ya (I) imi. (ya:) Ar. yâ 1. "Ey, hey" anlamlarında bir seslenme sözü: Yürü ya mübarek! 2. e. Evet. ya Allah bir işe başlarken güç kazanmak için söylenen bir söz. ya Rabbi (veya Rabbim) Tanrı'm, Allah'ım: Ya Rabbi, sen bize acı! Ya Rabbi, bu ne hâl! ya sabır katlanılması güç durumlarda sabır gerektiğini anlatan bir söz. ya sabır çekmek bir sıkıntıya ses çıkarmadan veya ona karşı bir şey yapmadan katlanmak: "Siz simdi, bu yavan takazaları bir kere daha ya sabır çekerek dinlemek zorunda kalırsınız." -H. Taner.
→ yalelli
ya (II) bağ. Far. yâ 1. Şaşma, şaşkınlık bildiren bir söz: Ya bu adam kim? 2. Bir düşüncenin karşıtı düşünülürken kullanılan bir söz: Yetişirim diyorsun, ya yetişemezsen? 3. Gereklik ve onay bildiren cümlelerde yargının onaylandığını bildiren bir söz: Biz de gelelim mi? -Gelin ya. 4. Dilek ve geniş zaman kiplerinde yargıyı güçlendiren bir söz: Bu, söylenecek söz mü? -Söylenir ya. Azıcık yardımcı olsa ya. 5. Bilinen, görülen, hatırlanıp anlatılan bir olay dolayısıyla da sorulan başka bir konu için kullanılan bir söz: Sen geldin, ya Ahmet? Siz karnınızı doyurdunuz, ya ben ne yapayım? 6. Bir düşüncede sıra ile yer alan ayrı cins öğelerden biri ötekilerden üstün görüldüğünde "hele, özellikle" anlamlarında kullanılan bir söz: O çocuğun terbiyesine, zekâsına, çalışkanlığına diyecek yok, ya inceliği. Fırtına kırdı, döktü, yıktı, ya o ağaçlara verdiği zarar. 7. Cevap niteliğinde olan cümlenin sonuna getirildiğinde asıl yargının arkadan gelen cümle ile anlatılacağını belirten bir söz: "Fena oğlan değildir, değildir ya, yalnız bu sarhoşluğu var." -M. Ş. Esendal. 8. Bazı çekimli zamanlardan sonra gelerek anlamı pekiştiren, kuvvetlendiren bir söz: Yediydin ya. Oturmuşum ya.
→ ya da, yahut, veya
yaba is. Harman savurmakta kullanılan, çatal biçiminde, tahtadan tarım aracı.
yabalama is. Yabalamak işi.
yabalamak (-i) Yaba ile atmak veya savurmak.
yaban is. Far. beyâbân'dan 1. İnsan yaşamayan ıssız yer: "Yabanda bitmez, sabanda biter." -Atasözü. 2. Issız yerde yaşayan veya yetişen canlı: Yaban keçisi. Yaban kedisi. Yaban sarımsağı. 3. sf. Yaban olan, yabana özgü olan: "Yalnız yaban ormanda yaşayan yerliler bu zehrin ilacını bilirler." -F. R. Atay. 4. hlk Yabancı, el, yerli halktan olmayan kimse: "Yerliler bize yaban derler ve aramıza katılmazlardı." -F. R. Atay. yabana atmak önem vermemek, önemsiz görmek: "Kendini pek yabana atma. Olabilir id bu kadın sana tutulmuştur." -R. N. Güntekin. yabana gitmek 1) hiç tanınmayan, bilinmeyen biriyle, bir yabancıyla evlendirilmek; 2) bulunduğu yerden başka bir yere yaşamak için gitmek, yabana söylemek saçma sözler söylemek, boşa konuşmak.
→ yaban arısı, yaban armudu, yaban asması, yaban baklası, yaban çileği, yaban defnesi, yaban domuzu, yaban enginarı, yaban eriği, yaban eşeği, yaban fesleğeni, yaban gülü, yaban havucu, yaban inciri, yaban kazı, yaban keçisi, yaban kedisi, yaban kekliği, yaban keteni, yaban koyunu, yaban maydanozu, yaban mersini, yaban nanesi, yaban ördeği, yaban pancarı, yaban pazısı, yaban sümbülü, yaban tavşanı, yaban teresi, yaban turpu, yaban yasemini, yazı yaban
yaban arısı is. zool. Zar kanatlıların yaban ansıgiller familyasından, arıya benzeyen, iğneli bir böcek (Vespa vulgaris).
yaban arısıgiller ç. is. zool. Toplu olarak yaşayan iğneli yaban arılan familyası.
yaban armudu is. bot. Ahlat (I).
