yu

yudum is. Bir içişte yutulacak miktar: "Dudaklarımda bir yudum suyun hasreti." -Y. Z. Ortaç.

yudum yudum

yudumlama is. Yudumlamak işi.

yudumlamak (-İ) Yudum yudum içmek, acele etmeden yavaş yavaş içmek.

yudumlanma is. Yudumlanmak işi.

yudumlanmak (nsz) Yudumlama işi yapılmak: "... ellerinde henüz yudumlanmış çay bardakları. "-Y. Z. Ortaç.

yudumluk, -ğu sf. Bir yudum miktarında olan.

yudum yudum zf. Azar azar, yavaş yavaş: "Çocuğun getirdiği kahveyi yudum yudum içtikçe açıldı." -Ö. Seyfettin.

yuf ünl. (yu:f) Kınama, üzüntü, nefret bildiren bir söz. yuf ervahına (veya ervahına yuf olsun) "lanet olsun, yazıklar olsun" anlamlarında bir ilenme sözü: "Allah müstahakkımı versin, gelmişime de, geçmişime de, ervahıma dayuf olsun!" -S. M. Alus.

yuf borusu

yuf borusu îs. hlk. 1. Boynuzdan yapılan bir tür boru, nefir. 2. Kınama, üzüntü ve nefret bildirme: "Yürü bakkallar paşası yürü, yuf borusu seni bekliyor." -Ö. Seyfettin, (birine) yuf borusu çalmak kınama, üzüntü ve nefretini bildirmek, yuf borusu öttürmek ölmek: "Mektubun elinize değmesinden epeyce zaman evvel dünyaya yuf borusu öttürmüş olacak." -R. N. Güntekin.

yufka is. 1. Oklava İle açılan ince, yuvarlak hamur yaprağı. 2. Sacda pişen bir ekmek türü. 3. sf. mec. İnce ve çabuk kırılır, dayanıksız: Bu kapak pek yufka bir şey. yufka açmak hamuru ince yaprak durumuna getirmek.

yufka ekmeği, yufka kebabı, yufka yürekli, arkası yufka, bağrı yufka, sırtı yufka, yüreğiyufka

yufkacı is. Yufka, kadayıf vb.ni yapıp satan kimse.

yufkacılık, -ğı is. Yufkacının işi.

yufka ekmeği is. Pideden daha ince açılan bir çeşit ekmek.

yufka kebabı is. Yufka ile etten yapılan bir tür kebap.

yufkalık, -ğı sf. 1. Yufka yapmak için ayrılmış olan: Yufkalık un. 2. is. mec. Az, kıt olma, sığlık: "O zaman kusuru yapıtta değil anlamayanların zekâlarının yufkalığında bulmak zorunda kalırız." -S. Birsel.

yufka yürekli sf. Kötü olaylardan çok çabuk etkilenen, üzülen, bağrı yufka: "Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz." -N. Atsız.

Yugoslav öz. is. 1. Yugoslavya halkından olan kimse. 2. sf. Yugoslavya halkına özgü olan: Yugoslav müziği.

Yugoslavyalı öz. is. (yugosla'vyah) Yugoslavya'da yaşayan kimse.

yuğ is, bk. yoğ.

yuh ünl. hkr. Birine karşı beğenilmeyen veya öfke duyulan bir durumda haykırılan söz, yuha. yuh çekmek beğenilmeyen, tasvip edilmeyen birine veya bir duruma karşı haykırmak: "Bu yeni kişilik artık Beşiktaş tribününden hakeme yuh çekemez." -H. Taner.

yuha ünl. (yu'ha) hkr. Yuh. yuha çekmek "yuha!" diye bağırmak, yuhaya tutmak yuh çekmek.

yuhalama is. Yuhalamak işi.

yuhalamak (-i) Birine "yuha" diye bağırmak: "Şiir gecesinde Behçet Kemal'i yuhalamak için düzen kurduklarını işittik."-S. Birsel.

yuhalanma is. Yuhalanmak işi.

yuhalanmak (nsz) Yuhalama işi yapılmak.

yukaç, -cı is. jeol. Yer katmanları kıvrımlarının tümsek bölümü, semer, ineç karşıtı.

yukarda zf. bk. yukarıda.

yukardan zf. bk. yukarıdan.

yukarı is. 1. Bir şeyin üst bölümü, fevk, aşağı karşıtı. 2. mec. Yetkili kimse: Emir yukarıdan, çaresiz kaldık. 3. sf. Benzerleri arasında üstte bulunan: Yukarı kat. Yukarı mahalle. 4. sf. mec. Aşama, sınıf, makam bakımından ileride olan: O bizden yukarı sınıftandı. 5. zf. Üst tarafa, üstteki kata, üste, yükseğe, yukarıya: "Yukarı, kocasının odasına çıktı." -M. Ş. Esendal. yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık, yukarıdan almak yumuşaklık göstermemek, ağır önerilerde bulunmak, sert davranmak. (birine) yukarıdan bakmak kendini karşısmdakinden üstün görmek.

