yo ünl. (yo:) 1. "Hayır" anlamında bir söz: Dün bize geldiniz mi? -Yo. 2. "Yapmam, istemem, kabul etmem" anlamında itiraz sözü. 3. "Sakın" anlamında bir uyarı sözü: "Yoo, güvercinlerime dokunmayınız, dedi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yobaz sf. 1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): "Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız." -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk Kaba saba, inceliksiz (kimse).
yobazca zf. (yoba'zca) Yobaz bir biçimde.
yobazlaşma is. Yobazlaşmak işi.
yobazlaşmak (nsz) Yobaz duruma gelmek.
yobazlık, -ğı is. Yobaz olma durumu, yobazca davranış: "Halil'in bu sövüşlerini yobazlığına, kaba sofuluğuna verdiler." -M. Ş. Esendal.
yoga is. (yo'ga) (Sanskrit dilinden) Ruhsal yaşama ve bedene egemen olmayı amaçlayan Hint felsefe sistemi.
yogi is. (yo'gi) (Sanskrit dilinden) Yoga felsefesini uygulayan kimse.
yoğ is. Eski Türklerde ölüler için yapılan tören.
yoğalma is. Yoğalmak işi veya durumu.
yoğalmak (nsz) hlk. Varlığı ortadan kalkmak, yok olmak.
yoğaltıcı is. Tüketici.
yoğaltılma is. Yoğaltılmak işi veya durumu.
yoğaltılmak (nsz) Yoğaltma işi yapılmak.
yoğaltım is. Tüketim: Bu ürünün yoğaltımı azdır.
yoğaltma is. Yoğaltmak işi.
yoğaltmak (-i) Tüketmek: Bu şehir yılda yirmi bin ton buğday yoğaltır.
yoğrulma is. Yoğrulmak işi.
yoğrulmak (nsz) 1. Yoğurma işi yapılmak veya yoğurma işine konu olmak. 2. mec. Özellikleri, nitelikleri birbirine karıştırılmak: "Antakya'nın taşı, toprağı, efsane ve tarih ile yoğrulmuş, havası ve suyu sır ve sihir ile karışmıştır."-R. H. Karay. 3. Metal kap bir yere çarparak bir yanı eğrilmek, yamulmak. 4. mec. Bazı konularla sürekli uğraşma sonucu deneyim sahibi olmak: Bu problemler içinde yoğruldu.
yoğrum is. Yoğurma işi.
yoğun sf fiz. 1. Hacmine oranla, ağırlığı çok olan, kesif. 2. Koyu, kalın: Yoğun bir sis. 3. Etkisi güçlü olan, ağır (koku vb.). 4. mec. Artmış, çoğalmış bir durumda olan: O bölgede nüfus yoğundur. 5. mec. Dolu, sıkı, sıkışık, çok. 6. mec. Şişman, iri, tombul: "İtibarlı masalarda, sigaralarını içen, iri kalçalı, beyaz sarışın birtakım yoğun kadınlar..." -A. İlhan. 7. hlk. Kaba, kalın, iri felek, iğne).
→ yoğun bakım, yoğun disk
yoğun bakım is. tıp 1. Ağır hastaların tedavisi için uygulanan özel bakım. 2. Hastanelerde bu bakımın uygulandığı özel bölüm.
yoğun disk is. bl. Manyetik olmayan ince bir metalden oluşmuş ve yüksek yoğunluklu ışık kaynağı kullanarak optik tarama düzeneği ile okunan veri saklama ortamı.
yoğunlaç, -cı is. fiz. Kondansatör.
yoğunlaşma is. 1. Yoğunlaşmak işi. 2. fiz. Buharın sıvı veya katı duruma geçmesi. 3. kim. Birden çok molekülün genellikle su yitirerek bir tek moleküle dönüşmesi olayı.
yoğunlaşmak (nsz) 1. Yoğun duruma gelmek, tekasüf etmek: "Atlar benekli bir yıldız alacasında, şehit cesetlerinden yoğunlaşmış bir kokuyu, kalın bir sis gibi dağıta dağıta ilerliyorlardı. " -A. İlhan. 2. mec. Bütün dikkatini bir konu üzerinde toplamak.
yoğunlaştırma is. Yoğunlaştırmak işi.
yoğunlaştırmak (-i) Yoğun duruma getirmek, teksif etmek.
yoğunluk, -ğu is. 1. Yoğun olma durumu. 2. Yoğun bir maddenin özelliği: Sisin yoğunluğu. 3. fiz. Bir cismin, 1 cm3lük kütlesinin aynı hacimdeki +4 °C'lik suya göre oranı, kesafet: Demirin yoğunluğu 7,8'dir.
→ yoğunlukölçer, nüfus yoğunluğu, ses yoğunluğu
yoğunlukölçer is. (yoğunlu'kölçer) fiz. Sıvıların yoğunluğunu ölçen araç, dansimetre.
yoğurma is. Yoğurmak işi.
yoğurmak (-i) 1. Katı veya toz durumundaki bir maddeyi herhangi bir sıvı ile karıştırarak hamur durumuna getirmek. 2. mec. Bir kişiye istenilen nitelikleri kazandırmak, yeteneklerini geliştirmek: "Öğretmen çocuğumuzu alsın, yoğursun, adam etsin." -H. Taner.
yoğurt, -du is. Maya katılarak koyulaştırılmış beyaz, kıvamlı bir süt ürünü: "Köylüler gelirdi bakraçlarıyla pazara yoğurt satmaya." -S. F. Abasıyanık. yoğurt çalmak yoğurt yapmak için süte yoğurt mayası koymak. yoğurt gibi koyu ve katılaşmış (nesne).
→ yoğurt çiçeği, yoğurt çorbası, yoğurthane, yoğurt otu, yoğurt tatlısı, süzme yoğurt, torba yoğurdu
yoğurt çiçeği is. hlk. Papatya.
yoğurt çorbası is. Yoğurt, nane, pirinç ve yağ karışımıyla hazırlanan bir tür çorba.
yoğurtçu is. Yoğurt yapan veya satan kimse.
yoğurtçuluk, -ğu is. Yoğurt yapma veya satma işi.
yoğurthane is. (yoğurtha:ne) T. yoğurt + Far. hâne Yoğurt yapılan yer.
yoğurtlama is. Yoğurtlamak İşi veya durumu.
yoğurtlamak (-i) Yoğurt katmak: Kızartmayı yoğurtlamak.
yoğurtlu sf. İçine yoğurt katılmış, içinde yoğurt bulunan.
