi kutlamak üzere yasayla kabul edilmiş olan resmî bayram.

zafiyet is. (za:fıyet) Ar. za'fıyyet 1, Arıklık, zayıflık. 2. Dermansızlık, güçsüzlük.

zafran is. Safran.

zağ is. hlk. Kılağı.

zağanos is. Bir cins doğan.

zağar is. Bir cins çoban köpeği: "Azarlanmış bir zağar sümsüklüğüyle otelime kapandım." -A. Gündüz.

zağara is. Ar. zihüre esk. Yakanın üzerine dikilen kürk.

zağarcı is. tar. Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahın av köpeklerine bakan görevli.

zağarlık, -ğı is. Av köpeği gibi izleme: "Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam. " -M. A. Ersoy.

zağcı ıs. Kılağı yapan kimse.

zağcılık, -ğı is. Kılağı yapma işi.

zağlama is. Kılağılama.

zağlamak (-i) hlk. Bîleylemek.

zağlı sf. Kılağılı.

zağsız sf. Kılağısız.

zahir (I) sf. (za:hir) Ar. zahir 1. Açık, belli. 2. is. Dış yüz, görünüş. 3. zf hlk. Kuşkusuz, elbette, şüphesiz: "Zahir, o anda başıma kan çıkmış, yüzüm kızarmış olacak ki..." -S. M. Alus. 4. zf. Görünüşe göre, anlaşıldığına göre: Ben yanlış biliyormuşum zahir.

zahir (II) sf. (zahi:r) Ar. zahir esk. Yardım eden, destekleyen, arka çıkan.

zahirde zf. (za:hirde) Görünüşte: "Zahirde rezaletin devam etmesine mâni olmak istiyordu." -M. C. Kuntay.

zahire is. (zahi;re) Ar. zahire Gereğinde kullanılmak için saklanan tahıl, aşlık: "Zihnini, cerre çıktığı vakit toplayacağı paradan, biriktireceği zahireden başka hiçbir fikir işgal edemezdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zahiren zf (za;hiren) Ar. zahiren esk. Görünüşte, görünüşe göre: "Zahiren ufak, ehemmiyetsiz, değersiz bir sebepten dolayı iki sevgili arasında bir nazlaşma kavgası." -H. C. Yalçın.

zahirî sf. (za:hir:) Ar. zahiri 1. Görünen, görünürdeki. 2. İçten olmayan, yapmacık.

zahit, -di sf. (za:hit) Ar. zühid esk. Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarım yerine getiren (kimse): "Bu sualin karşısında, hakikati inkâr olunmuş bir zahit gibi doğruldu."-Ö. Seyfettin.

zahittik, -ği is. Zahît olma durumu: "Zahitlikle dindarlığı birbirinden ayırmak lazımdır." -O. S. Orhon.

zahmet is. Ar. zahmet Sıkıntı, güçlük, yorgunluk, eziyet, meşakkat: "Yalnız rica ederim, bir an için bir zahmet ve fedakârlık daha yapın." -H. F. Ozansoy. zahmet çekmek sıkıntıya katlanmak, güçlükle karşılaşmak: "Yolda çok zahmet çekmiş, bereket versin Paris sefareti erkânından biri kendisine refakat etmiş." -Y. K. Karaosmanoğlu. zahmet etmek (veya zahmete girmek veya zahmete katlanmak) 1) biri için yorulmak veya masrafa girmek: "Benim için yine yorulacaksınız, zahmete katlanacaksınız, dedi. " -R. H. Karay. "Bunun için büyük zahmetlere girmeye gerek yoktur." -S. Birsel. 2) çaba harcamak, gayret göstermek: "Zahmet edip enine boyuna okumazlardı." -H. Taner, (birine) zahmet olmak yapılan bir işten sıkıntı, yorgunluk duymak, zahmet olmazsa "rica ederim" yerine kullanılan bir nezaket sözü. zahmet vermek sıkıntı vermek: "Size zahmet vermemek için ben buraya geldim." -A. Gündüz, zahmete sokmak birine yorgunluk vermek veya masraf ettirmek: "Onu kâh susadım, kâh acıktım diye türlü türlü zahmetlere sokmuştum." -Y. K. Karaosmanoğlu. zahmetine değmek verilen emeği karşılamak.

zahmetli sf. 1. Zahmetle yapılan, yorucu, sıkıntılı, eziyetli, güç: "Hepsinde, zahmetli bir oyundan henüz çıkmış mektep çocuklarının sevinçli yorgunluğu vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sıkıntı veren: "Sıcaktan, zahmetli yollarda yürümekten yorulmuştu." -H. C. Yalçın.

zahmetsiz sf. Sıkıntı çekilmeden, güçlükle karşılaşmadan yapılan, eziyetsiz, kolay, emeksiz: "Ayaklarınıza daha zahmetsiz giyilecek, daha sade, daha sıhhi bir kılıf icat edemez misiniz?" -R. H. Karay, zahmetsiz rahmet olmaz sıkıntı, güçlük çekmeden iyi ve güzel işler başarılamaz.

zahmetsizce zf (zahmetsizce) Zahmetsiz bir biçimde, zahmet olmaksızın.

zahter is. Ar. sa'ter bot. Bîr çeşit kekik (Thymus longicaulis).

zail sf (za:il) Ar. zâ'il esk. Yok olan, ortadan kalkan, sürekli olmayan, zail olmak yok olmak, ortadan kalkmak.