yaban asması is. bot. Akasma.
yaban baklası is. bot. Termiye.
yabancı sf. 1. Başka bir milletten olan, başka bir milletle ilgili olan (kimse), bigâne, ecnebi: "Bu toprak bizimdir, içinde yabancının işi yok." -R. E. Onaydın. 2. Aileden, çevreden olmayan (kimse veya şey), özge: "Ben, yabancı bir adam, neme lazım, hiç sesimi çıkarmadım." -M. Ş. Esendal. 3. Tanınmayan, bilinmeyen, yad: "Yabancı müşteri giremezdi kapısından. Gelenler hep edebiyat adamlarıydı." -Y. Z. Ortaç. 4. Aynı türden, aynı çeşitten olmayan: Yağın içinde yabancı maddeler var. 5. Bir konuda bilgisi, deneyimi olmayan: Bu uygulamanın yabancısıyım. 6. Belli bir yere veya kimseye özgü olmayan: Yabancı arabalar buraya park edemez. yabancı gelmek (veya gelmemek) tanımamak (tanımak): "Çocukluğumdan beri aşina olduğum ses bana yabancı geldi." -H. E. Adıvar. yabancı gibi durmak bir işe karışmamak, ilgi göstermemek, çekinmek, yabancı saymak (veya tutmak) yabancı gibi görmek, yabancı olarak benimsemek, yabancısı olmak (veya olmamak) tanımamak, bilmemek (tanımak, bilmek): "Yabancısı olmadığımız ikinci kattaki küçük odaya yerleştik." -Y. Z. Ortaç.
→ yabancı çıta, yabancı dil, yabancı saha
yabancı çıta is. Kirişli birleştirmelerde iki tarafa açılan yuvaya uygun ölçü ve biçimde hazırlanmış ince, dar parça.
yabancı dil is. 1. Ana dilin dışında olan dillerden her biri. 2. Ana dilin dışında öğrenilen uzmanlık dili.
yabancıl sf. Egzotik.
yabancılama is. Yabancılamak işi.
yabancılamak (-i) Yabancı gibi görmek, kendinden saymamak, yadırgamak.
yabancılaşma is. 1. Yabancılaşmak işi. 2. sos. Belli tarihsel şartlarda insan ve toplum etkinlikleri ürünlerinin, bu etkinliklerden bağımsız ve bunlara egemen olan Öğelerin değişik biçimde kavranması.
yabancılaşmak (nsz) 1. Tanımaz, bilmez duruma gelmek, yabancı olmak, bigâne düşmek. 2. Ahşamamak, yadırgamak, yabancılık çekmek: "Ses Sevim'in sesi, fakat kalınlaşmış, tıkanmış, yabancılaşmış bir ses." -R. N. Güntekin.
yabancılaştırma is. Yabancılaştırmak işi.
yabancılaştırmak (-i) Yabancı duruma getirmek.
yabancılık, -ğı is. Yabancı olma durumu, (bîr yer veya işte) yabancılık çekmek bir iş veya çevrede yabancı olmaktan doğan güçlüklere uğramak, yabancılık duymak bir kimseye, bir şeye ahşamamak: "Kendisini uykuya veremiyor, her dakika yabancılık duyuyor." -M. Ş. Esendal.
yabancıllık, -ğı is. Egzotizm.
yabancı saha is. 1. Kendi sahasının dışında olan saha, dış saha. 2. sp. Sporcuların daha önce oynamadıkları veya rakip takımla karşılaşma yapmak üzere geldikleri rakip takımın sahası.
yaban çileği is. bot. Dağ çileği.
yaban defnesi is. bot. İki çeneklilerden, çiçekleri beyaz, san veya pembe renkli, orman ve çayırlarda yetişen bir süs bitkisi (Daphne pontica).
yaban domuzu is. zool. Domuzgillerden, domuzdan iri, bağ ve bahçelere zarar veren saldırgan, yabani bir hayvan (Sus scrofa).
yaban enginarı is. bot. Deve dikeninin bir türü.
yaban eriği is. bot. Çakal eriği.
yaban eşeği is. zool. Atgillerden, Hazar Denizi dolaylarında yaşayan, eşeğe çok benzeyen yaban hayvanı (Equus onager).
yaban fesleğeni is. bot. Yer fesleğeni.
yaban gülü is. bot. Gülgillerden, çiçekleri soluk pembe, beyaz, yemişi parlak kırmızı renkte bir bitki, yabani gül (Rosa canina).
yaban havucu is. bot. Maydanozgillerden, kökleri yenebilen, hayvan yemi olarak da kullanılan, yıllık veya çok yıllık otsu bir bitki, karakavza (Pastinaca sativa).
