yığdırma is. Yığdırmak işi.

yığdırmak (-i, -e) Yığma işini yaptırmak.

yığılı sf. Yığılmış olan.

yığılışma is. Yığılışmak işi, izdiham: Yığılışmanın önüne geçmek için çare düşünmeli.

yığılışmak (nsz) Bir yerde birikmek, toplanmak.

yığılma is. Yığılmak işi.

yığılmak (nsz) 1. Yığma işine konu olmak veya yığma işi yapılmak. 2. Çok sayıda birikmek, toplanmak: "Bütün köşk kapının önüne yığıldı." -A. Gündüz. 3. Düşmek, yıkılmak, kendini tutamayıp çökmek: "Boğazını yırtan hıçkırıklarla paşanın ayaklarına yığıldı." -H. E. Adıvar. yığılıp kalmak 1) birikmek; 2) düşmek, yıkılmak.

yığın is. 1. Bir şeyin yığılmasıyla oluşturulan küme, tepe: Pencereden süzülen ılık bahar güneşi masayı dolduran kâğıt yığınları üstünde ağır ağır ilerliyordu." -R. N. Güntekin. 2. Birçok kimsenin veya nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan kalabalık, küme, kitle, kütle.

yığın bulut,yığın kültürü, bir yığın

yığınak, -ğı is. 1. Bir şeyin biriktiği yer. 2. Bir şeyin bir yerde çokça birikmesi, tecemmu, tahaşşüt. 3. bot. Bir hücreli bitkilerin bir araya gelerek oluşturdukları küme.

yığın bulut is. coğ. Kesif ve yoğun nitelikli bulut tabakası.

yığın kültürü is. sos. Toplumsal yapı ayrılıktan gözetilmeksizin televizyon, radyo, sinema, basın vb. kitle iletişim araçlarıyla yaygınlaştırılan kültür.

yığınla sf (yığı'nla) Çok, pek çok: "Avrupa'dan yığınla kitap getirmiştim." -R. N. Güntekin.

yığıntı is. Bir araya yığılmış şeyler kümesi.

yığış is. Yığma işi veya biçimi.

yığışık, -ğı sf. Üst üste birikmiş.

yığışım is. jeol. Molozların çimento durumuna dönüşmesiyle oluşan kütle, konglomera.

yığışma is. Yığışmak işi.

yığışmak (nsz) Bir araya gelip toplanmak, birikmek.

yığma is. Yığmak işi.

yığmak, -ar (-i, -e) 1. Bir tepe oluşturacak biçimde üst üste koymak, 2. Biriktirmek: Herkes kışlık kömürünü yığdı. 3. Toplamak, bir araya getirmek: "Bu yaşlıları kapının arkasına yığdılar."-Ö. Seyfettin.

yıkama is. 1. Yıkamak işi: "Başını soğuk suyla yıkamaya başlamışlar." -F. R. Atay. 2. kim. Bir eriticideki bir veya birkaç çözünür birleşeni ayırmak amacıyla, eriticiyi, toz durumuna getirilmiş bir maddenin içinden yavaş yavaş geçirme. 3. sin. Film üzerinde kalması istenmeyen kimyasal maddelerin akıtılması için arı suyla yapılan temizleme.

baritli yıkama, merkezî yıkama, ölü yıkama, yağlama yıkama

yıkamaç, -cı is. Fotokopi makinelerinde veya fotoğraf basımı işinde kullanılan yıkama aleti.

yıkamak (-i) 1. Su veya başka bir sıvı kullanarak bir şeyi temizlemek: "Kazı yıkayıp temizlemişler, sonra da parçalayıp tencereye koymuşlar." -Ç. Altan. 2. kim. Çözünmeyen bir çökeltiden ayrılması istenen suda çözünür maddeleri, yıkama yoluyla temizlemek.

yıkanış is. Yıkanma işi veya biçimi.

yıkanma is. Yıkanmak işi: "... soğuksularında yıkanmaya alıştığım için, ben denizde daima bir serinlik var sanırdım-" -R. H. Karay.

yıkanmak (nsz) 1. Yıkama işi yapılmak veya yıkama işine konu olmak: Çamaşır yıkandı. 2. Kendi vücudunu yıkamak, banyo yapmak.

yıkatma is. Yıkatmak işi.

yıkatmak (-i, -e) Yıkama işini yaptırmak.

yıkayıcı is. 1. Yıkama işini yapan kimse: Ölü yıkayıcısı. 2. sin. Laboratuvarda Filmlerin yıkama işini yöneten kimse.