yukarı mahalle, aşağı yukarı, başyukarı, bayır yukarı, çiviyukarı, yokuş yukarı, aşağılı yukarılı

yukarıda zf. Üst tarafta olan.

başı yukarıda

yukarıdan zf. Tepeden, üstten.

yukarı mahalle is. Bir yerleşim bölgesinin yüksek yerlerinde oluşan mahalle.

yulaf is. Yun. bot. 1. Buğdaygillerden, en çok hayvan yemi olarak yetiştirilen otsu bitki (Avena sativa). 2. Bu bitkinin tanesi.

yulaf unu, çayır yulafı

yulaf unu is. Kurutulmuş yulaf tanelerinin Öğütülmesiyle elde edilen un.

yular is. Bir yere bağlamak veya çekerek götürmek için hayvanın başlığına veya tasmasına bağlanan ip: "Papaz beygirin yularını çekti." -Ö. Seyfettin, yuları birinin elinde olmak bir kimsenin davranışları birinin denetiminde, yönetiminde olmak, yuları ele vermek (veya kaptırmak) birinin sözünden çıkmayacak duruma gelmek, kendi iradesiyle davranmamak, yuları takmak birini sözünden çıkamayacak duruma getirmek, egemenliği altına almak: "O da sana er geç yuları takar, benden beter olursun." -R. N. Güntekin. yuları teslim etmek yuları ele vermek.

yuları eksik

yuları eksik, -ği sf. Kaba, anlayışsız (kimse).

yuma is. Yumak işi veya durumu.

yumak, -ğı (I) is. 1. Yuvarlak biçimde sarılmış iplik, yün vb. şey: Yün yumağı. 2. sf. Yuvarlak biçimde sarılmış olan: Bir yumak yün.

yumak yumak, kıt yumağı

yumak, -r (II) (-i) hlk. Yıkamak.

yumaklama is. Yumaklamak işi.

yumaklamak (-i) Yumak durumuna getirmek.

yumaklanma is. Yumaklanmak işi.

yumaklanmak (nsz) Yumak durumuna gelmek.

yumak yumak zf. Küçük yuvarlaklar durumunda.

yumdurma is. Yumdurmak işi.

yumdurmak (-i) Yummasını sağlamak.

yumma is. Yummak işi.

yummak, -ar (-i) Kısarak kapamak, sıkarak kapalı duruma getirmek: Ağzını yummak.

yumru is. 1. Yuvarlak, şişkin şey: Alnında bir yumru var. 2. Sap, kök veya dallarda bulunan, yedek besin taşıyan şişkin madde: Patates nîşastah bir yumrudur. 3. sf. Şişkin, kabarık, yuvarlak biçimli: Yumru yanaklı bir çocuk. 4. sf. Yamru yumru.

yumru kök, yumru top, kök yumru, yamru yumru

yumrucuk, -ğu is. Küçük yumru, ufak şişkinlik.

dördüz yumrucuklar

yumruk, -ğu is. 1. Parmakların kapanmasıyla elin aldığı biçim: "Dişlerini kilitleyerek iki yumruğunu havada salladı." -P. Safa. 2. Elin bu biçimiyle yapılan vuruş: "Bir karış mesafeden inecek yumrukla, bir metre mesafeden çakılacak yumruğun tesirleri arasında büyük fark vardır." -A. Gündüz. 3. mec. Baskı: Düşman yumruğu altında. yumruk atmak (veya indirmek) yumrukla vurmak, yumruk gibi yumruk büyüklüğünde. yumruk göstermek korkutmak, gözdağı vermek, yumruk kadar 1) iri, büyük (küçük olması gereken şeyler): "Yemek yemek için kıyı kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir örümcek musallat olmuştu. " -Halikarnas Balıkçısı. 2) küçücük (İri olması gereken şeyler): "Yumruk kadar çocukcağızı tek başına trene oturtamaz ya..." -R. H. Karay, yumruk yumruğa gelmek yumruklaşmak, yumruğuna güvenmek isteklerini yaptırmak için yalnızca bedensel gücüne güvenmek.

yumruk hakkı, yumruk oyunu, yumruk topu, demir yumruk

yumruk hakkı is. Zorbalıkla elde edilen şey.

yumruklama is. Yumruklamak işi.

yumruklamak (-i) Yumrukla vurmak.

yumruklanma is. Yumruklanmak işi.

yumruklanmak (nsz) Yumrukla vurulmak.

yumruklaşma is. Yumruklaşmak işi.

yumruklaşmak (-le) Karşılıklı yumruk atmak, yumruk vurarak dövüşmek.

yumruk oyuncusu is. sp. Boksör.

yumruk oyunu is. sp. Boks.

yumru kök is. bot. Patates, pancar, yer elması gibi yumru biçiminde olan kök.

yumruk topu is. Boksörlerin düzgün ve çabuk yumruk vurabilmeleri için çalıştıkları, uzunluğu boksörün boyuna göre ayarlanabilen, bir askıya asılı lastik top.

