ye Türk alfabesinin yirmi sekizinci harfinin adı, okunuşu.
yedek, -ği is. 1. Bir şeyin gereğinde kullanılmak için elde bulundurulan eşi, benzeri, asıl karşıtı. 2. Yularından çekilerek götürülen boş binek hayvanı. 3. Hayvanı yedeğe alan ip, yular. 4. ed. Redif. 5. sf. Gereğinde kullanılmak için fazladan bulundurulan, ayrılmış olan: Yedek kalem. Yedek anahtar, yedek (veya yedekte) çekmek akıntılı suda kayığı karadan iple çekmek, yedeğe almak (veya takmak) 1) bağlayarak ardından çekip götürmek: "Sonra otomobili yedeğe takıp götürdüler." -R. H. Karay. 2) destek verip yanında yürümek, yürümesine ve hareketine yardımcı olmak: "Bunlardan yürümeye mecali olmayan bazılarım erkekler iki taraflarından kollarına girmek suretiyle yedeğe almışlar." -R. N. Güntekin.
→ yedek akçe, yedek besinler, yedek lastik, yedek oyuncu, yedek parça, yedek subay, yedek teker
yedek akçe is. ileride doğacak gereksinim ve zararları karşılamak için kârdan ayrılan para, ihtiyat akçesi.
yedek besinler ç. is. Organizmanın sindirdikten sonra kullanmayıp depo ettiği karbonhidrat, yağ, protein vb. maddeler.
yedekçî is. 1. Bir hayvanı bir yedeğe alan kimse. 2. Akıntıya karşı kayığı iple karaya çeken kimse, kolancı: "... sandalların geçmesini bekleyen bir yedekçi onlara bir İp atar ve ucunu omzuna alıp yürüyerek kayıkları çekerdi." -A. Ş. Hisar. 3. muz. Türkü söyleyene eşlik eden kimse: "Türküler iki kişiyle söylendiğinde esas sese katılana yedekçi deniyor." -Âşık Veysel.
yedekçilik, -ği is. Yedekçi olma durumu, kolancılık.
yedek lastik, -ği is. Otomobillerde gerektiğinde kullanılmak üzere genellikle bagajda bulundurulan janta takılı lastik, yedek teker, stepne.
yedekleme is. Yedeklemek işi.
yedeklemek (-i) 1. Bir şeyin yedeğini sağlamak. 2. Yedekte çekmek, yedeğe almak.
yedekleşme is. Yedekleşmek işi veya durumu.
yedekleşmek (nsz, -e) Karşılıklı olarak yedeklik etmek.
yedekli is. ed. Halk edebiyatında yedeklerle yazılan manzume.
yedeklik, -ği is. Yedek olma durumu.
yedek oyuncu is. sp. Oyunculardan birinin herhangi bir sebeple takımdan çdcması gerektiğinde onun yerine oynayacak oyuncu, yardımcı oyuncu.
yedek parça is. Bir makinenin İşlemez duruma gelen bölümünün yerine konacak yeni parça.
yedek parçacı is. Yedek parça yapan veya satan kimse.
yedek parçacılık, -ği is. Yedek parçacının işi veya mesleği.
yedek subay is. ask. Askerliği meslek olarak seçmediği hâlde, yurt ödevi İçin kanunlara göre belli bir süre orduda subay olarak çalışan kimse: "Harbiye Mektebinde ilk talim gören yedek subaylar arasında idim." -F. R. Atay.
yedek subaylık, -ğı is. Yedek subay olma durumu.
yedekte zf. Yedek olarak.
yedek teker is. Yedek lastik.
yedi is. 1. Altıdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 7, VII rakamlarının adı. 3. sf. Altıdan bir artık: Yedi kalem, yedi iklim dört bucak her yer. yedi kat yerin dibine geçmek 1) çok güçlü olarak yere çakılmak; 2) fazlasıyla utanmak, mahcup olmak. yedi kubbeli hamam kurmak büyük hayaller peşinde koşmak.
→ yedialtmışbeşlik, yedi bela, yedi canlı, yedi düvel, yedi göbek, Yedihardeş, yedi kat el, yedi mahalle, yediden yetmişe
yedialtmışbeş is. bk. yedialtmışbeşlik.
yedialtmışbeşlik, -ği is. Namlusu 7,65 mm çapında olan bir tür tabanca.
yedi bela is. Çok şirret, geçimsiz, küstah kimse: "Adamın yedi bela gibi ortalığı kırıp geçirmesinden perişan oluyorlar." -Ç. Altan.
yedi canlı is. Ölüm sebebi olabilecek birçok olaylardan sağ çıkan kimse veya hayvan.
yedi cet, -ddi is. Yedi göbek.
yediden yetmişe zm. Herkes: "O sabah, yediden yetmişe bütün obayı aldılar götürdüler kasabaya, bastılar içeri." -Y. Kemal.
yedi düvel is. 1. Bütün devletler: Birinci Dünya Savaşı 'nda yedi düvel karşımıza çıkmıştı. 2. mec. Herkes, bütün dünya: "Yedi düvele karşı milletimizi temsil etme şerefine varmış bu seçme insanlar, emekli olunca birden unutulurlar." -H. Taner, yedi düvelle barışık herkesle iyi geçinen kimse.
yediemin is. (ye'diemv.n) Ar. yed + emin huk. Birden çok kişi arasında hukuki durumu çekişmeli olan bir malın, çekişme sonuçlanıncaya kadar emanet olarak bırakıldığı kimse.
yedigen is. 1. Yedi kenarlı çokgen. 2. sf. Bu biçimde olan.
Yedigir öz. is. astr. Büyükayı.
yedi göbek, -ği is. 1. Bir soyun bilinen en büyüğü. 2. Bütün soy sop, yedi cet.
yedi gömlek uzak sf Soyca veya yakınlık bakımından bir hayli uzak: "Ben onun yedi gömlek uzak adamlarından biriyim." -Ö. Seyfettin.
Yedikardeş öz. is. hlk. Büyükayı'yı oluşturan yedi yıldız.
yedi kat el is. Pek yabancı: "Köyün dışında yedi kat el gibi yaşıyor, herkese hakaretle bakıyor, pazara indiği zaman kendine verilen selamı bile almıyordu." -Ö. Seyfettin.
yediler ç. is. din b. Yedi kişilik evliya topluluğu.
→ üçler yediler kırklar
yedili sf. 1. Yedi parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden yedi tane bulunan. 2. is. İskambil gibi oyunlarda Üzerinde yedi işareti bulunan kâğıt. 3. is. ed. Divan edebiyatında her bendi yedi dizeden oluşmuş nazım birimi.
yedilik, -ği sf. Yedisi bir arada, yedi taneden oluşmuş, yedi tane alabilen: Yedilik cezve.
yedilme is. Yedilmek durumu.
yedilmek (nsz) hlk. Yedeğe alınarak götürülmek.
yedi mahalle zm. Herkes, bütün çevre: Yedi mahalle duydu.
yedinci sf. Yedi sayısının sıra sıfatı, sırada altıncıdan sonra gelen.
→ yedinci sanat
yedincilik, -ği is. Yedinci olma durumu.
yedinci sanat is. Sinema.
yedirilme is. Yedirilmek işi.
yedirilmek (nsz) Yedirme işi yapılmak.
yedirme is. 1. Yedirmek işi. 2. Yağ, kireç ve kendirden yapılan, su borularını birbirine tutturmaya yarayan macun.
yedirmek (-i, -e) 1. Yemesini sağlamak. 2. Ağzına yiyecek vermek, beslemek, karnını doyurmak: Çocuğu yedirmek. 3. Bir şeyi azar azar başka bîr şeyin içine karıştırarak belli olmayacak duruma getirmek: Yağı hamura yedirmek. 4. Bir fazlalığı herhangi bir biçimde kullanmak: Kumaşın fazlasını büzgüye yedirdi. 5. Nefis, namus, şan, kibir vb. kavramlarla kullanıldığında yakıştırmak, yaraştırmak. 6. mec. Bir kimseye rüşvet vermek.
yedişer sf. Yedi sayısının üleştirme biçimi, her birine yedi, her defasında yedisi bir arada olan.
yediveren sf. Yılda birkaç kez meyve veren veya çiçek açan (asma, gül vb).
yediz sf Bir doğumda dünyaya gelen yedi (kardeş).
yedme is. Yedmek işi.
yedmek, -er (-i) hlk. 1. Çekerek peşinden götürmek, yedeğinde götürmek. 2. mec. Yanında, beraberinde götürmek: "Burhan'ın kolu Ayşe'ye düşmesin diye sımsıkı sarılmış, yalnız bir arkadaş ve kardeş gibi değil, aynı zamanda bir sevgili rikkatiyle onu yediyordu."-R. E. Adıvar.
yegâh is. (yegâ:h) Far. ye-gâh müz. Klasik Türk müziğinde kaim re notası karşılığı sayılan makam.
→ sultaniyegâh
yegân ç. is. (yegâ:n) Far. yegân esk. Birler, tekler.
yegâne sf. (ye'gâ:ne) Far. yegâne Biricik, tek: "Yegâne emelim, kızımın bir hanımefendi olarak yetişmesidir." -A. İlhan.
yeğ sf. Bir başkasından daha çok beğenilip tercih edilen, üstün görülen, yeğrek, müreccah. yeğ tutmak bir şeyi diğerlerinden daha üstün ve uygun görüp ona yönelmek, yeğlemek, tercih etmek.
yeğen is. 1. Birine göre, kardeş, amca, hala, dayı veya teyzenin çocuğu: "Ama yeğeninin ona çeken tek yanı yoktur." -T. Buğra. 2. zool. Tüylü dişi deve ile tek hörgüçlü erkek devenin geriye melezlenmesiyle elde edilen bir deve türü.
yeğin sf. hlk. 1. Zorlu, katı, şiddetli. 2. mec. Baskın, üstün, iyi: "Karın kardeşten yeğindir. " -Atasözü.
yeğinleşme is. Yeğinleşmek işi.
yeğinleşmek (nsz) 1. Güç duruma gelmek, şiddetlenmek: Ben akıntıya kapılmamak için son gücümü harcarken gittikçe yeğinleşen bir rüzgâr çıktı. 2. mec. Üstün duruma gelmek.
yeğinlik, -ği is. 1. Yeğin olma durumu. 2. dbl. Bir ses çıkarılırken algılanan ve titreşimlerin genliğinden kaynaklanan özellik. 3. fiz. Bir etkinliğin veya bir gücün derecesi, şiddet: Bir akımın yeğinliği. Manyetik alanın yeğinliği. Bir ışık kaynağının yeğinliği.
yeğleme is. Yeğlemek işi, tercih.
yeğlemek (-i, -e) Diğerlerinden daha üstün görüp bir şeye yönelmek, yeğ tutmak, tercih etmek: Arkadaşlarının nüfuzlu yerlerde bulunmasına karşın o hep kenarda kalmayı yeğledi." -H. Taner.
yeğlenme is. Yeğlenmek işi.
yeğlenmek (nsz) Yeğ tutulmak.
yeğlik, -ği is. Bir şeyin, başkalarından üstün sayılması, rüçhan.
yeğni sf. hlk. 1. Ağır olmayan, hafif. 2. mec. Ciddi olmayan.
yeğnilemek (-i) hlk. Önemsememek, hafifsemek.
yeğnilik, -ği is. Hafiflik.
yeğnilme is. Yeğnilmek işi veya durumu.
yeğnilmek (nsz) hlk. Hafiflemek.
yeğniltme is. Hafifletmek işi.
yeğniltmek (-i) hlk. Hafif duruma getirmek, hafifletmek.
yeğniseme is. Hafifseme.
yeğnisemek (-i) hlk. Hafifsemek.
yeğrek, -ği sf hlk. Yeğ.
yeis is. Ar. ye 's Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü: "Seni bu derece derin bir ıstıraba, karanlık bir yeise düşüren şey nedir?" -H. C. Yalçın, yeis duymak üzüntü çekmek, kahrolmak: "Bu kelimeyi işitince derin bir yeis, anlatılmaz bir elem duyarım." -Ö. Seyfettin, yeise bürünmek umutsuz, üzüntülü olmak: "Omuzları bir ihtiyar gibi çökmüş, sesi yeise bürünmüş, kendi kendine söyleniyordu." -H. E. Adıvar. yeise kapılmak çok üzülmek: "Şimdi bu ümidin boşa çıktığım anlayınca birden yeise kapıldı." -R.H.Karay.
yek sf. Far. yek Bir, tek.
→ yekdiğeri, yeknesak, yekpare, yekvücut, ciharıyek, düyek, hepyek, pencüyek, şeşyek, yeke yek
yekdiğeri zm. (ye'kdiğeri) esk. Birbiri, ötekisi.
yeke is. Yun. den. Kayıkta dümeni kullanmak için dümenin baş tarafına takılan kol.
yeke yek zf Teke tek.
yekine yekine zf. Çabalaya çabalaya, zorlaya zorlaya.
yekiniş is. Yekinme işi veya biçimi.
yekinme is. Yekinmek işi.
yekinmek (nsz) hlk. 1. Davranmak, olduğu yerden fırlamak, ayağa kalkmak, kalkmak için hareket etmek, kımıldamak: "Nihayet içlerinden biri yekindi, okumakta devam etti, ötekiler sustular." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Gereğinden fazla gayret sarf etmek.