ölü yıkayıcı

yıkayış is. Yıkama işi veya biçimi.

yıkı is. Harabe: "Hazine boş, millet yoksul, ülke bir yıkılar yığını idi." -F. R. Atay.

yıkıcı is. 1. Yıkmacı: "Eski evlerimiz yandı, yıkıldı. Biz onlar içinde yaşayamaz olduk, alıcı çıkınca yıkıcılara sattık." -H. C. Yalçın. 2. sf. Bir şeyin zarar görmesine, bozulmasına, yok olmasına, ortadan kalkmasına yol açan, tahripkâr: "O yıkıcı bozgunun sebeplerini öğrenmeye büyük önem verdi." -F. R. Atay.

yıkıcılık, -ğı is. Yıkıcı olma durumu.

yıkık, -ğı sf. Yıkılmış olan, harap, viran: "Oradaki yıkık evin kapısından belki gökyüzüne gireceğiz." -R. N. Güntekin.

yıkık dökük

yıkık dökük, -ğü sf. Harabe: "Bulunan yer yıkık dökük bir yerdi." -M. Ş. Esendal.

yıkılış is. Yıkılma işi veya biçimi: "Alman denizinden Türk denizine doğru bir yıkılış, büyük bir yıkılış vardı." -F. R. Atay.

yıkılma is. Yıkılmak işi: "... birçokları yıkılmış, yıkılmaya yüz tutmuş, birçok büyük yalıların da ancak harabeleri ve hatıraları kalmış..."-A. Ş. Hisar.

yıkılmak (nsz) 1. Yıkma işi yapılmak veya yıkma işine konu olmak. 2. Herhangi bir sebeple çökmek, göçmek: Duvar yıkıldı. 3. Devrilmek, yığılmak: "... yüzükoyun yıkılıp kalmış bir kadın, kaçışan hizmetçiler..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. mec. İstenmeyen biri çekilip gitmek, defolmak. 5. mec. Yok olmak, mahvolmak. 6. mec. Yüklenmek: "Bütün işler onun üstüne yıkılmıştı." -R. N. Güntekin.

yıkım is. 1. Yıkma işi. 2. Yok olmaya sebep olabilecek şey, büyük zarar, felaket: "Evin içinde günlük kokusu, papaz uluması bizim için yıkımdır." -H. R. Gürpınar. 3, biy. Yadımlama. yıkım olmak büyük zarara yol açmak.

yıkımcı is. Yapıları yıkma işini yapan kimse.

yıkımcılık, -ğı is. Yıkımcı olma durumu.

yıkıntı is. 1. Yıkılma, yıkım, mahvolma. 2. Yıkılan bir şeyin parçaları, kalıntıları, enkaz: "Ateşoğlu'nun evinin biraz ötesinde bir ev yıkıntısı keşfettim." -Halikarnas Balıkçısı. 3. mec. Ruhsal bakımdan yıkılma, yıkım, mahvolma, (birine) yıkıntı olmak birini çok zarara sokmak.

yıkış is. Yıkma işi veya biçimi.

yıkışma is, Yıkışmak işi.

yıkışmak (nsz) hlk. Güreşmek.

yıkkın sf. Yıkılacak duruma gelmiş, harap.

yıkkınlık, -ğı is. Yıkkın olma durumu, haraplık. yıkkınlık göstermek yıkılmaya yüz tutmak: "Şimdi büsbütün yanan Aksaray'ın daha benim küçüklüğümde yıkkınlık gösteren konaklarını bilmem hatırlayanlarınız var mıdır?" -F. R. Atay.

yıkma is. Yıkmak işi.

yıkmacı is. Yıkılması uygun görülen bir yapının yıkılması işini üstlenen ve yıkıntılarını satın alan kimse, yıkıcı.

yıkmak, -ar (-i) 1. Kurulu bir şeyi parçalayarak dağıtmak, bozmak, tahrip etmek: "Yangın yarım saatin içinde her yeri sardı, uğruna gelen ne varsa yaktı, yıktı." -M. Ş. Esendal. 2. İnsan, hayvan veya ağaç devirmek. 3. Bir yana eğmek. 4. Birine yüklemek: Suçu bana yıktı. 5. Yük indirmek. 6. (-i, -e) mec. Herhangi bir suç, iş vb.ni birine yüklemek. 7. mec. Yıkımına yol açmak, mahvına sebep olmak: Bu acı onu yıkar.

yıktırılma is. Yıktırılmak işi.

yıktırılmak (nsz) Yıkma işi yaptırılmak: Duvar yıktırılınca ortalık ferahladı.

yıktırma is. Yıktırmak işi.

yıktırmak (-i, -e) Yıkma işini yaptırmak.