yumrulanma is. Yumrulanmak işi.

yumrulanmak (nsz) Yumru durumuna gelmek, yumru gibi olmak.

yumruluk, -ğu is. Yumru olma durumu.

yumru top is. Yuvarlak top.

yumuk, -ğu sf 1. Yumulmuş olan, yumulmuş gibi duran, yumulu: "Uyandı, silkindi, yumuk gözlerini açarak yere sıçradı." -P. Safa. 2. Tombul: "Şen, kara gözlü, yumuk, renkli bir çehre!" -R. N. Güntekin.

yumuk gözlü, yamuk yumuk

yumuk gözlü sf. Göz kapakları şişkin, gözü kısık olan: "Saffet Hanım ufak tefek yapılı, küçük ve yumuk gözlü bir kadınmış." -A. Ş. Hisar.

yumuklaşma is. Yumuklaşmak işi.

yumuklaşmak (nsz) Yumuk duruma gelmek.

yumulma is. Yumulmak işi.

yumulmak (nsz) 1. Kapanmak, örtülmek. 2. (-e) Kendini bir işe istekle vermek, girişmek, saldırmak, atılmak: "Baktın iş, bir yana sıvış, baktın aş, yumul düş." -Atasözü. 3. Kısılmak, örtülür gibi olmak.

yumulu sf. Yumuk.

yumurcak, -ğı is. 1. Yaramaz küçük çocuk: "Bizim yumurcaklar ağızları gibi açık o güzel gözleri yuvarlacık, verdiğim derse bakıyorlardı. " -T. Buğra. 2. hlk. Veba hastalığında koltuk altında veya kasıkta çıkan çıban.

yumurta is. biy. 1. Bir dişinin vücudunda oluşan, yumurtlama ve döllenmeden sonra aynı türden bir canlı oluşturan hücre: Balık yumurtası. Böcek yumurtası. 2. Kanatlı hayvanların çoğalmasını sağlayan kabuklu bir besin maddesi. 3. Tavuk yumurtası. 4. Er bezi: Koç yumurtası. 5. hlk. Çorap onarmakta kullanılan, yumurta biçiminde, genellikle tahta veya mermerden kalıp, yumurta kapıya dayanmak (veya gelmek) yapılacak iş için zaman çok daralmak, (arkasında veya sırtında) yumurta küfesi yok ya! kendisine bir zarar getirmeyeceğini bildiği için, doğru sayılmayan bir davranışta bulunmaktan çekinmeyenlere söylenen bir söz. yumurtadan daha dün çıkmış bilgiçlik taslayan toy kimse, yumurtaya kulp takmak bahane bulmakta usta olmak, yumurtayı çalkamak hayvan, üstüne oturduğu yumurtayı çevirmek.

yumurta akı, yumurta hücresi, yumurtakökü, yumurta ökçe, yumurta sarısı, yumurta zarı, ıspanaklı yumurta, katı yumurta, kıymalı yumurta, lop yumurta, pastırmalı yumurta, sucuklu yumurta, tek yumurta ikizi, balık yumurtası, koç yumurtası, paskalya yumurtası

yumurta akı is. Yumurta sarısını saran az akışkan, albümince zengin, saydam madde.

yumurtacı is. Yumurta satan kimse.

yumurtacık, -ğı is. biy. ve fiz. 1. Canlılarda dişinin, döllenip oğulcuk durumuna gelmesi için çıkardığı üreme hücresi. 2. biy. Kapalı tohumlularda, döllenmeden sonra değişikliğe uğrayarak tohumu oluşturan bölüm.

yumurtacılık, -ğı is. Yumurta alıp satma işi.

yumurta hücresi is. anot. Oosfer.

yumurtakokü is. hlk. Kök boyası.

yumurtalık, -ğı is. 1. anat. Canlılarda dişi üreme hücrelerini veren organ, mebiz. 2. Pişmiş yumurtayı içine dik olarak koymaya yarayan, fincana benzer kap.

yumurta ökçe is. Orta yükseklikte ve az sivri ayakkabı ökçesi.

yumurta sarısı is. 1. Yumurtanın ortasında bulunan sarı bölüm. 2. Bu bölümün rengi. 3. sf. Bu renkte olan.

yumurta zarı is. Yumurtanın kabuğuyla akını birbirinden ayıran ince zar.

yumurtlama is. Yumurtlamak işi.

yumurtlama mevsimi

yumurtlamak (-i) 1. Tavuk, kuş, balık vb. yumurta yapmak: Tavuk yumurtladı, 2. mec. Uydurup söylemek veya söylenmemesi gereken şeyi açığa vurmak.

yumurtlama mevsimi is. Bazı hayvanların yumurtlamaya yatma veya yumurtlama dönemi.

yumurtlatma is. Yumurtlatmak işi.

yumurtlatmak (-i, -e) Yumurtlama işini yaptırmak: "Bu küçük şerfeylosofu, tavuğu vakitsiz yumurtlatıp sabahleyin kendisine bir alakok ziyafeti çekecekti." -H. R. Gürpınar.