→ yoğurtlu kebap
yoğurtlu kebap, -bı Dilimlenmiş küçük pide, yoğurt ve etten oluşan bir tür yemek.
yoğurtma is. Yoğurtmak işi veya durumu.
yoğurtmak (-i, -e) Yoğurma işini yaptırmak.
yoğurt otu is. bot. Kök boyasıgillerden, çiçekli dal uçlarında sütü kestirmekte kullanılan maya bulunan, bir yıllık veya çok yıllık otsu bitki, çobansüzgeci (Galium).
yoğurt tatlısı is. Yoğurttan ve şekerden yapılan tatlı.
yoğurum is. 1. Yoğurma işi. 2. sf. Yoğrulacak kadar olan: "Bir yoğurum hamurun varsa da erbabına yoğurt." -Atasözü.
yok, -ku, -ğu sf. 1. Bulunmayan, mevcut olmayan (nesne, kimse vb.), var karşıtı. 2. is. Yasaklanmış olan şey, yasak: İçki, sigara yok. 3. is. Olmayan, bulunmayan şey: Sen yoktan anlamaz mısın? 4. e. "Hayır" anlamında kullanılan bir söz: Geldiler mi? -Yok, daha gelmediler. 5. bağ. Birbirine karşıt iki cümleden, ikincisinin başına getirilen bir söz: Verdiler, ne âlâ; yok vermediler, döner gelirsin. 6. bağ. Birinin söylediği sözlerden genelde kuşkulanıldığmda veya sözler hafifsendiğinde kullanılan bir söz: Yok kâğıdı kalmamış, yok mürekkebi iyi değilmiş, hasılı bir alay bahaneler! "Yok ben seni adam ettim, yok haddini bil, yok üstümüze düşeni yapalım." -A. İlhan. 7. e. Savunulan bir düşünceyi doğrulayan sözün başına getirilir: Yok, doğrusu iyi adam, kim ne derse desin, yok canım 1) öyle şey olmaz, hayır, inanmayın: "Yok canım, ben belediye taraflısı değilim. Sizden yanayım." -M. Ş. Esendal. 2) sahi mi, öyle mi? yok devenin başı tkz. çok abartılı bir söz karşısında kullanılan bir söz: İki saatte ağaç yetiştireceklermiş. -Yok, devenin başı! yok devenin nalı abartılı, gerçekleşmesi mümkün olmayan olaylar karşısında söylenen bir söz. yok devenin pabucu yok devenin başı. yok etmek varlığına son vermek, ortadan kaldırmak, ifna etmek, izale etmek: "Kurtulmak için ya yok olmalı ya yok etmeli." -A. İlhan. yok olmak ortadan kalkmak, kaybolmak, varlığı sona ermek: "İttihat ve Terakki'nin yok olduğu bir günde ben İttihatçı 'yım diyen bu adam, onun var olduğu günlerde, kötülüklerine bütün gücü ile karşı koyan adamdı. " -Y. Z. Ortaç, yok satmak bir mal, çok satılmak, yoktan var etmek yaratmak, ortaya çıkarmak: "Ama bu düşmanları kendisi âdeta çalışarak hazırlar, yoktan var ederdi." -Y. Z. Ortaç, yok yok 1) ne istersen var: Bu mağazada yok yok. 2) hayır hayır! Yok yok, gidelim! yokum ben yokum.
→ yok pahasına, yok yere, yok yoksul, yokoğluyok
yokçu is.fel. Hiççi, nihilist.
yokçuluk, -ğu is. fel Nihilizm.
yoklama is. 1. Yoklamak işi, kontrol: "Müdür sıkı bir kasket yoklaması yapıyor, kapıdan kuş uçurtmuyordu." -R. İlgaz. 2. Bir topluluğu oluşturan üyelerin belli bir zaman ve yerde bulunup bulunmadığını anlamak için yapılan sayma işlemi: Okulda sınıf yoklaması. Asker yoklaması. Emekli yoklaması. 3. Okullarda öğrencilerin bilgisini anlamak için yapılan sınav: Yazılı yoklama. Sözlü yoklama.
→ askerlik yoklaması, göz yoklaması, nabız yoklaması
yoklamacı is. tor. 1. Kalelerdeki savaş araç ve gereçlerini bakımdan geçirmek için başşehirden gönderilen görevli. 2. ask. Künye defterine göre askerin bakımı ve denetimiyle görevli kimse.
yoklamak (-i) 1. El ile dokunarak incelemek: "Hem kendimi hem etrafımda gördüğüm eşyayı elimle yokladım." -R. H. Karay. 2. Bakmak, gözden geçirmek, kontrol etmek. 3. Durum, bilgi, niyet vb.ni belirlemeye veya anlamaya çalışmak: "Kalbimi ne zaman yokladımsa, ona dair bir iz bulamadım." -S. M. Alus. 4. Ziyaret veya sağlığını sormak amacıyla birine gitmek: "Ara sıra da birimizden biri yukarı çıkarak Sevim'i yokluyordu. " -R. N. Güntekin. 5. Ara sıra etkisini göstermek: İlaç aldığım hâlde ağrılarım yine beni yokluyor. 6. Aramak, araştırmak: "Odaların köşe bucağım yoklamaya başladılar." -M. Ş. Esendal.
yoklanma is. Yoklanmak işi.
yoklanmak (nsz) Yoklama işine konu olmak.
yoklatma is. Yoklatmak işi.
yoklatmak (-i, -e) Yoklama işini yaptırmak.
yokluk, -ğu is. 1. Yok olma, bulunmama durumu, adem, ademiyet, fıkdan, gaybubet, varlık karşıtı: "Bin bu derde, yokluğa ve tehlikeye rağmen, gönül avlayan bir Bursa baharı idi." -T. Buğra. 2. mec. Fakirlik, yoksulluk: "Doksan yaşına kadar yaşamış, yokluk yüzü görmemiş..." -M. Ş. Esendal. 3. fel. Hiçlik.