yıl is. 1. Yer yuvarlağının, güneş çevresinde tam bir dolanım yapması için geçen 365 gün, 5 saat ve 49 dakikalık zaman. 2. Miladi takvime göre ocak ayının birinde başlayıp aralık ayının otuz birinde sona eren on iki aylık dönem, sene: "Yıl 1919 / Mayısın on dokuzu / Ufukta duran gemi gitgide yaklaşıyor. " -C. S. Erozan. 3. Başlangıç tarihi belli olmayan on iki aylık süre: "Kırkı atlayalı birkaç yıl oldu." -H. E. Adıvar. 4. astr. Bir gezegenin güneş çevresindeki dolanım süresi: Erendiz yılı yer yuvarlağının on iki yılına eşittir, yıl on iki ay sürekli olarak, sürekli bir biçimde, yıl uğursuzun arsız, yüzsüz kimselerin el üstünde tutulduğu zamanı anlatan bir söz.

yılaşırt, yılbaşı, yıl dönümü, yıl halkası, yıldan yıla, adli yıl, altın yıl, artık yıl, ayrıksı yıl, binyıl, dönencel yıl, gümüş yıl, kamerî yıl, kırkyıl, kırkyılda bir, kırkyılın başı, mali yıl, yarıyıl, yeni yıl, yüzyıl, ay yılı, ay-gün yılı, bütçe yılı, güneş yılı, ışık yılı, Öğretim yılı, yasama yılı, yıldız yılı, yıllar yılı

yılan is. 1. zool. Sürüngenlerden, ayaksız, ince ve uzun olanların genel adı, yerdegezen: Ok yılanı. Su yılanı. Çıngıraklı yılan. Gözlüklü yılan. 2. sf. mec. Sinsi ve hain: "Gözlerinde, ancak annemin bildiği bir"yılan ışıltısıyla gülüyor." -Y. Z. Ortaç. yılan gibi 1) hain, sevimsiz ve soğuk (kimse); 2) kıvrım kıvnm. yılan gibi sokmak bir kimseye sinsice kötülük etmek, yılanın kuyruğuna basmak kötü bir kimseye kötülük yapacak fırsat vermek.

yılan balığı, yılanbaşı, yılan çıyan, yılan Çiçeği, yılan derisi, yılandili, yılan gömleği, yılan hikâyesi, yılaniğnesi, yılan kavı, yılankavi, yılankemiği, yılan taşı, yılanyastığı, çıngıraklı yılan, gözlüklü yılan, karayılan, kör yılan, sağır yılan, ağaç yılanı, boa yılanı, deniz yılanı, katır yılanı, mercan yılanı, ok yılanı, su yılanı

yılan balığı is. zool. Yılan balığıgillerden, yılana benzeyen, kaygan derili, ince uzun ve eti beğenilen bir balık (Anguilla).

yılan balığıgiller ç. is. zool. Örnek türü yılan balığı olan, karınları yüzgeçsiz balıklar familyası.

yılanbaşı is. Atların takımlarına süs olarak takılan bir çeşit deniz böceği kabuğu.

yılancı is. Yılan besleyen veya yılan oynatan kimse.

yılancık, -ğı is. tıp 1. Streptokok denilen mikropların bir sıyrığa veya yaraya bulaşarak yaptıkları hastalık, kızılyörük. 2. hlk. Kemik veremi.

yılancıl is. zool. En çok yılanla beslenen bir kuş (Threshkiornis aethiopica).

yılan çıyan is. Zehirli sürüngenler.

yılan çiçeği is. Kıvrımlı eğrelti otunun bir türü.

yılan derisi is. Deri sanayisinde çok beğenilen, yılan derisinin işlenmiş biçimi.

yılandili is. bot. Küçük eğrelti otu (Ophioglossum).

yılan gömleği is. Yılanların üzerinden her yıl sıyrılarak değişen üst deri, yılan kavı.

yılan hikâyesi is. Uzayıp giden, bir türlü sonuca bağlanamayan sorun: "Kırk üç senelik fırka ve siyaset maceralarını dinlerseniz bir yılan hikâyesi dinler gibi bunalırsınız." -Y. K. Beyatlı.

yılaniğnesi is. zool. Kemikli balıklar takımının deniziğnesigiller familyasından bir balık türü.

yılan kavı is. Yılan gömleği.

yılankavi sf. (yılankavi:) Dolambaçlı, dolanarak giden: "Şam'ın yılankavi sokakları o kadar birbirine benzer." -R. H. Karay.

yılankemîği is. Yapana hiçbir zaman huzur ve rahat yüzü göstermeyen suç.

yılan taşı is. min. Rengi ve billur yapısı farklı birçok türü olan, minerallerin başkalaşmasıyla oluşan kütle, serpantin.

yılanyastığı is. bot. Yılanyastığıgillerden, sulak ve nemli yerlerde yetişen, kök sapmda süt görünüşünde, yakıcı ve acı bir öz su bulunan, zehirli bir bitki (Dracunculus vulgaris).

yılanyastığıgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, danaayağı, yılanyastığı vb. cinsleri içine alan bir bitki familyası.

yılaşırı sf. Birer yıl ara ile olan, iki yılda bir olan, bienal.

yılbaşı is. Ocak ayının birinci günü.

yıldan yıla zf. Her yıl.

yıldırak sf. hlk. 1. Parıldayıcı, parıldayan. 2. is. Şimşek.