yumurtlayanlar ç. is. zool. Yumurtlama yolu ile üreyen hayvanlar.

yumuşacık, -ğı sf. (yumu'şacık) Hoşa giden, istenilen yumuşaklıkta olan, çok yumuşak olan.

yumuşak, -ğı sf 1. Dokunulduğunda veya üzerine basıldığında çukurlaşan, eski biçimini kaybeden, katı karşıtı: Pamuk yumuşaktır. 2. Kolaylıkla bükülen, buruşmayan, sert karşıtı: Yaş dallar yumuşak olur. Yumuşak kumaş. 3. Dokunulduğunda hoş bir duygu uyandıran: "... yumuşak lepiska saçlarına amiyane bir perişanlık gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Kolaylıkla işlenebilen: "Uzun gagasını yumuşak topraklara sokar, otların kökündeki yaşlığı emerek yaşarmış. " -M. Ş. Esendal. 5. Kolay çiğnenen, kolay kesilen: Yumuşak ekmek. 6. Ilıman (iklim), sert karşıtı: Yumuşak iklim. Yumuşak hava. 7. mec. Kaba, hırçın, sert olmayan, kolay yola gelen, uysal. 8. mec. Okşayıcı, tatlı, hoş: "Gözleri yan aralık, kirpiklerinin arasından bana her zamanki yumuşak, tatlı, sonsuz şefkatiyle bakıyor." -Y. Z. Ortaç. 9. mec. Sessiz, hafif: "Onun içinde mutlaka sönüp yanan gizli yumuşak ışıklarla fosforlu bir parıldayış vardır." -A. Ş. Hisar.

yumuşak ağızlı, yumuşak başlı, yumuşak buğday, yumuşak damak, yumuşak iniş, yumuşak su, yumuşak ünsüz, yumuşak yüzlü, başı yumuşak, yüzü yumuşak

yumuşak ağızlı sf. Kolay gem alan (hayvan).

yumuşak başlı sf. Uysal, kolay yola gelen (kimse): "Ben, sakin, yumuşak başlı bir adamım." -R. N. Güntekin.

yumuşak buğday is. Kırma ve öğütmeye karşı direnci daha az olan, öğütüldüğünde genelde daha ince un meydana getiren ve tane kesiti unsu yapıda, beyaz renkte ve mat görünüşlü olan buğday.

yumuşakça is. (yumuşa'kça) 1. zool. Yumuşak vücutlu, omurgasız hayvan. 2. sf. Biraz yumuşak. 3. zf Yumuşak bir biçimde: "Belinden kavrayıp demin çıktığı kapıdan içeriye yumuşakçasürükledim."-R. H. Karay.

yumuşakçalar ç. is. zool. Çoğu suda yaşayan, omurgasız, yumuşak olan vücutlan kabuk denilen sert, kalkerli bir örtü ile kaplı hayvanlar şubesi.

yumuşak damak, -ğı is. anat. Damağın boğaza yakın bölümü.

yumuşak iniş is. Uzay araçlarında ve uçaklarda aracın ustalıkla, zemine çarpmaksızın yere inişi.

yumuşaklaşma is. Yumuşaklaşmak işi veya durumu.

yumuşaklaşmak is. Yumuşak bir duruma gelmek, yumuşamak.

yumuşaklık, -ğı is. 1. Yumuşak olma durumu: "Göğsünde ilk defa bir kadın vücudunun sıcaklığım, yumuşaklığım hissediyordu. " -R. N. Güntekin. 2. Ilımlı, iyi davranma, mülayemet.

yumuşak su is. Az kireçli su.

yumuşak ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havanın ses yolundaki sivrilmiş ve gerilmiş kapalı bir engele çarpmasıyla oluşan, titreşimli ses veren, sürekli, tonlu, sedalı, ötümlü, titreşimli ünsüz: b, c, d, g.

yumuşak yüzlü sf. Kendisinden istenilen bir şeyi geri çeviremeyen, hayır diyemeyen (kimse).

yumuşak yüzlülük, -ğü is. Yumuşak yüzlü olma durumu: "Umumî bir paydos borusu çalmaya iradesi ve yumuşak yüzlülüğü mâni idi."-R.N. Güntekin.

yumuşama is. 1. Yumuşamak işi: "Yüzünde belli belirsiz bir yumuşama vardı." -Y. Z. Ortaç. 2. Dünyada soğuk savaş döneminden sonra stratejik silahların geliştirilmesiyle başlayan siyasal gerginliğin ortadan kaldırılması siyaseti, detant. 3. dbl. Ötümsüz ünsüzlerin ötümlü ünsüz veya sızıcı ünsüz oluşu: Ekmek-e > ekmeğe, kabak-a > kabağa, yurt-a > yurda, borç-a > borca, dip-e > dibe.

