yüce sf. Yüksek, büyük, ulu, ulvi: "Yüce duygular, derin düşünceler ona göre değildir." -S. Taşer.
yücelik, -ği is. Yüce olma durumu, ulviyet.
yücelîm is. astr. Üst geçiş.
yüceliş is. Yücelme işi veya biçimi.
yücelme is. Yücelmek işi, itila.
yücelmek (nsz) Yükselmek, yüce bir duruma gelmek.
yüceltilme is. Yüceltilmek işi.
yüceltilmek (nsz) Yüceltme işine konu olmak veya yüceltme işi yapılmak.
yüceltme is. Yüceltmek işi, yükseltme.
yüceltmek (-i) Yükseltmek, yüce bir duruma getirmek: "Türkiye Cumhuriyeti'nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ... için bütün gücümle çalışacağıma ... ant içerim." -Anayasa.
yüğrük, -ğü sf. hlk. 1. İyi yürüyen, iyi koşan: "Yüğrüktür bizim atımız." -H. Türküsü. 2. Çalışkan. 3. Çevik, güçlü.
yük is. 1. Araba, hayvan vb.nin taşıdığı şeylerin hepsi: "Çölde yük götüren vasıta develer, insan taşıyan vasıta hecinlerdir." -F. R. Atay. 2. Bir şeyin ağırlığı. 3. Araba, hayvan vb.nin taşıyabildiği miktar: Bir araba yükü odun. 4. Eşya: Bütün yükü bu bavul. 5. mec. Birinin üzerine almak zorunda kaldığı ağır görev: Ben bu yükün altına giremem. Bu yüke herkes katlanamaz. 6. mec. Tedirginlik veren şey, engel, 7. fiz. Bir cismin yüzeyinde biriken elektrik miktarı. 8. tar. Yüz bin kuruşluk mal veya tutar: "Mademki öyledir, bîr yük getirip satan herkes iki akçe versin." -T. Buğra. 9. hlk. Doğacak bebek. 10. esk. Yüklük: "Haydi şu yüke giriveri." -S. F. Abasıyanık. yük altma girmek ağır bir görevi üzerine almak, (birine) yük olmak 1) bir kimse, sıkıntılı bir işini başkasına yaptırmak: "Onların hepsinde sanki bulundukları yere yük oluyorlarmış gibi utangaç ve ürkek bir hâl vardır." -B. R. Eyuboğlu. 2) kendisi için başkasına para harcatmak, masraf yaptırmak: "Bunları gazetelere verebilirsem, amcama yük olmaktan kurtulacağıma emindim." -H. E. Adıvar. yük vurmak hayvana yük yüklemek, yükte hafif pahada ağır taşınması kolay olan değerli (eşya): "... işgal altındaki memleketlere o günlerde sık sık ve kolaylıkla seyahat etmiş, yükte hafif pahada ağır eşya sokup çıkarmışlardır." -H. E. Adıvar. yükünü almak 1) taşıyabileceği en ağır yükü yüklenmiş olmak; 2) yeterli sayıda bulundurmak, dolmak: Lokanta da her akşamki yükünü almaya başlamıştı." -T. Buğra. 3) yükünü tutmak. yükünü çekmek bütün ağırlığını taşımak, her türlü eziyete katlanmak: "Şikâyet etmeden yükünü çektiği yitik bir yaşamı olmalıydı. " -Ç. Altan. yükünü tutmak çok zengin olmak, zenginleşmek: "Zira bazı insanlar da vardır ki yüklerini tuttuktan ve biraz da yaşlandıktan sonra kendilerini bir nevi santimantal veya dinî mistisizme verirler." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ yük arabası, yük asansörü, yükçeker, yük gemisi, yük hayvanı, yük katarı, yük odası, yük treni, yük vagonu, kuru yük, serbest yük, deve yükü, kar yükü, rüzgâr yükü
yük arabası is. Yük taşıyan araba.
yük asansörü is. Yüksek katlara yük çıkarmak için yapılan asansör.
yükçeker is. Yükleri bir noktadan başka bir noktaya götürmekte kullanılan araç.
yükçü is. Taşıyıcı.
yükçülük, -ğü is. Taşıyıcılık.
yük gemisi is. den. Yük taşımak için yapılan özel gemi.
yük hayvanı is. Yük taşımada kullanılan at, eşek vb. hayvanlar.
yük katarı is. Yük treni.
yüklem is. dbl. 1. Cümlede oluş, iş ve hareket bildiren kelime veya kelime grubu, haber, mahmul: "Çocuk çalışkandır" ve "Çocuk çok çalışır" örneklerinde "çalışkandır" ve "çalışır" birer yüklemdir. 2. man. Bir konu için olumlanan veya inkâr edilen şey, mahmul.
→ yüklem birliği, yüklem öbeği, ortak yüklem
yüklem birliği is. dbl. Yüklem öbeği.
yükleme is. 1. Yüklemek işi, tahmil. 2. fiz. Bir yere, bir nesneye elektrik yükü biriktirme, doldurma, şarj.
→ yükleme boşaltma, yükleme durumu, yükleme hâli, suç yükleme
yükleme boşaltma is. Bir malın taşıma araçlarına yüklenmesi ve taşıttan boşaltılması.
yükleme durumu is. dbl. Belirtme durumu.
yükleme hâli is. dbl. Belirtme durumu.
yüklemek (-i, -e) 1. Bir yere, taşınması için belli ağırlıkta eşya veya araç gereç koymak: "Vapur sabaha kadar mal yüklüyor." -M. Ş. Esendal. 2. Bir bilgisayar, disket vb.ne gerekli bilgileri aktarmak, 3. mec. Bir yükümlülük altına sokmak, sorumlu tutmak: Çocuğun bakımını ona yüklediler. 4, mec, Bir suçu birinin üstüne atmak: "Ne yapalım, elimizden geleni yaptık ama olmadı der, kabahati kör talihe yükler geçersin." -R. N. Güntekin. 5. (-î)fız. Bîr cisme elektrik gücü vermek: Fazla elektrik yüklemek akünün bozulmasına yol açar.
yüklem öbeği is., dbl. Yüklemle birlikte kurulan söz veya tamlamalar, yüklem birliği.
yüklenici is. Başkası için yapı ve ticaretle ilgili bir işi yapmayı üstüne alan kimse, müteahhit, üstenci.
yüklenicilik, -ği is. Yüklenicinin yaptığı iş.
yüklenilme is. Yüklenilmek işi.
yüklenilmek (-e) Yüklemek işi yapılmak.
yüklenme is. Yüklenme işi.
yüklenmek (-i) 1. Yükleme işi yapılmak veya yükleme işine konu olmak: "Daha şimdiden evin bütün işleri Peyker'in üstüne yüklenmiş." -M. Ş. Esendal. 2. (-e) Kendi ağırlığını başka bir şey üzerine vermek, bedeniyle abanmak; "Araba durdukça önümdekine, kalktıkça arkamdakine yükleniyorum.” -B. Felek. 3. Bir yükü taşımayı üstüne almak: Bavulların hepsini yüklendi. 4. (-e) mec. Üstüne düşmek, zorlamak: "Hep birden yüklenmişlerdi o zaman Rahmi'ye; saygısızlık ettin, kırdın diye." -T. Buğra. 5. mec. Bir şeyi yapmayı kabul etmek, üstüne almak.
yükletilme is. Yükletilmek işi.
yükletilmek (-e) Yükletme işi yapılmak.
yükletme is. Yükletmek işi.
yükletmek (-i, -e) Yükleme işini yaptırmak: "Boyuna kolumu çekip hep kabahati bana yükletiyor." -S. M. Alus.
yükleyici is. 1. Yükleme işini yapan kimse. 2. Ağır yükleri kaldırma, taşıma veya yükleme işinde kullanılan araç.
yükleyiş is. Yükleme işi veya biçimi.
yüklü sf. 1. Yükü olan. 2. Yapılacak işi çok olan: O çok yüklü, bu işi başkasına verelim. 3. Çok çalışmayı gerektiren, çetin, güç, uygun: Bu yılkı ders programı çok yüklü. 4. Çok fazla, pek çok: "Vurgun, yüklü_olursa firar kolaylıkları hazırlanmıştır." -Ö. Seyfettin. 5. Bir duyguyu, bir olguyu içinde veya üzerinde fazlaca bulunduran: "Romanları, denemeleri hep kültürle yüklü, çok yanlı, zengindi." -H. Taner. 6. argo Çok sarhoş. 7. argo Paralı, varlıklı. 8. hlk. Gebe.
yüklüce zf. (yüklü'ce) Yüklü olarak: "Yüklüce gelenler ansızın kaçamazlar, borçlarına mukabil eşyaları alıkonulabilir." -H. R. Gürpınar.
yüklük, -ğü is. Evlerde yatak, yorgan gibi şeyleri koymaya yarayan yer veya büyük dolap, yük, yük odası: "Öbür yana dönüyor, kocaman bir yüklüğün kapısını açıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yüklülük, -ğü is. 1. Yüklü olma durumu. 2. Ağırlık, gerginlik: "Odanın havasında acayip bir durgunluk, bir yüklülük vardı." -R. H. Karay.
yük odası is. Yüklük: "Yalılarda, hatta sahiplerinin hiçbir gün bile girmemiş bulundukları nice yük odaları, oda gibi büyük kilerleri vardı." -A. Ş. Hisar.