Zaireli öz. is. Zaire halkından olan kimse.

zait sf (za:it) Ar. zü'id esk. 1. Çoğaltan, artıran. 2, Gereksiz, fazla: "Canım bu kadar yeter, fazlası zait." -S. M. Alus. 3. is. mat. Artı (+).

zakkum is. Ar. zakkum bot. Zakkumgillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, çiçekleri beyaz veya pembe renkli, kışın yapraklannı dökmeyen zehirli bir ağaççık, ağı ağacı, ağı çiçeği (Nerium oleander).

zakkumgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, zakkum, Cezayir menekşesi vb. türleri İçine alan familya.

zakkumlaşma is. Zakkumlaşmak İşi veya durumu.

zakkumlaşmak (nsz) Acılaşmak.

zakkumlu sf. 1. Zakkumu olan, zakkuma bulaşmış. 2. mec. Acı veya üzüntü veren: "Bir anda zakkumlu bir yumruk tıkandı boğazıma. " -Ç. Altan.

zalim sf (za.lim) Ar. zâlim Acımasız ve haksız davranan, kıyıcı, zulmeden: "Şehzadeyi hapseyledi zalim pederi / Bir kasra ki gözler göremez gökle yeri." -Y'. K, Beyatlı.

zalimane zf. (za:'lima:ne) Ar. zâlim + Far. -âne Zalimce,

zalimce zf. (zali'mce) Zalim, acımasız bir biçimde, acımasızca, zalimane: "Adamı boyu ile, jestleri ile zalimce karikatürize ediyor. " -R. N. Güntekin.

zalimlik, -ği is. Zalim olma durumu veya zalimce davranış: "Dünyada hiçbir şeyden zalimlikten iğrendiğim kadar iğrenmem." -S. F. Abasıyanık.

zam, -mmı is. Ar. zamm Bir şeyin fiyatını artırma, bir fiyat üstüne yeni bir fiyat katma, bindirim, zam gelmek fiyatı artmak. zam görmek 1) fiyatı artmak: Ekmek iki ayda üç defa zam gördü. 2) ücreti artmak. zam yapmak söz konusu fiyatı artırmak.

zammetmek, zam paketi, fiilî hizmet zammı, itibari hizmet zammı

zaman is. (-ma:nı) Ar. zaman 1. Bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit: "Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım." -Ö. Seyfettin. 2. Bu sürenin belirli bir parçası, vakit: "Efendiler, az söylemek çok yapmak zamanı gelmiştir." -A. İlhan. 3. Belirlenmiş olan an. 4. Çağ, mevsim: Gül zamanı. Çocukluk zamanı. 5. Bir İşe ayrılmış veya bir iş için alışılmış saatler. 6. Dönem, devir: "Eski müdür zamanında hayli şımarmış olan bu miskin ve ukala herifi sepetledi." -H. Taner. 7, Bir süre ile ilgili durum ve şartlar: "Sigarasını efkârlı olduğu zamanlar yaptığı gibi sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu." -H. Taner. 8. astr. Güneş ve yıldızların öğlene göre açısal uzaklığına karşılık bir ölçü. 9. dbl. Fiillerin belirttikleri geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman, geniş zaman kavramı: Geldi, gelmiş, geliyor, gelecek, gelir. 10. jeol. Yer kabuğunun geçirdiği gelişimde belirlenen ve fosillere göre dörde ayrılan geniş evrelerden her biri. zaman almak sürmek, devam edip zamanı geçirmek, zaman bırakmak bir iş için süre ayırmak. zaman ile yarışmak hızlı hareket etmek, zaman kazanmak vakit kazanmak, zaman kollamak 1) bir işin sırasını beklemek; 2) uygun bir fırsat beklemek, zaman öldürmek boş şeylerle vakit geçirmek, zaman tanımak 1) bir iş için yeterli zaman vermek; 2) bitmeyen bir İş için süreyi uzatmak. zaman vermek bir iş için belli bir süre ayırmak. zamana uymak davranışlarını içinde bulunulan günün şartlarına uydurmak. zamanı avlamak uygun zamanı bulmak: "Nihayet yalnız kaldığım bir zamanı avlayarak yanıma yaklaşıyor." -R. N. Güntekin. zamanı dolmak bir iş İçin ayrılan süre sona ermek, zamanı geçirmek oyalanmak: "Kaybolmuş şeyleri bulurum ama, sen zamanı geçirmişsin, saatim bulamadım." -A. Ş. Hisar, (bir şeyin) zamanı geçmek 1) o şey artık gerekli ve yerinde olmaktan çıkmak; 2) mevsimi geçmek.