yumuşamak (nsz) 1. Sertliği kalmamak, yumuşak duruma gelmek. 2. mec. Öfkesi, kızgınlığı, inadı geçmek: "Kurt hoca şimdi yumuşamış, el pençe divan duruyordu." -Ö. Seyfettin. 3. dbl. Sert ünsüz, yumuşak ünsüz durumuna gelmek.

yumuşatıcı is. 1. Yumuşamayı sağlayan kimyasal madde. 2. mec. Teskin edici, hafifletici: "Birçok hastalıkların tam ilacı değilse bile iyi kötü bir yumuşatıcısı vardır." -R. N. Güntekin.

yumuşatıcılık, -ğı is. Yumuşatıcı olma durumu.

yumuşatılma is. Yumuşatılmak işi.

yumuşatılmak (nsz) Sertliği giderilmek, yumuşak duruma getirilmek.

yumuşatış is. Yumuşatma işi.

yumuşatma is. 1. Yumuşatmak işi. 2. sp. Yoğun alıştırmalardan sonra bir kası hiçbir gerginlik veya kasılma bırakmadan dinlendirme.

yumuşatmak (-i) 1. Sertliğini gidermek, yumuşak duruma getirmek. 2. mec. Kabalığını, katılığını, sertliğini veya acımasızlığını ortadan kaldıracak duruma getirmek: "Karşıma geçip beni yumuşatınca razı olup susuyordum. " -S. M. Alus.

yumuşatmalık, -ğı is. Amortisör.

yuna is. hlk. Belleme (II).

yunak, -ğı is. hlk. Hamam.

Yunan öz. is. 1. Yunanistan halkından olan kimse. 2. sf. Yunanistan halkına özgü olan: Yunan müziği.

Yunanca Öz. is. (yuna'nca) 1. Yunan dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

Yunanistanlı öz. is. Yunanistan'da yaşayan veya Yunanistan halkından olan kimse, Yunan: Yunanistanlı Türkler.

Yunanlı öz. is. hlk. bk Yunan.

yundusuz sf. hlk. Aklı kıt.

yunma is. Yunmak işi.

yunmak, -ur (nsz) hlk. Yıkanmak: "Kuyunun başında mevtam yunuyor / Düşmanlarım kıs kıs olmuş gülüyor." -Halk türküsü, yunmuş arınmış (veya yıkanmış) 1) yıkanıp temizlenmiş; 2) mec. hiç suçu olmayan.

yunus balığı is. zool. Balinalardan, ılık ve sıcak denizlerde sürüler durumunda yaşayan, boylan 3 m'ye kadar erişebüen, memeli deniz hayvanı (Delphinus).

yunus balığıgiller ç. is. zool. Örnek hayvanı yunus balığı olan, balinaların bir alt familyası.

yurdu is. hlk. İğnenin deliği.

yurt, -du is. 1. Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası, vatan: Türk yurduna Türkiye denir. 2. Memleket: "Gerideki yurdunu on beş günden fazla boş bırakmak istemez." -F. R. Atay. 3. Bakıma ve barınmaya muhtaç bir grup insanın oturduğu, yetiştirildiği veya bakıldığı kurum: Güçsüzler yurdu. 4. Göçebe Türklerin oturduğu çadır. 5. Öğrencilerin kaldığı, barındığı yer. 6. Toplu olarak bir iş öğretilen yer: Dikiş yurdu. 7. Hastaların tedavi edildiği yer: Sağlık yurdu. 8. mec. Diyar: Bu köy pehlivanlar yurdudur. 9. mec. Bir şeyin ilk veya çok yetiştirildiği yer, vatan. 10. hlk. Yörüklerin yazın veya kışın oturdukları yer. 11. esk. Sahip olunan arazi, emlak, yurt edinmek (veya tutmak) bir yeri kendisine, ailesine yurt olarak kabul etmek, vatan tutmak.

yurt bilgisi, yurt dışı, yurt içi, yurt özlemi, yurtsever, ana yurt, yer yurt, baba yurdu, bakım yurdu, biçki dikiş yurdu, biçki yurdu, düşkünler yurdu, Öğrenci yurdu, sağlık yurdu, yaşlılar yurdu, yetiştirme yurdu

yurt bilgisi is. Yurttaşlık bilgisi.

yurt dışı sf. Yurt sınırları dışında olan.

yurt içi sf. Yurt sınırları içinde olan.

yurtlandırma is. Yurtlandırmak işi, iskân.

yurtlandırmak (-i) Bir kimseye veya bir topluluğa yurt sağlamak, iskân etmek.

yurtlanma is. Yurtlanmak işi, iskân.

yurtlanmak (nsz) Bir yeri yurt edinmek, oraya yerleşmek.

yurtluk, -ğu is. 1. Malikâne. 2. tar. Bir yerin gelirinin bir kimseye yalnız ölünceye kadar kullanılması şartıyla ayrılması yöntemi.

yurt özlemi is. Yurttan ayn kalındığında duyulan özlem, sıla özlemi, daüssıla, nostalji.

yurtsal.?/ Yurtla ilgili, vatani.