→ yokluk eki, adam yokluğunda
yokluk eki is. dbl. 1. İsim soylu kelimelere gelerek herhangi bir nesne veya Özelliğe sahip olmama anlamı katanek, -sız, -siz eki: Ev-siz, kalem-siz. 2. Bir ismin Önüne gelerek yok olma durumunu belirten yabancı kökenli ek: Namevcut (mevcut olmayan), bipayan (sonu olmayan).
yokoğluyok is. 1. Ortalıkta yok. 2. Hiç yok.
yok pahasına zf. Kâr elde etmeksizin, değerinden çok düşük bir biçimde, yok pahasına satmak (veya almak veya gitmek) son derece ucuz satmak: "Mallarını, tarlalarını yok pahasına satıyorlardı." -Ö. Seyfettin.
yoksa bağ. (yo'ksa) 1. "Aksi takdirde" anlamında kullanılan bir söz: "Ver diyorum sana, yoksa yersin dayağı." -M. Ş. Esendal. 2. Sayılan, İhtimallerin dışında bir İhtimali bildirmek için kullanılan bir söz: "Yıllardan ya 41 ya 42 yoksa savaşın biteceğine yakın mı? İstanbul'a yeni gelmişim." -A. İlhan.
yoksul sf. 1. Geçinmekte çok sıkıntı çeken (kimse, toplum, ülke), yoksuz, fakir, fukara, zengin, varsıl karşıtı: "Onu ... zavallı, yoksul çevresinde bırakıp gidebileceğim hiç düşünmüyordu." -H. E. Adıvar. 2. mec. İstenilen nitelikte ve özellikte olmayan, yetersiz: "Yazılarım okudum, sözlerini dinledim, bilgice onu biraz yoksul buldum." -M. Ş, Esendal.
→ yok yoksul, fırsat yoksulu
yoksullaşma is. Yoksullaşmak işi.
yoksullaşmak (nsz) Yoksul duruma gelmek, fakirleşmek: "Halk yorgun düşmüş, yoksullaşmış, iç düşmanlarının eliyle dış düşmanlara satılmıştır." -N. Cumalı.
yoksullaştırma is. Yoksullaştırmak işi veya durumu.
yoksullaştırmak (-i) Yoksul duruma getirmek, fakirleştirmek.
yoksulluk, -ğu is. 1. Yoksul olma durumu, yoksuzluk, sefillik, sefalet, fakirlik: "Yoksuldu biliyorum, ama boyuna da yoksulluk sözü edilmez ya!" -O. V. Kanık. 2. mec. Verimsizlik, yetersizlik, yoksulluk çekmek sürekli yoksulluk içinde bulunmak: "O hep faydasız üzüntüler duyar, sıradan arzularla, varlıklar içinde, yoksulluklar çekerdi." -A. Ş. Hisar.
→ yoksulluk belgesi
yoksulluk belgesi is. Devletin sağladığı nakdî ve ayni yardımlardan yararlanmak üzere mahalle muhtarları tarafından düzenlenen ve muhtaç olanlara verilen belge.
yoksun sf. Belli bir şeyden kendisinde olmayan, belli bir şeyin yokluğunu çeken, mahrum. yoksun bırakmak (veya etmek veya kılmak) yoksun duruma getirmek, bir şeyîn yokluğunu çektirmek: "Ahmet Kerim'i epeyce tatlı bir zevkten yoksun kılan bu söz, Samim'e irade dışı bir acizlik gibi gelir ve onu gülmeden katıltırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. yoksun kalmak sahip olunan bir şeyi kaybetmek, kullanamamak. yoksun olmak belli bir şeye, sahip olamamak.
yoksunlu sf. Yokluk bildiren.
yoksunluk, -ğu is. Yoksun olma durumu, mahrumluk, mahrumiyet: "Türlü yoksunluk içinde küflen küflen ve bir kere olsun ağzım açıp da bir yakınmada, bir sızlanmada bulunmaya cesaret edeme." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yoksuz sf hlk. 1. Yoksul. 2. Yok olmuş, yok olan, bulunmayan.
yoksuzluk, -ğu is. 1. Yoksulluk. 2. Yoksuz olma durumu, bulunmama: "Bahçenin duvarları yoktu ve biz, bu yoksuzîuğun nârına yandık. ... bu bahçeden elma çalmaya gidiyorduk." -B. R. Eyuboğlu.
yokumsama is. Yokumsamak işi veya durumu.
yokumsamak (-i) Var olan bir şeyi yok olarak kabul etmek.
yokuş is. Aşağıdan yukarıya gittikçe yükselen eğimli yer, iniş karşıtı: "Arkadaşımla beraber ... kısa bir yokuşu tırmandık." -F. R. Atay. (bir işi) yokuşa koşmak bir konuda güçlük çıkarmak.
→ yokuş aşağı, yokuş yukarı, iniş yokuş
yokuş aşağı zf. 1. Yokuşta aşağıya doğru. 2. mec. Başarısızlığa doğru: "Türkiye'nin bazı alanlarda yokuş aşağı gidişinin özünün kökeninde matematik düşünce yoksulluğu yatıyor bence." -H. Taner.
yokuşçu is. sp. Özellikle tepe ve yamaçlı yollarda başarılı olan bisiklet yarışçısı.
yokuşlu sf. Yokuşu olan.
→ inişli yokuşlu
yokuşşuz sf. Yokuşu olmayan.
yokuş yukarı zf. Yokuşta yukarıya doğru: "Bodrum'dan yokuş yukarı tırmandık." -Halikarnas Balıkçısı
yok yere zf Hiçbir gereği ve yaran olmadan.