→ yekine yekine
yekin yekin zf. Ansızın.
yeknesak sf. Far. yek + Ar. nesak esk. Tekdüze.
yeknesaklık, -ğı is. Tekdüzelik.
yekpare sf. (yekpa:re) Far. yek + pare 1. Bir parçadan oluşan, tek parça, bütün: "Pencerelerin karşı duvarı yerden tavana kadar yekpare aynayla örtülüydü." -C. Uçuk. 2. zf Tek parça olarak, bütün olarak: "Tarih, yekpare görülecek, topyekûn sevilecek yahut da nefret edilecek bir şey değildir." -Y. K. Beyatlı.
yeksan sf. (yeksa:n) Far. yeksan esk. 1. Düz. 2. Bir, aynı düzeyde, eşit.
yekta sf. (yekta:) Far. yekta esk. Tek, eşsiz.
yekten zf (ye'kten) 1. Birden, birdenbire: "Sabunlu elleriyle kapıyı açıp da kâhya kadın, selam sabahtan evvel, yekten ona, Rabia'yı niçin Öğleden sonra dersten alıkoyduğunu sorunca şaşırdı." -H. E. Adıvar. 2. Durup dururken.
yekûn is. (yekû:n) Ar. yekûn mat. Toplam: "Etraftaki hurmalıkta oturan taşralı halkın yekûnu da dört, beş bin kişiyi bulur." -F. R. Atay. yekûn çekmek konuşmaya son vermek.
→ ceman yekûn, topyekûn
yekvücut, -du is. (-ru:du) T. yek + Ar. vucüd 1. Birlik. 2. zf Hep birlikte, yekvücut olmak birleşmek, tek bir yürek olmak.
yel is. 1. Havanın yer değiştirmesinden oluşan esinti, rüzgâr. 2. hlk. Romatizma ağrısı. 3. hlk. Kalın bağırsaktaki gaz. yel gibi hızla: "Yel gibi gelen sel gibi gider." -Atasözü, yel üfürdü, sel (veya su) götürdü ortadan yok oluveren ve yok oluşunun sebebi bilinmeyen mal için söylenen bir söz. yel vermek rüzgârı veya havayı herhangi bir şeyin üzerine yöneltmek, yele vermek savurmak, boşuna harcamak.
→ yel değirmem, yelkesen, yelkıran, yelkovan, yelölçer, yel yepelek, yel yeperek, yelyutan, ak yet, akça yel, boz yel, kaba yel, kara yel, kızıl yel, yıldız kara yel, akşam yeli, deniz yeli, gün yeli, kara yeli, sabah yeli, samyeli, seher yeli, tan yeli, yıldız, yeli
yel değirmeni is. Rüzgâr gücüyle çalışan değirmen.
yeldirme is. 1. Kadınların çarşaf yerine kullandıkları, baş örtüsü ile birlikte giyilen hafif üstlük: "Karısının zarif bir yeldirmesi, başında ipekten ince bir örtüsü olacaktı." -H. Z. Uşaklıgil. 2. İki veya daha çok uskumru ağının eklenmesiyle yapılan uzun ağ. 3. hlk. Yeldirmek işi.
yeldirmek (-e) hlk. Aceleyle koşturmak, koşuşturmak: "Yeldir elek, yeldir saç, elim hamur, karnım aç." -Atasözü.
yeldirmeli sf Yeldirmesi olan: "Her sarsıntıda, Önümdeki yeldirmeli kadın şikâyet ediyor. " -B. Felek.
yeldirmesiz sf. Yeldirmesi olmayan.
yele is. 1. At, aslan vb. hayvanların ensesinde veya boynunda bulunan uzun kıllar: "O aslan yelesine benzer saçlar şimdi süt beyaz olmuş." -H. Taner. 2. Balıklarda sırt yüzgeci.
yeleç, -ci sf hlk. Havadar.
yelek, -ği is. 1. Ceket altına giyilen kolsuz ve kısa giysi: "Sağ elini yelek cebine attı." -Ö. Seyfettin. 2. Okun yay kirişine takılan bölümündeki tüy: Ok yeleği. 3. hlk. Kuş kanadının büyük tüyü, telek.
→ çelik yelek, bağır yeleği, can yeleği, cankurtaran yeleği, ikaz yeleği
yeleken sf. hlk. Havadar.
yelekleme is. Yeleklemek İşi veya durumu.
yeleklemek (-i) Okun kuyruğuna tüy takmak.
yeleklenme is. Yeleklenmek işi veya durumu.
yeleklenmek (nsz) hlk. Kanatlanmak, kanat açmak.
yelelenme is. Yelelenmek İşi veya durumu.
yelelenmek (-i) Saç hafif hafif dalgalanmak: "Atatürk'ün normal zamanlarda insana okşamak arzusunu veren ipek gibi saçları birdenbire yelelenirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yeleli sf. Yelesi olan (hayvan).
→ yeleli kurt
yeleli kurt, -du is. hlk. Sırtlan.
yeleme sf. hlk. Havai.
yelengeç, -ci sf Kabuğu kendi kendine çatlayıp soyulan (ağaç).
yelin is. hlk. İnek, manda, koyun vb. hayvanlarda memenin süt toplanan bölümü.
yelken is. den. 1. Rüzgâr gücünden yararlanarak geniş bir yüzey oluşturacak biçimde yan yana dikilen ve teknenin direğine uygun bir biçimde takılarak onu hareket ettiren kumaş veya şeritlerin tümü: "Rıhtıma kurumak üzere yelkenler serilmişti." -S. F. Abasıyanık. 2. Yelkenli: Yelken yarışları, yelken açmak yola çıkmak için hareket etmek: "Kayıkçı yelkeni açmak için ilkin direği yerine oturtmalıdır." -S. Birsel, yelken basmak yola çıkmak, hareket etmek, yelken dikmek tekneye yelken takmak, yelkenleri suya indirmek direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini benimsemek, kabul etmek: "Ben böyle çıkışınca ister istemez yelkenleri suya indiriyorlardı." -R. N. Güntekin.
→ yelken balığı, yelken bezi, yelken gemisi, yelken gönderi, yelken iğnesi, yelken yarışı, gabya yelkeni, Latin yelkeni
yelken balığı is. zool. Pasifik okyanuslarının sıcak bölgelerinde yaşayan, birinci sırt yüzgeci yelkeni andıran bir balık.
yelken bezi is. Yelken yapmaya yarar kalın bez.
yelkenci is. 1. Yelken diken kimse. 2. Yelkenleri açma, indirme, toplama vb. işlerde çalışan gemici.
yelkencilik, -ği is. Teknelerle yapılan gezi, spor ve yarışmalar.
yelken gemisi is. Rüzgârın şişirdiği yelkenlerin yardımıyla yol alan gemi.
yelken gönderi is. Yelkenlerin çekildiği direk.
yelken iğnesi is. Yelkenleri birbirine tutturmaya yarayan alet.
yelkenleme is. Yelkenlemek işi.
yelkenlemek (nsz) argo 1. Yelken açıp yola çıkmak. 2. Kaçıp gitmek. 3. İnsan, akli dengesini az veya çok yitirmek.
yelkenli is. Yelkeni olan, yelkenle giden deniz veya göl taşıtı, yelken: "... bazı yelkenliler kahraman edalarıyla gelir, yalıların rıhtımlarına yanaşarak..."' -A. Ş. Hisar.
→ yelkenli gemi
yelkenli gemi is. Yelkenle yürütülen gemi.
yelken yarışı is. Yelkenli tekneler arasında yapılan yarışma.
yelkesen sf. sp. Yarışlarda, rüzgârın etkisinden korunmak için öne takılan siperlik, yelkıran, rüzgârlık.
yelkıran is. Yelkesen.
yelkovan is. 1. Saatin, dakikaları gösteren ve akrepten daha uzun olan İbresi: "Rengi kararmış bir saat; ne yelkovanı var, ne akrebi. " -S. M. Alus. 2. Yelin yönünü göstermek için dik bir eksene geçirilen türlü biçimlerde, hafif levha. 3. zool. Yelkovangillerden, kanatları sivri, siyahımsı veya kül rengi gövdeli bir deniz kuşu (Puffınus): "Şu ada senin bu ada benim / Yelkovan kuşlarının peşi sıra." -O. V. Kanık.
yelkovangiller ç. is. zool. Kuşlar sınıfının, fırtına kuşları takımından bir familya.
yelleme is. Yellemek işi.
yellemek (-i) Körükle, yelpaze ile veya başka bir araçla rüzgâr yapmak.
yellenme is. Yellenmek işi.
yellenmek (nsz) 1. Körük, yelpaze vb. araçların yaptığı yelin etkisinde kalmak. 2. Kalın bağırsaktaki gazı çıkarmak, osurmak.
yelli sf. 1. Yeli çok olan, rüzgârlı: Yelli bir tepe. 2. Çok yellenen. 3. mec. İşveli, fıkırdak.
yellim yelalim zf. (yellim yela: Um) hlk. Çabucak.
yellim yepelek zf. Yel yeperek.
yelloz sf Ahlaksız, hafifmeşrep, şıllık (kadın): "Gülsüm adında, suratsız, yelloz bir kız bulmuştu." -E. E. Talu.
yelme is. Yelmek işi.
yelmek (-e) hlk. Aceleyle, telaşla koşmak.
yelölçer is. Rüzgârın veya gaz durumundaki akışkanların akış hızını ölçmeye yarayan aygıt, anemometre.
yelpaze is. (yelpaıze) 1. Sallandığında küçük bir hava akımı yapan ve özellikle yüzü serinletmeye yarayan, küçük, katlanabilir, taşınabilir araç: Sarayında olduğu gibi başının üzerinde uzun saplı yelpazelerin serinletici nazik havasım istermiş." -R. H. Karay. 2. sf. Bu biçimde olan: Yelpaze merdiven. 3. mec. Çeşitlilik.
→ dümen yelpazesi, tavukyelpazesi, ürün yelpazesi
yelpazeleme is. Yelpazelemek işi veya durumu: "Meltemler tanrısı aşka gelip bu yeni varlığı yelpazelemeye koyuldu." -Halikarnas Balıkçısı.
yelpazelemek (-i) Yelpaze veya bir başka nesne ile yel yapmak: "... dükkânın önünde mangalı yelpazeliyor." -A. Gündüz.
yelpazelenme is. Yelpazelenmek işi veya durumu.
yelpazelenmek (nsz) Kendini yelpaze ile serinletmek.
yelpik, -ği is. hlk. Nefes darlığı.
yelpirdeme is. Yelpirdemek işi veya durumu.
yelpirdemek (nsz) Kımıldamak, hafif sallanmak: "Meşe yaprağı gibi yelpirdedim." -F. Celalettin.
yelseme is. Yelsemek işi veya durumu.
yelsemek (nsz) Hava alarak bozulmak, bayatlamak.
yeltek, -ği sf. Hercai.
yelteniş is. Yeltenme işi veya biçimi: "Onu taklide yeltenişlerin üzerine, tam beni mektebe götürüp getirmeye başladığı..." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yeltenme is. Yeltenmek işi veya durumu.
yeltenmek (-e) Yapamayacağı bir İşe girişmek, özenmek, heves etmek, meyletmek: "Bu cehaletinizi bilmeden muharrirliğe yelteniyorsunuz." -H. R. Gürpınar.
yelve is. zool. Flurya.
→ sarıyelve, su yelvesi
yel yepelek zf. Yel yeperek: "Birdenbire genel sekreterin yel yepelek odadan içeriye girdiğini gördüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yel yeperek zf. Çok acele, telaşla, bilinçsizce (koşuşturmak), yel yepelek, yel yeperek yelken kürek aceleyle, telaşla: "Kızım çıldırdın mı? Böyle yel yeperek, yelken kürek, sağını solunu görmeden nereye gidiyorsun?" -H.R. Gürpınar.
yelyutan is. hlk. Atlarda hava yutmanın yol açtığı bir hastalık.
yem is. 1. Hayvan yiyeceği. 2. Kuş ve balık tutmak için tuzağa bırakılan, oltaya takılan yiyecek veya yiyecek görüntüsündeki nesne: "İtina ile iğneye yemi taktı." -S. F. Abasıyanık. 3. Ağızotu. 4. mec. Birini aldatabilmek için hazırlanmış düzen, kullanılan kimse veya şey. yem dökmek (veya koymak) 1) avlanılacak hayvanları bir yere çekmek için yiyecek dökmek; 2) mec. aldatabilmek için inanç verici davranışta bulunmak. yem istemez, su istemez elde tutulması hiçbir külfet getirmez, yem kesmek hayvan yem, saman yemek, yem kestirmek yolda durup hayvanlara yem yedirmek, yem olmak 1) herhangi bir hayvan tarafından yenilmek; 2) mec. birinin tuzağına düşmek.
→ yem borusu, yem torbası, yem verimi, ak yem, balast yem, kesif yem, balık yemi, bitiriş yemi, kuşyemi, kuş yemi, papağanyemi, silo yemi, tahliyemi
yem borusu is. 1. ask. Askerlikte hayvanlara yem verme saatinin geldiğini bildirmek için çalınan boru. 2. mec. Oyalayıcı, aldatıcı söz: "Fakat o, pek seviniyor gibi görünmedi, terbiyeli bir tavırla inanma beyim, yem borusudur bu, şekeri bulsa kendisi yer, dedi. " -R. N. Güntekin.
yemci is. Yem satan kimse.
yemcilik, -ği is. Yemci olma durumu.
yeme is. 1. Yemek işi: "Herkes yemeye ekmek bulamazken onlar rahat geçiniyorlardı." -M. Ş. Esendal. 2. Yiyecek: Bu ay yeme masrafımız çok oldu.
→ yeme içme
yeme içme is. Türlü yiyecek ve içeceklerle beslenme.
yemek, -ği (I) is. 1. Yemek yeme, karın doyurma işi: "Yemekten sonra gocuğuna sarar yatırırdı beni." -N. Cumalı. 2. Yenmek için pişirilip hazırlanmış yiyecek, aş, taam. 3. Günün belli saatlerinde yenilen besin: "Yemek ya kahvaltıda ya da yemekte yenir. Arada bir şey yenmez," -H. Taner. 4. Konuklara yiyecek verilerek yapılan ağırlama: "Pek protokolcü olduğu için yemek sessiz geçiyordu." -F. R. Atay. yemek çıkarmak ağırlamak için yemek sunmak, yemek seçmek bazı yemekleri sevmemek, yemek vermek konukları yemeğe çağırmak, yemek yemek karın doyurmak: "Yemek yerken içtiğim iki şişe su, bir ter seli hâlinde ensemden boynuma doğru akıyordu." -E. Bener.