yurtsama is. Yurtsamak işi: "Paris menfasında sık sık, yurtsamayı andırır, buruk bir içlenme gönlünü kaplıyor." -A. İlhan.

yurtsamak (nsz) Yurt özlemi çekmek.

yurtsever sf. Yurdunu, milletini büyük bir tutku ile seven, bu uğurda her türlü özveriye katlanan (kimse), vatansever, vatanperver.

yurtseverlik, -ği is. 1. Yurtsever olma durumu. 2. Yurtsevere yakışır davranış, vatanperverlik.

yurtsuz sf. 1. Yurdu olmayan (kimse). 2. mec. Kalacak, barınacak yeri olmayan (kimse): "Her şeyim dağılmış olarak yurtsuz ve sevgisiz, kendimi yapayalnız ... sokakta buldum."-P. Safa.

yersiz yurtsuz

yurtsuzluk, -ğu is. Yurtsuz olma durumu.

yurttaş is. Yurtlan veya yurt duyguları bir olanlardan her biri, vatandaş: "Hiç tembellik değil yurttaşım, dedim, hele tembellik hiç değil!"-M. Ş. Esendal.

yurttaşlık, -ğı is. Yurttaş olma, bir yurtta doğup büyüme veya yaşamış olma durumu, vatandaşlık.

yurttaşlık bilgisi, yurttaşlık hakları

yurttaşlık bilgisi is. Devlet ve hükümet kuruluşlarını, yurttaşlık ödev ve haklarını kapsayan bilgi, yurt bilgisi.

yurttaşlık hakları ç. is. Yurttaşlıkla ilgili kişinin kullanması gereken bütün hakları.

yusufçuk, -ğu is. zool. 1. Dağlık ve ormanlık bölgelerde yaşayan, güvercine benzeyen, ondan daha küçük bir kuş (Turtur auritus). 2. Parlak renkli, iri kanatlı, büyük kız böceği (Libellula variegata).

yusyumru sf. (yu'syumru) Tam bir yumru durumuna gelmiş olan.

yusyuvarlak, -ğı sf. (yu'syuvarlak) Yuvarlak, küre biçiminde olan: "Genç ama fıçı gibi şişman, yusyuvarlak bir kız." -M. Ş. Esendal.

yutak, -ğı is. anat. Ağız ve burun boşluklarıyla gırtlak ve yemek borusu arasındaki boşluk.

yutak iltihabı

yutak iltihabı is. tıp Yutağın İltihaplanmasıyla oluşan bir hastalık, farenjit.

yutar hücre is. biy. Organik veya inorganik cisimcikleri içine alıp sindirebilen kan hücresi, fagosit.

yutkunma is. Yutkunmak işi.

yutkunmak (nsz) 1. Tükürüğü yutmak veya bir şey yutuyormuş gibi gırtlağı hareket ettirmek: "Oturup oturup kalkıyor, ağzını açacakken hemen yutkunup kapıyor." -S. M. Alus. 2. mec. Bir şeyi söylemekle söylememek arasında duraksamak: "Annem kelimelerini yutkunuyor." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir şeyin yokluğunu kendine yedirememek, kabullenememek.

yutma is. Yutmak işi: "Ne bulursam yutmaya mecbur kalıyordum, zayıflamış, sersemlemiş, neşesizleşmiştim." -R. H. Karay.

yutmak, -ar (I) (-i) 1. Ağızda bulunan bir şeyi yutağa geçirmek. 2. Tam ve doğru söylememek: Bazı heceleri yutuyor. 3. mec. İnanmak, aldanmak, kanmak: "Bize numara yapma, yutacak enayi değiliz." -S. M. Alus. 4. mec. Söylemek istediği bir sözü kendini tutarak söylememek. 5. mec. İyice, eksiksiz olarak öğrenmek: “Bazen üçer yüz sayfalık iki kitabı birden, yirmi dört saat zarfında hatmedip yuttuğu olurdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. mec. Işık, ses gücünü, parlaklığını azaltmak: "Duvarlar bütün ışıkları yutuyor, halkın üstüne bir toprak rengi dökülüyor." -M. Ş. Esendal. 7. tkz. Dayanıp sesini çıkarmamak, katlanmak: Ben bu ağır sözleri yutmam.

yutar hücre, sinekyutan, yelyutan, külyutmaz

yutmak, -ar (II) (-i) 1. Haksız olarak kendine mal etmek, zorbalıkla elinden almak: "Sakarya'nın doğusunda Türk Ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara'yı yutmasına mâni olmaya çalışıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Oyunda bir şey kazanmak.

yutturma is. Yutturmak işi.

yutturmaca is. Dinleyenin anlamayacağı biçimde yapılan söz oyunu.

yutturmak (-i, -e) Yutma işini yaptırmak veya yutmasını sağlamak: Çölde karıncalar tosbağaları taşır, bunlar nedir ki diye bir yalan uyduruyor, oğluna yutturuyordu." -R. H. Karay.

yutturulma is. Yutturulmak işi.