yok yoksul sf. Zengin olmayan, fakir
yol is. 1. Karada, havada, suda bir yerden bir yere gitmek İçin aşılan uzaklık, tarik: Kara yolu. Deniz yolu. Hava yolu. 2. Karada insanların ve hayvanların geçmesi için açılan veya kendi kendine oluşmuş, yürümeye uygun yer: "Bahçeleri bahçelere toprak yollar bağlardı." -Ç. Altan. 3. Genellikle yerleşim alanlarını bağlamak için düzeltilerek açılmış ulaşım şeridi: "Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu." -Ö. Seyfettin. 4. 1-çinden veya üstünden bir sıvının geçtiği, aktığı yer: Su yolu. Sel yolu. 5. Yolculuk: Yola çıkmak. Yoldan kalmak. Yol harcı. Yol tezkeresi. 6. Gidiş çabukluğu, hız: Bu vapurun yolu az. 7. Davranış, tutum, gidiş veya davranış biçimi: "Celal Bey'i sakal bırakma yolunda, kim, hangi örnek özendirdi diye çok düşünmüşümdür." -H. Taner. 8. Uyulan ilke, sistem, usul, tarz, tarîk: Duyguların eğitimi de en iyi sanat yoluyla olur. 9. Uzun çizgi: Kumaşın yolları. 10. mec. Gaye, uğur, maksat: Bu yolda çok emek harcandı. 11. mec. Bir amaca ulaşmak için başvurulması gereken çare, yöntem: Bu işi yapmanın bir yolu vardır. 12. hlk. Kez, defa. yol açmak 1) yol yapmak; 2) kapanmış olan yolu geçilir duruma getirmek; 3) kalabalık bir yerde genellikle saygıdeğer bir kişinin geçmesi için insanan kenara çekip yol vermek; 4) mec. bir olayın sebebi olmak: "Seniha'nın bu hareketi türlü türlü tefsirlere yol açtı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5) mec. davranışlarıyla başkalarına örnek olmak, yol almak yolda ilerlemek: "Hayatta epeyce yol almış, çoluk çocuğa karışmış bir münevver olarak sürüden ayrılmaya korkuyordu." -R. N. Güntekin. yol aramak çare bulmaya çalışmak. yol bulmak çare bulmak, yol çizmek bir konuda plan yapmak: "Bütün günlerimiz için kendimize bir yol çizer, sonra her gün bunun aksine hareket ederiz." -A. Ş. Hisar. (bir yeri) yol etmek o yere sık sık gitmek. yol gitmek yolda İlerlemek, yol görünmek gitmek gerekmek, yol göstermek 1) kılavuzluk etmek, yolu bilmeyene anlatmak, tarif etmek: "Elinde güçlü bir çıra vardı, onu yüksekte tutarak yolculara yol gösteriyordu." -N. Araz. 2) ne yapılacağını, nasıl davranılacağını öğretmek: "Biz benzincinin istihkakım düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler." -M. Ş. Esendal. 3) mec. yol gözlemek 1) bir şeyin olmasını ummak; 2) bir kimsenin gelmesini beklemek. yol iz bilmek 1) gideceği yolu ve yeri bilmek; 2) görgülü davranmak, yol kesmek 1) geçmesine engel olmak, durdurmak: "Senin yolunu kesecek, engel olacak değilim." - M. Yesari. 2) ıssız yerlerde soygunculuk yapmak; 3) motor vb. hızım azaltmak, devrini düşürmek: "Motorun yanaşmasını bekliyorum, yol kestiği için şimdi hiç gürültü etmiyor." -Z. Selimoğlu. yol şaşmak esk. yol çatallaşıp karışmak, yol tepmek çok uzun bir süre yürümek: "Adam onca yolu tepip buraya dek gelmiş." -T. Oflazoğlu. yol tutmak 1) yaşayış ve davranışını kendine göre bir düzende sürdürmek: "Babası, dedesi de bu bostanda bahçıvanlık ederlermiş, bu da o yolu tutmuş." -M. Ş. Esendal. 2) bîr yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak, yol vermek 1) geçmesine izin vermek: "Hafif sağ yapıp askerî bir kamyona yol verdi." -A. İlhan. 2) hızını artırmak; 3) işten çıkarmak, işine son vermek: "Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz yok derler, bana yol verirler." -O. Kemal, yol vurmak esk. yol kesmek, yol yakınken sezilen veya beliren kötü duruma düşmeden: "Bizimle birlikte gelmesinler. Yol yakınken başlarının çaresine baksınlar." -M. Ş. Esendal. yol yapmak 1) yol oluşturmak: "Geçen köylünün, arabanın, sürünün izi buraları yol yapmıştır." -R. H. Karay. 2) kandırmaya çalışmak, avutmak. yol yürümek yolda gitmek, yola çıkmak 1) araca binmek üzere yol üstünde durmak; 2) bir yere varmak için bulunduğu yerden ayrılarak yolculuğa başlamak, harekete geçmek: "Yola öğle yemeğinden sonra çıktık." -S. Kocagöz. yola dizilmek yol kenarında sıralanmak: "Başında bîr tavus, tuğ gibi çamlar / Yollara dizilmiş tığ gibi çamlar." -Z. Ö. Defne, yola (veya yollara) düşmek yola çıkmak, yol almaya başlamak: "Yâre gidecek günümdür / Düşem yollara yollara. " -Erzurumlu Emrah, yola düzülmek gidilecek yere doğru yola çdcmak: "Eh,, dedik, elbette orada bir çaresini bulurlar ve yola düzüldük." -R. H. Karay. "Rüzgâr, karanlığı karıştırır gibi garip bir ahenk içinde eserken biz de yolumuza koyulduk" -H. E. Adıvar. yola gelmek istenilen biçimde davranışı kabullenmek, düzelmek, uslanmak. yola getirmek birinin bir konudaki ters tutumunu düzeltmek: "Her karşısına çıkışta ona nasihat eder, bazen sert söyler, bazen tatlı tatlı yola getirmeye çalışır..." -H. Pulur. yola gitmek yolculuğa çıkmak, yola koyulmak yola düzülmek, yola revan olmak esk. yola çıkmak, yola vurmak hlk. 1) yolcu etmek, uğurlamak; 2) yola koyulmak. yola yatmak yola gelmek: "Birden kabarırsın, sonra yola yatarsın." -H. R. Gürpınar. yoldan çevirmek gideni durdurmak, gitmesine engel olmak, yoldan çıkmak 1) belli bir yol izleyen taşıtlar herhangi bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak; 2) mec. doğru yoldan ayrılmak, yoldan kalmak gidilmek istenen yere gidememek. yollara (veya sokaklara) dökülmek kalabalık hâlde yolda (sokakta) olmak: "İhtiyar annemle büyük dayım, uslanmak bilmeyen okul kaçağım aramak için yollara dökülmüşlerdi." -R. N. Güntekin. yolda kalmak kaza, doğal afet vb. sebeplerden olayı yolda ilerleyememek, gideceği yere varamamak, yolları ayrılmak iki kişi veya topluluk arasında görüş, düşünce ayrılığı ortaya çıkmak, ayrı görüş ve düşünceleri benimsemek: "Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir." -C. S. Tarancı. yolları tutmak geçecek kimselere engel olmak, bırakmamak. yolu açmak yolda geçişi önleyen engelleri kaldırmak, yolu almak yolun sonuna varmak, (bir yere) yolu düşmek 1) o yerden geçmesi gerekmek; 2) sırası gelmek. yolun açık olsun yolculara söylenen bir iyi dilek sözü.... yoluna ... uğruna: Para yoluna canını verdi, (birinin) yoluna bakmak beklemek, yoluna baş koymak bir amaca, bir gayeye yönelmek, bütün varlığıyla kendini vermek, yoluna can (veya canını) vermek birinin uğruna ölmek, yoluna çıkmak 1) karşılamaya gitmek; 2) yolda karşısına çıkmak, yoluna girmek istenilen, gerekli olan biçimde gelişmeye başlamak: "Göreceksin, bu konaktan çıkar çıkmaz her şey öyle bir yoluna girecek ki! Bütün uğursuzluklar bu evden geliyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. yoluna koymak istenilen biçime getirmek, düzene koymak: "Arkadaşının mektebe alınması işini o hafta içinde yoluna koymuş." -A. Ş. Hisar, yoluna sapmak başvurmak: Hile yoluna saptı, yolunda gitmek olumlu gelişme göstermek: "Ticareti yolunda gidiyordu." -Ö. Seyfettin. yolundan kalmak gitmek istediği yere gidememek. yolunu beklemek (veya gözlemek) gelmesini beklemek: "Ben merak ederdim, gece yarılarına kadar yolunu beklerdim." -M. Ş. Esendal. yolunu bilmek yöntemini biliyor olmak, yolunu bulmak 1) gereken çareyi bulmak: "Bir yolunu bulduğu hâlde onları mektepten atmaya çoktan karar vermişti." -R. N. Güntekin. 2) argo yasal olmayan yollardan kazanç sağlamak. yolunu değiştirmek gittiği yoldan ayrılarak başka yola geçmek: "Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi yollarını değiştirirler." -Ö. Seyfettin, yolunu kaybetmek hangi yoldan gideceğini bilememek. (birinin) yolunu kesmek engel olmak, engellemek, yolunu sapıtmak doğru yoldan ayrılmak, kötü yola sapmak, yolunu şaşırmak yanlış yola sapmak, yolunu tutmak bir yere doğru gitmeye başlamak: "Bir süre sonra, kara kış gelince bakmış ki olacak gibi değil, güneyin yolunu tutmuş." -T. Halman. (bir işin) yolunu yapmak bir işin istediği gibi olması için uygun zemin hazırlamak.