Yıldırak öz. is. astr. Süheyl.

yıldırama is. Yıldıramak durumu.

yıldıramak (nsz) hlk. Parıldamak: "Yaz gecesi semalarında yıldırayan şimşekler gibi." -Halîkarnas Balıkçısı.

yıldırılma is. Yıldırılmak işi.

yıldırılmak (nsz) Yıldırma işine konu olmak.

yıldırım is. 1. Gök gürültüsü ve şimşekle görülen, hava ile yer arasındaki elektrik boşalması, saika. 2. sf. Çok hızlı yapılan, olan. yıldırım gibi büyük bir hızla: "Taarruz bir yıldırım gibi inecekti." -F. R. Atay. yıldırımla vurulmuşa (veya yıldırım çarpmışa) dönmek apansız kötü bir durum karşısında kalıp ne yapacağını bilememek, yıldırımları üstüne çekmek bazı davranışlarıyla birçok kimseyi kızdırarak saldırılarına, eleştirilerine yol açmak.

yıldırım aşkı, yıldırımkıran, yıldırım nikâhı, yıldırımsavar, yıldırım siperi, yıldırım takla, yıldırım telgraf

yıldırım aşkı is. Birdenbire oluşan aşk.

yıldırımkıran is. Yıldırımsavar.

yıldırımü sf Yıldınm oluşan, yıldırım düşen (hava): "Üzerimize çöken şimşekli, yıldırımü havanın bana verdiği helecanı yeniden duyuyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.

yıldırımlık, -ğı is. Yıldırımsavar.

yıldırım nikâhı is. Özel durumlarda işlemlerin hızlandırılmasıyla yapılan nikâh.

yıldırımsavar is. Yıldırımların zararını önlemekte kullanılan, ucunda bakır veya platin bulunan, 5-10 m uzunluğunda demir çubuk ve bununla toprak veya kuyu arasında çekilen bakır telden oluşan koruma aracı, siperisaika, yıldırımkıran, yıldırımlık, yıldırım siperi, paratoner.

yıldırım siperi is. Yıldırımsavar.

yıldırım takla is. sp. Başı yere değdirmeden tek omuz üzerinde, tek elle apansız atılan takla.

yıldırım telgraf is. Haberleşmede çok acele gönderilen telgraf.

yıldırma is. Yıldırmak işi: "Herkesin sustuğu o yıldırma devrinde gerçeği söyleyen bu iki yazarın sesi..." -Y. K. Karaosmanoğlu.

yıldırmak (-i) Gözdağı vermek: "Lüzumsuz taşkınlıklarla biz orta yaşlıların gözünü yıldırırlardı." -R. N Güntekin.

yıldır yıldır zf. Pırıl pırıl, ışıl ışıl.

yıldız is. 1. Güneş ve ay dışında gökyüzünde görülen ışıklı gök cisimlerinden her biri: "Baktık geceden fecre kadar ellerde / Yıldızlara yükselen kadehler gördük." -Y. K. Beyatlı. 2. Meşhur sinema ve müzikhol sanatçısı, star: "Bir keresinde de bir yerli opera yıldızımız gelmişti." -H. Taner. 3. Bir noktadan çevreye beş veya daha fazla çıkıntısı olan çok köşeli şekil: Türk bayrağındaki yıldız beş ışınlıdır. 4. sf. Bu biçimde olan. 5. sf. Yıldız biçiminde olan. 6. mec. Bir toplulukta, bir meslekle, üstün başarı gösteren kimse: "Cebirde, geometride, fizikte sınıfımızın yıldızı idim." -Y. Z. Ortaç. 7. mec. Baht, şans, talih. 8. den. Kuzey yönü. yıldız akmak (veya kaymak veya uçmak) yıldız gökyüzünde hızla yer değiştirmek. yıldızı (veya yıldızları) barışmamak görüş, duygu ve düşünce bakımından uyuşmamak: "Adayı ve adalıları o kadar sevmeme rağmen bir türlü yıldızım barışmamıştır. " -B. Felek, yıldızı parlamak başarı yönünden herkesin dikkatini çekecek bir duruma gelmek, ün kazanmak: "Yeni Dâhiliye Nazırı Zati Bey'in yıldızı parladıkça Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın ikbali sönmeye yüz tuttu." -H. E. Adıvar. yıldızı sönmek ününü yitirmek: "Bu gecelerin artık benzi soluyor, talihi kararıyor, yıldızı sönüyordu." -A. Ş. Hisar, yıldızları saymak geceleri uyku uyuyamamak: "Yıldızları sayarak bekliyordum sabahı." -Y. Z. Ortaç.