yabanıl sf. 1. İlkel yaşayan (kimse), yabani, vahşi. 2. bot. İnsan bakımı ile yetişmemiş (bitki). 3. zool. Evcil olmayan (hayvan), vahşi.
yabanıllaşma is. Yabanıllaşmak işi, yabanileşme.
yabanıllaşmak (nsz) Yabanıl duruma gelmek, yabanileşmek.
yabanıllık, -ğı is. Yabanıl olma durumu, vahşilik, vahşet.
yabani sf (yaba:ni:) 1. Doğada yaşayan, evcil olmayan (hayvan), evcil karşıtı. 2. Doğada kendiliğinden yetişen (bitki). 3. mec. Görgüsü olmayan, kaba ve hoyrat (kimse): "Babası, dağdan gelme, dangıl dungul bir yabaniymiş." -S. M. Alus.
→ yabani akdiken, yabani enginar, yabani gül, yabani hayvan, yabani ıspanak, yabani incir, yabani kimyon, yabani kiraz, yabani lahana, yabani marul, yabani menekşe, yabani mercanköşk, yabani sarımsak, yabani turp, gulyabani
yabani akdiken is. bot. Hünnapgillerden, yaprakları almaşık, kırmızı renkli yemişi olan bir bitki (Rhamnıts frengula).
yabanice zf. (yaba:ni: 'ce) Yabani bir biçimde.
yabani enginar is. bot. Kenger.
yabani gül is. bot. Yaban gülü.
yabani hayvan is. Ehlîleşmemiş, vahşi ve yırtıcı hayvanların genel adı.
yabani ıspanak, -ğı is. bot. Pazı (I).
yabani incir is. bot. 1. İncir ağacının yabani türü. 2. Yaban inciri.
yabani kimyon is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, Doğu Anadolu'da yetişen, beyaz veya turuncu çiçekli, çok yıllık, otsu bir bitki (Zygophyllumfabago).
yabani kimyongiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, yabani kimyon, peygamber ağacı vb. bitkileri içine alan bir familya.
yabani kiraz is. bot. Ülkemizde yetişen bir kiraz türü (Cerasus microcarpa).
yabani lahana is. bot. Turpgillerden, kumlu yerlerde yetişen ve sebze gibi yenen bir bitki.
yabanileşme is. Yabanileşmek işi, yabanıllaşma.
yabanileşmek (nsz) Yabani duruma gelmek, yabanıllaşmak, vahşileşmek.
yabanilik, -ği is. 1. Yabani olma durumu, yabanıllık. 2. Yabanice davranış.
yabani marul is. bot. Sarı çiçekli, beyaz sütlü, 50-150 cm yükseklikte, iki yıllık otsu bir bitki, eşek marulu, yağ marulu (Lactuca serriola).
yabani menekşe is. bot. Menekşe çiçeğinin yabani bir türü.
yabani mercanköşk is. bot. Mercanköşk çiçeğinin yabani bir türü, farekulağı (Origanum vulgare).
yaban inciri is. bot. 1. Dutgillerden, Mısır'da yetişen ve kerestesi eski Mısırlılarca mumyalara sanduka yapmakta kullanılmış olan bir ağaç, yabani incir. 2. Bu ağacın meyvesi.
yabani sarımsak, -ğı is. bot. Zambakgillerden, kırlarda yetişen, koyu yeşil yapraklan bahar olarak kullanılan çok yıllık bir tür bitki, köpek sarımsağı, köpek soğanı.
yabanî turp is. bot. Yaban turpu.
yaban kazı is. zool. Ördekler familyasından, kamışlı sularda yaşayan ve yalnız bitki ile beslenen büyük ve göçücü bir kuş, sakar meke (Anser amer).
yaban keçisi is. zool. Anadolu'nun dağlık bölgelerinde yetişen, uzun ve kıvrık boynuzlu bir keçi türü.
yaban kedisi is. zool. Kedigillerden, kırçıl renkli, 60 cm uzunluğunda bir memeli türü (Felis silvestris).
yaban kekliği is. zool. Dağ kekliği.
yaban keteni is. bot. Su keteni.
yaban koyunu is. zool. Boynuzlugillerden, Kuzeydoğu Asya'da yaşayan, büyük boynuzları olan bir tür koyun, argali, muflon (Ovis ammon).
yabanlık, -ğı is. 1. Bayram gibi önemli günlerde veya konukların yanına çıkarken giyilen yeni giysi, kişilik, adamlık: "Yabanlık lacivert entarisi, baş örtüsü, çökük yanaklarıyla annesi kapıda bekliyordu." -H. E. Adıvar. 2. Ekilmemiş, işlenmemiş toprak: "Benim çocukluğumda buraları hep yabanlıktı. " -Halikarnas Balıkçısı.