→ yol ağzı, yol ayrımı, yol azığı, yol bel, yol boyu, yol erkân, yol evladı, yolgeçen hanı, yol halısı, yol haritası, yol işareti, yolkesen, yol kilimi, yol parası, yol uğrağı, yol üstü, yol yol, yol yordam, yol yorgunu, yolu açık, açısal yol, altı yol, ana yol, bir yol, çakıl yol, çıkar yol, doğru yol, dört yol, dört yol ağzı, ekspres yol, kaçamak yol, köprü yol, kötü yol, orta yol, otoyol, stabilize yol, tahsisli yol, tam yol, tek yönlü yol, uzun yol sürücüsü, uzun yol şoförü, yan yol, deniz yolu ulaşımı, hava yolu ulaşımı, gözü yolda, o yolda, kısa yoldan, ayakyolu, bisiklet yolu, boru yolu, cin yolu, çevre yolu, çıkış yolu, çözüm yolu, dağ yolu, demir yolu, deniz yolu, döl yolu, geçim yolu, Gokyolu, Hacılaryolu, Hacıyolu, hak yolu, Harezmi yolu, havayolu, karayolu, keçi yolu, koşu yolu, Samanyolu, seğirdim yolu, ses yolu, sıçan yolu, sidik yolu, suyolu, su yolu, yargı yolu, yaya yolu
yol ağzı is. 1. Bir yolun başka yollarla kesiştiği yer: "Yol ağzındaki işaret memuru büyük damlalarla terliyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir yolun başlangıcı.
yolak, -ğı is, hlk. Patika: "Evlerinin önü yoldur yolaktır / Başımızda dönen derttir dolaptır. " -Halk türküsü.
yol ayrımı is. Yolların birbirinden ayrıldığı yer.
yol azığı is. Yolluk.
yol bel is. Geçilen yer, yol: "... ve peşinde altı kişi vardı, onu yollarda bellerde adım adım izliyorlardı." -Y. Kemal.
yol boyu is. 1. Kara yolunda kenar. 2. Yolculuk süresi.
yolcu is. 1. Yolculuğa çıkmış kimse. 2. Yolculuğa çıkmaya hazırlanan kimse: "Gişelerin önünde işsiz güçsüzler, erken gelen yolcular dolanıyordu." -N. Cumalı. 3. mec. Doğması beklenen çocuk. 4. mec. İyileşmesi umutsuz hasta. 5. mec. İşten çıkarılması beklenen kimse, yolcu etmek yola çıkanı uğurlamak: "Onu Bursa'ya yolcu ederken rıhtımda gittikçe küçülerek mendil sollayışı..." -A. ilhan, yolcu yolunda gerek 1) vakit geçirmeden yola devam etmek; 2) herkes kendi işini bir an önce bitirmeye çalışmak; 3) mec.
→ yolcu gemisi, yolcu salonu, yolcu treni, demiryolcu, ortayolcu, suyolcu
yolcu gemisi is. Yolcu taşımak üzere yapılmış deniz taşıtı.
yolculuk, -ğu is. 1. Ülkeden ülkeye veya bir ülke içinde, bir yerden bir yere gidiş veya geliş, gezi, seyahat, sefer: "Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk." -F. N. Çamlıbel. 2. Bu gidiş gelişte geçen süre. 3. Herhangi bir taşıtla bir yere gidip gelme: "Yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, koltuğuna oturtmuştuk onu." -N. Cumalı. yolculuk etmek bir yerden başka bir yere gitmek.
→ demir yolculuk, orta yolculuk, ahiret yolculuğu
yolcu salonu is. Liman, istasyon, otogar vb. yerlerde, yolcuların giderken veya gelirken oturma, dinlenme imkânını buldukları yer.
yolcu treni is. Kısa veya uzun mesafelerde işleyip bütün ana istasyon ve duraklarda duran ve yolcu taşıyan tren.
yoldaş is. 1. Yol arkadaşı. 2. Arkadaş, dost: "Bizim kadın kimsesizdir, bir can yoldaşı yok." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Ortak bir görüşü benimseyenlerden her biri.