zaman aşımı, zaman ayarlı, zaman belirteci, zaman bilimi, zaman birimi, zaman dizini, zaman eki, zaman tüneli, zaman zaman, zaman zarfı, açık zaman, ahir zaman, ahir zaman peygamberi, aman zaman, art zamanlı dil bilimi, bir zaman, birleşik zaman, eş zaman, eş zamanlı dil bilimi, evvel zaman, geçmiş zaman, geçmiş zaman görünümü, geçmiş zaman sıfat-fiili, gelecek zaman, gelecek zaman görünümü, gelecek zaman kipi, gelecek zaman sıfat-fiili, geniş zaman, geniş zaman görünümü, geniş zaman sıfat-fiili, her zaman, İkinci Zaman, katmerli birleşik zaman, kimi zaman, ölü zaman, şartlı birleşik zaman, yalın zaman, aynı zamanda, çift zamanı, hikâye birleşik zamanı, iftar zamanı, ikindi zamanı, rivayet birleşik zamanı, yıldız zamanı, vaktizamamnda, bir zamanlar

zaman aşımı is. Süre aşımı.

zaman ayarlı sf. Zamana uyumlu olarak hazırlanmış olan.

zaman belirteci is. dbl. Zaman zarfı.

zaman bilimi is. 1. Tarihsel olayların zamanını inceleme bilimi, kronoloji, 2. astr. Gözlemlere dayanarak zaman ölçeğini belirleyen, tutulmaları, gezegenlerle ilgili önemli olayları, yıldızların yerlerini zaman sırasına göre veren bilim, kronoloji.

zaman bilimsel sf. Zaman bilimi ile ilgili olan, kronolojik.

zaman birimi is. astr. Tekrarlanan gök olaylarına dayanılarak seçilen zaman aralığı: Güneş günü. Yıldız günü.

zamandaş sf. Aynı zamanda yapılan veya gerçekleşen.

zamandaşlık, -ğı is. Zamandaş olma dununu.

zaman dizini is. Tarihsel olayların zaman bakımından sırası, kronoloji: Yirminci yüzyılın zaman dizini.

zamane is. (zama:ne) Ar. zamane 1. içinde bulunulan zaman, dönem: "Karısı, evin hayatını, kendisi yokken en akıllı adamlar gibi zamaneye uydurmuştu." -Ö. Seyfettin. 2. Yakınma veya hafifseme yoluyla şimdiki zaman.

zamane adamı, zamane çocuğu

zamane adamı is. Günün adamı.

zamane çocuğu is. Çokbilmiş, akıllı çocuk.

zaman eki is. dbl. Fiillerde kullanılan ve zaman kavramı veren ek: -ecek (gel-eceğ-İm), -miş (piş-miş-ti), -iyor (sev-iyor), -di (geldi) vb.

zamanında zf. (zama:m'nda) 1. Eskiden: "Zamanında bir Kasımpaşalı Hayalî Hafız varmış." -A. Ş. Hisar. 2. Tam vaktinde.

zamanla zf Aradan süre geçtikçe, giderek: "Basınımızın gelişmesini gözden geçirirsek görürüz ki, zamanla konular uzmanlıklar arasında bölüşülür." -N. Cumalı.

zamanlama is. Zamanlamak işi.

zamanlamak (-i) 1. Bir konuda en iyi sonucu almak için en iyi, en uygun süreyi belirlemek. 2. Bir işin sürdürülmesi için zamanı planlamak.

zamanlı sf 1. muz. Zamanı olan: Üç zamanlı ölçü. 2. zf. Uygun bir zamanda.

zamanlı zamansız, art zamanlı, eş zamanlı

zamanlı zamansız zf. Gelişigüzel zamanlarda, vakitli vakitsiz: "Onun büyükelçilik konutuna zamanlı zamansız gelip gitmesine aldırış etmiyordu." -E. Bener.

zamansız sf. 1. Uygun olmayan bir zamanda yapılan, vakitsiz. 2. zf. Uygun olmayan bir zamanda yapılarak.

zamanlı zamansız

zamansızlık, -ğı is. Zamansız olma durumu.

zaman tüneli is. Kesintisiz zaman dilimi.

zaman zaman zf. Ara sıra: "Kendisini zaman zaman tutan bu nöbetten kurtulmaya çalıştı. " -S. Kocagöz.

zaman zarfı is. dbl. Bir fiilin anlamını zaman kavramı ile sınırlandıran zarf, zaman belirteci: Yarın yazacağım. Şimdi geliyorum. Sabahleyin vereceksiniz.

zamazingo is. argo 1. Zımbırtı. 2. Dost, metres.

zambak, -ğı is. Ar. zanbak bot. Zambakgillerden, 90-100 cm yüksekliğinde, güzel ve İri çiçekli, çok yıllık bir süs bitkisi (Lilium candidum).

akzambak, sanzambak, top zambak, nergis zambağı

zambakgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, çiğdem, lale, soğan, pırasa, zambak vb. bitkileri içine alan bir familya.