→ yemekaltı, yemek borusu, yemek dolabı, yemek duası, yemekhane, yemek hizmeti, yemek listesi, yemek masası, yemek odası, yemek salonu, yemek tablası, alaminüt yemek, başyemek, hazır yemek, seçmeli yemek, seçmesiz yemek, ev yemeği, güveyi yemeği, iftar yemeği, kuşluk yemeği, orospu yemeği, öğle yemeği, ölü yemeği, sahur yemeği
yemek (II) (-i) 1. Ağızda çiğneyerek yutmak: "Adam o kadar çabuk yiyor ki, hizmetçi ekmek yetiştiremiyor." -B. Felek. 2. Aşındırmak, kemirmek, oymak, delmek: "Necla onun böyle kendinden geçercesine çalıştığını gördükçe üzüntüden tırnaklarını yiyor." -H. Taner. 3. Isırmak: Sivrisinekler çocuğun kollarını yemiş. 4. Batmak, çizmek, kaşındırmak, dalamak. 5. Hoşa gitmeyen kötü bir duruma uğramak, tutulmak: "Kendini topladı ama, fena yerinden gagayı yedi sanırım... " -M. Ş. Esendal. 6. Hakkı olmayan ve kendisine yasak edilmiş bulunan bir şeyi kabul etmek: Haram yemek. Rüşvet yemek. 7. Harcamak, tüketmek, bitirmek: "Mirası sen yedin, zahmeti ben çekiyorum, diye latife ediyordu." -M. Ş. Esendal. 8. Yasal yoldan cezalandırılmak. 9. Birine alacağını vermemek, Ödememek: Bu adam benim yüz bin liramı yedi. 10. Başkasının parasını harcamak: Dalkavuklar çok parasını yemişler. 11. Harcanmak, kullanılmak, sarf edilmek: Yapımına başlanan bu yapı günde 5 ton çimento yiyor. 12. Sürekli üzmek, tedirgin etmek: Bu dert beni yiyor. 13. mec. Gücünü kırmak, perişan etmek, mahvetmek, ye kürküm ye! gösterilen saygının kişiliğe değil, giyim kuşam düzgünlüğüne olduğunu belirtmek için kullanılan bir söz. yediği naneye bak! yaptığı yersiz, uygunsuz İşe bakın: "Yediği naneye bak! Hanımın kocası uyanmasın diye gelip beni uyandırıyor." -M. Ş. Esendal. yediği önünde, yemediği ardında bolluk, refah içinde yaşayanlar için kullanılan bir söz. yedirip içirmek beslemek. yeme de yanında yat! çok lezzetli veya çok hoş. yemeden İçmeden vakit geçirmeden, hemen: Yemeden içmeden gitmiş, benim söylediklerimi yetiştirmiş, yemeden içmeden kesilmek bir üzüntü veya heyecan sebebiyle yiyemez, içemez duruma gelmek, iştahı kesilmek, yenir yutulur gibi değil yenilir yutulur şey değil, yiyip bitirmek 1) tüketmek; 2) onmaz duruma getirmek, yıkımına sebep olmak; 3) sürekli olarak tedirgin etmek, üzmek, hırpalamak: "İçinde çarpışan bu iki zıt kuvvetten hangisine tabi olacağını bir türlü kestiremiyor, kendi kendini yiyip bitiriyordu." -H. Taner, yiyip içmek karın doyurmak, beslenmek.
→ mirasyedi, ot yiyenler, balyemez, etyemez, hüryemez, varyemez
yemekaltı is. Yemek Öncesi yenilen ve içilen hafif yiyecek ve içecek.
yemek borusu is. 1. onat. Besinleri ağızdan mideye ulaştıran kasla çevrili zarsı kanal. 2. ask. Yemek vaktini bildirmek için çalınan boru.
yemekçilik, -ği is. Çalışanları, üyeleri, öğrencileri, işçileri çok olan kuruluşlara yemek yapıp satma işi.
yemek dolabı is. Yemeğin saklandığı dolap.
yemek duası is. Yemek yedikten sonra Allah'a şükretmek için edilen dua.
yemekhane is. (yemekhame) T. yemek + Far. hâne Okul, fabrika vb. kuruluşlarda yemek yenilen büyük salon.
yemek hizmeti is. Yemeğin hazırlanması, dağıtılması görevi.
yemekli sf. 1. Yemek de yenilen: Yemekli nişan. 2. Yemek de verilen: Yemekli pansiyon.
→ yemekli vagon
yemeklik, -ği sf. 1. Yemek yapmakta kullanılan: Yemeklik zeytinyağı. 2, Yemek için ayrılan: Yemeklik buğday. 3. is. Yiyecek şey, yiyecek maddesi.
yemek listesi is. Yemek yenilecek yerlerde mevcut yemekleri gösteren liste.
yemekli vagon is. Trenlerde yolculara yemek servisi yapılan vagon.
yemek masası is. Üzerinde yemek yemek amacıyla kullanılan masa.
yemek odası is. Yemek yenilen oda, yemek salonu, salamanje.
yemek salonu is. Yemek odası: "Apartman kapısından içeriye girince küçük bir yemek salonu göze çarpıyordu." -S. F. Abasıyanık.
yemeksiz sf. 1. Yemek verilmeyen: Yemeksiz pansiyon. 2. Yemeği olmayan.
yemek tablası is. Büyük konaklarda yemekleri taşımaya yarayan büyük tahta tepsi.
Yemen Öz. is. "Uzak yerlerde uzun süre dolaşmak zorunda kalan" anlamındaki Yemen ellerinde Veysel Karani deyiminde geçen bir söz.
yemeni is. Ar. yemeni 1. Kalıpla basılıp elle boyanan, kadınların başlarına bağladıkları tülbent: "Genç güzel aşçı kadının dört örgülü uzun saçları siyah bir yemeni ile örtülüydü. " -A. Gündüz. 2. esk. Bir tür hafif ve kaba ayakkabı: "Hacı, ayağından yemenisini çıkardı, arabadan uzattı." -M. Ş. Esendal.
yemenici is. Yemeni yapan veya satan kimse: "Mektepli yemeniciye davulun üstünden yirmi beş kuruşu göstererek..." -S. F. Abasıyanık.
yemenicilik, -ği is. 1. Yemeni yapma işi. 2. Yemeni alıp satma işi.
yemenili sf. 1. Yemenisi olan: "Başı yemenili, cılız bir kız çocuğu kahvelerden birine girdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yemeni takmış olan.
Yemenli Öz. is. (ye'menli) Yemen halkından olan kimse.
yemin is. (-mi:ni) Ar. yemin Ant. yemin etmek ant İçmek: "Kendi kendime yemin ediyorum ki, burası hiçbir zaman meskûn değildi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. yemin etsem başım ağrımaz "gerçek olduğuna hiç korkmadan yemin ederim" anlamında kullanılan bir söz. yemin içmek hlk ant içmek. yemin verdirmek ant içirmek, yemin vermek ant vermek, yemini basmak çabuk ve kuvvetli olarak yemin etmek: "Her akşam, beş paralık alışveriş etmedim, diye yemini basar." -H. E. Adıvar.
→ yemin billah, yemin kasem, yemin töreni
yemin billah is. Tanrı'nın adını anarak edilen yemin sözü: "Bir safdil hanımefendi kızıma iyi bir koca bulduğunu yemin billah anlattı. " -A. Gündüz, yemin billah etmek hlk. Tanrı adını anarak ant içmek: "Bir yandan inliyor, bir yandan da yemin billahlar ediyordur." S. Birsel.
yemin kasem is. Yemin sözü: "Hâlbuki seni haberdar etmeden gelmeyeceğine dair yemin kasem söz vermişti bana." -A. İlhan.
yeminli sf. Yemin ederek bir açıklamada bulunan: Yeminli tanık.
yeminsiz sf. Yemine dayanmayan: "Bu dört kelimelik yeminsiz, şahitsiz cevap onun için yeter." -Y. Z. Ortaç.
yemin töreni is. Güvenlik görevlilerinin, askerlerin veya bir makama seçilenlerin göreve başlamadan önce edecekleri yemin için düzenlenen tören: "Bir süre önce Meclisteki yemin töreninin başım izlemiştim." -N. Eray.
yemiş is. 1. Bitkilerde, döllenme sonunda çiçeği meyve yapraklarından oluşan ve tohumu taşıyan organ, meyve: "Ben biraz zeytin, biraz salata, biraz patates, biraz da yemişle doyarım." -B. Felek. 2. hlk. İncir.
→ karayemiş, kocayemiş, kuru yemiş, keçi yemişi
yemişçi is. Yemiş satan kimse: "Yemişçiler dükkânlarını meyvelerle süslüyarlar." -S. F. Abasıyanık.
→ kuru yemişçi
yemişçil sf. Yemişle beslenen.
yemişçilik, -ği is. Yemişçi olma durumu.
yemişen is. bot. Gülgillerden, meyvesi elmaya benzeyen, yapraklan kısa saplı, yumurtamsı biçimde ve kenarlan dişli olan, dikenli bir bitki.
yemişlenme is. Yemîşlenmek işi veya durumu.
yemîşlenmek (nsz) Ağaçlar meyve vermek.
yemişli sf. Yemişi olan, meyve veren: Yemişli ağaç.
yemişlik, -ği is. 1. Yemiş veren ağaçlan olan bahçe. 2. Yemiş konulan, saklanan yer. 3. Yemiş tabağı. 4. hlk. İncirlik.
yemleme is. 1. Yemlemek işi. 2. Tuzağa veya oltaya takılan yem. 3. mec. Bir kimseyi elde edecek, kandıracak biçimde davranma: "Hacı Ömer, beni bir kere de bir söz rüşveti ile yemlemeye çalıştı." -R. N. Güntekîn. 4. esk. Ağızotu.
yemlemek (-i) 1. Hayvana yem vermek, beslemek. 2. Yem takmak: "Paraketelerimizi yemledik, çekidüzen verdik..." -Halikamas Balıkçısı. 3. mec. Bîr kimseyi elde edecek, kandıracak biçimde davranmak: "Harcadığım zamana ve çabaya karşılık elime tek kuruş geçmediği gibi, Kâmil Bey'i yemleyebilmek için bir yığın da masrafa girmiştim." -S. Dölek. 4. esk. Toplara ağızotu koymak.
yemlenme is. Yemlenmek işi.
yemlenmek (nsz) 1. Yemleme işi yapılmak. 2. tkz. Para harcamadan bir başkasından geçinmek: "Fakat asıl tasarladığı şey sadece ziyafetlerde yemlenmek." -R. H. Karay.
yemlik, -ği is. 1. Hayvanlara yem verilen yer veya kap: "Bir avuç arpa fazla atar yemliğine, bir kamçı eksik vurur." -A. Sayar. 2. sf. Yem için aynlan: Yemlik ot. 3. mec. Rüşvet, arpalık. 4. mec. Karşılıksız geçim sağlanan yer veya kimse. 5. argo Kumarda kandınlıp parası alınan kimse.
→ yemlik arpa
yemlik arpa is. Hayvanlara yiyecek olarak verilen arpa türü.
yemlikli sf Yemliği olan: "Şu gördüğün yer için her ne söylesen caiz / Ahırdan farkı o yemliklidir bu yemliksiz." -M. A. Ersoy.
yemliksiz sf. Yemliği olmayan.
yem torbası is. İçine yem konularak hayvanların yem yemesi için başına takılan torba: "Arabanın içinde yem torbasından başka bir şey yok."-M. Ş. Esendal.
yem verimi is. Belirli genişlikteki bir alanın, belirli bir süre içerisinde ürettiği yeşil ot, doğal veya yapay şekilde kurutulmuş kuru ot veya kuru madde miktan.
yemyeşil sf. (ye'myeşil) Her yanı yeşil, çok yeşil.
yen (I) is. 1. Giysi kolu: "Yalnız ellerim yıkadı, ktırıdadt, yenlerini indirdi." -Ö. Seyfettin. 2. bot. Yılanyastığıgiller, muzgiller vb. bitki familyalarında, çiçeklerin üzerinde bir örtü gibi duran ve çoğu renkli olan bir çiçek yaprağı.
yen (II) is. İng. yen Japon para birimi.
yenge is. (ye'nge) 1. Bir kimsenin kardeşinin, dayısının veya amcasının kansı. 2. Bir erkeğin kendi kansından söz ederken kullandığı ad: "Biz şimdi yenge ile bir Köroğlu bir Ayvaz." -R. N. Güntekin. 3. ünl tkz. Kadınlar için söylenen bir seslenme sözü. 4. hlk. Düğünde geline kılavuzluk eden kadın. yengen olur! argo bayanla yakın ilişkisi olduğunu ima etmek için kullanılan söz.
yengeç, -ci is. zool. Eklem bacaklılardan, kabuklu, birinci ayak çifti iki kıskaç olarak gelişmiş, eti için avlanan, suda yaşayan bir böcek, yengeç gibi yan yan yürüyen (kimseler).
Yengeç öz. is. astr. Zodyak üzerinde İkizler ve Aslan arasında bulunan burcun adı, Seretan.