yaban maydanozu is. bot. Baldıranın maydanoza benzeyen bazı türleri.
yaban mersini is. bot. Fundagillerden, çiçekleri beyaz veya pembe, yaprakları taneli bir bitki, keçi yemişi, çobanüzümü (Vaccinium myrtillus).
yaban nanesi is. bot. Yabani bir tür nane.
yaban ördeği is. zool. Ördekgillerden, evcil ördeğe benzeyen, yeşil boyunlu bir tür ördek (Anas boschas).
yaban pancarı is. bot. Pazı (I).
yaban pazısı is. bot. Iştır.
yabansı sf. Acayip: "Kaçmış uykum yabansı ormanlardan /Dağlar mağaralarla ovalara kaçmış." -F. H. Dağlarca.
yabansılık, -ğı is. Yabansı olma durumu, tuhaflık.
yabansıma is. Yabansımak işi.
yabansımak (-i) Yabansı bulmak, garip ve tuhaf bulmak.
yaban sümbülü is. bot. Kedi nanesi.
yaban tavşanı is. zool. Ada tavşanı.
yaban teresi is. bot. Horozcuk otu.
yabantırak, -ğı is. bot. Sulak yerlerde yetişen bir tür dereotu (Anethum graveolens).
yaban turpu is. bot. Turpgillerden, kökü ve yapraklan baharlı, beyaz çiçek açan bir bitki, acırga, yabani turp (Raphanus raphanistrum).
yaban yasemini is. bot. Patlıcangillerden, sulak yerlerde ve çit kenarlarında yetişen, mor çiçekli, çok yıllık bir bitki (Solanum dulcamara).
yabgu is. tar. Orta Asya'da kurulan ilk Türk devletlerinde kağandan sonra gelen en üst düzeydeki yöneticinin unvanı.
yad sf. Yabancı.
→ yad el, yad erklik, yad estetik, yad gerekirci
yâd is. Far. yâd 1. Anma. 2. Hatır, zihin: "Yâdımda ezelî ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim." -Ö. Seyfettin, yâd etmek anmak, hatırlamak: "Bunu derhâl halkın hesabına iyi bir numara olarak yâd ettim." -H. E. Adıvar.
ya da bağ. 1. Ayrı olmakla birlikte aynı değerde tutulan iki şeyi veya bir başka seçeneği anlatan sözlerden ikincisinin önüne getirilen bir söz: Sen, ben ya da başka bir arkadaş. 2. Seçeneği, çeşitliliği veya tercihi belirten bir söz: Ya oyunu kullanırsın ya da toplantıya hiç katılmazsın.
yad el is. Yabancı yer, gurbet.
yad eller ç. is. 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar: "Yiğidin başına bir iş gelirse / Onu yad ellere açıcı olma." -Karacaoğlan.
yad erklik, -ği is.fel. 1. Dışarıdan gelen yasa veya buyruğa göre davranma, özerklik karşıtı. 2. sos. Bir topluluğun yabancı kimseler tarafından yöneltilmesi durumu.
yad estetik, -ği is. T. yad + Fr. esthetique fel. Estetiğe aykırı.
yad gerekirci sf. fel. Belirlenmezci, indeterminist.
yad gerekircilik, -ği is. fel. Belirlenmezcilik, indeterminizm.
yadımlama is. biy. Canlı protoplazmayı yapan büyük ve karmaşık yapılı moleküllerin enerji çıkararak yanması, yıkım, katabolizma, özümleme karşıtı.
yadımlamak (-i) biy. Canlı protoplazmayı yapan büyük ve karmaşık yapılı moleküller enerji çıkararak yanmak.
yadın kurun sf.fiz. Asenkron.
yadırgama is. Yadırgamak işi: "Üç gündür bu haberin uyandırdığı bir yadırgama duygusundan kurtulamıyorum." -N. Cumalı.
yadırgamak (-i) Kendine yabancı gelen bir kimseye, duruma veya şeye alışamamak, ısmamamak: "İçine paldır küldür yuvarlandığı bu curcunayı yadırgadı." -A. İlhan.
yadırganma is. Yadırganmak işi.
yadırganmak (nsz) Yadırgama işi yapılmak: "Bu partiyi kurmak isteyişi ilkin yadırganmıştır." -H. Taner.
yadırgatıcı sf. Alışılmamış, tuhaf.
yadırgatma is. Yadırgatmak işi: "Günümüzün yenilik sıtmasına tutulmuş sanatçılarını yadırgatmasını tabii görmek gerekir." -A. Ş. Hisar.