Zambiyalı öz. is. Zambiya halkından olan kimse.

zamir is. (zami:r) Ar. zamir esk. 1. İçyüz, iç: Bu sözüyle zamirini dışa vurmuş oldu. 2. dbl. Kişi, dönüşlülük, gösterme, soru ve belirsizlik kavramları vererek varlıkların yerini tutan söz, adıl: Ben, sen, o, biz, siz, onlar; kendim, kendin, kendi, kendimiz, kendiniz, kendileri; bu, şu, o; kim, ne; biri.

belgisiz zamir, dönüşlü zamir, belirsizlik zamiri, gösterme zamiri, işaret zamiri, kişi zamiri, soru zamiri

zamk is. Ar. şamğ bot. 1. Akasya, kitre, sütleğen vb. ağaçların kabuklarından sızarak donan, eriyiği yapıştırıcı olarak kullanılan, renksiz veya sarı kırmızımtırak renkte amoff madde. 2. Bu maddenin yapıştırıcı olarak kullanılan eriyiği.

zamk ağacı, zamk akasyası, zamk hastalığı, zamkıarabi, Arap zamkı, kiraz zamkı

zamk ağacı is. bot. Akasya, mimoza gibi zamk veya reçineli zamka benzeyen maddeler veren okaliptüs, zamk akasyası.

zamk akasyası is. bot. Zamk ağacı.

zamk hastalığı is. bot. Bol miktarda zamk salgılama sonucu ortaya çıkan hastalık.

zamkıarabi is. Arap zamkı.

zamkinos is. (za'mkinos) argo 1. Zımbırtı: Saatin şuradaki zamkinosu kırılmış. 2. Dost, metres. 3. Kaçma, zamkinos etmek argo kaçmak, savuşmak.

zamklama is. Zamklamak işi veya durumu.

zamklamak (-i) Zamk sürmek.

zamklanma is. Zamklanmak işi veya durumu.

zamklanmak (nsz) Zamklama işine konu olmak veya zamklama işi yapılmak.

zamklı sf. Üstüne zamk sürülmüş.

zamklı kâğıt

zamklı kâğıt, -di is. Bir tarafı yapıştırılmak amacıyla zamklanmış kâğıt.

zamlanma is. Zamlanmak işi veya durumu.

zamlanmak (nsz) Fiyatı yükselmek.

zamlı sf. Fiyatı arttırılmış, bindirimli.

zamme is. Ar. zamme esk. Ötre.

zammetme is. Zammetmek işi.

zammetmek, -der (-i) Ar. zamm + T. etmek esk. Katmak.

zam paketi is. Çeşitli tüketim mallarına toplu olarak yapılan zam.

zampara is. Far. zen + büre Sürekli kadın peşinde koşan, kadınlara düşkün erkek, kadıncıl, zendost.

zamparalık, -ğı is. Zampara olma durumu veya zamparaya yakışır davranış, zendostluk. zamparalık etmek çapkınlık etmek, kadın peşinde koşmak.

zamsız sf. Fiyatı arttırılmamış.

zan, -nnı is. Ar. zann Sanı: "Kapıyorum zannıyla kilitlemişim, diyordu." -M. C. Kuntay. zan altında bulunmak bir şeyle suçlanmak, sanık durumunda olmak, zannına düşmek sanmak: "Âdeta elimi uzatsam dokunabilirim zannına düşmüştüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zannetmek, zanneylemek, zannolunmak, hüsnüzan, suizan

zanaat is. (zanaıat) Ar. şinü'at 1. İnsanların maddeye dayanan gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iş, sınaat: "Âşık Mehmet yalnız bir zanaat sahibi değil, bir sanatkârdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. El ustalığı isteyen işler.

zanaatçı is. Belli bir zanaatla uğraşan, bir zanaatı meslek edinen emekçi, zanaatkar.

zanaatçılık, -ğı is. Zanaatçı olma durumu, zanaatkârlık.

zanaatkar is. (zana:atkâ:r) Ar. şinü'at + Far. -kâr Zanaatçı.

zanaatkârlık, -ğı is. Zanaatçılık.

zangırdama is. Zangırdamak işi.

zangırdamak (nsz) Güçlü bir ses çıkararak titremek veya sallanmak: "Gevşemiş çerçeveler, dışarıdan yumrukla vuruluyormuş gibi zangırdar."-P. Safa.

zangırdatma is. Zangırdatmak işi.