yıldız anasonu, yıldız barışıklığı, yıldız bilimi, yıldız böceği, yıldız çiçeği, yıldız falcısı, yıldız günü, yıldızı dişi, yıldız kara yel, yıldız kurdu, yıldız kümesi, yıldız omurlular, yıldız poyraz, yıldız saati, yıldız savaşı, yıldız tabya, yıldız taşı, yıldız yağmuru, yıldız yasemini, yıldız yeli, yıldız yılı, yıldız zamanı, yıldızı düşük, yıldızlar arası, Ak Yıldız, akan yıldız, ay yıldız, başyıldız, çift yıldız, değişen yıldız, kuyruklu yıldız, takımyıldız, Akşam Yıldızı, alpyıldızı, Çoban Yıldızı, denizyıldızı, film yıldızı, kapak yıldızı, Kervan Yıldızı, Kutup Yıldızı, Kuzey Yıldızı, sabahyıldızı, denizyıldızları

yıldız anasonu is. bot. Manolyagillerden, Japonya'da yetişen, meyveleri zehirli bir ağaççık (İHicium anisatum).

yıldız barışıklığı is. Karşılıklı iyi geçinme, hoş geçinme.

yıldız bilimci is. Astrolog.

yıldız bilimcilik, -ği is. Yıldız bilimcinin işi veya mesleği".

yıldız bilimî is. Astronomi.

yıldız böceği is. zool. Ateş böceği.

yıldız çiçeği is. bot. Birfeşikgillerden çiçekleri katmerli, yıldız biçiminde ve türlü renkte bir süs bitkisi, dalya (II) (Dahlia).

yıldız falcılığı is. Yıldızların etkilerinin incelenmesi yoluyla insanların yazgısını önceden görme ve karakterlerini belirleme uğraşısı, müneccimlik, astroloji.

yıldız falcısı is. Yıldız falcılığı ile uğraşan kimse, müneccim, astrolog.

yıldız günü is. astr. Bir yıldızın öğlenden art arda İki geçişi arasındaki zaman süresi.

yıldızı dişi is. Herkesçe sevilen, sempatik.

yıldızı düşük, -ğü sf 1. Şanssız, talihsiz. 2. Gözden düşmüş.

yıldız kara yel is. î. Kara yel ile kuzey arasında esen yel. 2. Kuzey İle kuzeybatı arası.

yıldız kurdu is. zool. Ateş böceği.

yıldız kümesi is. astr. Aynı takımdan meydana gelen yıldız topluluğu.

yıldızlama sf. Yıldızlamak işi.

yıldızlamak (nsz) 1. Rüzgâr kuzeyden esmeye başlamak. 2. Bulutlar sıyrılıp yıldızlar görünür olmak.

yıldızlar arası is. Yıldızlar arasında oluşan veya bulunan durum.

yıldızlaşma is. Yıldızlaşmak işi veya durumu.

yıldızlaşmak (nsz) Bir işte, bîr meslekte üstün basan göstermek, yıldız durumuna gelmek.

yıldızlı sf 1. Üzerinde yıldız bulunan. 2. Bulutsuz, duru, açık: "Bir yaz gecesi, bir cumartesi akşamı, bir sayfiye yeri, ılık mı ılık, yıldızlı mı yıldızlı, durgun mu durgun." -S. F. Abasıyanık.

yıldızbk, -ği is. 1. Yıldız olma durumu. 2. astr. Gökevi.

yıldız omurlular ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan balıklar sınıfının köpek balıklar takımının bir alt sınıfı.

yıldız poyraz is. 1. Kuzeydoğu ile kuzey arasında esen yel. 2. Kuzey ile kuzeydoğu arası.

yıldız saati is. astr. Yıldız zamanını esas alan zaman birimi, yıldız zamanı.

yıldız savaşı is. Bilim kurgu filmlerde yıldızlar arasında geçen savaş.

yıldızsı sf. Yıldızı andıran, yıldıza benzeyen.

yıldızsız sf. Bulutlu, kapalı, açık olmayan: "Gece yıldızsız, deniz hafif çalkantılı İdi." - H. Taner.

yıldız tabya is. ask. Girintili ve çıkıntılı yapısıyla yıldız meydana getiren tabya.

yıldız taşı is. min. İçinde, ışık altında parlayan mika tanecikleri bulunan, san esmer renkte bir kuvars türü.