→ can yoldaşı, kapı yoldaşı
yoldaşlık, -ğı is. Yoldaş olma durumu: "Babamın tatlı yoldaşlığı sayesinde ben ne yorgunluğunu duymuş ne azabım çekmiştim." -Y. K. Karaosmanoğlu. yoldaşlık etmek bir yolcuya katılmak, birlikte gitmek.
yoldurma is. Yoldurmak işi.
yoldurmak (-i, -e) Yolma işini yaptırmak.
yol erkân is. Usul, yöntem, davranış bilgisi.
yol evladı is. Yolculuk sırasında arkadaşlık eden kimse.
yolgeçen hanı is. "Girip çıkanı, geleni gideni çok ve belirsiz olan yer" anlamında kullanılan yolgeçen hanı gibi deyiminde geçer: "Böyle ev görmedim, yolgeçen hanı gibi, kimsenin kimseden haberi yok." -R. N. Güntekin.
yol halısı is. Yolluk: "Cilalı parkelere serili yol halıları üzerinde yürürken tuhaflaştı." -H. Taner.
yol haritası is. Belirli bir konuda amaca ulaşmak için yapılması gereken işler bütünü.
yol işareti is. sp. Yarış yolunda, yol gösteren oklar veya levhalar.
yolkesen is. Yolda engelleme yapıp soygun düzenleyen.
yol kilimi is. Dar ve uzun olarak dokunmuş kilim türü: "Meltem, deniz yüzüne sanki koyu mavi bir yol kilimi uzatıyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
yollama is. Yollamak işi.
yollamak (-i, -e) Göndermek: "Hekim hademeleri aşağıya yolladı." -M. Ş. Esendal.
yollanma is. Yollanmak işi.
yollanmak (nsz) 1. Yollama İşi yapılmak, gönderilmek. 2. Bir yere gitmeye başlamak, yürümek: "Arkadaşlarıyla buluştuğu pastaneye yollandı. " -S. F. Abasıyanık.
yollu sf. 1. Yolu herhangi bir nitelikte olan: Bozuk yollu bir mahalle. 2. Çizgili: "Sandığın altında, mor yollu beyaz bir iplik çul seriliydi." -O. Kemal. 3. Hızlı giden (taşıt): Yollu gemi. 4. mec. Kuralına uygun: Bu hiç de yollu bir iş değildi. 5. zf. mec. Herhangi bir nitelikte, biçimde: "İlk teklifimde direnir yollu konuşmaya başladım." -F. R. Atay. 6. is. argo Kolayca elde edilen kadın.
→ alay yollu, hafif yollu, nasihat yollu, şaka yollu
yolluk, -ğu is. 1. Yolculuk sırasında yenmek üzere hazırlanan yiyecek, yol azığı. 2. Yolcuya verilen armağan. 3. Koridorlara serilen, dar ve uzun halı, yol halısı. 4. Yol masrafı olarak ödenen para, harcırah: "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin ödenek ve yollukları kanunla düzenlenir." -Anayasa.
yolma is. 1. Yolmak işi. 2. hlk. Sapı orakla biçilmeyecek kadar kısa kalmış ekin.
yolmak, -ar (-i) 1. Bitki, tüy vb.ni çekerek yerinden çıkarmak, çekip koparmak: "Yoluyor mu, ne yapıyor bilmem, pişik suratlı olmuş." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Dolandırarak, hile ile birinin parasını almak: Adamcağızı iyice yoldular.
yol parası is. Yolculuk sırasında harcanmak için ayrılmış para.
yolsuz sf. 1. Yolu olmayan: "Bu dik, sarp ve yolsuz dağları arabalar, katırlar ve otomobillerle aşacaksınız." -F. R. Atay. 2. Yavaş giden (taşıt): Bu gemi yolsuzdur. 3. mec. Kurallara aykırı, uygunsuz, yöntemsiz, düzensiz, yersiz, usulsüz, nizamsız: "Kaymakamın yolsuz icraatı, hususi hayatı hep burada konuşulur, kasabanın olup biten işleri hep burada öğrenilirdi." -R. H. Karay. 4. Törelere, toplumun görüşüne aykırı davranan: "Babam böyle yolsuz bir adam olsaydı anam ne yapardı." -M. Ş. Esendal.
→ yolsuz yöntemsiz
yolsuzluk, -ğu is. 1. Yolsuz olma durumu: Köy yolsuzluktan kurtuldu. 2. mec. Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma: "Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığım, yolsuzluğunu tuttu." -S. F. Abasıyanık.
yolsuz yöntemsiz sf. Bir kurala, bir yönteme uymayan, usulsüz: Yolsuz yöntemsiz işler.
yolu açık, -ğı sf Önünde engel olmayan.
yol uğrağı is. Geçerken uğranılan, yanından yol geçen, uğrak, yol üstü.
yoluk sf. Yolunmuş olan: "Nuran, yoluk kaşlarım parmaklarıyla düzeltiyordu." -M. Yesari.
yolunma is. Yolunmak işi.
yolunmak (nsz) 1. Yolma İşi yapılmak, çekilip koparılmak: "Kaşları tıraş edilmiş yahut yolunmuş, yerine hilal kaşlar kalemle çekilmiş. " -M. Ş. Esendal. 2. mec. Çok kederlenerek çırpınmak.
yoluyla zf. (yoluyla) 1. Aracılığıyla, vasıtasıyla: Dilekçesini kaymakamlık yoluyla göndermiş. 2. Yöntemiyle, usulüne uygun olarak: Her işi yoluyla yapar.
→ şaka yoluyla
yol üstü is. Yol uğrağı: "Şimdi akşamüstü buradan kalkarım, yolumun üstünde ne kadar aşçı, lokanta, işkembeci, tatlıcı, sütçü dükkânları varsa hepsine uğrarım." -M. Ş. Esendal.
yol yol zf Çizgili, çizgiler biçiminde, çizgi çizgi: "Dudaklarım yol yol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştı." -R. N. Güntekin.
yol yordam is. Uygun olan davranış biçimi.
yol yorgunu is. Yoldan gelmiş ve yorulmuş kimse.
yom is. hlk. Uğur, iyi talih, iyi haber, yom tutmak uğurlu saymak.
yoma is. Yun. den. 1. Sabit manevralarda ve gemileri bağlamada kullanılan, üç veya dört kollu halat. 2. Birçok ipin örülmesiyle oluşturulan, balıkçılıkta kullanılan halat.
yomsuz sf. Uğursuz.
yomsuzluk, -ğu is. Yomsuz olma durumu, uğursuzluk: "Gökbel'e ulaşır ulaşmaz buranın şomluğu ve yomsuzluğu, yalnız Emine'yi değil, Cafer'i bir tokat yemiş gibi sarsmıştı. " -Halikarnas Balıkçısı.
yonca is. bot. Baklagillerden, başak durumundaki çiçekleri kırmızı veya mor renkli, hayvanlara yem olarak yetiştirilen çayır bitkilerinin genel adı (Trifolîum).