yüksek, -ği sf. 1. Altı ile üstü arasındaki uzaklık çok olan: "... mekik dokuduğu yüksek bez tezgâhından kalktı." -Ö. Seyfettin. 2. Belirli bir yere göre daha yukarıda bulunan: "İri kanatları İle bir kaşıkçı kuşu çok yükseklerde tur atıyor." -H. Taner. 3. Güçlü, etkili, şiddetli: Yüksek basınç. Yüksek gerilim. 4. Derece veya makamı bakımından üstün: Yüksek kurul. 5. Normal değerlerin üstünde olan, çok: "Türk milletinin karakteri yüksektir." -Atatürk. 6. mec. Erdemli, faziletli: Yüksek duygu. 7. mec. Toplum içinde para, ün vb. bakımından üstünlüğü olan: Yüksek sosyete. 8. is. Yukarıda, üst tarafta olan yer: "Yüksekten avluya açılmış iki pencereden aydınlık alıyordu." -M. Ş. Esendal. 9. zf. Büyük para ile: Yüksek oynamak, yüksek perdeden yüksek sesle, yüksek perdeden konuşmak 1) yüksek sesle konuşmak; 2) meydan okurcasına sert konuşmak; 3) yapılması güç şeyleri gerçekleştirebilecekmiş gibi abartmalı konuşmak: "Güya bütün memleket arkamızda imiş gibi yüksek perdeden konuşmaya başlamıştık." -Y. K. Karaosmanoğlu. yükseklerde dolaşmak elde edilmesi güç şeyler istemek, yüksekten almak olduğundan fazla böbürlenmek, abartılı davranmak: "Karşımdakilerin içtimai mevkileri ne kadar yüksek olursa, ben o kadar yüksekten alırım." -R. N. Güntekin. yüksekten atmak yapamayacağı şeyleri yapabilirmiş gibi söylemek, (birine) yüksekten bakmak kendini karşısındakinden üstün görmek: "O kadar nefret ettiğim İsmail, kim bilir bana ne yüksekten bakacak." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüksekten konuşmak kendini çevresindekilere kabul ettirebilmek için övünerek konuşmak: "Bekçi, onlardan cesaret almış gibi, şimdi daha yüksekten konuşuyordu." -H. Taner, yüksekten uçmak İ) yükseklerde dolaşmak; 2) argo palavra atmak, çok abartmak.
→ yüksek atlama, yüksek basınç, yüksek fırın, yüksek fiyat, yüksek gerilim, yüksek lisans, yüksekokul, yükseköğrenim, yükseköğretim, yüksek ses, yüksek sosyete, yüksek tabaka, yüksek tahsil, yüksek yaylak, en yüksek, sırıkta yüksek atlama, gözü yüksekte
yüksek atlama is. sp. Vücudu, bacakların sıçrama gücü ile yerden keserek bir engelin öte yanma geçirmeye dayanan bir spor dalı.
yüksek basınç, -cı is. meteor. Basınçölçerde 760 mm üstünde bulunan ve güzel havayı belirten hava durumu.
yüksek fırın is. Sanayide kullanılan, ham demir madeninin eritildiği, ısı derecesi yüksek olan fırın.
yüksek fiyat is. Değerinden fazla olan fiyat.
yüksek gerilim is. fiz. Otuz üç bin kilovattan elli dört bin kilovata kadar olan gerilim.
yükseklik, -ği is. 1. Yüksek olma durumu. 2. coğ. Yükselti, irtifa. 3. mat. Geometrik biçimlerde, tabandan tepeye olan uzaklık.
→ yükseklik korkusu, yükseklikölçer, dalga yüksekliği, deniz yüksekliği
yükseklik korkusu is. psikol. ve tıp Yüksek yerlerde duyulan aşırı korku.
yükseklikölçer is. Bulunulan yerin yüksekliğini gösteren aygıt, altimetre.
yüksek lisans is. Lisans diplomasıyla doktora arasındaki akademik derece.
yüksekokul is. Üst düzeyde uygulayıcı meslek elemanı yetiştiren yükseköğretim kurumu, akademi.
yükseköğrenim is. Ortaöğrenim düzeyi üstündeki öğrenim, yüksek tahsil.
yükseköğretim is. 1. Üniversiteleri yönetmek görevini ve sorumluluğunu taşıyan birimlerden oluşan kuruluş. 2. Ortaöğretimden geçenlere, üniversite, akademi, teknik ve meslek yüksekokulları vb. eğitim kurumlan tarafından planlanıp uygulanan öğretim.
yüksek ses is. 1. Uzaktan işitilecek nitelikte ses. 2. müz. İnce ses. 3. müz. Kuvvetli ses.
yüksek sosyete is. Sosyetenin önde gelenleri, yüksek tabaka, cemiyet.
yüksek tabaka is. Yüksek sosyete.
yüksek tahsil is. Yükseköğrenim.
yüksek yaylak, -ğı is. Orman sınırının üzerinde, en az 1600 m yükseklikte bulunan otlak.
yükselim is. astr. Bir yıldızın gök küresinde Ekvator düzlemine göre açısal uzaklığı.
yükseliş is. Yükselme işi veya biçimi.
yükselme is. 1. Yükselmek işi, itila. 2. Terfi: "... askerî hâkimlerin yaş haddi, yükselme ve emeklilikleri kanunda gösterilir." -Anayasa. 3. coğ. Suların kabararak yüzeyinin yükseğe çıkması. 4. jeol. Yer kabuğunun yerin düşey salınımından ileri gelen hareketi.
yükselmek (nsz) 1. Yükseğe çıkmak: "Derenin sağ tarafında yükselen tepenin yamaçları daha hafif eğimli, daha genişti." -N. Cumalı. 2. Fiyat, çoğalmak, artmak. 3. Aşaması artmak. 4. Unvan, rütbe vb. ilerlemek. 5. mec. Güçlenmek, şiddetlenmek: "Sağdan soldan nargile gurultularının yükseldiği işitiliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. mec. Yüce duruma gelmek, yücelmek: Benim gözümde bu davranışıyla yükseldi.
yükselteç, -ci is. fiz. Alçak veya yüksek frekanslı akımların yararlı etkilerini artırmaya yarayan araç, amplifikatör.
→ anten yükselteci
yükseltgeme is. Oksitleme.
yükseltgemek (-i) kim. Oksitlemek.
yükseltgenme is. Oksitlenme.
yükseltgenmek (nsz) kim. Oksitlenmek.
yükselti is. 1. Tümsek. 2. astr. Bir yıldızdan bir gözlemcinin gözüne gelen ışın ile ufuk düzleminin oluşturduğu açı. 3. coğ. Bir noktanın deniz yüzeyinden olan yüksekliği, rakım, İrtifa: Ankara'nın yükseltisi 850 metredir.
→ eş yükselti, eş yükselti eğrisi
yükseltilme is. Yükseltilmek işi.
yükseltilmek (nsz) Yükseltme işine konu olmak veya yükseltme işi yapılmak.
yükseltme is. Yükseltmek işi.
yükseltmek (-i) 1. Yükseğe çıkarmak, yukarı kaldırmak. 2. Güçlendirmek, şiddetlendirmek. 3. Yüksek bir düzeye getirmek, geliştirmek: "Bunlar memleketin edebiyat tarihinde beni yavaş yavaş yükselten birer basamak. " -H. E. Adıvar. 4. Aşama ve mevki bakımından daha yüksek duruma getirmek. 5. mec. Değerini olduğundan daha çok göstermek. 6. mat. Bir sayıyı kendisiyle birkaç kez çarpmak: 5 sayısını dördüncü kuvvete yükseltmek, 5x5x5x5=625 çarpımını yapmak demektir.
yüksük, -ğü is. 1. Dikiş dikerken, iğnenin batmasını önlemek için parmak ucuna takılan kesik koni biçiminde gereç. 2. bot. Köklerin ucunda bulunan ve kökün üretken dokusunu korumaya yarayan oluşum, kalensöve. yüksük kadar az, çok az, az miktarda.
→ yüksük kına, yüksük makarna, yüksük otu
yüksük kına is. Yalnız bir tek parmağın baş kısmına sürülen kına.
yüksük makarna is. Yüksük biçiminde olan makarna.
yüksük otu is. bot. Sıracagillerden, kalp hastalıklarının İyileştirilmesinde kullanılan bir alkaloit veren, çiçekleri yüksük biçiminde olan bitki (Digitalis purpurea).
yüksünme is. Yüksünmek işi.
yüksünmek (-den) hlk. Üşenmek, tembellik etmek.
yüksünülme is. Yüksünülmek işi.
yüksünülmek (nsz) Yüksünme işi yapılmak.
yük treni is. Yük taşımada kullanılan tren, yük katarı, marşandiz.
yüküm is. Yükümlülük: Vergi yükümü yasayla konulur.
yükümlendirme is. Yükümlendirmek işi.
yükümlendirmek (-i) Yükümlülük altına almak.
yükümlenme is. Yükümlenmek işi, tekeffül.
yükümlenmek (-i) Bir şeyin sorumluluğunu üzerine almak, tekeffül etmek.
yükümlü is. Bir şeyi yapma zorunluluğu olan, memur, mükellef: "Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere vergi ödemekle yükümlüdür. " -Anayasa.
→ vergi yükümlüsü
yükümlülük, -ğü is. Yapılması zorunlu olan iş veya bir işi yapma zorunluluğu, yükümlü olma durumu, yüküm, mükellefiyet, mecburiyet: "... milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla ... temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir." -Anayasa.
yükün is. fiz. ve kim. İyon.
yükünme is. Yükünmek işi veya durumu.
yükünmek (nsz) hlk. Birinin önünde, saygı göstermek için eğilmek veya yere kapanmak.
yük vagonu is. Yük taşımada kullanılan vagon.
yülgü is. hlk. Ustura.
yülük, -ğü sf. hlk Ustura ile kesilmiş (kıl).
yülüme is. Yülümek işi, tıraş.
yülümek (-i) hlk. Vücudun fazla kıllarını ustura ile almak, tıraş etmek.
yülünme is. Yülünmek işi.
yülünmek (-i) hlk. Yolunmak.
yün is. 1. Koyun tüyü: Bu şiltenin yünü az gelmiş. 2. sf. Bu tüyden yapılmış: "Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin." -S. F. Abasıyanık.