→ Yengeç dönencesi
Yengeç dönencesi is. astr. ve coğ. Güneşin gökyüzündeki yıllık hareketinde kuzeyden güneye dönüş yaptığı, Ekvator'a göre açısal uzaklığı 23° 27' olan yer, yaz dönencesi.
yengeçvarî zf. T. yengeç + Far. -vâri Yengeç yürüyüşüne benzer; "Bacaklarım yanlarına atar gibi yengeçvarî yürümeye başladı." -Ö. Seyfettin.
yengelik, -ği is. Yenge olma durumu. yengen is. 1. Yemesi hoş nesne. 2. İçine peynir ve sucuk konularak hazırlanan tost.
yengi is. Yenme işi, utku, zafer, galibiyet, galebe.
yeni sf. 1. Kullanılmamış olan, eski karşıtı: Yeni giysi. Yeni ayakkabı. 2. Oluş veya çıkışından berî çok zaman geçmemiş olan: Yeni haber. Yeni moda. 3. En son edinilen: Yeni eve taşındık. 4. İşe henüz başlamış: Yeni öğrenci. Yeni asker. 5. O güne kadar söylenmemiş, görülmemiş, gösterilmemiş, düşünülmemiş olan: Yeni bir buluş. Yeni bir düşünce. 6. Tanınmayan, bilinmeyen: Yeni imzalara rastlıyoruz. 7. Daha öncekilerden farklı olan: Yeni ihtiyaçlarımız var. 8. zf. Biraz önce, çok zaman geçmeden: "Yeni tanıştığım orman uzmanları çok nazik ve kibar insanlardı." -Ç. Altan.
→ yeni ay, yenibahar, yeni baştan, Yeni Çağ, yeniçeri, yenidünya, Yeni Dünya, yeni Eflatuncu, yeni eleştirici, yeni gerçekçi, Yeni Gineli, yeni gümüş, yeni izlenimci, yeni sene, yeni Türk harfleri, yeni yazı, yeni yeni, yeni yetme, yeni yıl
yeni ay is. Hilal.
yenibahar is. bot. 1. Mersingillerden, Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen bir bitki (Pimenta officinalis). 2. Bu bitkinin olgunlaştıktan sonra kurutulup bahar olarak kullanılan meyvesi.
yeni baştan zf. Baştan başlayarak, yeniden.
yenice sf. 1. Oldukça yeni. 2. zf (yeni'ce) Yakın günlerde: "Avrupa'da hukuk tahsil etmiş, yenice mebus intihap edilmiş gençlerden biri söz istedi." -M. Ş. Esendal.
yenici (I) sf. Yenen, üstün gelen, mağlup eden.
yenici (II) sf. Yenilik yanlısı, yeniliği tutan.
yenicilik, -ği is. Yenici olma durumu.
Yeni Çağ is. tar. Orta Çağın bitiminden (1453 veya 1492'den) Fransız İhtilali'ne (1789) kadar süren çağ.
yeniçeri is. (yenî'çeri) tar. 1. Orhan Gazi tarafından Yeniçeri Ocağı adıyla 1362'de kurulan, İkinci Mahmut zamanında 1826'da Nizamıcedit adındaki asker ocağının kurulmasıyla ortadan kaldırılan Osmanlı İmparatorluğunun piyade asker sınıfı. 2. Bu asker sınıfından olan er.
→ yeniçeri ağası, Yeniçeri Ocağı
yeniçeri ağası is. tar. Yeniçeri Ocağının en yüksek subayı ve komutam.
yeniçerilik, -ği is. 1. Yeniçeri olma durumu, yeniçeri askerliği. 2. Yeniçeri asker kuruluşunun olduğu devir. 3. Yeniçeri askerî kuruluşu: Yeniçerilik 1826 tarikinde kaldırılmış.
Yeniçeri Ocağı is. tar. Yeniçeri askerinin küçükten yetiştirildiği askeri kuruluş.
yeniden zf (ye'niden) Gene, yine, bîr daha, tekrar: "Yemekhaneye indiğim zaman gönül bulantılarım yeniden teperdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ yeniden kurma, yeniden tasarımlama, yeniden yapılanma, yeniden yeniye
yeniden kurma is. Yeniden yapma.
yeniden tasarımlama is. Bir tasarımı yeniden gözden geçirme.
yeniden yapılanma is. Bir kurum, kuruluş veya İşletme personel ve çalışma düzeni bakımından yeni bir yapıya kavuşma.
yeniden yeniye zf. Çok yakın bir süreden beri, çok yakın geçmişte: Bu gibi kitaplar bizde yeniden yeniye çıkmaya başladı.
yenidünya is. 1. bot. Gülgillerden, Akdeniz çevresinde yetişen, büyük, pürüzsüz ve sert yapraklı bir ağaç (Eriobohya Japonica). 2. bot. Bu ağacın erik büyüklüğünde, iri çekirdekli, san renkli, sulu ve mayhoş meyvesi, Malta eriği. 3. Renkli veya sırlı sırçadan yapılan, süs olarak asılan top. 4. Orta oyununda ev dekoru olarak kullanılan kafes biçiminde karavan.
Yeni Dünya öz. is. Amerika ana karası.
→ Yeni Dünya aslanı
Yeni Dünya aslanı is. zool. Puma.
yeni Eflatuncu is. Yeni Eflatunculuk yanlısı olan kimse.
yeni Eflatunculuk, -ğu is. fel. İskenderiye'de milattan sonra III. yüzyılda ortaya çıkan ve VII. yüzyıla kadar okullarda okutulan felsefe öğretisi, neoplatonizm.
yeni eleştirici is. Yeni eleştiricilik yanlısı olan kimse.
yeni eleştiricilik, -ği is. Kant sistemine göre eleştiriyi yeni boyutta değerlendiren akım.
yeni gerçekçi is. Yeni gerçekçilik yanlısı olan kimse.
yeni gerçekçilik, -ği is. Eşyanın gerçeğini ışık ve gölgeden yoksun keskin çizgilerle vermeyi amaç edinen resim anlayışı.
Yeni Gineli öz. is. Yeni Gine halkından olan kimse.
yeni gümüş is. Alman gümüşü.
yeni izlenimci is. Yeni izlenimcilik yanlısı olan kimse.
yeni izlenimcilik, -ği is. izlenimcilerin içgüdüye dayanarak yaptıkları, güneş ışığının parçalanmasını bilimsel yöntemli biçimde uygulayan, izlenimcilerin bozdukları yapısal kuruluşa yeniden önem veren, saf renkleri nokta nokta sürüp renk karışımını seyircinin gözünde oluşturmayı amaçlayan resim akımı.
yenik, -ği (I) is. 1. Bir hayvanın veya böceğin bir şeyi yiyerek onda bıraktığı iz: "Boynunda pire yenikleri vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Yenmiş, aşınmış: "Önümüzde sakat ve her tarafı yenik masacıklar duruyor." -R. H. Karay.
→ bit yeniği, kurt yeniği
yenik, -ği (II) sf. Savaş veya yarışmada yenilmiş, mağlup, yenik düşmek yenilmek, mağlup olmak, yenik saymak yenilmiş olarak kabul etmek.
yenileme is. Yenilemek: "Biraz sonra kadın, kucağında tabaklar, şişeler, bardak ve kadehlerle geldi, sofrayı yenilemeye başladı." . -Y. K. Karaosmanoğlu.
yenilemek (-i) Bir kimse veya bir şeyin yerine yenisini koymak: "Fatih Sultan Mehmet onu onarttığı gibi, III. Murat da 1582 yılında yenilemiştir."-S. Birsel.
yenilenme is. Yenilenmek işi.
yenilenmek (nsz) 1. Bir şeyin yerine yenisi konulmak. 2. Bir iş bir kez daha yapılmak, tekrarlanmak.
yenilerde zf. Yakın geçmişte.
yenileşme is. Yenileşmek işi.
yenileşmek (nsz) Yeni bir durum almak, yenilik kazanmak, yeniliğe uymak: "Her şey bize o kadar âdetimizin dışında gelirdi ki, hayatımız yenileşmiş ve biz gençleşmiş oluruz."-A. Ş. Hisar.
yenileştirme is. Yenileştirmek işi.
yenileştirmek (-i) Yenileşmesini sağlamak.
yeniletme is. Yeniletmek işi.
yeniletmek (-i, -e) Yenileme işini yaptırmak.
yenilgi is. 1. Bir savaşta, yarışmada kaybetme, yenilme, mağlubiyet, hezimet. 2. ask. Yenilen bir ordunun, düzen bağını yitirerek asker onurunun gerektirdiği bütün bağları bozması, bozgun, hezimet. 3. mec. Bir işte, bir uğraşta başarısızlığa uğrama, kaybetme: "Neden yenilgiyi kabul edip çekilmiyorsun?" -M. Yesari. yenilgiye uğramak yenilmek, mağlup olmak, yenilgiye uğratmak yenmek, mağlup etmek.
yenilik, -ği is. 1. Yeni olma durumu veya yeni olan bir şeyin özelliği. 2. Eskimiş, zararlı veya yetersiz sayılan şeyleri yeni, yararlı ve yeterli olanlarıyla değiştirme, teceddüt: Türkiye'de geniş ölçüde bir yemlik çabası göze çarpmaktadır, yenilik yapmak değişiklik yapmak, değişiklik getirmek.
→ yenilik korkusu
yenilikçi sf. Yenilikten yana olan: Yenilikçi bir yazar.
yenilikçilik, -ği is. Yenilikçi olma durumu.
yenilik korkusu is. psikol. Her değişiklikten, her yenilikten ürkme hastalığı.
yeniliş is. Yenilme, mağlup olma: "Çakır yenilişi kabullenmiş görünüyordu." -T. Buğra.
yenilme is. Yenilmek işi.
yenilmek (I) (nsz) Yeme işi yapılmak veya yeme işine konu olmak, yenilir yutulur şey değil 1) yenmeyecek nitelikte olan (yiyecek); 2) hoşa gitmeyen, beğenilmeyen nitelikte olan: "Kağnı gıcırtısını sineye çekmek zor, bu zıkkım pek yenir yutulur şey değil ki!" -B. R. Eyuboğlu. 3) çok ağır (söz); 4) mec. kendisiyle başa çıkılamayacak durumda olan: Bu adam öyle yenilir yutulur gibi değil.
yenilmek (II) (nsz) 1. Savaş veya yarışmada karşısmdakinden aşağı durumda kalmak, kaybetmek, mağlup olmak. 2. mec. Bir işte, bir uğraşta başarısızlığa uğramak, kaybetmek: "Fakat yenildiklerini kabul etmiyorlar. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
yenilmezlik, -ği is. Yenik duruma düşmeme durumu: "Alman gücü ve İngiliz yenilmezliği!” -F.R.Atay.
yenimsi sf. Yeniyi andıran, yeniye benzeyen, yeni gibi.
yenirce is. tıp 1. Kemik ve diş dokusunun harap olması durumu. 2. Frengi. 3. hlk. Gittikçe genişleyen yara.
yeni sene is. Yeni yıl.
yenişememe is. Yenişememek işi.
yenişememek (nsz) Birbirini yenememek, birbirine üstün gelememek.
yenişme is. Yenişmek işi.
yenişmek (nsz) 1. Birbirini yenmeye çalışmak. 2. Çekişmek: "... nasıl da bir darılır, bir barışır, yenişirdik. Hoştu doğrusu..." -R. H. Karay.
yeni Türk harfleri ç. is. Türkiye Cumhuriyeti'nde 1928'den sonra Arap harfleri yerine kullanılmaya başlanan harfler.
yeni yazı is. 1 Kasım 1928'de kabul edilen Latin alfabesi sistemine dayanan Türk alfabesi.
yeni yeni zf. Yeni olarak, bugünlerde, çok yakınlarda: "Bu lüks sayfiye yerinde yeni yeni yapılan asfalt yol için taş kırıyorlardı." -H. Taner.
yeni yetme is. Ergen: "Oğuz töresini yeni yetmelerimizin kulağına iyice koyun." -N. Araz.
yeni yetmelik, -ği is. Ergenlik.
yeni yıl is. Yaşanılan yıldan bir sonraki yıl.
Yeni Zelandalı sf. Yeni Zelanda halkından olan.
yenli sf. Yenleri olan: Geniş yenli gömlek.
yenme is. Yenmek işi.