yadırgatmak (-i) Yadırgama işini yaptırmak, yadırgamasına yol açmak: "Şiirlerindeki mistik hava ile yaşamındaki bu bağırgan, çocuksu yaklaşım, çoğu kimseyi yadırgatırdı." -H.Taner.
yadigâr is. (ya:digâ:r) Far. yadigâr Bir kimseyi, bir olayı hatırlatan nesne veya kişi: "Bir eser bırakmadan geleceğe yadigâr / Bırakmışım kime ne, bırakmasam ne zarar." -E. B. Koryürek. yadigâr bırakmak bir kimseyi veya bir nesneyi hatırlatan olarak arkasında bırakmak: "Duvarlar, hattat sütbabamın yadigâr bıraktığı levhalarla süslenmişti." -Ö. Seyfettin, yadigâr kalmak bir olayı, bir kimseyi hatırlatan bîr nesne, bir özellik bırakılmış olmak: "İçlerinde, babasının günlerinden yadigâr kalanlar birer birer göçmüş..." -H. E. Adıvar. yadigâr olmak hatıra olarak kalmak: "Bir de yadigâr olmak üzere fotoğraf bıraktı." -Ö. Seyfettin. yadigâr olsun hatıra olsun, hatırlatsın.
→ baba yadigârı
yadsıma is. 1. Yadsımak işi, inkâr. 2. man. Bir yargıdan onun karşıtı olan yargıya geçme, nefıy.
yadsımak (-i) 1. Yaptığı bir işi, söylediği sözü veya tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, bilmediğini söylemek, yaptığını saklamak, inkâr etmek. 2. İlgili, bağlı bulunduğu bir şeye yabancı kalmak: Ulusunu yadsımak. 3. Tanrı'nın varlığını tanımamak, inkâr etmek.
yadsınma is. Yadsınmak işi: "Yeniye varmak için eskinin hırpalanmasını, az çok yadsınmasını da anlarım." -N. Ataç.
yadsınmak (nsz) Yadsıma işi yapılmak.
yafa is. (yafa) (Yafa şehrinin adından) Kalın kabuklu, çekirdekli bir tür portakal.
yafta is. (ya'fta) Far. yâfte Üzerine asıldığı veya yapıştırıldığı şeylerle ilgili bir bilgi veren yazılı kâğıt parçası: "Zamanın uzunluğuna rağmen bu firmanın yaftasını hâlâ aklımda tutuyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. yaftayı yapıştırmak yanlış biçimde değerlendirip tanıtmak.
yaftalama is. Yaftalamak işi veya durumu.
yaftalamak (-i) 1. Yafta asmak. 2. Etiketlemek. 3. mec. Duyurmak, ilan etmek, ortaya koymak: "Bir ülke hakkında da bu terimler aşağı bir kategoriyi yaftalamakta idiler." -H. Taner.
yaftalanma is. Yaftalanmak işi.
yaftalanmak (nsz) 1. Yafta asılmak veya yapıştırılmak. 2. Tanınmak, nitelenmek, şöhret bulmak: "Bir garip adam, bir egzotik şair diye yaftalanan Asaf Halet Çelebi'yi yakından tanımak fırsatını buldum." -H. Taner.
yağ is. 1. Birleşiminde stearik, oleik, palmitik asitlerle gliserin bulunan ve bunların oranlarına göre kıvamlan değişen bitkisel veya hayvansal madde: "Yağ gelen yerden bal esirgenmez." -Atasözü. 2. Vazelin, mazot gibi fizik nitelikleriyle yağları andıran ve sanayide kullanılan mineral madde: "Yağı tükenmiş motor gibi duraklamış, kalmıştı." -E. E. Talu. 3. Vücudun, atılması gereken amonyak, üre vb. maddelerini İçine alarak deriden sızan ve ter kokusunu veren madde. 4. Güzel kokulu bitkilerden çıkardan uçucu, kokulu ve sıvı madde: Gül yağı. 5. mec. Abartıh övgü. yağ bağlamak 1) üzerine biriken yağ katılaşmak; 2) semirmek, yağ bal olsun yenen, içilen şeyler helal ve afiyet olsun. yağ basmak 1) büyük bir kaba yağ yerleştirmek; 2) mec. çok yağlanmak, semirmek. yağ çekmek (veya yapmak) argo gereksiz biçimde övmek, dalkavukluk etmek. yağ gibi kaymak kızak, taşıt vb. sarsılmadan hızla gitmek, yağ yakmak 1) tavada yağı çok ısıtmak; 2) mec. dalkavukluk etmek, yağ yedirmek azar azar ekleyerek katıldığı malzemeyle yağın iyice bütünleşmesini sağlamak, yağa bala batırmak bol bol yedirip içirmek, çok iyi ağırlamak.