→ madenî yün, asbest yünü, cam yünü, koytınyünü, maden yünü
yünlü sf. 1. Yünü olan. 2. Yünden yapılmış: Yünlü battaniye. 3. is. Yün kumaş. 4. Yün kumaştan yapılmış: Yünlü etek.
yünsüz sf. Yünü olmayan.
yüpürme is. Yüpürmek işi.
yüpürmek (nsz) hlk. Telaşla öteye beriye koşmak.
Yüregir öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
yüreği ağzında zf. Korku ve heyecan dolu bir durumda: "Sabahtan beri kamış kökünün içine sığınmış, yüreği ağzında, dokuz doğurarak şahinini bekleyişi.."-Y. Kemal.
yüreği dar sf Çabuk sıkılan (kimse).
yüreği delik, -ği sf. hlk. Dertli (kimse).
yüreği dolu sf hlk. Kinli, hınçlı (kimse).
yüreği geniş sf. Hiçbir şeyi kendine tasa etmeyen (kimse).
yüreği katı sf Acınacak durumlar karşısında duygusuz kalabilen (kimse).
yüreği pek sf. 1. Yüreği katı (kimse). 2. Yürekli (kimse).
yüreği temiz sf Temiz yürekli, saf, iyi niyetli (kimse).
yüreği yanık, -ği sf. Duygulu, hassas olan (kimse).
yüreği yaralı sf 1. Felakete uğramış (kimse). 2. Gönlü yaralı, âşık, tutkun (kimse).
yüreği yufka sf. Üzüntülü, acıklı durumlara dayanamayan, merhametli (kimse).
yürek, -ği is. 1. anat. Kalp. 2. Bir kimsenin ruhsal yönü, gönül: "Fazıla Hanım'ın elleri terliyor, yüreği sarsılıyordu." -S. F. Abasıyanık. 3. Kupa (I). 4. mec. Herhangi bir şeyden çekinmeme, korkmama, yüreklilik, korkusuzluk, cesaret: Bu iş yürek ister. 5. mec. Acıma duygusu: "Ona merhume demek bile yürek parçalayıcı bir şeydir." -R. N. Güntekin. 6. hlk. Mide, karın, iç: "Ayşe Hanım, kahveciden limon şekeri almış, yürek ferahlatır diye uzatıyor." -S. M. Alus. yürek burkmak İçine sızı vermek: "Yörede, şimdi yürek burkan bir suskunluk vardı. " -T. Buğra, yürek paralamak çok üzmek: "Son yürek paralayıcı yalvarmama aldırış etmedi." -H. R. Gürpınar, (bir kimsede) yürek Selanik şaka çok korkmuş ve heyecanlı: "İkisinde de yürek Selanik." -H. R. Gürpınar, yürek vermek yüreklendirmek, cesaretlendirmek, yüreği ağzına gelmek birdenbire çok korkmak, aşırı korku veya sevinçten fazlasıyla heyecanlanmak, endişelenmek: "Çıngırağın her çekilişinde ikisinin de heyecandan yürekleri ağızlarına geliyor." -M. Yesari. yüreği bayılmak karnı çok acıkmak, yüreği boğazına tıkanmak sıkılmak, üzülmek, dertlenmek: "Yüreğim boğazıma tıkanmış bir hâlde, bu basit, bu aşağılık konuşmaları dinliyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreği burkulmak çok üzülmek, çok acı duymak: "Babamın küçük yalısını ziyaret ettiğim zaman ... yabancılıktan yüreğim burkulmuştu." -R. H. Karay, yüreği cız etmek (veya cızlamak) çok acımak, içi sızlamak: Aklımıza eski günler gelince / Yüreğimiz cız eder." -B. Necatigil. yüreği çarpmak 1) kalbi çarpmak veya çalışmak; 2) coşku sebebiyle kalp hızlı hızlı çarpmak veya çalışmak; 3) merak, kaygı, korku, heyecan vb. duygularla tedirgin olmak, huzursuz olmak: "Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhunda kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyarlarca kıvılcım tutuştururdu." -Ö. Seyfettin, yüreği daralmak sıkılmak, bunalmak, İçi daralmak: "Yusuf bütün olayları korkuyla, yüreği daralarak izliyordu. " -Y. Kemal, yüreği dayanmamak acısına katlanamamak, çok acı duymak, yüreği ezilmek 1) üzülmek, acı duymak: "Yüreğim merhametten eziliyor, dizlerim vücudumun yükü altında çökecek gibi oluyordu." -R. N. Güntekin. 2) açlık duymak, yüreği ferahlamak (veya hafiflemek) kaygıdan kurtulmak. yüreği götürmemek dayanmamak, katlanamamak. yüreği göz göz olmak dert, acı ve sıkıntıdan içi kabarmak, aşırı dertlenmek: "Göz göz oldu yüreğim, gözlerinin derdinden." -Halk türküsü, yüreği hop etmek (veya hoplamak veya oynamak) birdenbire korkup heyecanlanmak: "Ansızın geldin, dedi, yüreğim oynadı." -M. Ş. Esendal. yüreği kabarmak 1) içi sıkıntı İle dolup derin soluk alma gereğini duymak; 2) midesi bulanmak: "Ne dersiniz kız bayağı hasta oldu, deniz tutmuş gibi yüreği kabarmaya başladı." -R. N. Güntekin. yüreği kaldırmamak dayanamamak, katlanamamak. yüreği kalkmak heyecanlanmak: "Kapıda her araba durdukça yüreğim kalkıyordu. " -R. H. Karay, yüreği kan ağlamak derinden acı duymak, çok üzülmek: "Yüreği kan ağlıyordu, onların şu perişan, sürüm sürüm hâllerini gördükçe..." -Y. Kemal, yüreği kanamak aşın üzüntüden sarsılmak: "Zaten kostüm meselesinden dolayı üzülen ve hırçınlaşan yüreği sanki bir diken yığınına sürtünür gibi kanıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreği kararmak içine karamsarlık ve sıkıntı çökmek, yüreği katılmak ağlamaktan veya soğuktan nefesi tutulmak, yüreği kaynamak içinde şüphe ve endişe uyanmak: "Namazı nasıl kıldığını bilmedi, yüreğinde bir şeyler kaynıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreği oynamak ansızın heyecanlanmak veya korkmak, yüreği parçalanmak çok acımak: "Bir dilenci çocuğuna dayak attığını görmüş, yüreği parçalanmıştı." -R. N. Güntekin. yüreği parça parça olmak pek çok acımak, yüreği parlamak coşmak, heyecanlanmak: "Bir sözden, bir asker geçişinden, bir düşünceden yüreği parlar, gönlü ateş alır adam olmalı. " -M. Ş. Esendal. yüreği rahatlamak üzüntü ve kaygısı azalmak, kalmamak: "... lüzumsuz bir şey satın aldığı zaman garip bir üzüntü duyar, karısı -ziyam yok, üzülme, ne yapalım, olmuş bir şey -diye teselli etmedikçe bir türlü yüreği rahatlamazdı." -R. N. Güntekin. yüreği serinlemek üzüntüsü bir dereceye kadar azalmak, yüreği sıkılmak içi sıkılmak, yüreği sıkışmak (veya tıkanmak) 1) kalp atışları düzensiz olmak, sıkıntı duymak; 2) mec. bir meseleden dolayı aşın üzülmek, yüreği sızlamak çok acımak, çok üzülmek: "Ahmet Kerim sevgilisi tarafından aldatılmış bir adam gibi yüreğinin sızladığını duydu." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreği soğumak düşmanın bir felakete uğramasına sevinmek, yüreği şişmek can sıkıcı şeyler dinlemekten bunalmak, yüreği titremek duygulanmak, endişe, korku duymak: "İçinden yüreği titreyerek tepeden indi, ağır adımlarla saraya girdi." -Y. Kemal, yüreği tükenmek (veya yürek tüketmek) bir şeyi anlatmak için çok yorulmak, yüreği ürpermek çok korkmak. yüreği yağ bağlamak istenilen bir şeyin olmasından ferahlık duymak: "Oh ... oh yüreğim bir karış yağ bağladı." -H. R. Gürpınar. yüreği yanmak 1) çok acımak: "Nahit onu yorgun, kederli ve umutsuz, sitem yüklü görmüştü. Yüreği yanmıştı." -T. Buğra. 2) felakete uğramak, yüreği yarılmak çok korkmak, yüreği yerinden oynamak birdenbire heyecanlanmak veya korkmak: "Odanın içinde birdenbire kızılca kıyamet kopmasın mı, zavallı halamın yüreği yerinden oynamış." -A. Ş. Hisar, yüreğim yanmaz (veya yanmazdı) pişmanlık ve acı duymam, yüreğinden geçmek düşünmek. yüreğinden gelmek bir şeyi isteyerek, severek yapmak: "Piyanistin takdiri yüreğinden geliyordu." -H. E. Adıvar. yüreğine (bir şey) çökmek derinden ıstırap duymak: "Ankara ufuklarına bakarken eskisi gibi insanın yüreğine gariplik çökmüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreğine dert olmak başkasının herhangi bir davranışı, sonradan kendisi için sürekli bir üzüntü kaynağı olmak: "Zavallı adam, son nefesinde bir ekmek kadayıfı istediydi; alıp yediremedim. O, yüreğime dert oluyor." -R. N. Güntekin. yüreğine dokunmak üzülmek: "Hem öyle manzaralar benim yüreğime dokunuyor." -R. N. Güntekin. yüreğine inmek kötü bir olay dolayısıyla fazlaca etkilenmek: "Eğer bizden gizli Paris'e kaçsaydın babamın yüreğine inerdi." -P. Safa. (birinin) yüreğine işlemek (veya yüreğe işlemek) çok derin acı uyandırmak: "Fakat sesi kulaklara değil, doğru yüreğe çarpar, yüreğe işlerdi." -R. H. Karay, yüreğine kar yağmak kıskançlık duyarak üzülmek, yüreğine kurt düşmek şüphelenmek, içine kurt düşmek: "Reyhan'ın yüreğine küçük bir kurt düşmüştü. " -M. Yesari. yüreğine od (veya ateş) düşmek felakete uğramak, çok üzülmek: "Adam odur ki, komşusunun ineği dişi doğurdu der, yüreğine od düşer." -M. Ş. Esendal. yüreğine oturmak çok üzülmek: "İşte, yine başındaki bu dert de gelip yüreğine oturmuştu." -S. F. Abasıyanık. yüreğine saplanmak aşırı derecede acı duymak, içine oturmak, yüreğine sinmek içine sinmek. yüreğine su serpmek bir kimseyi kaygı sebebinin ortadan kalkmasıyla veya yeniden umut verecek bir haberle ferahlatmak: "Bizim nesil sözü, Selma Hanım'in yüreğine biraz su serpti." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreğini açmak kalbini açmak, derdini dökmek, içini dökmek, senli benli konuşmak ve davranmak: "Sanki bana herkese yaptığından fazla yüreğini açardı." -R. H. Karay, yüreğini ateş almak aşırı üzülmek, fazla üzüntüden İçi yanmak: "Gülbahar'ın yüreğini ateş almış yanıyordu." -Y. Kemal, yüreğini boşaltmak (veya dökmek) derdini, üzüntüsünü anlatarak hafiflemek. yüreğini eritmek (veya sızlatmak) çok üzmek, yüreğini dağlamak acıyla ve özlemle içi yanmak, acıyla kıvranmak. yüreğini hoplatmak (veya oynatmak veya kaldırmak) 1) yürek hop etmek (veya hoplamak veya oynamak); 2) heyecanlandırmak. yüreğini kemirmek içini kemirmek, tedirgin olmak: "Güzelliğine pek güvenen Zişan'ın yanında bu kadar zavallı kalışı yüreğim kemirip duruyor." -H. R. Gürpınar, yüreğini pek tutmak kendini korkuya kaptırmamak, yüreğini serinletmek üzüntüsünü azaltmak, (birinin) yüreğini tüketmek bir şeyi anlayıncaya kadar anlatanı çok yormak, (kendi) yüreğini tüketmek bir şey anlatmaya çalışarak yorulmak: "Aman, dedi. Yüreğimi tüketeceğime her işi kendim yaparım, daha iyi..." -Y. K. Karaosmanoğlu. yüreğinin başı sızlamak yüreği sızlamak, yüreğinin yağı (veya yağları) erimek 1) çok üzülmek; 2) çok korkmak, yürekten çağırmak aşırı derecede arzu etmek, istemek: "Bu kadar yürekten çağırma beni / Bir gece ansızın gelebilirim. " -Şarkı.
→ yürek acısı, yürek ağrısı, yürek çarpıntısı, yürek darlığı, yürek karası, yürek yarası, yüreği ağzında, yüreği dar, yüreği delik, yüreği dolu, yüreği geniş, yüreği katı, yüreği pek, yüreği temiz, yüreği yanık, yüreği yufka, yüreği yaralı, yürekler acısı, çatal yürek, ana yüreği, canıyürekten
yürek acısı is. Yürekten duyulan acı, iç acısı, kalp acısı.
yürek ağrısı is. 1. Kalp ağrısı. 2. Sıkıntı, keder.
yürek çarpıntısı is. 1. tıp Kalp çarpıntısı. 2. mec. Merak, kaygı, korku vb. duygular sebebiyle beliren tedirginlik: "Ha bugün sokağa atılıyorum ha yarın diye yürek çarpıntısı geçirmişti." -R. N. Güntekin.
yürek darlığı is. Sıkıntı, bunaltı, üzüntü: "Bu acayip hissin verdiği yürek darlığıyla bütün usluluğumu ve terbiyemi kaybettim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yürek karası is. İşlenen bir günahtan sonra duyulan sürekli ve üzücü pişmanlık.
yüreklendirici is. Yüreklendiren, cesaret veren kimse.
yüreklendirme is. Birine yüreklilik, cesaret verme.
yüreklendirmek (-i) Birine yüreklilik, cesaret vermek.
yüreklenme is. Yüreklilik, korkusuzluk gelme, yiğitlenme, cesaretlenme.
yüreklenmek (nsz) Korkusuz duruma gelmek, yiğitlenmek, cesaretlenmek.
yürekler acısı sf Çok acıklı: "Yaptığı hatadan sonra ümitsiz bir insana benziyor, yürekler acısı fevkalade bir vaziyet alıyordu." -H. Z. Uşaklıgil.
yürekli sf. Tehlikeyi korkusuzca karşılayan, hiçbir şeyden korkusu olmayan, gözü pek, babayiğit, koçak, cesaretli, cesur, cüretkâr: "Fakat, onlar da aralarında hiçbir delikanlıyı ona eş olabilecek kadar yürekli bulmuyorlardı. " -H. E. Adıvar.
→ açık yürekli, altın yürekli, aslan yürekli, çatal yürekli, geniş yürekli, iyi yürekli, katı yürekli, mangal yürekli, pek yürekli, taş yürekli, tavşan yürekli, temiz yürekli, yufka yürekli
yüreklilik, -ği is. 1. Yürekli, korkusuz, cesur olma durumu, yiğitlik. 2. Yürekli kimseye yakışır davranış.
→ açık yüreklilik, altın yüreklilik, aslan yüreklilik, çatal yüreklilik, iyi yüreklilik, katı yüreklilik, taş yüreklilik, temiz yüreklilik
yüreklilikle zf. (yüreklili'kle) Korkmadan, korkusuzca, yiğitçe.
yüreksi sf. Yüreği andıran, yüreğe benzeyen, yürek gibi.
yüreksiz sf. Yürekli olmayan, cesaretsiz, tabansız.
yüreksizlik, -ği is. Yüreksiz olma durumu, yüreksizce davranış, cesaretsizlik.
yürekten zf Temiz duygularla, saygı ile, içten, İçtenlikle: "İlk zamanlarda olduğu gibi şöyle içten ve yürekten konuştukları bir anları olmuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ candan yürekten
yürek yarası is. Aşktan, özlemden, başarısızlıktan duyulan büyük keder aşırı üzüntü, kalp yarası.
yürük, -ğü sf. 1. Çok ve çabuk yürüyen, İyi yol alan, hızlı giden, yörük. 2. is. tar. Osmanlı İmparatorluğunda otuzar kişilik ocaklar olarak Rumeli'ye yerleştirilen ve savaş zamanlarında geri hizmetlerde çalıştırılan tımarlı asker, yörük. 3. Göçebe olan, yörük: "Fakat göç ve yürük hayatı hareme ve kapalılığa gelmez." -F. R. Atay. yürük at yemini artırır bir işte üstün çaba gösterenler karşılık iyi olarak görürler.
→ yürük aksak, yürük semai
Yürük, -ğü öz. is. Yörük.
yürük aksak, -ğı is. müz. Aksak usulünün en hareketlisi.
yürüklük, -ğü is. Yürük olma durumu.
yürük semai is. müz. Türk müziği usullerinden biri, sengin semai.
yürüme is. Yürümek işi: "Kılıcını kaldırdı, ağır ağır hocaya doğru yürümeye başladı." -R. N. Güntekin.
→ hatalı yürüme
yürümek (nsz) 1. Adım atarak ilerlemek, gitmek: "Kafası yerde, kamburunu çıkarmış, yürüyordu." -H. Taner. 2. Karada veya suda, herhangi bir yöne doğru sürekli olarak yer değiştirmek: Buz dağları güneye yürümüş. 3. Çocuk ayakları üzerinde gezecek duruma gelmek: Çocuk erken yürüdü. 4. Yayan gezmek, yayan gitmek: "Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından bir horoz sesi fark etti." -Ö. Seyfettin. 5. Yol almak: Biraz yürüyelim, geç kaldık. 6. (-e) Bir yere gelmek, bir yere ulaşmak, kaplamak: Dallara su yürümek. 7. (-e) Üzerine doğru gitmek, akın etmek, saldırmak, hücum etmek: Asker kaleye yürüdü. 8. (nsz) Faiz, hesap edilmek, işlemek: Bu paranın faizi yüzde beşten mi yürüyor? 9. Geçmek, ilerlemek, değişmek: "Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu, o demek ki hayat yürümüş gitmiş, birlikteyürüyememiş." -M. Ş. Esendal. 10. Bir işte ileri gitmek. 11. mec. Gereği gibi yapılmak veya ilerlemek: "Bu evliliğin yürümeyeceği daha başından anlaşılmıştı ama, belki yürütürüz demiştim." -Z. Selimoğlu. 12. (nsz) argo Ölmek: O da yürümüş. yürü! yürüyüşe başlatma komutu.
yürünme is. Yürünmek işi. yürünmek Yürüme işi yapılmak; Çamurun içinde yürünmez:
yürürçalar is. Pille çahşan kulaklık aracılığıyla müzik dinlemeye yarayan, insanın üzerinde taşıyabileceği teyp.
yürürlük, -ğü is. Gereğinin yapılır olması durumu, meriyet: "Yürürlükte bulunan kanunlar, usuller, kurallar. Fakat umumi hatlar yine yürürlükte idi." -F. R. Atay. yürürlüğe girmek bir kanun, bir karar, bir iş uygulanır, yapılır duruma gelmek, yürürlüğe konmak bir kanun veya bir karar uygulama alanına konulmak: "Ekonomik, ticari veya teknik İlişkileri düzenleyen ... antlaşmalar ... yayımlanma ile yürürlüğe konabilir." -Anayasa, yürürlükte bulunmak bir kanun veya bir karar uygulama alanında olmak: "Kimse, işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz..." -Anayasa, yürürlükte kalmak bir kanun veya karar geçerli olmaya devam etmek, yürürlükte olmak kanun, karar, iş yapılmakta, uygulanmakta olmak, yürürlükten kaldırmak uygulanmaz duruma getirmek: "Öte yandan, dünyadaki sorunların çokluğu da uykuyu yürürlükten kaldırmaya yetmez." -S. Birsel. yürürlükten kalkmak uygulamadan kalkmak: "... kararname ... Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar." -Anayasa.
yürüteç, -ci is. 1. Yeni yürümeye başlayan çocukların çabuk yürümelerini sağlayan araç, örümcek. 2. Yürüme sorunu olan kimselerin kullandığı araç.
yürütme is. 1. Yürütmek işi. 2. Kanunları uygulama işi, icra: "Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır." -Anayasa. 3. Merkezî yönetim ve yerinden yönetim kuruluşlarının hepsi.