→ tartarak yenme
yenmek, -er (I) (-i) 1. Savaş veya yarışmada üstünlük sağlamak, üstün gelmek: "Kahramanlar daima yenmek veya düşmanlarını yendikten sonra da yine yenecek düşman bulmak isterler." -A. Ş. Hisar. 2. Kazanmak, ütmek. 3. mec. Tutmak, bastırmak: "Öfkemi yenmek için Ömer ile konuşuyorum, ona kaplan avı hikâyeleri anlatıyorum. " -R. H. Karay.
yenmek, -ir (II) (nsz) 1. Yemek işine konu olmak: Yemekler yenmiş. Bu meyve yenmez. 2. Aşınmak: Ceketin dirsek yeri yenmiş, yenene içilene bakılmamak bir şey gidere önem verilmeden bol bol harcanmak: "Bütün bu hayatın mahrumiyetleri pahasına elde edilmiş para ortaya dökülür, yenene içilene bakılmaz." -H. E. Adıvar.
yensiz sf. Yenleri olmayan.
yepelek, -ği sf. hlk. İnce yapılı, zarif, narin.
yepyeni sf. (ye'pyeni) 1. Çok yeni, hiç kullanılmamış. 2. mec. Alışılmamış, görülmemiş: "Millet, büyükleri ve küçükleriyle beraber yepyeni bir devlet kurmuşlar, zaferle idare ediyorlar." -A. Gündüz. 3. mec. Tertemiz, çok yeni.
yer is. 1. astr. Yerküre. 2. Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân: "İzinsiz bir yere gitmek ne haddime?" -M. Ş. Esendal. 3. Gezinilen, ayakla basılan taban: "Ayıp bir şey gördü mü kulaklarına kadar kızarıyor, gözünü yerde bir noktaya dikip Öylece kalakalıyordu. " -H. Taner. 4. Bulunulan, yaşanılan, oturulan şehir, kasaba, mahalle: "Anadolu'nun bazı yerlerinde eski bir kocakarı itikadı vardır." -R. N. Güntekin. 5. Durum, konum, vaziyet: Türkiye stratejik bakımdan önemli bir yerdedir. 6. Ülke, bölge. 7. Görev, makam: "Askerden gelirse bakalım bir yere yerleştirebilecek miyiz?" -M. Ş. Esendal. 8. Önem: Uçağın yurt savunmasındaki yeri. 9. Herhangi bir şeye, bir İşe ayrılmış bölüm veya alan: Evin yerini beğendim. 10. İz. 11. Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa: Deniz kıyısında bir yer aldılar, ev yapacaklar. 12. Ekime elverişli toprak parçası, arazi: Çorak yerde ot bitmez. 13. Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal: Toplantı yeri. Kaza yeri. 14. Otel, motel vb.nde kalınacak oda: Yeriniz var mı? 15. Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye: "Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi." -H. Taner. 16. mec. Durum, konum: Sen benim yerimde olsan neyapardın? yer açmak 1) bir kimseye oturması için yer hazırlamak; 2) mec. yer bırakmak, imkân vermek. (bir işte) yer almak 1) bir işi hazırlayanlar arasında bulunmak; 2) ayrılan yerde durmak, bulunmak: "Bu maddede yer alan genel sıralama sebepleri temel hak ve hürriyetleri tümü için geçerlidir." -Anayasa, yer bakır gök demir kesilmek tamamen tükenmek, bitmek, yoksul duruma düşmek: "Yer bakır gök demir kesilmiş, günlerden beri deniz karış karış aranmış, balık yoktur. " -S. F. Abasıyanık. yer bulmak 1) oturacak yer sağlamak: Sinemada zar zor bir yer bulduk. 2) bir kimse bir işe, görev yapacağı bir yere yerleşmek, yer değiştirmek bulunduğu yerden bir başka yere geçmek. yer demir gök bakır 1) çorak ve sıcak bir yeri niteler; 2) mec. şartların zor, İmkânların kısıtlı olduğu durumlarda söylenen bir söz; 3) mec. hiçbir yardım ve umut olmadığında kullanılan bir söz. yer etmek 1) iz bırakmak; 2) iyice yerleşmek: "Aklımda yer etmiş olmalı ki, mahalleden çıkarken biliyordum oraya gideceğimi." -O. Pamuk, (birini) yer kabul etmez çok günahkâr, yer kaplamak önemli bir hacim tutmak, yer kapmak kalabalık içinde kendine yer bulmak. yer öpmek esk. bir büyüğün önüne eğilmek. yer tutmak (veya tutmamak) 1) yer ayırmak; 2) yer kaplamak; 3) önemli sayılmak, önemi olmak: "Herkes onun az zamanda büyük yer tutacağım, bir zaman gelip sefir, nazır olacağını söylüyorlar." -M. Ş. Esendal. yer vermek 1) önemli saymak, saygı göstermek: "Etrafını zehirleye zehirleye yaşadıktan sonra hâlâ insanlar ona kendi aralarında bir yer veriyorlardı." -M. Yesari. 2) bir olaya yol açmak, imkân tanımak; 3) önemli bir görev vermek; 4) kendi yerini bir başkasına bırakmak, yer yarılıp içine girmek (veya yerin dibine girmek veya geçmek) 1) yitirilîp bir türlü bulamamak; 2) çok utanmak: "Hanımların içinde rezil olmuştur, yer yarılsa da içine geçsem diye aklından geçmiştir." -H. Taner, yer yerinden oynamak 1) bir iş çok gürültülü ve telaşla yapılmak; 2) bir olay toplumda büyük tedirginlik yaratmak, yerde kalmak saygı görmemek, yüzüne bakılmamak, yerden göğe kadar pek çok: "Hakkın var imam, hakkın var, yerden göğe kadar hakkın var." -M. Ş. Esendal. yerden yere çalmak çok hırpalamak, yerden yere vurmak birine türlü yönlerden saldırarak onu çok aşağılayıcı bir duruma düşürmek, yere bakan yürek yakan uysal ve uslu göründüğü hâlde sinsice kötülük yapan, yere bakmak ihtiyarların ölümü yakın olmak, yere baktırmak utandırmak, mahcup etmek, yere batasıca (veya yere batsın) "yok olsun" anlamında bir ilenme sözü. yere batmak 1) yok olmak; 2) çok utanmak, mahcup olmak. yere çalmak yere atmak, yere fırlatmak: "Yakalayıp radyoyu yere çalasım geldi." -H. Taner, yere geçmek çok utanmak: "Hakkı Celis utancından yere geçiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. yere göğe koymamak (veya koyamamak) nasıl ağırlayacağını, nasıl memnun edeceğini bilmemek, çok önem vermek: "Bunun için Necla ile Ayşe onu yere göğe koymuyor -enişte diye- pervane gibi etrafında dönüyorlar." -R. N. Güntekin. yere sağlam basmak titiz ve dikkatli davranmak: "Uyanıklar, elbette yere sağlam basarlar. Çevreyi hesaba katarlar. " -H. Taner, yere sermek 1) kötü bir duruma sokmak, yenmek: "Sen beni yere seren darbenin ne olduğunu anlıyor musun?" -Ö. Seyfettin. 2) vurup öldürmek, yere vurmak 1) kötü bir duruma sokmak: "Bu askerlik oyununda yere vurduğu adama, kaideye uygun olan hareketi muhafaza ediyor. " -H. E. Adıvar. 2) yenmek, alt etmek. yere yığılmak yere düşmek: "Bu kadar insanın, bu kadar alçağın gözü önünde yere yığılmak istemiyordu." -O. Pamuk, yeri başka daha başka bir değeri olan, önemi olan: "Bu kadın da iyi kadındır. Bunu da seviyorum ama Naime ilk göz ağrısıydı. Yeri başkadır." -M. Ş. Esendal. yeri gelmek sırası gelmek, zamanı uygun olmak, yeri göğü ben yarattım demek çok gururlu olmak. yeri göğü birbirine katmak aşırı telaş yaratmak, yeri göğü inletmek yüksek sesle ve olanca güçle bağırmak: "Havayı kokladı, sonra bütün gücüyle yeri göğü inleten bir kişnemeyle kişnedi." -Y. Kemal. yeri göğü tırmalamak çok sancı, acı çekmek. yeri göğü tutmak her tarafı ele geçirmek, denetim altında bulundurmak: "Müttefikler yeri göğü ve bütün köşe başlarım tutmuştur." -T. Buğra, yeri olmak 1) uygun olmak; 2) sırası, uygun zamanı olmak; 3) saygınlığı olmak, yeri öpmek alay yere düşmek, yere serilmek: Ayağı kayınca yeri öptü. yeri soğumadan ayrılan bir kimsenin ardından çok zaman geçmeden, yeri var! "uygundur, iyidir" anlamlarında kullanılan bir söz. yeri yurdu belirsiz belli bir yeri olmayan, serseri, yeridir layıktır, uygundur, münasiptir, yerin dibine geçmek (veya batmak veya girmek) 1) çok utanıp sıkılmak: "Memleketin ne tarafına gitsem, haritayı şaşırıyor, bilgisizliğimden yerin dibine geçiyordum." -B. R. Eyuboğlu. 2) görünmez olmak, kaybolmak, yerin kulağı var gizli konuşulan bir şeyin umulmadık bir yoldan başkalarınca duyulabileceğini anlatan bir söz. yerinde duramamak 1) sürekli kıpırdamak; 2) İçi İçine sığmamak: "En ufak bir şeyden sevinir, yerlerinde duramaz olurlar." -N. Cumalı. yerinde kalmak 1) başka yere gitmemek; 2) makam veya aşama değişmemek: "Bu keyif düşkünü memurlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar." -R. H. Karay, yerinde olmak tamam olmak, İyi durumda bulunmak: "Keyfi yerindedir. Burada rahatım, her şeyin yerinde olacaktır çocuğum, dedi." -H. Taner, yerinde saymak 1) yürür gibi yaparak hep aynı yerde, sürekli olarak ayağın birini kaldırıp birini basmak; 2) mec. hiç ilerlememek, gelişmemek, değişmemek: "Bu yerinde sayan kafamıza ne ad takmalı?" -F. R. Atay. yerinde su çıkmak haklı bir sebep olmadan yerini bırakanlara veya bırakmak isteyenlere kınama ve engelleme amacıyla söylenen bir söz. yerinde yeller esmek artık bulunmamak, yok olmak: "Tepebaşı'ndaki Dram Tiyatrosu yandı gitti. Bugün yerinde yeller esiyor." -H. Taner. yerinden fırlamak oturulan yerden hızla kalkmak, yerinden oynamak 1) yerinden ayrılmak; 2) coşkulu, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak: "Sol cenah uzun ve merhametsiz gülleler altında yerinden oynuyor. " -F. R. Atay. yerinden oynatmak başka yere kaldırmak, yerini değiştirmek, yerine geçmek 1) görevden ayrılan birinin yerini almak; 2) bulunmayan bir nesnenin veya kavramın yerine kullanılabilmek, yerine gelmek 1) yapılmak, olmak: isteğiniz yerine geldi. 2) eski dununa dönmek: Sağlığım yerine geldi, yerine getirmek 1) istenileni, gerekeni yapmak: "... hemen bir muallimliğe tayin edilmesini istiyor, -bu isteğimi yerine getirmezseniz işle ben de böyle muhalefet yaparım -eliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) eski duruma döndürmek; 3) ifa etmek: "Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından ... yerine getirilir." -Anayasa. yerine koymak 1) gibi görmek, saymak: "Hem de yetişkin, yosma bir kadın beni erkek yerine koymuştu." -N. Cumalı. 2) yitirilen, elden çıkan bir şeyin, benzerini veya eşini sağlamak: Kaybolan kitaplarımı yerine koyamadım, yerine oturmak I) iyi yerleşmek; 2) bir durum, bir düşünce vb. benimsenmek, yaygın duruma gelmek, yerleşmek. yerini almak yerine geçmek: "Öğretim ve öğrenim yerini de, ister istemez politik tartışmalar almıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. yerini beğenmek bitki yerini gelişmesine çok uygun bulmak, yerini bulmak 1) uygun olan yerde olmak: Depremden sonra gönderilen battaniyeler yerini buldu. 2) kendine yakışan makamı, durumu bulmak, yerini doldurmak 1) görevini basan ile yapar olmak; 2) görevinden ayrılan birinin yerine gelen kişi, önceki görevli kadar başanlı olmak, yerini ısıtmak bir yerde uzun süre kalmak: "Yeni nazır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!" -M. Ş. Esendal. yerini sevmek yerini beğenmek, (bir şeyin) yerini tutmak 1) bulunmayan bir nesnenin yerini almak, onu aratmamak: "Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz." -S. F. Abasıyanık. 2) görevinden ayrılan birinin yaptığı işi yapabilmek. yerini yapmak bir şey elde etmek amacıyla girişimde bulunmak, yerle beraber yer düzeyinde, yerle bir (veya yeksan) etmek temeline kadar yok etmek, tahrip etmek: "Ali bütün karargâhı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi." -Ö. Seyfettin, yerle gök bir olsa sonu ne olursa olsun, yerlerde sürünmek çok perişan, acınacak bir durumda bulunmak, yerlere geçmek çok utanıp sıkılmak veya kahrolmak: "O kahkaha nöbetlerinden birini tatmak üzere olduğunu hissediyor, yerlere geçiyordum. " -R. N. Güntekin. yerlere kadar eğilmek aşırı saygı göstermek, yerleri süpürmek saç, etek, paça çok uzun olmak.
→ yer adı, yer alıştırmaları, yeraltı, yer altı, yer belirteci, yerberi, yer biçimleri, yer bilimi, yer cücesi, yer çamı, yer çekimi, yer çekirdeği, yer çöküntüsü, yer değiştirme, yer domuzu, yer elması, yereşeği, yer fesleğeni, yerfıstığı, yer geçidi, yer hostesi, yer istasyonu, yer kabuğu, yer katı, yerküre, yer mantarı, yer merkezcilik, yer meşesi, yer minderi, yer mumu, yer odası, yer ölçümü, yer örümceği, yeröte, yer özekçil, yer palamudu, yer pelidi, yer pırasası, yer sakızı, yer sarmaşığı, yer sarsıntısı, yer servisi, yer sıçanı, yer sofrası, yer solucanı, yer üstü, yer yağı, yer yatağı, yer yer, yer yurt, yeryuvarı, yer yuvarlağı, yeryüzü, yer zarfı, yerdegezen, yerden bitme, yerden selam, yerden temenna, yerden yapma, yere doğrulum, yeregeçen, yere yönelim, geometrik yer, kapalı yer korkusu, kara yer, köylük yer, ara yerde, başı yerde, beşibiryerde, yüzü yerde, boş yere, haksız yere, lüzumsuzyere, nafile yere, nahak yere, yok yere, atış yeri, atıştırma yeri, başlama yeri, bayram yeri, bekleme yeri, bitirim yeri, buluşma yeri, dalyan yeri, demir yeri, dizgi yeri, doğum yeri, edep yeri, eğlence yeri, gezinti yeri, hacet yeri, harman yeri, iş yeri, ivinti yeri, kabul yeri, kalafat yeri, kaşan yeri, kilit yeri, köy yeri, panayır yeri, park yeri, pazar yeri, piknik yeri, piyasa yeri, pot yeri, satış yeri, şeref yeri, tan yeri, tırnak yeri, toplantı yeri, ut yeri, varış yeri, voli yeri, yangın yeri, yargı yeri, yönetim yeri, yerli yerine, ayıp yerler
yer adı is. coğ. Yerleşim bölgeleri İle deniz, göl, ırmak, dağ, tepe, bağ, bahçe, vadi vb. yerlerin adı.