→ yağ bezi, yağ çubuğu, yağ doku, yağ göstergesi, yağhane, yağ hücresi, yağ kesesi, yağ kutusu, yağ küpü, yağ lambası, yağ mantısı, yağ marulu, yağölçer, yağ şalgamı, yağ taşı, yağ tulumu, yağ yakıt, ağır yağ, bitkisel yağ, ince yağ, kalın yağ, katı yağ, madenî yağ, sadeyağ, sağyağ, sarı yağ, sıvı yağ, ayçiçeği yağı, badem yağı, balık yağı, balina yağı, ban yağı, bezir yağı, biryan yağı, böbrek yağı, cila yağı, çiçek yağı, çöz yağı, domuz yağı, don yağı, fındık yağı, gaz yağı, gres yağı, gül yağı, güneş yağı, hacı yağı, haşhaş yağı, Hint yağı, Hint yağı ağacı, içyağı, iğ yağı, ince gül yağı, inek yağı, kandil yağı, karanfil yağı, katran yağı, kekik yağı, kenevir yağı, kuyruk yağı, makine yağı, mangal yağı, mısır yağı, motor yağı, neft yağı, pamuk yağı, reçine yağı, sığla yağı, silindir yağı, susam yağı, taş yağı, tereyağı, Tonya yağı, Trabzon yağı, Vakfıkebir yağı, yağlama yağı, yapak yağı, yer yağı, zaç yağı, zeytinyağı, minarelli yağlar
yağar is. hlk. Yağmur: "Yüce dağların yağarı /Eridi kalmadı karı." -Halk türküsü.
yağ bezi is. anat. Yağ bezleri.
yağ bezleri ç. is. anat. İçinde yağ bulunan veya yağ salgılayan bezler, yağ bezi.
yağcı is. 1. Yağ çıkaran veya satan kimse. 2. Makineleri yağlayan kimse. 3. argo Dalkavuk.
→ gül yağcı
yağcılık, -ğı is. 1. Yağ çıkarma veya satma işi. 2. Makine yağlama işi. 3. argo Dalkavukluk. (birine) yağcılık etmek birine dalkavukluk etmek.
→ gül yağcılık
yağ çubuğu is. Motorlu araçlarda motorun yağ seviyesini kontrol etmeye yarayan ve özel göstergesi bulunan ince çubuk.
yağdanlık, -ğı is. 1. Makineleri yağlamakta kullanılan, ince, uzun bir borusu olan yağ kabı. 2. argo Dalkavuk.
yağdırılma is. Yağdırılmak işi.
yağdırılmak (nsz) Yağdırma işi yapılmak.
yağdırma is. Yağdırmak işi.
yağdırmak (-i) 1. Yağmasını sağlamak. 2. Bir şeyi aralıksız ve çok sayıda atmak, indirmek, savurmak: Taş yağdırmak. Kurşun yağdırmak. 3. Vermek, söylemek: "Cemal Paşa, çılgın, Adana'ya, Afyon'a şiddetle emirler yağdırıyordu." -F. R. Atay. 4. (-e) mec. Bol miktarda vermek, sağlamak: Bu fabrika piyasaya kumaş yağdırdı. 5. mec. Çok sayıda ortaya koymak, sürmek: "Çorbada tuzum bulunsun diyen para, eşya yağdırmıştı. " -T. Buğra.
yağ doku is. anat. Vücutta yağ tabakalarını oluşturan doku.
yağ göstergesi is. Motorlu araçlarda yağın olup olmadığını gösteren alet.
yağhane is. (yağha:ne) T. yağ + Far. hâne Bitkisel ve hayvansal yağ elde edilen yer.
yağ hücresi is. anat. Özünde yağ bulunan hücre,
yağı is. hlk. Düşman, hasım.
yağılaşma is. Yağılaşmak işi veya durumu.
yağılaşmak (nsz, -le) Düşman olarak karşı karşıya gelmek, savaşa tutuşmak.
yağılık, -ğı is. Düşmanlık.
yağıltı is. Derideki yağ ve ter bezleri tarafından salgılanan, lirleri bir kılıf gibi sararak dış tesirlerden koruyan madde.
yağımsı sf. Yağsı.
yağır is. hlk. 1. Sırt, arka, iki kürek arası. 2. Atın omuzları arasındaki yer. 3. Çoğunlukla bu yerde eyer ve semerin açtığı yara. 4. Kel: "Yağır, tırnak bulsa başını kaşır." -Atasözü.
yağış is. 1. Yağma işi. 2. Havadaki su buharının yoğunlaşma sonunda sıvı veya katı durumda yere düşmesi. 3. Yağan yağmur veya kar miktarı. 4. Yağmur.