→ yürütme gücü, yürütme kurulu, yürütmeyi durdurma
yürütme gücü is. huk. Kanunları uygulama yetkisi.
yürütmek (-i, -e) 1. Yürüme işini yaptırmak, yürümesini sağlamak. 2. Gerektiği gibi yapmak, uygulamak: İşlerim eskisi gibi yürütüyorlar. 3. huk. Bir yargıyı yerine getirmek, uygulamak. 4. Kabul edilmesi veya tartışılması için bildirmek, açıklamak, öne sürmek: Mütalaa yürütmek. Muhakeme yürütmek. 5. mec. ve tkz. İşinden veya bulunduğu yerden çıkarmak: "Seni, teğmene bel bağlayıp girdiğin bisküvi fabrikasından nasıl yürüttülerdi." -H. Taner. 6. argo Habersiz olarak almak, çalmak: Bizim kalemi yürütmüşler.
yürütme kurulu is. Bir kuruluşta kanun, tüzük, yönetmelik ve alınan kararları uygulamakla görevli kurul.
yürütmeyi durdurma is. huk. Bir mahkemece verilen bir kararın yerine getirilmesinin geçici olarak geri bırakılması.
yürütücü is. Yürütme yetkisini kullanan kimse.
yürütücülük, -ğü is. Yürütücü olma durumu.
yürütülme is. Yürütülmek işi.
yürütülmek (nsz, -e) Yürütme işi yapılmak veya yürütme işine konu olmak.
yürütülüş is. Yürütülme işi veya biçimi.
yürütüm is. 1. Yürütme işi. 2. huk. Bîr kararı, bir yargıyı yerine getirme, uygulama, infaz: Yasanın yürütümü. Bu yargının yürütümü.
yürüyen merdiven is. Basamakları sürekli olarak dönen bir düzenek üzerine yerleştirilmiş, elektrikle çalışan merdiven.
yürüyüş is. 1. Yürüme işi veya biçimi. 2. Spor amacıyla yapılan yürüme: Her sabah bir saat yürüyüş yaparım. 3. Bir olayı protesto etmek, bir konuya dikkati çekmek amacıyla topluca yürüme: Gösteri yürüyüşü. 4. ask. Birliklerin bir yerden başka bir yere gitmesi, yürüyüş düzenlemek bir olayı protesto etmek veya bîr konuya dikkat çekmek amacıyla toplu yürüyüş tertip etmek: "Toplantı ve gösteri yürüyüşünü düzenleme hakkım kullanmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanununda gösterilir. " -Anayasa, yürüyüş yapmak 1) spor amacıyla yürümek: "Bir gün Küplüce arkalarında uzun bir yürüyüş yapmış." -H. Taner. 2) bir olayı protesto etmek veya bir konuya dikkati çekmek amacıyla topluca yürümek, yürüyüşe çıkmak dolaşmaya, gezintiye çıkmak, yürüyüşe geçmek 1) bir yerden başka bir yere gitmek için yürümeye başlamak: Askerler yürüyüşe geçti. 2) bir yeri almak için o yöne doğru ilerlemek.
→ yürüyüş kolu, cebrî yürüyüş, sessiz yürüyüş, ayı yürüyüşü, dağ yürüyüşü, fil yürüyüşü, gösteri yürüyüşü, kaplumbağa yürüyüşü, karga yürüyüşü, mehter yürüyüşü, ördek yürüyüşü
yürüyüş kolu is. ask Belli bir bölgeye ulaşmak veya bulunulan bir bölgeden ayrılmak amacıyla bir kumanda altında, düzenli yürüyüş yapan piyade, zırhlı veya motorlu birliklerin tümü.
yüsrü is. 1. Bazı ince işlerin yapımında kullanılan siyah bir ağaç ve bu ağacın kökü. 2. sf. Bu kökten yapılmış olan: Yüsrü tespih.
yüz (I) is. 1. Doksan dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 100, C rakamlarının adı. 3. sf. On kere on, doksan dokuzdan bir artık. 4. Kere, kat vb. kelimeler ile birlikte kullanılarak yapılan işin çokluğunu abartılı bir biçimde anlatan söz: "Hikmet Bey'in kurum ve edası, her zamankinden belki yüz kat üstündü." -S. M. Alus.
→ yüzbaşı, yüzbeşlik, yüz binlerce, yüz binlik, yüz kere, yüznumara, yüz para, yüzyıl, yüzde yüz
yüz (II) is. 1. Başta, alın, göz, burun, ağız, yanak ve çenenin bulunduğu ön bölüm, sima, çehre, surat: "Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor." -S. F. Abasıyanık. 2. Yüzey, satıh: Suyun yüzünde. 3. Kesici araçlarda keskin kenar: Bıçağın keskin yüzü. 4. Bir kumaşın dikiş sırasmda dışa getirilen gösterişli bölümü. 5. Yorgana ve yastığa geçirilen kılıf. 6. Bir şeyin görünen bölümünde kullanılan kumaş: Yorgan yüzü. Kanepenin yüzü. 7. Birinin görülegelen veya umulan hoşgörürlüğüne güvenilerek gösterilen cüret: Ne yüzle? Yüzü olmamak. 8. Nedeniyle, sebebiyle: "Bu yüzden Fuat Köprülü ile çatışmaya başlamışlardı gazetelerde." -Y. Z. Ortaç. 9. Yan, taraf. 10. Bir yapının dışa bakan düşey yüzeylerinin tümü: Ön yüz. Yan yüz. Arka yüz. 11. mec. Utanma: Adamda yüz yok ki! ... yüz takınmak yüze verilen biçimle bir duyguyu belirtmek: "Osman Nuri Bey umutsuzluğa düşerek sessiz sessiz ağlamaya başlayınca Seniye Hanım onu teselli için hemen güler bir yüz takınmış -aman ne yapıyorsunuz bey- demişti. " -Y. K. Karaosmanoğlu. yüz bulmak ilgi ve yakınlık görmek: "Akça pakça bir hanım gördü mü, biraz da yüz buldu mu, hemen bohçacı madamlardan birini evine gönderir, pırlanta gerdanlık vadedermiş." -S. M. Alus. yüz bulunca astar istemek yüz verince astar istemek, yüz çevirmek gösterdiği ilgiyi kesmek: "... vergi kâtibinden yüz çevirmişler, kendisine hasım olmuşlardı." -E. E. Talu. yüz etmek hlk. ısmarlamak, havale etmek, yüz geri etmek geri döndürmek. yüz göstermek ortaya çıkmak, yüz kızartmak sıkılarak yalvarmak, yüz kızdırmak utanmayı göze almak, yüz surat davul derisi (veya hak getire veya mahkeme duvarı) tkz. utanması olmayanlar için söylenen bir söz. yüz sürmek aşın sevgi göstermek İçin yere eğilmek, (bir şeye) yüz tutmak yönelmek: "Biçare Yıtnus'ım çoktur günahı / Hakk'ın dergâhına yüz tutmuşum ben." -Yunus Emre. (bir şey olmaya) yüz tutmak 1) bir şey, olmak üzere bulunmak: "Duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı İçin çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine oturuyordu." -N. Cumalı. 2) giderek biçim ve renk değiştirmek: "Hepimiz gölgelenmeye yüz tutan ateşe gözlerimizi dikmiştik." -S. F. Abasıyanık. yüz verince astar istemek kendisine gösterilen küçük bir ilgiden şımararak geniş yetki elde etmeye, daha çok yarar sağlamaya çalışmak, yüz vermek ilgi, yakınlık göstermek, hoşgörülü davranmak, şımartmak, itibar etmek: "Yüz vermeyin eşkıyaya, baştan çıkarmayın haydutları. " -T. Oflazoğlu. yüz vermemek 1) ilgi yakınlık göstermemek; 2) önemsememek: "Bursa, yeşiline en uygun maviyi kondururken yüksek mimarlarımız renge hiç yüz vermiyorlar." -B. R. Eyuboğlu. yüz yapmak makyaj yapmak, yüz yazmak 1) makyaj yapmak; 2) hik. köy seyirlik oyunlarında taklit edilen kişinin özelliklerini belirtecek biçimde yüz boyamak, maske yapmak. yüz yüzden utanır insanlar karşı karşıya geldiklerinde daha kolay uzlaşabilirler. yüze çıkmak 1) bir sıvının üst bölümüne çıkmak; 2) belli olmak, açığa çıkmak, belirmek: "Evimizde artık pek de gizli tutulamayarakyüze çıkmaya başlayan bu rezalet, yani gelin ve damat arasındaki bu sevda alışverişi böyle devam edip duracak mı?" -M. Ş. Esendal. 