→ yer adı bilimi
yer adı bilimi is. db. Yer adlarım inceleme konusu edinen dil bilimi dalı, toponimi.
yer alıştırmaları ç. is. sp. El ve bütün vücut bölümleri için, yeri bir dayanak yüzeyi veya bir tür araç gibi kullanarak düzenlenen hareketler.
yeraltı sf. Gizli ve zararlı (çalışma): Yeraltı faaliyeti.
→ yeraltı dünyası
yer altı is. Yerin yüzeyi altındaki bölümü: "Burası soğuk, ıslak bir yer altı odası..." -M. Ş. Esendal.
→ yer altı çarşısı, yer altı kaynakları, yer altı merdiveni, yer altı suları, yer altı treni
yer altı çarşısı is. Yerin yüzeyi altında kurulan dükkânlardan oluşan alışveriş merkezi.
yeraltı dünyası is. Yasal olmayan, kirli ve karanlık işlerin gerçekleştirildiği ortam: "Namussuz davrananı yaşatmazlar yeraltı dünyasında." -Z. Selimoğlu.
yer altı kaynakları ç. is. Petrol, gaz, kömür gibi toprak altında bulunan kıymetli ham ürünler.
yer altı merdiveni is. İşlek yollarda yayalar için yolun altına yapılan merdiven: "Kadınlar yer altı merdivenini inip karşı taraftan çıktılar." -H. Taner.
yer altı suları ç. is. Geçirimli kayaç ve katmanlardan sızarak yer çekiminin de etkisiyle yer altına inen ve orada akarak veya birikerek yeni bir düzen kuran sular.
yer altı treni is. Yer altı ulaşımını sağlayan tren, metro.
yer belirteci is, dbl. Yer zarfı.
yerberi is. astr. Bir gök cisminin gerçek veya görünür yörüngesinin yere en yakın noktası.
yer biçimleri ç. is. coğ. Engebe.
yer bilimci is. Yer bilimi uzmanı, jeolog.
yer bilimî is. Yer yuvarlağının yapısını, birleşimini, evrimini inceleyen bilim, jeoloji, arziyat.
yer bilimsel sf. Yer bilimle ilgili, jeolojik.
yer cücesi is. Kısa boylu, çokbilmiş, kurnaz kimse.
yer çamı is. bot. 5-10 cm yüksekliğinde, limon sarısı renkli, otsu bir bitki, yer servisi (Ajuga chamaepitys).
yer çekimi is. fiz. Yer kütlesinin çekimi etkisiyle bir cismin, türlü bölümlerine uygulanan güçlerin bileşkesi, arz cazibesi: Cisimlerin ağırlığı yer çekiminin bir sonucudur.
yer çekirdeği is. astr. Yer merkezinde toplanmış olan çok yoğun küresel kütle.
yer çöküntüsü is. coğ. Çöküntü hendeği.
yerdegezen is. hlk. Yılan.
yer değiştirme is. 1. Bir yerden başka bir yere gitme, tebdilimekân. 2. dbl. Göçüşme. 3. kim. Laboratuvarlarda gazları toplamakta izlenen yöntem.
yerden bitme is. 1. Kısa boylu, yerden yapma. 2. Türedi.
yerden selam is. esk. El yerlere kadar uzatılarak verilen selam.
yerden temenna is. Yerden selam.
yerden yapma sf. Yerden bitme.
yer domuzu is. zool. Afrika'da yaşayan, uzun kulaklı, uzun burunlu memeli.
yer domuzugiller ç. is. zool. Damarlı dişliler takımından yer domuzu familyasının genel adı.
yere doğrulum is. Yere yönelim.
yeregeçen is. hlk. Havuç: "Ana çapa çapalar, ot yolar, soğan, sarımsak, yeregeçen eker." -T. Buğra.
yerel sf. 1. Yöresel. 2. astr. Gözlem yerine veya gözlemcinin bulunduğu yere ilişkin.
→ yerel radyo, yerel saat, yerel televizyon, yerel yayın, yerel yönetim
yerelleşme is. Yerelleşmek işi, yöreselleşme, mahallîleşme.
yerelleşmek (nsz) Yerel bir özellik kazanmak, yöreselleşmek, mahallîleşmek.
yerelleştirme is. Yerelleştirmek işi.
yerelleştirmek (-i) Yerel duruma getirmek.
yer elması is. bot. 1. Birleşikgillerden, kök sapları yumru durumunda olan bir bitki (Helianthus tuberosus). 2, Bu bitkinin besin olarak yararlanılan kök sapı.
yerel radyo is. Belli bir bölgeye yayın yapan alçak frekanslı radyo istasyonu.
yerel saat, -ti is. coğ. Güneşin 0 meridyen noktasından geçmekte olduğu anda ayarlanan saat.
yerel televizyon is. Belirli bir bölgeye yayın yapan televizyon.
yerel yayın is. Belli bir bölgeye radyo ve televizyon aracılığıyla yayın yapma.
yerel yönetim is. huk. İl, belediye veya köy halkının oradaki ortak yerel gereksinimlerini karşılayan ve genel karar organları oradaki halk tarafından seçilen kamu tüzel kişisi, mahallî idare.
yereşeği is. zool. Makaslı böcek.
yerey is. 1. Yeryüzünden bir parça, arazi. 2. jeol. Yer kabuğunun oluşumu bakımından ele alınan herhangi bir parçası: Üçüncü zaman yereyleri.
yere yönelim is. bot. Bitkilerde kök ve sapların, yer çekimi etkisi ile belli bir doğrultu almaları özelliği, yere doğrulum, jeotropizma.
yer fesleğeni is. bot. Sütleğengillerden, otsu veya odunsu sürüngen gövdeli bitki, yaban fesleğeni (Mercurialis).
yer fıstığı is. bot. 1. Baklagillerden, çiçekleri döllendikten sonra toprağa gömülerek meyve veren bir tarım bitkisi, araşit (Arachis hypogaea). 2. Bu bitkinin çerez olarak yenilen, yağı da çıkarılan tohumu.
yer geçidi is. Yer altında bulunan geçit. .
yergi is. Bir kimseyi, bir toplumu, bir düşünceyi, bir nesneyi, bir göreneği yermek için yazılmış yazı veya söylenmiş söz, hicviye, hiciv, satir: "Bize okuduğu yergilerde onun şahsına dokunur bir şey yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yergici is. Yerme huyu olan, yerme özelliği olan kimse.
yergicilik, -ği is. Yergici olma durumu.
yer hostesi is. Uçağa binecek olan yolcuların bilet işlemlerini yapan, ayrıca uçağa biniş sırasında yolcuların biniş kartlarını toplayan görevli.
yerici is. Yeren, yerme işini yapan: "Dürüstlük paravanasının altında, yerici ve olumsuz bir akımın gelişme istidadı gösterdiğine dikkat çeker." -H. Taner.
yerilme is. Yerilmek işi.
yerilmek (nsz) Yerme işine konu olmak, kötülenmek.
yerinde sf. 1. İyi, yeterli: "Binbaşı, uzun boylu, ince yapılı, uzun kır bıyıklı, yaşlı ise de gücü yerinde, her işe eli yatan bir adam." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Zamanı, yeri uygun düşerek, gerektiği biçimde: Yerinde konuşmak. 3. zf. Durumunda: "Sıkılacak ne var, doktor onun babası yerinde." -M. Ş. Esendal.
→ keyfi yerinde, yerli yerinde
yerindelik, -ği is. 1. Yerinde olma durumu, isabet. 2. huk. Kamulaştırılan bir yer üzerinde, kamu çıkarının özel çıkara oranla yüksek olması.
yerinden yönetim is. huk. Merkezî yönetimin bazı hak ve yetkilerinin yerel yönetimlerce kullanılması, ademimerkeziyet.
yerinden yönetimci is. Yerinden yönetim yanlısı olan kimse.
yerine zf. 1. Bir şeyin veya bir kimsenin yerini almak üzere: "Bana haftalık yerine gündelik ver." -R. N. Güntekin. 2. Başkasının adına: "Nitekim o gün eksiltmeye kendi yerine onu yollamıştı." -H. Taner.
yerinme is. Yerinmek işi, teessüf.
yerinmek (-e) 1. Acınmak, teessüf etmek. 2. Pişman olmak.
yer istasyonu is. Uzay araştırmalarında yeryüzünde yapılan çalışmaların gerçekleştiği merkez.
yer kabuğu is. coğ. Dünyanın dışım çepeçevre kaplayan, üzerinde karalar ve denizlerin bulunduğu bölüm, yeryüzü.
yer katı is. Giriş katı. S'
yerküre is. coğ. ve astr. Üstünde yaşadığımız gök cismi, yer, yer yuvarı, yer yuvarlağı.
yerleşik, -ği sf. 1. Belli bir yere yerleşmiş: "Onlar yerleşik toplumlar, herkesin yeri belli, öyle vırt zırt oradan oraya geçilemez." -A. İlhan. 2. Bir yerin yerlisi olmuş, mütemekkin. 3. mec. Bir yerde varlığını sürekli olarak sürdürecek olan: Ankara'daki yerleşik tiyatro sayısı altıya yükseldi.
yerleşiklik, -ği is. Yerleşik olanın özelliği.
yerleşilme is. Yerleşilmek işi.
yerleşilmek (nsz) Yerleşme işine konu olmak veya yerleşme işi yapılmak.
yerleşim is. Yerleşme, iskân.
→ yerleşim alanı, yerleşim merkezi
yerleşim alanı is. Yerleşim merkezi.
yerleşim merkezi is. coğ. İl, ilçe, köy gibi halkın bir arada yaşadığı yerler, yerleşim alanı, meskûn mahal: Yerleşim merkezlerinde hız sınırı azami 50 kilometredir.
yerleşke is. Kampus.
yerleşme is. Yerleşmek işi.
yerleşmek (-e) 1. Yerine iyice oturmak, yerinde sabit olmak: Bu taş buraya adamakıllı yerleşmiş. 2. Yer bulup oturmak: "Arabaya, birbirine sıkışarak yerleştiler." -S. F. Abasıyanık. 3. Çalışmak üzere bir iş yerine başlamak: Oğlu bankaya yerleşmiş. 4. Bir yerde oturmaya, yaşamaya başlamak: "Rıza böylece ahırın üst katındaki dairesine yerleşti. " -H. Taner. 5. (nsz) Eşyayı yerli yerine koymak: Taşındık, ama daha yerleşemedik. 6. Rahat bir biçimde oturmak: Koltuğa iyice yerleşti. 7. mec. Yaygın duruma gelmek, tutunmak: "Demokrasinin ne suretle yerleşip kalabileceği hakkında garip fikirleri vardır." -H. E. Adıvar. 8. (nsz, -e) mec. Alışılmak, kullanılır olmak: Birtakım yeni kelimeler zamanla yerleşiyor. 9. Sınav sonucuna göre herhangi bir eğitim kurumunda okumaya hak kazanmak, okumaya başlamak.
yerleştirilme is. Yerleştirilmek işi.
yerleştirilmek (-e) Yerleştirme işine konu olmak.
yerleştirme is. 1. Yerleştirmek işi. 2. Yurtlandırma, iskân.
yerleştirmek (-i, -e) 1. Yerleşmesini sağlamak. 2. Yerine koymak: "Dışarıdaki pencereden veriyor, bu da raflara yerleştiriyor." - M. Ş. Esendal. 3. mec. Tokat, şamar vurmak: "Herife bir tokat yahut bir yumruk yerleştiremediğine bile yandı durdu." -P. Safa. 4. mec. Söz veya cevabı tam sırasında söylemek.
yerli sf. 1. Taşınamayan, başka yere götürülemeyen: Yerli dolap. Yerli sedir. 2. Belli bir bölgede yetişen: Yerli muz. Yerli meyve. 3. Yurt içinde yapılan veya bir yurdun kendine özgü niteliklerini taşıyan: "Yerli halıları gördüm, koyu sıcak kırmızılarla diri maviler ağır basıyordu." -B. R. Eyuboğlu. 4. is. Oturduğu bölgede doğup büyüyen, ataları da orada yaşamış olan kimse: "Ben buranın yerlisiyim, siz yabancı ve belki de geçicisiniz." -R. H. Karay.
→ yerli dolap, yerli malı, yerli yerinde, yerli yerine, yerli yersiz, baba yerli
yerli dolap, -bı is. Gömme dolap.
yerlileşme is. Yerlileşmek işi.
yerlileşmek (nsz) Bir yerde, bir ülkede çok uzun süre kalmış olmak: "Köyden olmadığı hâlde, Yörük Hoca gibi yerlileşmişti." -Ö. Seyfettin.
yerli malı is. Ülkede yetiştirilen veya üretilen sebze, meyve veya malların hepsi.
yerli yerinde zf 1. Eskiden olduğu yerde: "... birçok yalılar ve köşklerse ... şimdi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber yine yerli yerindeydi." -A. Ş. Hisar. 2. Uygun yerde.
yerli yerine zf. Kendine ait olan yere: "Eşyalarını yerli yerine yerleştirdi." -S. F. Abasıyanık.
yerli yersiz zf. 1. Uygun zamanı olup olmadığı düşünülmeden. 2. Saçma sapan, ulu orta.
yer mantarı is. bot. Domalan.
yerme is. Yermek işi, zem: "Bir hikayeciyi övebilmek için ötekilerini ulu orta yermeye başladılar." -S. F. Abasıyanık.
yermeci is. Yerme huyu olan kimse.
yermek, -er (-i) 1. Kötülüklerini söylemek, zemmetmek. 2. Birinin veya bir şeyin kusurlarını ortaya koymak, hicvetmek, övmek karşıtı. 3. Beğenmemek, hoşlanmamak, tiksinmek.