→ yağış düzeni, yağış göstergesi, yağış haritası, yağışölçer
yağış düzeni is. coğ. Yıllık ortalama yağış tutarının aylara veya mevsimlere dağılışı.
yağış göstergesi is. Yağış durumunu ölçen ve gösteren alet.
yağış haritası is. Bölgelere göre yağış yoğunluğunu ve türünü gösteren harita.
yağışlı sf. 1. Yağışı olan: "Akşamüstü havanın yağışlı olmasına rağmen ... dediğim yerden geçiyordu." -O. C. Kaygılı. 2. Yağışı çokça olan: Ekvator çevresi yağışlı bölgelerdendir.
yağışölçer is. (yağışölçer) Belirli bir zamanda, belirli bir yere düşen yağış miktarını ölçmeye yarayan alet, yağmurölçer, plüviyometre.
yağışsız sf. Yağışı olmayan, kurak.
yağışsızlık, -ğı is. Yağış olmama durumu, kuraklık.
yağız sf. 1. Esmer: "Yağız ve kuvvetli, analarının ardı sıra dokuzar onar gürbüz çocuk koşar." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Siyah: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı." -F. N. Çamlıbel. 3. hlk. Yiğit: "Bunu o ilk zamanlardaki yağız savaşçı havasıyla dedi." -A. İlhan.
→ ayağız doru, kara yağız, sarı yağız
yağız doru sf. Kızıla çalan siyah tüyleri olan (at).
yağ kesesi is. Vücudun bir yerinde oluşan beze: "... başındaki bir basit yağ kesesini kolayca çıkardığım bir saz şairi..." -R. N. Güntekin.
yağ kutusu is. Makine ve otomobil aksamında yağ gereksinimini karşılayan kutu.
yağ küpü is. Yağ tulumu.
yağlama is. 1. Yağlamak işi. 2. hlk. Küçük tabak büyüklüğünde açılan yufkaların tavada pişirilmesinden sonra aralarına kıymalı İç konulup üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek hazırlanan bir yemek.
→ yağlama yağı, yağlama yıkama
yağlamak (-i) 1. Yağ sürmek. 2. tek. Sürtünen iki yüzey arasına, kaymayı kolaylaştırmak için yağlı bir madde sürmek. 3. argo Dalkavukça övmek, yağ çekmek, yağlayıp ballandırmak çok överek anlatmak.
yağlama yağı is. 1. Hareket eden yüzeylerde sürtünmeyi azaltmak amacıyla kullanılan genellikle rafine edilmiş bir yağ türü. 2. Motor ve makine parçalarının yağlanmasında kullanılan madde.
yağlama yıkama is. Genellikle benzin istasyonlarında bulunan, otomobillerin yağ kontrollerini ve temizliğini yapan servis.
yağ lambası is. Otomobillerde yağ seviyesi düştüğünde uyarmaya yarayan lamba.
yağlanma is. Yağlanmak işi.
yağlanmak (nsz) 1. Yağlama İşi yapılmak, yağ sürülmek, yağ konulmak. 2. Yağ oluşmak: "... şişman denilecek kadar etlenmiş, toplanmış, yağlanmış bir hanım var." -M. Ş. Esendal. 3. Yağdan kirlenmek: "... saçlarını taramış, yakası pek yağlanan eski cübbesini değiştirmiş..." -M. Ş. Esendal. 4. Yağ sürünmek: "Ayşe yağlandı. Kispetler giydi." -Ö.Seyfettin.
yağlatma is. Yağlatmak işi.
yağlatmak (-i) Yağlama işini yaptırmak.
yağlayıcı is. tek. Makine, motor vb.ni oluşturan parçalan yağlama işinde kullanılan araç.
yağlı sf. 1. Üzerinde veya içinde yağı olan. 2. Yağı çok olan. 3. Yağla yapılmış: Yağlı çörek. 4. Besili, semiz: "Bir de olaydı şimdi diye yağlı hindi sayıklıyorsun." -O. C. Kaygılı. 5. Yağdan kirlenmiş veya lekelenmiş olan: "Uzun saçları eski redingotun yağlı yakasına dökülüyor." -Ö. Seyfettin. 6. mec. Parası bol, zengin: "Dükkâna yağlı bir müşteri arıyordu." -R. H. Karay. 7. mec. ve tkz. Bol ve kolay kazanç sağlayan: Yağlı bir iş.