zangırdatmak (-i) Zangırdamasına yol açmak: "Dışarıda camları zangırdatan bir uğultu. "-A.İlhan.

zangırtı is. Güçlü titremeyle oluşan ses, gürültü: "Merdivenlerden bir adam yuvarlanıyormuş gibi bir zangırtıyla uyanır." -A. H. Tanpınar.

zangır zangır zf. Aşırı bir biçimde titreyerek, zıngır zıngır: "Hiddetinden zangır zangır titriyordu, suratı sapsarıydı." -S. F. Abasıyanık.

zangoç, -cu is. Erm. Kilise hizmetini gören ve çan çalan kimse.

zangoçluk, -ğu is. Zangoç olma durumu veya zangocun görevi.

zanka is. (za'nka) Rus. İki atlı kızak.

zanlı .sf. huk. Sanık.

zannedilme is. Zannedilmek işi.

zannedilmek (nsz) Ar. zann + T. edilmek Sanılmak.

zannetme is. Zannetmek durumu.

zannetmek, -der (-i) Ar. zann + T. etmek Sanmak: "O kapalı zannettiğiniz ufuk birdenbire açılır." -H. C. Yalçın.

zanneyleme is. Zanneylemek işi.

zanneylemek (nsz) Ar. zann + T. eylemek Sanmak.

zannolunma is. Zannolunmak işi.

zannolunmak (nsz) Ar. zann + T. olunmak Sanılmak.

zaping is. İng. zapping bk. geçgeç.

zapt is. Ar. zabt 1. Zor kullanarak ele geçirme. 2. Tutma, hâkim olma: "İşte o vakit ben zaptı imkânsız bir vahşi kedi hâline girmişim. " -Y. K. Karaosmanoğlu. zapt etmek 1) zorla almak: "Bizans'ta Sırp memleketlerini zapt ettilerse de bir müddet sonra bazı kısımlara geniş otonomiler verdiler." -F. R. Atay. 2) tutmak: "Neveser bir sevinç çığlığım zor zapt etmişti." -A. İlhan. 3) bir şeyi güç kullanarak önlemek: "El ele vermiş polisler kaldırımlardan taşan halk kitlesini zor zapt ediyorlardı." -H. Taner. 4) yazıya geçirmek: İfadesini zapt edenlere sessizce baktı. 5) hatırında tutmak: Söylediklerinizin birçoğunu zapt ettim. 6) anlamak, kavramak, bütünüyle öğrenmek: "Bütün ayrıntılarıyla bu âlemi zapt etmiş belleği başlıca dayanağı idi." -H. Taner.

zapturapt

zaptiye is. Ar. zabtiyye tar. 1. Osmanlı İmparatorluğu'nda toplum güvenliğini sağlamakla görevli askerî polis kuruluşu. 2. Bu kuruluştan olan er, zaptiye memuru: "Sağında solunda birer zaptiye, dimdik duruyordu. " -Ö. Seyfettin.

zaptiye memuru

zaptiye memuru is. esk. Zaptiye.

zapturapt is. Ar. zabt + rabt esk. Sıkı düzen. zapturapt altına almak düzeni ve disiplini sağlamak.

zar (I) is. esk. 1. İnce perde veya örtü. 2. anat. İnce ve yumuşak yaprak biçimindeki organlar ve organ bölümleri, çeper. 3: bot. Birbirine sımsıkı yapışık hücre' veya moleküllerden oluşan ve bitkilerin- çeşitli bölümlerini bir km gibi saran ince tabaka, cidar, çeper: Çekirdek zarı. Hücre zan. zar gibi çok ince, saydam.

zar kanatlılar, zar zor, birinci zar, dış zar, iç zar, ikinci zar, ince zar, örümceksi zar, sert zar, sümüksü zar, akciğer zarı, beyin zarı, göze zarı, karın zarı, kemik zarı, kızlık zarı, kulak zarı, tohum zan, yumurta zart

zar (II) is. Tavla ve başka oyunlarda kullanılan kemik, fil dişi, plastik vb. maddelerden küp olarak yapılan ve altı yüzünde, birden altıya kadar benekler bulunan oyun- aracı. zar almak oyunu kazanmak; zar atmak 1) zarı hızla yuvarlamak; 2) mec: kader ile oynamak, geleceği için plan uygulamak, zar gelmek şansı iyi olmak, zar kesmek zarını bozmak, zar tutmak istediği sayıyı getirmek için,.atmadan önce zarı parmaklar arasında düzene sokmak, zarını bozmak 1) tavla: oyununda oyuncu, yenilmesini: yanma oturan kimseden bilmek; 2) atılan zarı karşıdaki oyuncu, eliyle karıştırmak.

cıvalı zar

zar (III) is. Ar. /zö/dan esk. Kadınların, örtündükleri çarşaf, car (II).

zarafet is. (zara:fet) Ar. zarafet Zariflik: "Sadece zarafetinizin, güzelliğinizin karşıdan hayranı olmuştum:" -S. Kocagöz.