→ kireçyeren
yermeli sf. Yerici bir özelliği de bulunan (söz), pejoratif: Moruk, herif, kopil, birer yermeli kelimedir.
yer merkezcilik, -ği is. Yer özekçilik.
yer merkezli sf. Yer özekçil.
yer meşesi is. bot. Kurtluca.
yer minderi is. Yere serilerek üzerine oturulan yün, pamuk, sünger vb.yle doldurulmuş minder.
yer mumu is. jeol. Petrol ve terebentin içinde eriyen, doğal hidrokarbonlardan oluşan bir tür mum, ozokerit.
yer odası is. Tabanı yerle bir olan oda.
yer ölçümü is. Yerin boyutlarını ve biçimini konu olarak inceleyen bilim, jeodezi.
yer örümceği is. zool. Toprak içinde ağla döşeli yuva yapan, büyük bir tür örümcek (Mygale avicularia).
yeröte is. astr. Yer çevresinde dolanan bir uydunun yörüngesi üzerinde yere en uzak nokta, evç.
yer özekçil sf. coğ. Yerin gözlem noktası olarak alınan merkeziyle ilgili, jeosantrik: Bir gezegenin yer özekçil hareketi.
yer özekçilik, -ği is.fel. Yer yuvarlığım evrenin merkezi sayanların görüşü, jeosantrizm.
yer palamudu is. bot. Kurtluca.
yer pelidi is. bot. Kurtluca.
yer pırasası is. bot. Aslankuyruğu.
yer sakızı is. jeol. Bitüm.
yer sarmaşığı is. bot. Gebre otugillerden, nemli yerlerde, duvar diplerinde yetişen bir bitki (Cleome).
yer sarsıntısı is. Deprem.
yersel sf. Yerle ilgili.
yer servisi is. hlk. Yer çamı.
yer sıçanı is. zool. Köstebek.
yersiz sf. 1. Barınacak yeri olmayan. 2. mec. Yerinde olmayan, uygunsuz, anlamsız, manasız: "Hepsini birden istemek / Yersiz / Zamanı var / Biz zengin değiliz." -B. Necatigil.
→ yersiz yurtsuz, yerli yersiz
yersizlik, -ği is. 1. Yeri olmama veya yeri yeterli olmama durumu: Yersizlikten eşyanın bir bölümü yığın olarak duruyor. 2. mec. Yerinde olmama durumu, uygunsuzluk.
yersiz yurtsuz sf. Barınacak yeri olmayan, yersiz yurtsuz kalmak 1) barınacak bir yeri bulunmamak, oturacak yeri olmamak: "Dünya üzerinde yersiz yurtsuz kalmış iki arkadaş." -R. H. Karay. 2) bütün varlığını yitirip çok zor durumda olmak.
yer sofrası is. Yerde kurulan sofra: "Yemeği yer sofrasında yiyorlar." -A. İlhan.
yer solucanı is. zool. Halkalılardan, nemli topraklarda yaşayan bir solucan (Lumbricus terrestris).
yer üstü is. Yerin yüzeyi üstündeki bölümü.
yer yağı is. Petrol.
yer yatağı is. Yere serilen yatak.
yer yer zf. Birçok yerde: "Esmer teninde yer yer çürükler peyda oldu, yaralar açıldı." -S. F. Abasıyanık.
yer yurt, -du is. Oturulan, yaşanılan yer.
yer yuvarı is. coğ. Yerküre.
yer yuvarlağı is. astr. ve coğ. Yerküre.
yeryüzü is. coğ. 1. Yer kabuğu. 2. Üzerinde yaşadığımız toprak ve denizler. 3. Dünya: "Hayat bitip cümle mahlukat yeryüzünden silinince kıyamet borusunu bu üfürecektir." -H. Taner.
yer zarfı is. dbl. Bir fiilin anlamını yer göstererek belirleyen, sınırlayan zarf, yer belirteci, mekân zarfı: İçeri giriniz. Yukarı çıkınız.
yestehleme is. Yestehlemek işi.
yestehlemek (nsz) hlk. Vücuttan dışkıyı çıkarmak.
yeşerme is. Yeşermek işi.
yeşermek (nsz) 1. Bitki yaprak vermek, yapraklanmak. 2. Yeşil renk almak, yeşillenmek: "Okulun arkasındaki tepeler, yağan yağmurlardan sonra yeşermişti." -N. Cumalı.
yeşerti is. Yeşermiş yer.
yeşertme is. Yeşertmek işi.
yeşertmek (-i) Yeşermesini sağlamak.
yeşil is. 1. Sarı ile mavinin karışmasından ortaya çıkan, bitki yapraklarının çoğunda görülen renk: "Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil / Tarla sarı olsun / Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun." -C. S. Tarancı. 2. sf. Bu renkte olan: "Önümüzde yeşil yamaçlar görününce biraz keyiflendik." -H. E. Adıvar. 3. sf. Kurumamış, taze (sebze), kuru karşıtı: Yeşilfasulye. 4. sf. Olmamış, ham (meyve): Yeşil kayısı.
→ yeşilbağa, yeşilbaş, yeşilbiber, yeşilçekirge, yeşil dalga, yeşilfasulye, yeşil ışık, yeşil kart, yeşilkertenkele, yeşil kuşak, yeşil oy, yeşil pasaport, yeşil saat, yeşil saha, yeşil salata, yeşilsazan, yeşil soğan, yeşil zeytin, açık yeşil, koyu yeşil, çağla yeşili, çam yeşili, küf yeşili, mercan yeşili, orman yeşili, safra yeşili, tavus yeşili, turkuaz yeşili, zümrüt yeşili
yeşilbağa is. zool. Yeşil renkli bir tür küçük kurbağa, yaprak kurbağası.
yeşilbaş is. zool. Ördekgillerden, tüyleri mavi, beyaz, kara, kahverengi, erkeğinin başı yeşil renkli bir yaban ördeği türü (Anas platyrhvnchos).
yeşilbiber is. bot. Yeşil renkli, taze, sivri ve dolma biber.
yeşilçekirge is. zool. Uzun ince duyargalı, sıçrayıcı düz kanatlılar.
yeşil dalga is. Trafikte belirli bir hızda gidilmesi durumunda sürekli olarak yeşil ışığa denk gelme.
yeşilfasulye is. Taze fasulye.
yeşil ışık, -ğı is. Trafikte yolun geçişe açık olduğunu gösteren ışık, yeşil ışık yakmak uygun olabileceğini, izin verilebileceğini belli etmek: "Bu anıt, onun kişiliğinin getirdiği bir dokunulmazlıkla daha sonra nice heykellere yeşil ışık yakıyordu." - H. Taner.
yeşilimsi sf. Rengi yeşili andıran, yeşile benzeyen, yeşilimtırak.
yeşilimtırak, -ğı is. Yeşilimsi.
yeşil kart is. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan, yoksul vatandaşlara devletin sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanmaları için verilen kart.
yeşilkertenkele is. zool. Yeşil renkli kertenkele türü.
yeşil kuşak, -ğı is. Ormanlık ve yeşillik alan.
yeşillenme is. Yeşillenmek işi.
yeşillenmek (nsz) 1. Yeşil duruma gelmek, yeşil olmak, yeşermek: "Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir." -A. Ş. Hisar. 2. (-e) argo Birine karşı duyduğu cinsel isteği kendisine sezdirmek, sarkıntılık etmek: "Yanımızdaki kızlara yeşillendik" -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. argo Başkasının malında gözü olmak, elde etmeye çalışmak.
yeşilli is. 1. Yeşili olan: Yeşilli kırmızılı kumaş. 2. Yeşil giysi giymiş: Yeşilli kadın.
yeşillik, -ği is. 1. Yeşil olma durumu. 2. Yeşil bitkileri çok olan yer. 3. Marul, maydanoz, tere, roka vb. çiğ yenen sebzelerin genel adı. 4. Yeşil ot.
yeşil oy is. Çekimser davranıldıgını gösteren oy.
yeşil pasaport is. Birinci dereceli devlet memurlarına, eş ve çocuklarına verilen hususi pasaport.
yeşil saat, -ti is. Görüşme yapılabilecek zaman dilimi.
yeşil saha is. Futbol sahası.
yeşil salata is. Küçük küçük doğranan marul, kıvırcık, aysberg, taze soğan, nane, tere ve salatalığa yağ ve limon karışımı eklenerek yapılan salata.
yeşilsazan is. Tatlı su kayası.
yeşil soğan is. Taze soğan.
yeşil zeytin is. Zeytinin salamura edilmiş yeşil renkli türü.
yeşim is. Far. yeşm min. Açık yeşil ve pembe renkli, kolay işlenen, değerli bir taş.
yetenek, -ği is. 1. Bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme niteliği, kabiliyet: Gençleri yeteneklerine göre işe yöneltmeli. 2 Bir duruma uyma konusunda organizmada bulunan ve doğuştan gelen güç, kapasite. 3 eğt. Kişinin kalıtıma dayanan ve öğrenmesini çerçeveleyen sınır. 4. eğt. Dışarıdan gelen etkiyi alabilme gücü.
→ genel yetenek, zekâ yeteneği
yetenekli sf. Yeteneği olan, kabiliyetli: "Bu iki yetenekli lise hocasını üniversiteye doçent atadı." -H. Taner.
yeteneklilik, -ği is. Yetenekli olma durumu.
yeteneksiz sf. Yeteneği olmayan, kabiliyetsiz: "Yeteneksizimdir, düşündüklerimi gereğince anîatamıyorumdur, ama bir yazının güç anlaşılsın ya da hiç anlaşılmasın diye yazılmasını anlayamam." -M. C. Anday.
yeteneksizlik, -ği is. Yeteneksiz olma durumu, kabiliyetsizlik.
yeter sf. 1. İhtiyacı karşılayacak kadar olan, kâfi. 2. ünl. "Kâfi, yetişir, yeterli" anlamlarında bir söz. yeter derecede yeterli ölçüde: "Salonu yeter derecede dolmuş bulursa başlardı ıslıklar, tepinmeler." -T. Buğra. yeteri kadar yetecek ölçüde.
→ yeter sayı
yeterince zf (yeteri'nce) Gerektiği kadar, gereğince, istenildiği kadar, yeter sayıda: "Rahmi psikolojik savaş sessizliğini yeterince uzattıktan sonra özür diler gibi konuştu." -T. Buğra.
yeterli sf 1. Bir işi yapma gücünü sağlayan özel bilgisi olan, kifayetli, ehliyetli. 2. Bir görevi, işlevi yerine getirme gücü olan, etkisi olan. 3. Gereksinimlere cevap veren, ihtiyaçlan karşılayan: "Yeterli çadırları var mı?" -M. Yesari. yeterli olmak 1) bir işi yapabilme gücü bulunmak; 2) iktidar sahibi olmak.
→ yeterli beslenme
yeterli beslenme is. Vücudun yaşaması ve çalışmasını sürdürebilmesi için gerekli enerjinin karbonhidrat, yağ ve proteinlerden sağlanması işi.
yeterlik, -ği is. 1. Bir İşi yapma gücünü sağlayan özel bilgi, ehliyet. 2. Görevini yerine getirme gücü, kifayet.
→ yeterlik belgesi, yeterlik eğitimi, yeterlik fiili, yeterlik önergesi, yeterlik sınavı
yeterlik belgesi is. Uzmanlık belgesi, ehliyet.
yeterlik eğitimi is. eğt. Bir görev dalında veya belli bir konuda ön bilgili ve yetenekli kişilerin, bu bilgi ve yeteneklerini güçlendirmeye yarayan eğitim.
yeterlik fiili is. dbl. Olumlusu, herhangi bir fiilin -e'li zarf-fiili ve bilmek fiil kökünün birleşmesiyle ortaya çıkan ve yeterlik kavramı veren, olumsuzu ise, herhangi bir fiilin -e zarf-fiil eki ile -me olumsuzluk ekinin birleşmesiyle oluşan ve yetersizlik kavramı veren birleşik fiil: Söyleyebilmek, yapabilmek, yapamamak gibi.
yeterlik önergesi is. Bir konu üzerindeki konuşmaların yeter olduğunu bildirmek için toplantı başkanına verilen yazı.
yeterlik sınavı is. 1. Devlet görevlisi olarak alınmada ve bu görevde yükselmede uygulanan sınav. 2. eğt. Üniversitede doktora derslerini başarıyla tamamladıktan sonra doktora tezi alabilmek için girilen smav.
yeterlilik, -ği is. Yeterli olma durumu.
yeter sayı is. Bir toplantının, oturumun açılabilmesi için bulunması gereken üye sayısı, nisap.
yetersiz sf. 1. Gerekli bilgi ve yeteneği olmayan, yeterliği olmayan, kifayetsiz, ehliyetsiz. 2. Eksiği olan, yetecek kadar olmayan. 3. Gereken, istenen niteliği olmayan. 4. Verimli olmayan.
yetersizlik, -ği is. Yetersiz olma durumu, boşluk, ehliyetsizlik, kifayetsizlik: "Fakat yine ilk olarak düşünme yetersizliğini de sezmekteydi." -T. Buğra.
→ mitral yetersizlik, beslenme yetersizliği, konuşma yetersizliği, protein yetersizliği
yeti is. fel. 1. İnsanda bulunan, bir şeyi yapabilme gücü, meleke. 2. psikol. Bellek, usa vurma, algılama veya İmgeleme gibi insanın doğuştan gelen zihin güçlerinden herhangi biri, meleke.
yetik, -ği sf. hlk. 1. Yetişmiş, erişmiş, büyümüş. 2. Bilgili, olgun: "Açarım bu işi. Ben açamam da aklı yetik bir komşuya açtırırım. " -A. Sayar.
yetim is. Ar. yetim Babası ölmüş olan çocuk, babasız: "Açlarla, yetimlerle uğraşır ve ... biraz nüfuzu varsa yalnız onlar için kullanırdı. " -F. R. Atay. yetimi okşamışlar, vay sırtım demiş kimsesiz veya arkası olmayan kimsenin hayatta hep sıkıntı çekeceğini anlatan bir söz.