→ yonca yaprağı, acı yonca, ekşi yonca, sarıyonca, su yoncası
yoncalık, -ğı is. Yonca tarlası.
yonca yaprağı is. Kara yollarında alt yoldan üst yola veya üst yoldan alt yola geçmeyi sağlayan, dört yapraklı yonca biçimindeki kavşak.
yonga is. Kesilen, yontulan veya rendelenen bir şeyden çıkan parça, kamga: Ağaç yongası. Demir yongası.
yongalama is. Yongalamak işi.
yongalamak (-i) Yonga durumuna getirmek.
yongalayıcı is. Yongalayan kimse: ' Yongalayıcı ve ûfleyici alınacaktır.
yongar is. müz. Üç telli bağlama.
yonma is. Yonmak işi veya durumu.
yonmak, -ar (-i) hlk. Yontmak.
yont is. hlk. Başıboş hayvan.
→ yont kuşu
yont kuşu is. zool. Kuyruksallayan.
yontma is. 1. Yontmak işi: "Ucu sipsivri bir kurşun kalemi tekrar yontmaya kalktım, ucunu kırdım." -P. Safa. 2. sf. Yontulmuş veya yontularak yapılmış: Yontma taş. Yontma suyolu.
→ Yontma Taş Çağı, Yontma Taş Devri
yontmak, -ar (-i) 1. Bir şeye istenilen biçimi vermek için dış bölümünü keskin bir araçla biçmek, kesmek: "Boş zamanlarında tahta kaşık, kepçe yontar, geçimini bunları satarak sağlardı." -N. Araz. 2. mec. Bir kimsenin azar azar parasını çekmek, birinden para sızdırmak: "Hacı beyi yontacak, ondan bir hayli fazla para sızdıracaktı." -E. E. Talu. 3. mec. Bir şeyi kendi görüşüne göre değerlendirmek.
Yontma Taş Çağı is. Yontma Taş Devri.
Yontma Taş Devri is. Tarihten önceki zamanların en eski devri, Yontma Taş Çağı.
yontu is. Heykel.
yontucu is. 1. Heykelci. 2. sf. mec. Kendi çıkarını düşünen.
yontuculuk, -ğu is. Heykelcilik.
yontuk, -ğu is. 1. Yontulmuş yer. 2. Yontulmuş parça: Yontukları süpürüp atın. 3. sf. Yontulmuş olan: Yontuk kalem.
→ yontuk düz
yontuk düz is. coğ. Erozyon etkisiyle oluşmuş, yumuşak engebeli yeryüzü parçası, yalama yazı, peneplen.
yontulma is. Yontulmak işi.
yontulmak (nsz) 1. Yontma işi yapılmak veya yontma işine konu olmak: "Önünde duran çok sivri yontulmuş kurşun kalemi aldı." -H. Taner. 2. mec. İnsan kabalıktan, görgüsüzlükten kurtularak toplum törelerine göre davranır duruma gelmek: "Efendim, yontulmamış adamlar, hani dört yaşındaki çocuktan berbat..." -R. N. Güntekin.
yonulma is. Yontulma.
yonulmak (nsz) hlk. Yontulmak.
yordam is. 1. Yatkınlık, alışkanlık, yeti, meleke. 2. hlk. Kılavuz, yardımcı. 3. esk. Çalım. 4. esk. Çeviklik, çabukluk.
→ yolyordam, el yordamı
yordamlı sf. 1. Yakışıklı. 2. Elinden iş gelen, becerikli.
→ eli yordamlı
yordamsız sf. Çevik olmayan, cansız.
yordurma is. Yordurmak işi.
yordurmak (I) (-i) Yorulmasını sağlamak.
yordurmak (II) (-i) Yorumunu yaptırmak, yorumlanmasını sağlamak.
yorga is. Biniciyi sarsmayan at yürüyüşlerinden biri.
yorgalama is. 1. Yorgalamak işi. 2. tıp Ayak ve baldır kaslarının felcinden ileri gelen özel yürüyüş biçimi.
yorgalamak (nsz) At yorga yürümek, yorga gitmek.
yorgan is. Yatakta örtünmeye yarayan, içi pamuk, yün vb. şeylerle doldurularak dikilmiş geniş örtü: "Yatağının içinde, yorganı omzuna almış, bağdaş kurmuş, oturuyordu. " -E. E. Talu. yorgan döşek yatmak ağir hasta olmak: "Aksi gibi çamaşırcının ihtiyar kocası o akşam birdenbire hastalanmış, kim bilir kaç derece ile yorgan döşek yatmıştı." -R. N. Güntekin. yorgan gitti, kavga bitti anlaşmazlık sebebi olan şey ortadan kalktığında anlaşmazlık da sona erdi. yorgan kaplamak yorgana çarşaf geçirmek.
→ yorgan çarşafı, yorgan iğnesi, yorgan ipliği:, yorgan kavgası, yorgan yüzü
yorgancı is. Yorgan, yastık, şilte vb. şeyler diken veya satan kimse.
yorgancılık, -ğı is. Yorgancının işi.
yorgan çarşafı is. Yorganın alt yüzüne dikilen çarşaf.
yorgan iğnesi is. Yorgan dikmeye yarayan kalın ve uzun bir tür iğne.
yorgan ipliği is. Yorgan dikmek için kullanılan kalın ve sağlam iplik.
yorgan kavgası is. 1. Bir şeyden çıkar sağlama konusunda anlaşmazlığa düşme. 2. Post kavgası.
yorgan yüzü is. Yorganı kirden ve dış etkilerden korumak için kumaştan yapılan yüz.
yorgun sf. Çalışma vb. sebeplerle beden veya zihin etkinliği yavaşlayan, yorulmuş olan: "Gurbetten gelmişim yorgunum hancı /Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş." -B. S. Erdoğan. yorgun düşmek çok yorulmak, bitkin duruma gelmek: "Ben de uykusuzluktan yorgun düşmek üzereyim, yatacağım." -R. H. Karay, yorgunu yokuşa sürmek yapılması güç bir işin, büsbütün güç şartlarda gerçekleştirilmesini istemek.
→ yorgun argın, yorgun mermi, yol yorgunu
yorgun argın zf. Çok yorulmuş, gücü kalmamış olarak: "Üç bin kadar zayıf soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler." -F. R. Atay.
yorgunluk, -ğu is. Çalışma vb. sebeplerle bireyin ruh ve beden etkinlikleri açısından verimlilik düzeyinin azalması: "Yorgunluktan ikimiz de pelteye döndük." -S. M. Alus. yorgunluk çıkarmak (veya yorgunluğunu çıkarmak) 1) dinlenmek: "Mesela, şimdi yorgunluk çıkarmak için yıkanmak istersiniz." -R. H. Karay. 2) yaptığı işten, yorgunluğu unutturan, sevindirici bir sonuç almak, yorgunluğunu almak 1) dinlenmek; 2) birini dinlendirmek.