zarar is. Ar. zarar Bir şeyin, bir olayın yol açtığı çıkar kaybı veya olumsuz, kötü; sonuç, dokunca, ziyan,, mazarrat: "Aldığı günlerde iyi para getiren' oteli zararla kapatmaya başlamışlar." -M. Ş. Esendal. zarar çekmek zarara uğramak, zarar etmek alışverişte elindekinin bir bölümünü'boşuna elden çıkarmak, yitirmek, zarar gelmek kötülük gelmek: "Bizden hiç kimseye zarar gelmez." -Ö. Seyfettin, zarar görmek kötü sonuca uğramak:. "Usûlleri, kaideleri bozanların zarar'görecekleri muhakkaktı:" -Ö: Seyfettin, zarar vermek t) kötülük etmek: "Bu davaya zarar verecek ihtiyarları ortadan kaldırmaya çalışmaktadır." -F. R. Atay. 2) birinini parasal kayba uğramasına sebep olmak, zarara sokmak zarar vermek, zarara uğramak 1) kötü bir durumla karşılaşmak; 2): parasal kayba uğramak, zararda olmak 1). alışverişte kâr elde edememek; 2) kötü duruma düşmek, zararı dokunmak kötülüğe uğratmak, zararı olmamak kötülüğe yol açmamak, zararı yok özür dileyenlere karşılık olarak bağışlandığını, olayın pek önemli olmadığını bildirmek için söylenen bir söz: "Seni, metrolar başka, beni başka tarafa götürsün. Zararı yok!" -S. F. Abasıyanık.

akıllara zarar, akla zarar, manevi zarar

zararına zf. Zarar ederek: Zararına sattılar.

zararlı sf. Zarar veren, zararı dokunan, dokuncalı, muzır, tahripkâr: "Daha fazla tafsilata girmeyi bugün zararlı gördüğüm için bu konuda susacağım." –B. Felek, zararlı çıkmak 1) bir işin sonunda değerli sanılan bazı şeyleri yitirmek; 2) zarar etmek: "Parayı kısarsan neticede kendin zararlı çıkarsın. " -H. Taner.

zararsız sf. 1. Zarar vermeyen, zararı dokunmayan. 2. mec. Oldukça iyi: "Bakkaldan turşu, portakal aldırdım. Âz sonra zararsız bir masa düzülüverdi." -N. Cumalı.

zarar sizlik, -ği is. Zararsız olma durumu.

zarcı is. argo Zar oyunu oynayan kimse.

zarf is. Ar. zarf esk. 1. Kap; kılıf, sarma. 2. İçine mektup veya başka kâğıtlar konulan kâğıttan kese: "Bir sabah kahvaltımı yaparken bana gösterişli bir zarf getirdiler." -A. Haşim. 3. İçine fincan veya bardak oturtulan metal kap: "Kenarları ezik bir çift altın kahve fincanı zarfım elinde evirir çevirirdi." -R. Enis. 4; dbl. Bir fiilin, bir sıfatın veya bir zarfın anlamını zaman, yer, ölçü, nitelik, soru kavramları bakımından etkileyen kelime,- belirteç: Az yaşamıştı. Geç kalınca utandı gibi. zarf atmak 1) dolandırıcı zarf vb. kullanarak bir tür para sızdırmak veya çarpmak; 2) karşısındakinin gerçek duygu ve düşüncelerini öğrenmek için kasıtlı olarak uygun sözler söylemek veya bazı davranışlarda bulunmak.

Zarf-fiil, zarf-fiil grubu, astarlı zarf, pekiştirmeli zarf, türemiş zarf, yalın zarf, mekân-zarfı, soru zarfı, yer zarfı, yön zarfı, zaman zarfı, bağlama zarf-fiili

zarfçı is. İl. Tenha bir yolda yere zarf bırakan, sonra da zarfı bulup alan kimseyi suçlayarak ve onun üstünü başını zorla arayarak zarf içindeki: parayı- ve o- arada el çabukluğuyla diğer değerli şeyleri de alan hırsız, papelci. 21-Sokaklarda' iskambil kâğıtlarıyla halkı; dolandıran bir tür dolandırıcı, papelci.

zarfçılık,- -ğv is. 1. Yere zarf atarak bulanı soyma yoluyla yapılan hırsızlık, papelcilik. 2. Sokaklarda iskambil kâğıtlarıyla halkı dolandırma, papelcilik.

zarf-fiil is. dbl. Zarf olarak kullanılan fiil soyundan kelime,, ulaç, durum ulacı, bağ-fiil, sıla sıygası:. Koşarak geldi. Düşünmeden söyledi.

zarf-fiil grubu

zarf-fiil grubu is. dbl. Birden fazla kelimeden oluşan zarf-fiil.