yıldız yağmuru is. 1. Birçok akan yıldızın birden görünmesi. 2. mec. Ünlü sanatçıların birçoğunun bir araya gelmesi.

yıldız yasemini is. bot. Zakkumgiller familyasından her mevsim yeşil olma özelliğini koruyan odunsu bir bitki.

yıldız yeli is. Kuzeyden esen soğuk yel.

yıldız yılı is. astr. Yıldız gününü temel olarak alan zaman birimi.

yıldız zamanı is. Yıldız saati.

yıl dönümü is. Herhangi bir olayın üzerinden bîr yıl geçtikten sonra yeni bir yılın başladığı gün: "Bir yıl dönümü akşamı ufak köşkün önünde oturuyorduk." -F. R. Atay.

yılgı is. psikol. Fobi: "... korku nedir bilmeyen, yılgıyı tanımadığı hemencecik anlaşılan delikanlıyı..." -T. Buğra.

yılgın sf 1. Yılmış, korkmuş olan: "Yılgın gözlerle bunlara baktı ve köşedeki tütüncüyü soracak oldu." -M. Ş. Esendal. 2. Bıkmış, usanmış. 3. Morali bozulmuş, çökmüş: "Böyle manen bozgun, yılgın ve bedenen bitkin bir hâlde köye varıyoruz." -Y. K. Karaosmanoğlu.

yılgın yılgın

yılgınca zf. (yılgı'nca) Yılgın bir biçimde.

yılgınlık, -ğı is. Yılgın olma durumu veya yılgınca davranış: "Hayata karşı zerre kadar yılgınlık göstermiyordu." -A. Gündüz.

yılgın yılgın zf. Ürkerek.

yıl halkası is. Ağaçta, bir büyüme döneminde oluşan cembersel bölüm.

yılık, -ğı sf. hlk. 1. Çarpık, eğri (ağız). 2. Şaşı (göz).

yılışık, -ğı sf. Yapmacık davranışlarla hoş görünmeye çalışan: "O hanende denilen yılışık boşboğaza ne diyeyim? " -S. M. Alus.

yılışıkça zf. (yılışı'kça) Yılışık bir biçimde.

yılışıklık, -ğı is. Yılışık olma durumu.

yılışkan sf. Hoşa gitmek düşüncesiyle sürekli olarak ve yapmacıklı bir biçimde gülen kimse: "Onlar ne arsız, ne yılışkan ve yırtık gülmelidirler; ne de somurtmalıdırlar." -R. H. Karay.

yılışkanlık, -ğı ıs. Yılışık olma durumu, yılışıkça davranış.

yılışma is. Yılışmak işi.

yılışmak (nsz) Yapmacık davranışlarla hoş görünmeye çalışmak: "... karının bu iltifatına, yılışarak mukabele etmekle beraber..." -E. E. Talu,

yılkı is. hlk. 1. At, eşek gibi tek tırnaklı hayvan sürüsü. 2. Başıboş bırakılmış at veya eşek.

yılkıcı is. Yılkı işiyle uğraşan kimse.

yılkılık, -ğı is. Yılkıya ayrılmış at: "Hepsi bu yıl başlarının çaresine bakacak altı at. Bu yılın yılkılıkları." -A. Sayar.

yıllama is. Yıllamak işi.

yıllamak (nsz) hlk. Bir yerde uzun süre kalmak: Gittiğin yerde yıllarsın, vaktinde dönmezsin.

yıllanma is. Yıllanmak işi.

yıllanmak (nsz) 1. Üzerinden bir veya daha çok yıl geçmek: "... set üstünde yıllanmış iki çınarın altında oturulur, kahve içilir, konuşulur. " -M. Ş. Esendal. 2. Bir yılını doldurmak.

yıllarca zf. Yıllar boyu, birçok yıl: "Babam tek elbiseyi yaz kış yıllarca giyerdi." -N. Cumalı.

yıllar yılı zf Uzun yıllardan beri: "Neden böyle düşman görünürsünüz / Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?" -C. S. Tarancı.

yıllatma is. Yıllatmak işi veya durumu.

yıllatmak (-i) Üzerinden çok zaman geçirmek.

yıllık, -ğı sf. 1. Yapımından veya doğumundan başlayarak üzerinden bir yıl geçmiş olan: "O gün yıllık hesapları getirmişlerdi." -F. R. Atay. 2. Bir yıl için, senelik, senevi: Evi yıllık tuttular. 3. Yılda bir yapılan: Kuruluşun yıllık toplantısı. 4. is. Bir yılda verilen ücret: Bu evin yıllığı bir milyon liradır. 5. is. Yılda bir çıkan ve o yılın olaylarını anlatan kitap, bülten, dergi vb. eser, salname. 6. is. Yılın gün, hafta, ay vb. bölümlerinden başka, bayram, yıl dönümü gibi belli günleri ve birtakım astronomi, meteoroloji, istatistik bilgilerini gösteren kitap biçiminde takvim, almanak. 7. is. Öğretim yılı sonunda hazırlanan, öğrenci, öğretmen ve yöneticilerin özellikleriyle ilgili bilgiler ile eğlendirici konuların yer aldığı kitap, yıllığına bir yıl süresince.