3) yüzsüz olmak, şımarmak. yüze duramamak birinin hatırından çıkamamak, birinin hatırını kıramamak: "Belki ihtiyaçları olur İsterler, yüze duramam." -R. N. Güntekin. yüze gülmek 1) yalandan dost görünmek; 2) sevimli, alımlı görünmek, yüze vurmak yüzüne vurmak: "Fakat politikada kabahatleri yüze vurmak yoktu." -N. Cumalı. (bir şeyin) yüzü açılmak güzelliği, parlaklığı ortaya çıkmak, yüzü asılmak somurtmak, (bir şey) yüzü görmek ...-e kavuşmak: Rahat yüzü görmek, (bir şey) yüzü görmemek ...-den yoksun olmak, uzak bulunmak: "Yüzyıllardan beri sabah yüzü görmemiş uçsuz bucaksız kıraç topraklar. " -Y. K. Karaosmanoglu. yüzü gözü açılmak I) sıkılmaz, utanmaz bir duruma gelmek; 2) toplumsal ilişkiler kurmaya, çevresini, dünyayı tanımaya başlamak, yüzü gülmek 1) sevinci yüzünden belli olmak; 2) feraha kavuşmak: Şehirlilerle köylüler arasındaki alışveriş şartları düzenlendikten sonra hepsinin yüzü gülmeye başladı. 3) temiz, tertipli duruma gelmek, yüzü kalmamak bir kimseden daha önce birçok ricada bulunduğu için yeni bir şey istemeye sıkılmak, yüzü karışmak (veya allak bullak olmak veya alabora olmak) can sıkıcı bir durum, yüzünden belli olmak: "Beraberce binmiş olduğumuz bir takside birdenbire yüzü karıştı, şoföre yüksek bir sesle..." -A. Ş. Hisar, yüzü kasap süngeriyle silinmiş hiç utanması olmayan, yüzü kızarmak utanmak: "Boynundan bir kese çıkardı, fakat içine bakmadan ani bir fikirle yüzü kızardı. " -H. E. Adıvar. (bir şeye) yüzü olmamak 1) o şeye dayanamamak; 2) cüret ve cesareti olmamak, utanmak, yüzü seçilmemek açıkça tanınmamak, belli belirsiz görünmek: "Işık arkadan geldiği için yüzü seçilmiyor." -R. N. Güntekin. (birinin veya bir şeyin) yüzü suyu hürmetine (veya yüzü suyuna) birinin veya bir şeyin hatırına veya varlığına değer verildiği için: "Ben şu iki kolumun yüzü suyu hürmetine yaşıyorum, yaşıyorsam." -Z. Selimoğlu. (bir şey yapmaya) yüzü tutmamak 1) haklı da olsa, karşısındakini kıracak bir davranışta bulunmaktan çekinmek: "O böyle kimseyi kırmak istemedikçe, kimseye olmaz demeye yüzü tutmadıkça ne kadar istemese, çevresi onu kıracak, üzecekti." -N. Cumalı. 2) utanmak. yüzü yazılı kalmak kullanılmak, yenilmek için hazırlanmışken herhangi bir sebeple olduğu gibi dokunulmadan kalmak. yüzü yere gelmek (veya geçmek veya yüzünün derisi yere geçmek) çok utanmak. yüzü yok bir şey istemeye veya yapmaya cesareti yok, utanıyor: "Anadolu'ya gidiyorum. Sana veda edemedim, çünkü yüzüm yok." -M. Ş. Esendal. yüzünden akmak herhangi bir durum yüzünden çok belli olmak. yüzünden düşen bin parça olmak öfke veya küskünlükten ileri gelen can sıkıntısıyla suratı asık olmak: "Ama iktisadi bunalım ayyuka çıktı maşallah, yurttaşın yüzünden düşen bin parça olacak." -H. Taner. yüzünden kan damlamak çok sağlıklı olmak, sağlığı yüzünün renginden belli olmak. yüzünden okumak 1) ezbere değil, yazılmış kâğıttan okumak; 2) herhangi bir durumu yüzünden anlamak, (birinin) yüzüne bağırmak birine öfke ile saygısızca sözler söylemek, yüzüne bakamaz olmak utanç, yüreksizlik vb. sebeplerle bir kimsenin karşısına çıkamamak, yüzüne bakılacak gibi (veya bakılır) çirkin sayılmaz, güzelce: "Hem bakalım, yirmi yaşında da olsa yüzüne bakılır cinsten midir?" -R. H. Karay. yüzüne bakılmaz çok çirkin, yüzüne bakmamak 1) önem vermemek, ilgilenmemek; 2) darılmak, gücenmek, yüzüne bakmaya kıyamamak (veya kıyılmaz) (biri) çok güzel olmak, yüzüne bir daha bakmamak darılıp konuşmamak, yüzüne duramamak dayanamamak, bir isteğe hayır diyememek, kıramamak: "Aman sayın bayan beni çağırmayınız. Güzel yüzüne duramam, içeri girerim. Girince de..." -M. Ş. Esendal. yüzüne gözüne bulaştırmak bir işi becerememek, bozmak: "Onun bu işi nasıl olup da yüzüne gözüne bulaştırdığını bir türlü anlayamadım." -E. E. Talu. yüzüne gülmek 1) dostmuş gibi görünmek; 2) dostluk göstermek, ilgi göstermek, alakalanmak: "Köyde, ondan başka yüzümüze gülen, bize yol gösteren olmadı." -Ö. Seyfettin. 3) temizliği, yeniliği dolayısıyla ferahlık vermek: "Banyo, tuvalet, vesair kısımlar, o ne temizlik, o ne genişlik, insanın yüzüne gülen o ne ferahlıktı." -H. R. Gürpınar. (bîr şeyin) yüzüne hasret kalmak o şeyden yoksun kalmak, hasret kalmak: "Burada yağdan yumurtadan geçtik, ekmek yüzüne hasret kaldık." -M. Ş. Esendal. yüzüne kan gelmek sağlığı yerine gelmek, benzinin solgunluğu geçmek, yüzüne kapanmak kapılar yüzüne kapanmak, (birinin) yüzüne karşı bir kimsenin kendi önünde ve ondan çekinmeden: Yüzüne karşı da söylerim, yüzüne tükürseler yağmur yağıyor sanır çok arsız ve onursuz kimseler için kullanılan bir söz. yüzüne vurmak (veya çarpmak) ayıplayarak kusurunu yüzüne söylemek: "Bir büyük kabahatim varmış da yüzüme vuracaklarmış gibi açıp okumaktan çekmiyorum." -A. Gündüz, yüzüne yazmak hlk. gelinin yüzünü süslemek, (birinin) yüzünü ağartmak beğenilir iş yapmak, iş ve davranışlarıyla yakınlarının övünmesine sebep olmak: "Senin anlayacağın, kasabanın yüzünü ağartmak lazım. Bana bir parça dans öğreteceksin." -R. N. Güntekin. yüzünü buruşturmak (veya ekşitmek) yüzüne Öfke ve hoşnutsuzluk gösteren bir biçim vermek: "Nevin, ensesinden bir yer açıyormuş gibi yüzünü buruşturdu." -S. F. Abasıyanık. "Ağır işler görüp de güler yüzünü ekşitmemeyi ve kimseyi incitmeden yaşamayı analar bu adamlara öğretmeli idiler." -M. Ş. Esendal, yüzünü gören cennetlik uzun süre görünmeyen kimseler için söylenen bir söz. yüzünü görmemek 1) uzun süre görmemek: "Yüzünü de gördüğüm yoktu. Kırkyıl da görmesem göreceğim gelmezdi." -M. Ş. Esendal. 2) gereksinim duyulan bir şeyi özlemek, ona hasret kalmak: Harp içinde kahvenin yüzünü görmedik. (birinin) yüzünü gözünü açmak bir çocuğa veya gence o zamana kadar bilmediği birtakım cinsel bilgiler vermek, (birinin) yüzünü güldürmek birini mutlu etmek, birine iyilik etmek, yüzünü kara çıkarmak (birini) utandırmak, (birinin) yüzünü kızartmak bir kimsenin utanmasına sebep olmak, birini utanacak duruma düşürmek. yüzünü kızartmak (veya kızdırmak) onuruna, gururuna önem vermeden bir şey istemek, utançla, utanarak istemek: "Fakat ben boş ümitle insan avutmanın faydasından ziyade zararına inandığım için çok kere yüzümü kızdırır, açıkça mümkün değil derim. " -R. N. Güntekin. yüzünü şeytan görsün sevilmeyen bir kimseye karşı duyulan nefreti belirtmek için kullanılan bir söz. (bir kimsenin veya bir şeyin) yüzünü unutmak uzun süre görmemek, varlığına hasret kalmak: "İnsanlar Tanrı rahmeti olan yağmurun yüzünü çoktan unutmuşlardı." -N. Araz. yüzünü yere getirmek utandırmak, mahcup duruma düşürmek, (bîr işten) yüzünün akı ile çıkmak yüz akı İle çıkmak. yüzünün derisi kalın utanması, arlanması olmayan, yüzünüze güller hlk. iğrenç bir şey anlatılırken söylenen bir söz: "Yüzünüze güller, büyüklerin pisliğini temizlemek bile, bizde forsla, pistonla oluyor." -H. Taner.