→ yorgunluk kahvesi, zihin yorgunluğu
yorgunluk kahvesi is. Dinlenmek amacıyla çalışmaya ara verildiğinde içilen kahve: "Ağa bize birer yorgunluk kahvesi ikram etse de dinlensek." -R. Enis.
yorgun mermi is. Havaya sıkıldıktan sonra hızını kaybederek yere düşen mermi.
yorma is. Yormak işi.
yormak, -ar (I) (-i) 1. Yorgun duruma getirmek: "Teknik teferruatla okurlarımı yormak istemiyorum." -F. R. Atay. 2. mec. Sıkıntıya sokmak, üzmek: "Ömer, kalbimi en çok yoran bir sima gibi hatırımda kaldı." -H. E. Adıvar.
yormak, -ar (II) (-i, -e) 1. Bir anlam vermek, yorumlamak: "Hayvanlara insanca duygu ve düşünceler yormak ne derece doğrudur bunu da kestiremiyorum." -H. Taner. 2. Bir sebebe bağlamak, bir duruma işaret saymak.
yortma is. Yortmak işi veya durumu.
yortmak, -ar (nsz) hlk. 1. Koşmak. 2. Sürekli yol yürümek. 3. mec. İşsiz güçsüz gezmek.
yortu is. Yun. Hristiyan bayramı: "Bilmem hangi düşmanın bilmem hangi yortusu varmış. " -A. Gündüz.
yorucu sf. Yorgunluğa yol açan: "Yalnızken kendim dinleyiş kadar yorucu ne vardır?" -R. H. Karay.
yorulma is. Yorulmak işi.
→ metal yorulması
yorulmak (I) (nsz) Yorgun duruma gelmek: "Artık ciddiyetten yorulmuş gibi silkinerek kısa ve gevrek kahkahasını attı." -P. Safa.
yorulmak (II) (nsz) Bir sebebe bağlanılmak, yorumlanmak: Bu davranış iyiye yorulmaz.
yorum is. 1. Bir yazının veya bir sözün, anlaşılması güç yönlerini açıklayarak aydınlığa kavuşturma, tefsir. 2. Bir olayı belli bir görüşe göre açıklama, değerlendirme: "Böyle bir yorum hiçbir şey öğretmez." -F. R. Atay. 3. Gizli veya hayalî olan bir şeyden anlam çıkarma. 4. müz. ve tiy. Bir müzik parçasını veya bir tiyatro oyununu kendine özgü bir duyarlık ve teknikle çalma, söyleme veya oynama.
yorumcu is. Yorum yapan kimse: "Buraya kadar naklettiklerin, hiçbir yorumcuya ihtiyaç göstermeksizin, kendi kendilerini açıklayabilecek bir nitelik taşımaktadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yorumculuk, -ğu is. Yorumcu olma durumu.
yorumlama is. Yorumlamak işi, tefsir.
yorumlamak (-i) 1. Bir yazıyı veya bir sözü yorum yaparak açıklamak, tefsir etmek. 2. Bir olaya, bir duruma bir anlam vermek, tabir etmek: "Hasan Bey istediği gibi yorumlayabilir, bu beni ilgilendirmez." -H. E. Adıvar. 3. müz. ve tiy. Bir müzik parçasını, bir tiyatro oyununu kendine özgü bir duyarlılık ve teknikle çalmak, söylemek veya oynamak, icra etmek.
yorumlanma is. Yorumlanmak işi.
yorumlanmak (nsz) Yorumlama işi yapılmak veya yorumlama işine konu olmak, tefsir edilmek.
yosma sf. 1. Şen, güzel, fettan (genç kadın): "Bir yosma geçiyor kaldırımdan / Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar" -O. V. Kanık. 2. Çok süslü giyinen ve modaya düşkün (kadın), koket.
→ kaldırım yosması
yosmaca zf (yosma'ca) Yosmaya yakışan biçimde, yosma gibi.
yosmalık, -ğı is. Yosma olma durumu, yosmaca davranış: "Rüştiye mezunu, okuryazar ve iyi kanun çalarmış. Kendine mahsus bir yosmalığı varmış." -H. E. Adıvar.
yosun is. bot. Tallı bitkilerin, çoğu sularda, ağaç veya taşların üzerinde yetişen, İlkel yapıdaki örneklerine verilen genel ad. yosun bağlamak (veya tutmak) üzerini yosun kaplamak.
→ yosun külü, deniz yosunu, kara yosunu, su yosunu, esmer su yosunları, kara yosunları, kavuşur su yosunlan, kızıl su yosunları, su yosunları, yapraklı kara yosunları
yosuncul sf Yosunla beslenen veya yosunların İçinde yaşayan.
yosun külü is. Yosunların yakılmasından elde edilen, cam ve sabun sanayisinde kullanılan, soda ve iyot üretiminde değerlendirilen deniz yosunu ürünü.
yosunlanma is. Yosunlanmak, yosunlaşmak durumu.
yosunlanmak (nsz) Yosun oluşmak, yosunla kaplanmak.
yosunlaşma is. Yosunlaşmak durumu.
yosunlaşmak (nsz) Yosunlu duruma gelmek.
yosunlu sf. Yosunu olan, yosunla kaplanmış olan: "Yosunlu kavuğumla yere yaslanmış bir taş üstüne çöküyorum." -Y. Z. Ortaç.
yoz sf 1. Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan: Yoz toprak. Yoz bitki. 2. mec. Kaba, adi, bayağı: Yoz adam. 3. mec. Soysuz, yozlaşmış, dejenere. 4. hlk. Kısır.
yozlaşma is. Yozlaşmak İşi, tereddi.
yozlaşmak (nsz) 1. Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek. 2. Dönüşen: "Giderek soğuk bir su serpintisine yozlaşan yağmur, ortalığa garip bir kış serinliği getirmişti." -A. İlhan. 3. Bir şey, manevi anlamda değer yargılarını, özelliklerini ve niteliklerini yitirmek, bozulmak, dejenere olmak, özünden uzaklaşmak: "Toplumun yozlaş tığı anlarda bazı kesimler bu yozlaşmanın da tadını çıkarırlar." -H. Taner.
yozlaştırma is. Yozlaştırmak işi.
yozlaştırmak (-i) Yozlaşmasını sağlamak, 'yozlaşmasına sebep olmak, soysuzlaştırmak, dejenere etmek.
yozluk, -ğu is. Yoz olma durumu, tereddi.