yıllık ortalama, çok yıllık, kırkyıllık, yüzyıllık

yıllıkçı sf. Yıllıklı.

yıllıklı sf Ücreti yılda bir verilen, yıllıkçı: Yıllıklı iş. Yıllıklı işçi.

yıllık ortalama is. Bir yılın verilerine göre hesaplanan ortalama.

yılma is. Yılmak işi.

yılmak, -ar (-den) 1. Bir işten gözü korkup vazgeçmek: "On beş dakika içinde onlar kadar yılmış, onlar kadar güçten kuvvetten kesilmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bıkmak, usanmak.

yılmaz sf Bir işten gözü korkup vazgeçmeyen, yılmayan.

yılmazlık, -ğı is. Yılmaz olma durumu.

yıprak, -ğı sf. hlk. Yıpranmış, aşınmış, eski: "İç cebindeki meşin cüzdandan çıkardığım, ortasından ikiye bölünmüş yıprak bir sarı kâğıdı uzatıyorum." -R. N. Güntekin.

yıprama is. Yıpramak işi.

yıpramak (nsz) hlk. Aşınıp eskimek, incelmek.

yıpranma is. 1. Yıpranmak işi. 2. tıp Doku bozukluğu.

yıpranma payı

yıpranmak (nsz) mec. 1. Zamanla veya çok kullanılma sonucu aşınmak, eskimek: "Gömleği ütülü ama yıpranmıştı." -Y. Z. Ortaç. 2. Makine veya makine parçalan aşınıp bozulmak: Dikiş makinesi kullanıla kullanıla yıprandı. 3. Saygınlığı azalmak. 4. mec. Çeşitli etkenlerle eski gücü kalmamak: Onun zekâsı hiç yıpranmamış.

yıpranma payı is. 1. Yıpratıcı işlerde çalışanların yaptıkları ağır ve tehlikeli işten dolayı fiilî hizmet yıllarına eklenen süre, fiilî hizmet zammı. 2. Taşınmaz malların aşınmalarına karşılık olarak yıllık kârdan ayrılan belirli pay, aşınma payı, amortisman.

yıpratıcı sf Yıpratan, gücü kıran, azaltan: "Evvelce hoşlandığım karakter değişiklikleri yorucu, yıpratıcı olacak." -R. H. Karay.

yıpratıcılık, -ğı is. Yıpratıcı olma durumu.

yıpratma is. Yıpratmak işi.

yıpratmak (-i) 1. Yıpranmış duruma getirmek, eskitmek. 2. mec. Türlü etkenler eski gücünü yok etmek.

yır is. hlk. 1. Ezgi, türkü, nağme. 2. Şiir.

yırık, -ğı is. hlk. Yırtılmış.

yırlama is. Yırlamak işi veya durumu.

yırlamak (nsz) hlk. Türkü, şarkı söylemek.

yırtıcı sf. 1. Beslenmek için başka hayvanları parçalayarak yiyen (hayvan). 2. mec. Kan dökmekten, insan öldürmekten zevk alan (kimse): "Uzun bir müddet insanın yırtıcı hayvanat cinsinden bir mahluk olduğunu ispat için bin bir dereden su getirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Tiz, yüksek (ses): "Bir sabah ev halkı, aşçı Şerife Hanım'ın yırtıcı çığlıklarıyla uyandı." -R. N. Güntekin. 4. mec. İş bitiren, mahir: "Buraların en çalışkan, en becerikli, en yırtıcı ve zengin adamıdır." -M. Ş. Esendal.

yırtıcı hayvan, yırtıcı kuş

yırtıcı hayvan is. zool Vahşi hayvan.

yırtıcı kuş w. zool. Ehlîleştirilmemiş vahşi kuşlara verilen genel ad.

yırtıcılar ç. is. zool. Örnek hayvanı kartal veya baykuş olan, pençeli, eğri gagalı, etobur kuşlar takımı.

gündüz yırtıcıları

yırtıcılık, -ğı is. Yırtıcı olma durumu: "Kaplana dönen Mustafa bu sefer büsbütün yırtıcılığı ile haykırdı." -A. Gündüz.