→ yüz akı, yüzbeyüz, yüz görümlüğü, yüzgöz, yüz havlusu, yüz kalıbı, yüz kaplama, yüz karası, yüz kızartıcı, yüz kiri, yüz ölçümü, yüz sabunu, yüzsuyu, yüzüstü, yüz yazısı, yüz yüze, yüze gülücü, yüze soğurma, yüzü ak, yüzü asık, yüzü kara, yüzükoyun, yüzü pek, yüzü sıcak, yüzü soğuk, yüzü yerde, yüzü yumuşak, arayüz, arka yüz, çatık yüz, dış yüz, eğri yüz, ekşi yüz, güler yüz, içyüz, iç yüz, kara yüz, paralel yüz, ters yüz, gökyüzü, ters yüzü, yeryüzü, yorgan yüzü
yüz akı is. Utanmayı gerektiren bir durumu olmama, (bir işten) yüz akı ile çıkmak bir işi kendi saygınlığını yitirmeden eksiksiz ve başarılı olarak yapıp bitirmek: "Biz buraya geldi isek, her hâlde yüzümüzün akı ile çıkacağımızdan şüphe etmeyesin!" -E. E. Talu.
yüz aklığı is. İftihar edilecek, onurlanacak durum, yüz aklığı göstermek bir işte başarıya ulaşmak: "Arkadaşları arasında sivrilmiş, birçok savaşlarda yüz aklığı göstermiş cesur bir kaptandı." -F. F. Tülbentçi.
yüzbaşı, -yi is. ask. Orduda rütbesi üsteğmenle binbaşı arasında olan subay.
→ ön yüzbaşı
yüzbaşılık, -ğı is. Yüzbaşının rütbesi veya yüzbaşının görevi.
yüzbeşlik, -ği is. ask. Topçulukta ağır bombardımanda kullanılan bir top türü.
yüzbeyüz zf. T. yüz + Far. -be + T. yüz Yüz yüze.
yüz binlerce sf. Pek çok, çok sayıda.
yüz binlik, -ği is. Yüz bin liralık.
yüzde is. 1. Herhangi bir işte aracı olan kimseye, görevinin karşılığı olarak yüzde hesabına göre verilen ücret, yüzdelik. 2. sf. Bir sayı sıfatı ile kullanıldığında yüze bölünen bir şeyin o kadarlık parçasını belirten bir söz: "Bir eli tabancalı militan mıdır, yoksa kesesini doldurmakla uğraşan iş adamlarından mıdır, mebus mudur hemen anlar ve bu anlayışlarında yüzde seksen yanılmaz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ yüzde yüz
yüzdelik, -ği is. Yüzde.
yüzden zf. Görünüş olarak, bakarak.
→ bu yüzden
yüzde yüz zf 1. Kesinlikle: "Salah güpegündüz içki içmeye yüzde yüz karşıdır." S. Birsel. 2. Tam olarak: "Hiç kimseye yüzde yüz söz vermek âdetim değil." -P. Safa.
yüzdürme is. Yüzdürmek işi.
yüzdürmek (I) (-i, -e) 1. Yüzmesini sağlamak veya yüzme işini yaptırmak: Burada değil, karşı kıyıda yüzdürüyorlar. 2. (-i) Batmış veya oturmuş tekneyi suyun yüzüne çıkarıp yüzer duruma getirmek: Batık gemileri yüzdürdüler.
yüzdürmek (II) (-i) Derisini çıkarttırmak, derisini soydurtmak.
yüzdürülme is. Yüzdürülmek işi.
yüzdürülmek (nsz) Yüzdürme işine konu olmak veya yüzdürme işi yapılmak: Bu hayvanın derisi yüzdürüldü. Batan gemi yüzdürülecek.
yüze gülücü sf. İkiyüzlü, riyakâr: "... hakikati bilmek kimini deli ediyor, yardakçı, yüzsüz, yüze gülücü veya ikiyüzlü ediyor." -T. Buğra.
yüze gülücülük, -ğü is. Yüze gülücü olma durumu.
yüzer sf. Yüz sıfatının üleştirme biçimi, her birine yüz, her defasında yüzü bir arada olan.
yüzergezer sf. Karada olduğu gibi suda da kullanılabilen (araba, tank, uçak vb. araç), amfibi.
yüzer havuz is. Açık denizde gemi onarımında kullanılan havuz.
yüzerlik, -ği sf Yüz tanesi bir arada olan: Yüzerlik yumurta sandığı.
yüzer top is. Şamandıra.
yüze soğurma is. fiz. ve kim. Bir gazın veya sıvının, bir katının içine yüzeysel olarak girmesi, soğrumsama.
yüzey is. mat. Bir cismi uzaydan ayıran dış ve yaygın bölüm, satıh, yüz.
→ silindirsel yüzey, yanal yüzey
yüzeyleşme is. Yüzeyleşmek işi: "İşsiz bir ortamı sanatçılar da yadırgıyor, bu kurulaşmadan, yüzeyleşmeden onlar da yakınıyor. " -H. Taner.
yüzeyleşmek Derine inmemek, derinleşmemek, sathileşmek.
yüzeysel sf 1. Yüzey ile ilgili, sathi. 2. mec. Derine inmeyen, gelişigüzel, ayrıntılı olmayan, sathi.
yüzeyselleşme is. Yüzeyselleşmek durumu.
yüzeyselleşmek (nsz) Yüzeysel duruma gelmek, sathileşmek.
yüzeyselleştirme is. Yüzeyselleştirmek durumu.
yüzeyselleştirmek (-i) Yüzeysel duruma getirmek, sathileştirmek.
yüzey şekilleri ç. is. coğ. Engebe.
yüzgeç, -ci is. 1. Balıklarda ve yüzen memelilerde karın ve göğüste çift, sırt, kuyruk ve anüste tek olarak bulunan, hareketi ve dengeyi sağlayan organ. 2. sf hlk. Suda iyi yüzen (kimse veya hayvan).
→ yüzgeç ayaklılar, anüs yüzgeci
yüzgeç ayaklılar ç. ıs. zool. Omurgalı hayvanlardan memeliler sınıfına giren, morslar ve foklar gibi denizde yaşayan, karada yüzgeçlerini ayak gibi kullanan alt takım.
yüzgeçli sf. Yüzgeci olan.
→ dikenli yüzgeçtiler
yüz görümlüğü is. Güveyinin düğün günü geline verdiği armağan.
yüzgöz is. Bütün yüz: Yuzgöz kan içinde. yüzgöz olmak biriyle gereksiz yere, aşırı derecede senli benli olmak: "İkisinin de bu kadar az zamanda birbirleriyle bu derece yüzgöz olmalarına şaşmamak mümkün değildi." -R. N. Güntekin.
yüz havlusu is. Yüzü yıkadıktan sonra kurulamak için kullanılan havlu: "Her gün evinden ... işlemeli bir yüz havlusu, resimli hazır yelpaze gibi şeyler getiriyor, odamı süslüyordu. " -R. N. Güntekin.
yüz kalıbı is. 1. İnsan yüzüne alçı dökülerek alınmış kalıp. 2. Bu kalıptan çoğaltılmış yüz heykeli, mask.
yüz kaplama is. Genellikle sert ve orta sert ağaçlardan biçilerek veya kesilerek elde edilen, kontratabla veya yonga levhalarının yüzlerine yapıştırılarak kullanılan, güzel desenli kaplama çeşidi.
yüz karası is. Utanılacak bir durum veya şey, yüz kiri: "Bizim gibi yüzyıllar boyunca egemen olmuş, imparatorluklar kurmuş, zaferler kazanmış bir ulus için ne yaman bir yüz karasıdır bu..." -T. Halman. yüz karası olmak utanılacak bir durum ortaya çıkmak.
yüz kere zf. Pek çok, tekrar tekrar, çok kez, defalarca: Yüz kere söyledim anlamadı. Yüz kere anlattım, bir türlü aklı ermedi.
yüz kızartıcı sf. Utandırıcı, utanılacak: "Meşhur bir edibimizin cinsî hayatına dair yüz kızartıcı sözler söylenirdi." -Y. Z. Ortaç.
→ yüz kızartıcı suç
yüz kızartıcı suç is. Utanç verici, insanlık onuruna yakışmayan suç: Zimmet, ihtilas, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık gibi suçlar yüz kızartıcı suçlardır.
yüz kiri is. Yüz karası.
yüzleme is. Yüzlemek işi.
yüzlemece zf. 1. Birinin yüzüne karşı: Arkadan söylemek doğru değil, yüzlemece söylemeli. 2. Yüz yüze: Yüzlemece muhakeme. Yüzlemece hüküm.
yüzlemek (-i) Kusurunu veya suçunu yüzüne karşı söyleyip birini utandırmak.
yüzlenme is. Yüzlenmek işi.
yüzlenmek (nsz) Şımarmak, yüz bulmak.
yüzler ç. is. mat. Ondalık sayı sisteminde bir sayının sağdan sola doğru üçüncü rakamının bulunduğu yer.
yüzlerce sf. (yüzle'rce) Pek çok, çok sayıda.
yüzleşme is. Yüzleşmek işi.
yüzleşmece zf. Yüz yüze gelerek: Sorunu yüzleşmece konuşup çözmeli.
yüzleşmek (nsz, -le) 1. Bir olayı ileri sürenle, inkâr eden kimseler yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlamak: Ben onunla her zaman yüzleşebilirim. 2. Yüz yüze gelmek.
yüzleştirilme is. Yüzleştirilmek işi.
yüzleştirilmek (nsz) Yüzleşme işi yaptırılmak.
yüzleştirme is. Yüzleştirmek işi.
yüzleştirmek (4) İki tarafın yüzleşmesini sağlamak.
yüzlü sf 1. Yüzü herhangi bir nitelikte olan: "Yanında ... kapkara yüzlü, bembeyaz dişli, lakin çırılçıplak olmayan bir de zenci vardı." -R. H. Karay. 2. mec. Şımartılmış, yüz bulmuş (kimse).