zarfında zf Belli bir sürede, belli bir sure. içinde: "Aynı yorganı bir ay zarfında üç beş defadan fazla kullanmazdı." -R. H. Karay..

zarflama is. Zarflamak işi.

zarflamak (-i) Zarf içine- koymak: "Damgalı bir kâğıda bir şeyler yazdı, mühürledi, imzasını attı, hatta zarflayıp elime verdi." -A. Gündüz.

zarflanma- is. Zarflanmak işi veya durumu.

zarflanmak (nsz) Zarf içine konulmak.

zarflı sf Zârfr olan: "Zarflı fincan içindeki kahveyi- usul üzere tepsiden almış." -R. H. Karay.

zargana is. (za'rgana) Yun: zool. Uskumrumsugillerden, 40-60 cm boyunda, vücudu silindir biçiminde, gaga gibi ince, uzun,, sivri ağızlı bir balık (Belone belone).

zarif sf (zarkf) Ar. zarif 1. Çekicilik, biçim, görünüş,, durum, konuşma ve davranışlarıyla hoşa giden,, beğenilen: "Camilerimizdeki o zarif çizgilerin şiirini bir daha duyacak. " -O. S. Orhon. 2. Beğenilir ve nükteli. (dil, konuşma vb.):. Zarif bir söz. 3. İnce, albenili;

zarifane zf. (zari:fa:ne) Ar. zarif+ Far. -âne Zarifçe.

zarifçe zf (zarifçe) Zarife yakışır biçimde, hoşça, güzelce, zarifane.

zariflik, -ği is. Zarif davranış veya zarif olma durumu.

zari zari zf (za:ri za:ri) Far. zari zari esk 1. İnleyerek. 2. Hüngür hüngür.

zar kanatlılar ç. is. zool. An, karınca vb. eklem, bacaklıları: içine, alan, kanatlan zar gibi; saydam ve az damarlı olan hayvanlar takımı.

zarsı sf. Zan; andıran,-zara benzeyen,.zar gibi: Zarsı doku-..

zarta; is. (za'rta) Ar. zarta Yellenme: zartayı çekmek argo ölmek.

zart zurt is. Kendini önemli kişi olarak göstermek. için yüksekten atıp tutarak, çıkışma, kaba. kuvvet: gösterisi:- "Küçük bey tutturmuş, yok provalara gelmiyormuşum, yok rolümü ezberlemiyormuşum zart zurt." -A. İlhan, zart zurt etmek yüksekten atıp tutarak çıkışmak, kaba: kuvvet gösterisinde bulunmak.

zaruret is. (zaru:ret) Ar., zaruret 1. Zorunluluk: "Kültür hâkim olduktan sonra, sanat ve hayat, mazi ve yeni zaruretler ne güzel uyuşuyor." -F. R. Atay. 2. Gereklilik. 3. Sıkıntı, yoksulluk, fakirlik: "Kıyafetinden dışarılıklı ve zarurette olduğu anlaşılan bir kadın ... kahvelerden birine girdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zaruri sf. (zaru:ri:) Ar. zaruri 1. Zorunlu: "Bu iskemlelerin böyle karşılıklı dizilmesi zaruridir: " -H. F. Ozansoy. 2. Gerekli.

zar zor zf. Güçlükle: "Öbür hindi de zar zor Faik Efendi'nin bacakları arasında yuttu cevizini."-fi. Cumalı.

zat is. (za:t) Ar. zât 1. Kimse, kişi: "Tanıdıklarımdan bir zat, meyveleri hiç sevmez." -A. Haşini: 2. esk. Kendi, öz: "Evvelki, gün gelen kadın sizi istiyor, zatınızla konuşacakmış." -S.M.Alus.

zata mahsus, zatıalileri, zatıaliniz, zat işleri, haddizatında

zata malısus sf. Kişiye özel.

zaten' zf (za:'ten) Ar. zâten Doğrusu, doğrusunu isterseniz, esasen-,, zati; "Başımıza ne gelirse hep bu herkese uymaktan gelir zaten:.."-TU. Cumalı.

zatıalileri is. (za:tıa:li:leri) "Saygın, bir kişi olan siz" anlamında bir söz.

zatıaliniz is. (za:tıa:li:niz) "Saygın; bir kişi olan siz" anlamında bir söz: "İyi amma zatıaliniz kapıya geldiği zaman beni sormadınız. " -O: C. Kaygılı.

zati zf (za: 'ti) Zaten: "Bu akşam zati geç kaldık."'-S. F. Abasıyanık.

zati sf. (za:ti:) Ar. zâti esk. 1. Kendine özgü, kişiye ilişkin, kişisel, özel: Zatî eşya. 2. fel. Özünlü.

zat işleri ç. is. huk. Özlük, işleri.

zatülcenp, -bi is. (za:tülcenp) Ar. zatu'Ucenb tıp Göğüs sancısı, ateş, titreme, öksürük vb. belirtilerle ortaya çıkan akciğer zarı iltihabı, satlıcan..