yırtık, -ğı sf 1. Yırtılmış olan: "Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi." -Ö. Seyfettin. 2. Eskimiş, parçalanmış. 3. Cırlak, tiz, keskin (ses): "Yırtık sesiyle çığlık çığlığa bağırıyor." -R. N. Güntekin. 4. mec. Utanması, çekinmesi olmayan: "Becerikli, yırtık bir kız değil ki, mağazalarda iş arasın, bulsun." -P. Safa. 5. is. Yırtılma sonucu oluşmuş yarık: Çorabın yırtığı.

yırtık pırtık, perdesi yırtık

yırtıkça.?/ (yırtı'kça) 1. Girişken, becerikli. 2. Hafifmeşrep, oynak, cazibeli: "Ufak tefek ama şimdiden elektriği öbürkülerden başka, yırtıkça bir kız var içlerinde." -H. Taner.

yırtıklık, -ğı is. 1. Yırtık olma durumu. 2. mec. Utanmazlık, çekinmezlik.

yırtık pırtık, -ğı sf Parça parça olmuş, eskiyip parçalanmış, eski püskü.

yırtılış is. Yırtılma işi veya biçimi: "Bu bakışı anmakla içinden gene aynı yırtılışı, aynı sökülüşü duyuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

yırtılma is. Yırtılmak işi: "Ben evrakı yırtılmaya hazır bir deste hâline getirince güçlükle söylendi." -R. H. Karay.

yırtılmak (nsz) 1. Yırtma işi yapılmak veya yırtma işine konu olmak: "Şapkası ezilmiş, ceketi yakasından ta omzuna kadar yırtılmış, yüzü gözü çizgiler, çürükler içinde." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Çekinmesi, sıkılması kalmamak.

yırtılmış sf. 1. Yırtık duruma gelmiş. 2. mec. Yırtık, utanmaz.

yırtılmıştık, -ğı is. Yırtılmış olma durumu: "Genç olmasına karşın belli bir pişkinliği, yırtılmışlığı vardı." -H. Taner.

yırtım is. Basma kumaş vb. dokuma.

yırtımcı is. Manifaturacı.

yırtımcılık, -ğı is. Yırtımcmın işi.

yırtınış is. Yırtınma İşi veya biçimi.

yırtınma is. Yırtınmak işi.

yırtınmak (nsz) 1. Parçalanırcasına bağırmak: "-Yahu size ne be- diye yırtınıyordu." -H. Taner. 2. Bir konuda kendini yoracak kadar çok uğraşmak.

yırtış is. Yırtma işi veya biçimi.

yırtlak, -ğı sf. hlk. Göz kuyruğu yırtılmış gibi açık duran (göz).

yırtma is. Yırtmak işi.

yırtmaç, -cı is. Çoğunlukla etek, paça veya kol yeninde, dikilmemiş uzunca açıklık.

yırtmaçlı sf. Yırtmacı olan: "Biraz evvel soyunan yolcu da iki yandan yırtmaçlı bir kısa gecelik gömleği altında..." -Y. K. Karaosmanoğlu.

yırtmaçsız sf. Yırtmacı olmayan.

yırtmak, -ar (-i) 1. Kâğıt, kumaş gibi bükülüp katlanan şeyleri parçalamak: "Yürürken sert bir şey paçamı yırttı, çepeçevre dikenli bir tel..." -F. R. Atay. 2. Vücudu kanatacak kadar derin çizmek: Kedi çocuğun elini yırttı. 3. Yok etmek, bastırmak. 4. Sağrısını mahmuzla yaralayarak binek hayvanını alıştırmak. 5. mec. Zorlamak: "Gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya efendim pürtelaş girdi." -R. H. Karay. 6. mec. Bir işi yapmaktan kurtulmak. 7. mec. Köşeyi dönmek.

yırttırma is. Yırttırmak işi.

yırttırmak (-i, -e) Yırtma işini yaptırmak.

yısa ünl. (yı'sa) ît. issa Birçok kişinin yaptığı işlerde gayret vermek için söylenen bir söz. yısa beraber! hep birlikte, (halatı) yısa etmek çekmek.

yısa yısa zf. hlk. Olsun olsun, en çok: Yısa yısa beş ton gelsin.

Yıva öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

yıvışık, -ğı sf. hlk. 1. Islak, kaygan, yapışkan. 2. mec. Yılışık.

yıvışıklık, -ğı is. Yıvışık olma durumu.

yıvışma is. Yıvışmak işi veya durumu.

yıvışmak (nsz) hlk. 1. Cıvık bir duruma gelmek, cıvıklaşmak. 2. mec. Teklifsiz ve laubali olmak: "Devlet adamı saygın kişiliğini böyle gösterir, yoksa sırıtıp yıvışıp dedikodu dergilerinin flaşlarına poz vererek değil." -H.Taner.

yıvış yıvış zf. Laubali bir biçimde.