→ yüzlü yüzlü, beş yüzlü, çatık yüzlü, çok yüzlü, dört yüzlü, güler yüzlü, ikiyüzlü, iki yüzlü, kara yüzlü, nur yüzlü, pek yüzlü, sekiz yüzlü, yumuşak yüzlü
yüzlük, -ğü is. 1. Yüz lira değerinde olan para. 2. mat. On kuralına göre yazılmış bir tam sayıda sağdan sola doğru üçüncü basamak. 3. sf Yüzü, yüz tanesi bir arada olan: Yüzlük paket. Yüzlük deste.
→ yüzlük birimler bölüğü, beş yüzlük
yüzlük birimler bölüğü is. mat. Yüzden dokuz yüz doksan dokuza kadar olan sayılar bölüğü.
yüzlülük, -ğü is. Yüzlü olma durumu.
→ çok yüzlülük
yüzlü yüzlü zf. Utanmadan, sıkılmadan, hiç çekinmeden: Borcunu vermediği hâlde yüzlü yüzlü yine para istiyor.
yüzme is. 1. Yüzmek işi. 2. Yüzme sporu.
→ kapalı yüzme havuzu, yüzme havuzu, yüzme kesesi
yüzme havuzu is. Spor, sağlık ve eğlence amacıyla yapılmış, belirli derinlikleri bulunan, suyla dolu olan yer.
→ kapalı yüzme havuzu
yüzmek, -er (I) (nsz) 1. Kol, bacak, yüzgeç vb. organların özel hareketleriyle su yüzeyinde veya su içinde ilerlemek, durmak: "Yüzmek bilmediği için on dakika içinde boğulmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Yüzme sporu yapmak. 3. Bir sıvının yüzeyinde batmadan durmak: Tahta suda yüzer. 4. Herhangi bir durumun en aşırı derecesinde olmak: "Hiçbir kaygının gölgelemediği bir saadet içinde yüzmektedir." -H. Taner. 5. mec. Dalgalanmak: "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak." -M. A. Ersoy. 6. mec. Herhangi bir şeyle üzeri kaplanmak, bir şeye bulanmak: Kitaplar toz içinde yüzüyor. Ev pislik içinde yüzüyor.
→ yüzergezer, yüzer havuz, yüzer top
yüzmek, -er (II) (-i) 1. Derisini çıkarmak, derisini soymak. 2. hlk. Çok para istemek. yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmek uzun sürmüş bir işi bitirmek üzere olmak.
yüzme kesesi is. zool. Balıklarda, iç organların üzerinde bulunan ve su içinde balığın dengede durmasını sağlayan tek veya iki bölmeli balon biçiminde organ.
yüznumara is. Tuvalet.
yüz ölçümü is. 1. Bir yerin veya bir şeyin yüzeyini ölçme sonunda ortaya çıkan miktar, mesaha. 2. Bu ölçme sonunda ortaya çıkan miktar, mesaha.
yüz para sf. Çok az (para).
yüz sabunu is. Yüz yıkamak için kullanılan sabun.
yüzsuyu is. Bir kimsenin onuru, haysiyeti. yüzsuyu dökmek onurunu sarsacak kadar çok yalvarmak: "Hâlbuki Emin Efendi, feleğin çemberlerinden geçerek, kâh kuvvetlerin önünde diz çöküp yüzsuyu dökerek, kâh zayıflara çelme vurup tuzak kurarak bu mertebeye ulaşmış." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yüzsüz sf. 1. Yüzü olmayan. 2. mec. Utanmaz, sıkılmaz, çekinmez, arsız: "Arkasından en yüzsüz tulumbacının ağzından çıkamayacak bir küfür daha..." -R. N. Güntekin.
→ yüzsüz yüzsüz
yüzsüzce zf. (yüzsü'zce) Utanmaz, sıkılmaz bir biçimde.
yüzsüzleşme is. Yüzsüzleşmek işi.
yüzsüzleşmek (nsz) Yüzsüz duruma gelmek, yüzsüz olmak.
yüzsüzleştirilme is. Yüzsüzleştirîlmek işi.
yüzsüzleştirîlmek (nsz) Yüzsüzleşme işi yaptırılmak.
yüzsüzleştirme is. Yüzsüzleştirmek işi.
yüzsüzleştirmek (-i) Yüzsüz duruma getirmek.
yüzsüzlük, -ğü is. Yüzsüz olma durumu, yüzsüzce davranış: "Yüzsüzlüğün bu derecesine kimi kızıyor, kimi kahkahalarla gülüyordu." -R. N. Güntekin.
yüzsüz yüzsüz zf Utanmaz ve pişkin bir biçimde: "Başkalarına ait bir rezaletten bahsediliyormuş gibi, yüzsüz yüzsüz sırıtmaya başlamıştı." -R. N. Güntekin.
yüzü ak sf Suçu ve utanılacak bir durumu olmayan (kimse), yüzü ak olsun "sağ olsun" anlamında söylenen iyi dilek sözü.
yüzü asık, -ğı sf. Somurtkan, küskün (kimse).
yüzücü is. 1. Yüzme sporu yapan kimse. 2. Yüzme sporunu profesyonel olarak yapan kimse. 3. Kasaplık hayvanların derilerini yüzen kimse. 4. hlk. Birini sömüren kimse.
yüzücülük, -ğü is. Yüzücü olma durumu.
yüzük, -ğü is. 1. Parmağa geçirilen genellikle metal halka: "Kalın parmaklarımın her bir boğumuna ayrı bir taştan, ayrı bir büyüklükte yüzükler geçirmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yüzük oyunu, yüzük takmak nişanlanmak, yüzüğü geriye çevirmek evlenme sözünü geri almak, nişanı bozmak.
→ yüzük oyunu, yüzük parmağı, nişan yüzüğü, şövalye yüzüğü
yüzü kara sf. Utanacak bir durumu olan (kimse).
yüzükoyun zf. (yüzü'koyun) Yüzüstü: "Tam otların sarardığı zamanlar / Yere yüzükoyun uzanıyorum." -B. Necatigil.
yüzük oyunu is. Fincanlar altına yüzük saklayarak oynanılan bir oyun.
yüzük parmağı is. Orta parmak ve serçe parmak arasındaki parmak, adsız parmak.
yüzülme is. Yüzülmek işi.
yüzülmek 1. Yüzme işi yapılmak: Bu suda yüzülmez. 2. Derisi çıkarılmak: Koyun yüzüldü. 3. mec. Sömürülmek.
yüzüncü sf. Yüz sayısının sıra sıfatı, sırada doksan dokuzuncudan sonra gelen.
yüzünden zf. -den ötürü, -den dolayı, sebebiyle: "O da çocuklar yüzünden alışmış, onlar yüzünden daha uygun görmüş, karısına anne derdi." -S. F. Abasıyanık.
yüzü pek sf Birine söylenmesi güç olan şeyi sıkılmadan söyleyebilen veya kendisinden istenilen şeyleri rahatlıkla geri çevirebilen (kimse).
yüzü sıcak, -ğı sf. Sevilen, hoşlanılan: Paranın yüzü sıcaktır.
yüzü soğuk, -ğu sf. Ürkütücü (kimse).
yüzüstü zf. 1. Yüzü yere gelecek biçimde: "Dişçi, kendini yüzüstü bir kanepeye attı." -R. N. Güntekin. 2. mec. Başlanmış fakat tamamlanmamış bir durumda, yüzüstü bırakmak 1) birini yapayalnız, kimsesiz, kötü bir durumda bırakmak; 2) bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak, olduğu gibi bırakmak, ihmal etmek: "Evdeki işimi gücümü yüzüstü bıraktım." -H. R. Gürpınar, yüzüstü kalmak 1) bir iş, zamanında yapılmayıp olduğu gibi bırakılmak: "Altı hücreyle cümle kapısının taş kemeri, kalın meşe tahtasından kapı kanatları yüzüstü kaldılar." -K. Tahir. 2) bir iş bitirilmeden bırakılmak.
yüzüş is. Yüzme işi veya biçimi: "Sevdalı yüzüşlerde yunuslar / Yol gösteriyordu." -Y. K. Beyatlı.
yüzü yerde sf. Alçak gönüllü (kimse).
yüzü yumuşak, -ğı sf. Kendisinden İstenilenleri geri çeviremeyen (kimse).
yüz yazısı is. hlk. Köylerde gelinin yüzüne yapıştırılan telli, pullu süsler.
yüzyıl is. (yü'zyıl) 1. Yüzyıllık süre, asır: "Yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!"-M. Ş. Esendal, 2. İçinde yaşanılan zaman. 3. Milat başlangıç alınarak 1-100, 101-200, 201-300 vb. olarak sayılan yüzyıllık dönem.
yüzyıllarca zf. (yüzyüîa'rca) Yüzlerce yıl, asırlarca.
yüzyıllık, -ğı sf. (yü'zyılhk) Yaklaşık olarak sürerliği yüzyıl olan, asırlık.
yüz yüze zf. Karşı karşıya, yüzlemece, vicahen. yüz yüze bakmak arada hatır gönül meselesi olduğu için karşılıklı ilişkiyi korumak zorunda bulunmak, yüz yüze gelmek 1) birden karşılaşmak: "Elinden gelse bir daha bu adamla yüz yüze gelmeyecekti." -H. E. Adıvar. 2) bir araya gelmek: "Bir daha yüz yüze gelmemek için ayrılmışlardı." -ö. Seyfettin, yüz yüze getirmek karşı karşıya getirmek: "Her fırsatta yavrucakları ölümle yüz yüze getiriyor." -R. N. Güntekin. yüz yüze kalmak aynı ortam içerisinde bulunmak, yüz yüze yaşamak sürekli olarak bir arada olmak zorunda, bulunmak: "Ölümle aylarca yüz yüze yaşamış, hayatımla oyuncak gibi oynamıştım." -R. N. Güntekin.