Zatülkürsi öz. is. (za:tülkürsi:)' Av: zâ'tu'l-kurslastr. Altıkardeş.

zatürre is. (za:türree) Ar: zâtu'r-rv'e tıp Sancı, ateş ve- öksürükle beliren, tehlikeli, bir' akciğer hastalığı, batar.

zavallı sf. (za'vallı) 1. Acınacak kadar kötü durumda bulunan, mutsuz: "Zavallıyı saatlerce kendine getiremediler." -H. Taner. 2. mec. Gücü bir şeye yetmeyen, âciz: "Bunu idrak etmekten o kadar zavallı ve biçareydi ki." -A. H. Tanpınar.

zavallılık, -ğı is. Zavallı olma durumu.

zaviye is. (za:viye) Ar. zâviyye esk. 1. Köşe: "Dipteki zaviyeden içeriye doğru veranda şeklinde bir girinti yapıp salonun cumba köşesine dayanır." -H. F. Ozansoy. 2. din b. Küçük tekke. 3. mec. Anlayış, görüş, bakış açısı: "Herkes etrafındakilere hususi bir zaviyeden, sırf kendi görüşüyle bakıyor." -H. C. Yalçın. 4. mat. Açı.

zaviyevi sf. (za:viyevi:) Açısal.

zayıf sf. Ar. za'ıf 1. Eti, yağı az olan, sıska, cılız, arık (insan veya hayvan): "Uzun boylu, zayıf ellilik bir hanım." -S. M. Alus. 2. Görevini yapacak yeterli gücü olmayan: Zayıf bir ordu. Gözleri zayıf. 3. mec. Sağlamlığı, dayanıklılığı olmayan: Zayıf bir yapı. 4. mec. Önemli, güvenilir olmayan: Zayıf bir bilgi. 5. mec. Çok az: Zayıf bir ihtimal. 6. Enerjisi, etkisi, yoğunluğu az olan: Radyoda uzak bir istasyonun zayıf sesini duydu. Zayıf ışık. 7. is. Başarısızlığı gösteren not. 8. mec. Bilgi yönünden yeterli olmayan, yeteneksiz: Zayıf bir öğretmen. 9. mec. Kişilik ve ruhsal yönden gereği kadar güçlü olmayan: "Zayıf ve uydurma bir âşık bu cevaba karşı perişan olurdu." -A. Gündüz. zayıf düşmek 1) zayıflamak: "Güya bu sene biraz zayıf düşmüşüm." -R. N. Güntekin. 2) mec. güçsüzleşmek. zayıf düşürmek güçsüz duruma getirmek: "Muhalefeti hep zayıf düşüren, muhalefeti hep hedefinden uzaklaştıran kusur, ondaki bu sonsuz kanma ve aldanma huyudur." -Y. K. Karaosmanoğlu. zayıf yerinden yakalamak güçsüz, eksik ve yanlış bir tutum ve davranışı yüzünden zor durumda bırakmak: "Kendisini en zayıf yerinden yakalamak istediğinden şüphelenir gibi." -R. N. Güntekin.

zayıf nahif, zayıf sesli, sinirleri zayıf

zayıflama is. Zayıflamak işi: "Sanki pek şişman bir şeymiş gibi, zayıflama hastalığına tutulmuştu."-M. Ş. Esendal.

zayıflamak (nsz) Zayıf duruma gelmek: "Paşa, kendisini görenleri tanımayacak kadar zayıflamıştı." -Ö. Seyfettin.

zayıflatma is. Zayıflatmak işi.

zayıflatmak (-i) Zayıf olmasına yol açmak: "Zayıflamaktan değil, onu zayıflatmaktan çekinmiyordum." -F. R. Atay.

zayıflayış is. Zayıflama işi veya biçimi.

zayıflık, -ğı is. Zayıf olma durumu.

akıl zayıflığı

zayıf nahif sf Çok zayıf.

zayıf sesli sf. Sesi pek duyulmayan.

zayi is. (za:yi) Ar. zayi' 1. Kaybolma, yitme. 2. sf. Kayıp. 3. sf Yok olmuş, elden çıkmış, mahvolmuş. 4. sf. İşe yaramayan, yararsız, boş. zayi etmek yitirmek, kaybetmek, zayi olmak yitmek, kaybolmak.

zayiat ç. is. (za:yia:t) Ar. zâyi'ât Yitikler, kayıplar, zayiat verdirmek kayba uğratmak, zarar ziyan vermek, zayiat vermek kayba uğramak, zarar ziyan görmek.

zayiçe is. (za.yiçe) Far. zâyiçe esk. Yıldızların, belli bir zamandaki yerlerini, durumlarını gösteren çizelge, (birinin) zayiçesine bakmak bir İnanışa göre, yıldızlara bakarak birinin gelecekteki talihini anlamak.