yutturulmak (nsz) Yutturma işi yapılmak: "Aldatıldığına, aptal yerine konulduğuna, iki kocadan artakalmış Huriser'İn ona kız oğlan kız diye yutturulmak istenişine içerlemişti." -H. Taner.

yutulma is. Yutulmak işi.

yutulmak (nsz) Yutma işi yapılmak.

yutum is. Yutma işi.

hece yutumu, orta hece yutumu

yuva is. 1. Kuşların ve başka hayvanların barınmak, yumurtlamak, kuluçkaya yatmak, yavrularını büyütmek veya yavrulamak için türlü şeylerden yaptıkları ve türlü biçimlerde hazırladıkları barınak: "O zamanlar ... mezarlıkların serviliklerine gizlenen eski bülbül yuvalan meşhurdu." -A. Ş. Hisar. 2. Genellikle ailenin oturduğu ev: "İnsanın kendi yuvasından daha sıcak ... ve samimi; hiçbir yer olmazdı." S. F. Abasıyanık. 3. İki buçukla dört yaş arası çocukların bakıldığı, okul öncesi eğitim kurumu. 4. Kimsesizlere veya yoksullara yardım etmek ve onları barındırmak amacıyla açılan yer. 5. Bir şeyin içinde yerleşmiş olduğu veya yerleştirildiği oyuk: Diş yuvası. Kilit yuvası. 6. mec. Bazı kötü nitelikli kimselerin çok bulunduğu, toplandığı yer: Hırsız yuvası. 7. mec. Bir şeyin öğretildiği yer: İrfan yuvası. 8. mec. Bir şeyin çok bulunduğu yer: Bu oda böcek yuvası, yuva kurmak evlenmek: "Gerçi birçok flörtleri olmuş ama karar verip de içlerinden biriyle yuva kurmak cesaretini gösterememişti." -H. Taner, yuva yapmak 1) yuva hazırlamak, yuva oluşturmak; 2) evlenmek: "Hâlbuki genç bir kızla yuva yapmak, ölünceye kadar bahtiyar yaşamak için..." -Ö. Seyfettin, yuvasını bozmak aile düzenini dağıtmak, yuvasını dağıtmak kurulu ev düzenini bozmak, (birinin) yuvasını yapmak tkz. birine gereken ceza veya cevabı vermek, hakkından gelmek: "Hiç canını sıkma dedi, ben şimdi omın yuvasını yaparım!" -O. Kemal, yuvasını yıkmak 1) birinin eşinden boşanmasına sebep olmak; 2) biri eşinden ayrılarak kendi aile düzenini yok etmek, yuvayı yapan dişi kuştur kadının anlayışlı, İdareci ve tutumlu olması gerektiğini anlatmak için söylenen bir söz.

yuvaya dönüş, bülbülyuvası, cam yuvası, çocuk yuvası, fındık yuvası, göz yuvası, karınca yuvası, kastanyola yuvası, kuş yuvası

yuvak, -ğı is. hlk. Yuvgu.

Yuva kavunu is. Koyu renkli, kalın kabuklu, dayanıklı ve tatlı bir tür kavun.

yuvalama is. 1. Yuvalamak işi. 2. İnce bulgur, soğan ve yağsız kıymanın yoğrulup küçük köfteler durumuna getirildikten sonra et suyu ve nohut ile pişirilmesiyle hazırlanan bir tür yemek, anahkızh: Sebze dolmaları ve katmer tatlısının yanı sıra Antep'in otantik yuvalama yemeği de var.

yuvalamak (nsz) Yuva yapmak: Leylek bacaların üstünde yuvalar.

yuvalanma is. Yuvalanmak işi.

yuvalanmak (nsz) 1. Ev bark, yuva sahibi olmak, yuva kurmak. 2. ask. Silah, görünmeyecek bir biçimde gizlenmek. 3. mec. Bir yerde birikmek, toplanmak.

yuvalı sf. Bir yuva içinde bulunan, yuvası olan.

yuvar is, anal. 1. Organizmadaki kan, lenf, süt vb. sıvılarda bulunan, genellikle yuvarlak veya oval küçük cisim. 2. astr. Yer yuvarlağı gibi düzgün olmayan küresel biçim.

yuvarölçer, yuvar yuvar, akyuvar, alyuvar, orta yuvar, alt hava yuvarı, gaz yuvarı, göz yuvarı, hava yuvarı, ısı yuvarı, ışık yuvarı, iyon yuvarı, kat yuvarı, ozon yuvarı, renk yuvarı, su yuvan, taş yuvarı, yer yuvarı

yuvarlacık, -ğı sf Küçük ve yuvarlak: "Nil yuvarlacık kalçalarına, seyredenlerle alay eden bir eda vermeyi bilmişti." -R. H. Karay.