→ yetimhane
yetimhane is. (yetimha:ne) Ar. yetim + Far. hâne Yetim çocukların barındırıldığı, bakıldığı yer: "Yetimhanede başkumandandan bir telgraf buldum." -H. E. Adıvar.
yetimlik, -ği is. Yetim olma durumu, babasızlık.
yetingen sf. Kanaatkar.
yetingenlik, -ği is. Yetingen olma durumu, kanaatkârlık.
yetinme is. Yetinmek işi, kanaat, iktifa.
yetinmek (4e) Bir şeyi kendisi için yeter bularak daha çoğuna gerek görmemek, daha çoğunu istememek, kanaat etmek, iktifa etmek: "Çaydan hazzetmez, sabah kahvaltılarında dahi kahveyle yetinir." -A. İlhan.
yetirme is. Yetirmek işi veya durumu.
yetirmek (4, -e) hlk. 1. Bitirmek, tamamlamak. 2. Besleyip büyütmek, yetiştirmek: "Oğlan yetir, kızyetir, ağır yükü sen götür." -Atasözü. 3. Yetiştirmek, idare etmek: Parayı yetirmek.
yetişek, -ği is. 1. Yetişme durumu, eğitim. 2. eğt. Program.
yetişilme is. Yetişilmek işi.
yetişilmek (-e) Yetişme işi yapılmak, ulaşılmak.
yetişim is. Belirli bir düzeyde eğitim görme, formasyon: Yetişimi güçlü bir genç.
yetişkin sf. 1. Yetişmiş, olgunlaşmış. 2. Evlenme çağına gelmiş (kız): "Hem de yetişkin, yosma bir kadın beni erkek yerine koymuştu." -N. Cumalı. 3. psikol. Beden, ruh ve duygu bakımlarından olgunluğa erişmiş olan (kimse). 4. psikol. Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan. 5. is. Kanunların belirttiği belli bir yaşı aşmış, toplumsal sorumluluklarını bilme durumunda olan genç.
→ yetişkin eğitimi
yetişkin eğitimi is. Yetişkin kimselere yönelik eğitim ve öğretim programı.
yetişkinlik, -ği is. Yetişkin olma durumu: Her insan, hayatının bütün evrelerinde, çocukluğunda, gençliğinde, yetişkinliğinde başarılı olmak ister.
yetişme is. Yetişmek işi.
yetişmek (-e) 1. Ulaşmak, ermek, varmak, vasıl olmak: "Gâvur Ali kahvedeki cemaate hiçbir şey söylemeden küçük çobanla uzaklaştı, birnefeste ağıla yetişti."-Ö. Seyfettin. 2. Vaktinde tamam olmak, bitmek, hazırlanmak, hazır olmak: Bu giysi yarma yetişmeli. 3. Vaktinde varmak, vaktinde bulunmak: "Öteki tünelle gelseler de vapura yetişeceklerini bilirlerdi." -A. Ş. Hisar. 4. Bir işe başlamış olanlara veya gidenlere sonradan katılmak: "Kadınlar, derme çatma ayakkabılarıyla onlara zor yetişebiliyorlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Değmek, uzanıp dokunabilmek: Ben o dala yetişemem. Bu İp kuyunun dibine yetişmez. 6. Vakit bulmak, yapabilmek: Ben bu kadar işe yetişemem. 7. (nsz) Yetmek, yeter olmak, kâfi gelmek: Bu para yetişir. Bu yemek hepimize yetişir. 8. Bir zamanda yaşamış olmak, bir zamanı veya kimseyi görmüş olmak: "Bol zamanıma yetişti de, ben onu böyle şımarık büyüttüm." -P. Safa. 9. Üremek, büyümek, olmak: "Şu Marmara kıyılarında o sene bol meyve yetişmişti." -S. F. Abasıyanık. 10. Eğitim görmüş olmak, Öğrenmek, gelişmek: "İşte bu kadronun içinde yetişecektim ben." -Y. Z. Ortaç. 11. İş görebilecek yaşa gelmek, büyümek. 12. Yardım etmek, yardımına koşmak: "Tam o sırada talih imdadıma yetişti." -R. H. Karay, yetişi (veya yetişin!) yardım istemek için söylenen bir söz. yetişmeyesi! öfke ile söylenen bir İlenme sözü.
yetişmiş sf. Gereken niteliğe veya olgunluğa erişmiş; "Anadolu'da arif derler, bir halk yetişmişi vardır." -F. R. Atay.
yetişmiştik, -ği is. Yetişmiş olma durumu.
yetiştirici is. Üretici, müstahsil: Tütün yetiştiricisi.
yetiştiricilik, -ği is. Yetiştirici olma durumu.
yetiştirilme is. Yetiştirilmek işi.
yetiştirilmek (nsz) 1. Yetiştirme işi yapılmak. 2. Eğitilmek: "İstidatla beraber, yetiştirilmek, usul öğrenmek, saz bilmek ister." -A. Ş. Hisar.
yetiştirim is. Bir hayvana herhangi bir amaçla birtakım alışkanlıklar ve beceriler kazandırma işi.
yetiştirme is. 1. Yetiştirmek işi. 2. Birinin koruyuculuğunda yetişen kimse.
→ yetiştirme yurdu
yetiştirmek (-i, -e) 1. Birini, bir şeyi gitmekte veya gitmek üzere olan bir kimse veya şeye ulaştırmak, ulaşmasını sağlamak. 2. Vaktinde hazır olmasını sağlamak, tamamlamak, bitirmek: Kitabı önümüzdeki aya yetiştireceğim. 3. Birini gerekli bir İş İçin tam zamanında bir yere götürmek: Hastayı doktora yetiştirmek. 4. Üretmek, büyütmek, geliştirmek: "Evlerinin bahçesinde bir iki elma, erik ağacı yetiştirirler." -N. Cumalı. 5. İletmek, duyurmak: "Müjdeyi komşu hanımlara yetiştirmeye koşmuştu." -H. F. Ozansoy. 6. Sağlayıp vermek: "Sigara yakmak isteyenlere kibrit yetiştirir." -H. Taner. 7. Yetmesini sağlamak: "Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz." -F. R. Atay. 8. mec. Söylenmemesi gereken bir şeyi hemen söylemek: "Hiç kalır mı? Ertesi gün valiye yetiştirdiler." -M. Ş. Esendal. 9. mec. Çocuğun gelişip büyümesine özen göstermek: "Munise'yi güzel ahlaklı bir kadın olarak yetiştirecektim." -R. N. Güntekin. 10. mec. Eğitim, öğrenim sağlamak.
yetiştirme yurdu is. Anne ve babası olmayan veya anne ve babası tarafından bırakılan, haklarında koruma kararı alınan, 7-18 yaşlarındaki çocukların barındırılıp yetiştirildiği eğitim kurumu, çocuk yuvası.
yetke is. 1. Otorite. 2. Yeterliğine herkesi inandırarak bir kimsenin kendisine sağladığı itaat ve güven, otorite, sulta, velayet.
yetkeli sf. Otoritesi olan.
yetki is. Bir görevi, bir işi yasaların verdiği imkânlara göre, belli şartlarla yürütmeyi sağlayan hak, salahiyet, mezuniyet: "Büyük Millet Meclisi Başkumandanlık yetkilerim Mustafa Kemal Paşaya devretmişti." -T. Buğra, yetki vermek yetki tanımak: "idam hükümlerini doğrudan doğruya yerine getirme yetkisini vermiştir." -F. R. Atay. yetkisini kullanmak kendisine verilen yetkinin gereğini yapmak: "Türkiye Büyük Millet Meclisi soru, Meclis araştırması ... yollarıyla denetleme yetkisini kullanır." -Anayasa.
→ yetki belgesi, yetki devri, yetki gasbı, sınırsız yetki, takdir yetkisi, yargı yetkisi, yasama yetkisi
yetki belgesi is. huk. Bir makam veya organ adına bir işi, bir konuyu yürütmekle görevli olunduğunu gösteren belge.
yetki devri is. huk. Bir makam veya organın sahip olduğu yetkileri başka bir makam veya organa devretmesi.
yetki gasbı is. huk. Hukuki bir işlemin yetkisiz bir kimse tarafından ele geçirilmesi.
yetkilendirme is. Yetkilendirmek işi veya durumu.
yetkilendirmek (-i) Birini yetkili kılmak.
yetkili sf. 1. Herhangi bir işte yetkisi olan (kimse), salahiyetli, salahiyettar: "Fabrikanın bir yetkilisi onlara açıklamalar yapıyordu." -T. Buğra. 2. esk. Mezun, yetkili kılmak yetkisini kullanma imkânını vermek: "Süreli veya süresiz yayınlar kanunun açıkça yetkili kıldığı mercinin emriyle toplatılabilir." -Anayasa.
→ yetkili merci, yetkili servis, yetkili yargıç
yetkili merci is. huk. Sorumlu ve yetkili makam.
yetkili servis is. 1. Ticari kuruluşların çeşitli bölgelerde kendilerini temsil etmeleri amacıyla görevlendirdikleri işletme. 2. Alıcıların aldıkları ürünleri kurma, bakımlarını yapma, meydana gelen bozuklukları giderme gibi görevleri olan işletme.
yetkili yargıç, -cı is. huk. Bir davayı görmekle ve yürütmekle sorumlu ve'ehliyetli hâkim.
yetkin sf. Gerekli olgunluğa erişmiş, olgun, kâmil, mükemmel.
yetkinleşme is. Yetkinleşmek işi, tekemmül.
yetkinleşmek (nsz) Yetkin bir duruma gelmek, tekemmül etmek.
yetkinlik, -ği is. Yetkin olma durumu, olgunluk, kemal, mükemmeliyet.
→ ön yetkinlik, üst yetkinlik
yetkisiz sf. Herhangi bir işte yetkisi olmayan.
yetkisizlik, -ği is. Yetkisiz olma durumu.
yetme is. Yetmek işi.
→ yeni yetme
yetmek, -er (-e) 1. Bir gereksinimi karşılayacak, giderecek nicelikte olmak: "Hasan'ın gücü yetse belki de dayak atacak." -H. E. Adıvar. 2. Yeterli sebep olmak: Bir sigara bir ormanı yakmaya yeter. 3. Kötü bir davranış, durum, tutum yeterli olmak, kâfi gelmek: Bu zulüm artık yeter! 4. mec. Başkasına gereksinim duymamak, kendine yetmek: "Kendiyle dolu, kendine yeten, olgun ve aydın bir insanın değil bir günü, bazen bir saati bile yüz binlerce lira değerinde olabilir. " -H. Taner. 5. hlk. Bir yaşa erişmek, ulaşmak: "At dört, kız on beşe yettiği zaman / Severim kır atı bir de güzeli." -Dadaloğlu. 6. hlk. Olgunlaşmak, yeter de artar fazlasıyla yeter: "Onun okudukları ona yeter de artar bile." -M. Ş. Esendal. yeter ki ancak, şu şartla: "Yeter ki biri ona iyice bakmış, oturup onunla konuşmuş olsun!" -M. Ş. Esendal.
yetmiş is. 1. Altmış dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 70, LXX rakamlarının adı. 3. sf. Yedi kere on, altmış dokuzdan bir artık, yetmişine merdiven dayamak ileri yaşlara ulaşmak.
→ yetmiş iki millet, yediden yetmişe
yetmişer sf. Yetmiş sayısının üleştirme biçimi, her birine yetmiş, her defasında yetmişi bir arada olan.
yetmiş iki millet is. Bütün insanlar.
yetmişinci sf. Yetmiş sayısının sıra sıfatı, sırada altmış dokuzuncudan sonra gelen.
yetmişlik, -ği sf 1. Bir şeyden içinde yetmiş tane bulunan. 2. Yetmiş yaşında olan: Yetmişlik ihtiyar. 3. is. İçinde sıvı maddelerden 0,70 litre ölçüsünde bulunan şişe.
yevmi sf. (yevmi:) Ar. yevmi esk. Günlük, gündelik.
yevmiye is. Ar. yevmiyye 1. Bir günlük çalışma karşılığı verilen ücret, gündelik. 2. zf. Her gün: Yevmiye şu kadar su harcanıyor.
→ yevmiye defteri
yevmiyeci is. Yevmiye ile çalışan kimse.
yevmiyecilik, -ği is. Yevmiyeci olma durumu.
yevmiye defteri is. tic. Günlük defter.
yevmiyeli sf Yevmiyeye bağlı olan: "Marangoz atölyesinde yevmiyeli olarak çalışıyordu. " -Ç. Altan.
yeygi is. hlk. Hayvanlar için saklanan kışlık yiyecek, yem: "Akşama doğru Gökbelden kurtulmuşlardı ama yeygi işleri yine ters gitti." -Halikarnas Balıkçısı.
Yezidi öz. is. (yezi:di:) Ar. yezidî 1. Musul, Halep ve Bağdat bölgelerinde yaygın bulunan, Tanrı'nın iyiliği, şeytanın kötülüğü temsil ettiğine, Tanrı ile şeytan arasında sürekli bir tartışma olduğuna inanan bir mezhep. 2. Bu mezhepten olan kimse.
Yezidilik, -ği öz. is. Yezidilerin bağlı olduğu din inancı.
yezit, -di is. Ar. yezîd 1. Nefret edilen kimseler için kullanılan bir söz: "Kolay cam çıkar mı o yezidin?" -R. N. Güntekin. 2. sf. Hilekâr, sahtekâr.
yezitlik, -ği is. Yezit olma durumu, yezit gibi davranma, kötülük, hainlik.