yuvarlak, -ğı sf. 1. Top veya küre biçiminde olan, müdevver: Yuvarlak bir yüz. Yuvarlak bir masa. 2. is. Top veya küre biçiminde toparlak şey. yuvarlak konuşmak bir şeyin ayrıntılarını gereği gibi belirtmeden genel konuşmak: "Yuvarlak konuşmayı bırak da söyleyeceğini açıkça söyle diye hatibe müdahale etti." -H. Taner.

yuvarlak ağızlılar, yuvarlak hesap, yuvarlak masa, yuvarlak sayı, yuvarlak solucanlar, yuvarlak ünlü, yuvarlak vokal, meşin yuvarlak, orta yuvarlak, santra yuvarlağı, yer yuvarlağı

yuvarlak ağızlılar ç. is. zool. Gerçek çenenin yerinde geniş bir emici ağız bulunan, iskeletleri kemikleşmemiş çok ilkel yapılı hayvanlar.

yuvarlak hesap, -bı is. mat. Yaklaşık olarak bir bütün sayıya tamamlanabilen hesap.

yuvarlaklaşma is. dbl. Düz ünlünün ünsüz etkisiyle yuvarlak oluşu: savırmak > savurmak, kavışmak > kavuşmak, yımışak yumuşak gibi.

yuvarlaklaşmak (nsz) Yuvarlak bir biçim almak, yuvarlak duruma gelmek.

yuvarlaklaştırma is. Yuvarlaklaştırmak işi.

yuvarlaklaştırmak (-i) Yuvarlak duruma getirmek.

yuvarlaklık, -ğı is. Yuvarlak olma durumu.

yuvarlak masa is. 1. Yuvarlak olarak yapılmış masa. 2. Toplantı masası.

yuvarlak masa toplantısı

yuvarlak masa toplantısı is. Yuvarlak bir masa etrafında geniş katılımlı gerçekleştirilen Önemli toplantı.

yuvarlak sayı is. mat. Bütüne tamamlanmış sayı.

yuvarlak solucanlar ç. is. zool. Sert bir kitinle örtülü vücutları halkasız, uzunlamasına yuvarlak ve genellikle İnce solucanlar topluluğu.

yuvarlak ünlü is. dbl. Dudakların toplanıp yuvarlaklaşması ile oluşan ünlü, yuvarlak vokal: o, ö, u, ü.

yuvarlak vokal, -ü is. dbl. Yuvarlak ünlü.

yuvarlama is. 1. Yuvarlamak işi. 2. Yuvalama.

yuvarlamak (-i) 1. Bir şeyi bir yerden kaldırmadan ekseni çevresinde döndürerek yürütmek, tekerlemek: "... balta ve küskü ile onu kaldırır, aşağıya yuvarlarız." -R. H. Karay. 2. Döndürerek tomar yapmak veya yuvarlak duruma getirmek. 3. Hızla düşürmek, devirmek: Bîr çelmede adamı yere yuvarladı. 4. mec. Sözü belirsizce, anlaşılmayacak biçimde söylemek. 5. (nsz) tkz. İnanılmayacak yalanlar söylemek. 6. tkz. İstekle ve çabucak yemek veya içmek: "Birbiri ardınca bilmem kaç şişe bira yuvarlamış."-A. İlhan.

yuvarlanış is. Yuvarlama işi veya biçimi: "Bu da hemen hemen kayalıktan denize yuvarlanış kadar tehlikeli bir iş..."-R. H. Karay.

yuvarlanma is. Yuvarlanmak işi.

yuvarlanmak (nsz) 1. Kendi üzerinde dönerek hareket etmek: Fıçı yuvarlanıyor. 2. Dökülerek düşmek: "Bu hayvancıklara bakarken gözlerimden yaşların yuvarlandığım ve toplandığım duydum."-M. Ş. Esendal. 3. Devrilmek, düşmek: "Kapı açılır açılmaz yüzükoyun ve kaskatı yere yuvarlandı." -A. Gündüz. 4. mec. Ansızın, beklenmedik bir zamanda ölmek, yuvarlanan taş yosun tutmaz sürekli olarak iş değiştiren bir kimse basan kazanamaz, yuvarlanıp gitmek 1) eldeki imkânlarla geçinmek: "Biz işte aile gibi bir şeyiz burada, büyük hanımı da kendimize uydurduk, yuvarlanıp gidiyoruz," -R. N. Güntekin. 2) birdenbire ölmek.

yuvarlatma is. Yuvarlatmak işi.

yuvarlatmak (-i, -e) Yuvarlama işini yaptırmak.

yuvarölçer is. (yuva'rölçer) Özellikle optik camların küresel eğriliğini Ölçmeye yarayan araç.

yuvar yuvar zf. Yuvarlanır gibi: Yuvar yuvar yürüyordu.

yuvaya dönüş is. Eski yerine, görevine veya aile ocağına dönüş.

yuvgu is. hlk Toprak damlı evlerin üstündeki killi toprağı sert bir katman durumuna getirmek için dam üzerinde yuvarlanan, silindir biçimindeki ağır taş, yuvak.

yuvgulama is. Yuvgulamak işi.

yuvgulamak (-i) Üzerinden yuvgu geçirmek,