→ yağlı ballı, yağlı bitki, yağlı boya, yağlı güreş, yağlı harç, yağlı ip, yağlı kâğıt, yağlı kapı, yağlı kara, yağlı kömür, yağlı kuyruk, yağlı müşteri, yağlı toprak, tereyağlı, zeytinyağlı
yağlı ballı sf. Araları çok iyi, içli dışlı: "Cihana maskara oldular paşam, gibi yağlı ballı huluslar çakıp gidiyorlardı." -Ö. Seyfettin. yağlı ballı olmak araları çok iyi olmak, içli dışlı olmak.
yağlı bitki is. bot. Özünde yağ bulunan veya yağ salgılayan bir bitki türü.
yağlı boya is. 1. Eşyaya renk vermek veya onu dış etkilerden korumak için sürülen, boyanın bazı özel sıvılarla karıştırılmasıyla yapılan kimyasal madde. 2. sf. Bu boya ile yapılmış (resim): "Altı odalı, içi dışı yağlı boya, kuş kafesi gibi bir köşk." -S. M. Alus. 3. ünl. "Açılın, savulun" anlamlarında uyarma sözü.
yağlı boyacı is. Binalarda yağlı boya İşleri yapan kimse.
yağlı güreş is. sp. Güreşçilerin vücutlarının zeytinyağı ile yağlanmasıyla yapılan bir tür serbest güreş.
yağlı güreşçi is. Yağlı güreş yapan sporcu.
yağlı harç, -cı is. İçinde bol miktarda kireç veya çimento bulunan harç.
yağlı ip is. Darağacı.
yağlık, -ğı (I) is. hlk. Büyük mendil, çevre: "Osmanlı kadınlığının göz nurunu, el emeğini, üstün zevkini yüzyıllardan beri yiğitçe taşımış, işlemeli, yağlıklar, dantelalar, oyalar..." -K. Tahir.
yağlık, -ğı (II) Yağ için ayrılmış, yağ elde etmeye özgü: Yağlık soya fasulyesi.
yağlı kâğıt, -di is. Yiyeceklerin sarılarak saklanması için kullanılan bir tür kâğıt.
yağlı kapı is. Çalıştırdığı kişiye bol para, yiyecek, eşya veren aile, kuruluş vb: "İşte bize de böyle bir yağlı kapı lazımdır." -H. R. Gürpınar, yağlı kapıya konmak rahat, sıkıntısız bir yere girmek, geçimini başkasının üstüne yıkmak: "Kondu, namussuz, yağlı kapıya, diye, hasedim belli ediyordu." -H. Taner.
yağlı kara sf. İçine sinmiş, temizlemesi zor, yağları kolay kolay çıkmayan.
yağlıkçı is. hlk. 1. Havlu, çevre, çamaşır vb. satan kimse. 2. Gelinlik, tel, duvak vb.ni kira ile veren kimse.
yağlı kömür is. İçinde % 20-30 uçucu madde bulunan, ısı etkisiyle bu maddeler kaybolduktan sonra kok veren kömür.
yağlı kuyruk, -ğu is. tkz. 1. Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak: "Bu yağlı kuyruğa herkes bir defa sarılmak, onu kendine çekmek, alıkoymak sevdasında idi.." -E. E. Talu. 2. Kolayca sömürülecek iş veya kişi.
yağlılık, -ğı is. Yağlı olma durumu.
yağlı müşteri is. Bol paralı, çok alışveriş yapan müşteri: "Bu yağlı müşterinin yanına nöbetleşe ve ikişer ikişer gönderiyordu." -E. E. Talu.
yağlı toprak, -ğı is. Gevşek ve kaygan bir tür toprak.
yağma (I) is. Yağmak işi.
yağma (II) is. (ya'ğma) Far. yağma 1. Birçok kişinin zor kullanarak ele geçirdikleri malı alıp kaçması, çapul, talan: "Yağma ve hırsızlıkla güvenlik ve huzuru bozmaktadır." - F. R. Atay. 2. tar. Akıncıların düşman topraklarına yaptıkları baskın, çapul. 3. sf. Baskın veya zor kullanarak elde edilmiş olan. yağma etmek (veya edilmek) 1) birçok kimse, zor kullanarak bir malı alıp kaçmak (veya mal bu yolla kaçırılmak); 2) kurnazlıkla çarpmak, vurgunculuk etmek: "Bu endüstri ülkeleri, zenginliklerim üçüncü dünya ülkelerinin ham maddelerini yağma ederek sağlamışlardı." -H. Taner. 3) tar. savaş sonunda zafer kazanmış asker insanları tutsak olarak almak ve malı ele geçirmek, yağma gitmek bir şey çok alıcı bulmak, çok satılmak. yağma Hasanın böreği hakkı olan veya olmayan herkesin yararlandığı kaynak. yağma yok tkz. öyle şey olmaz: "Olur mu hiç? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum, yağma yok!" -Yi. R. Gürpınar.
yağmacı is. Yağma eden kimse veya ordu.
yağmacılık, -ğı is. Yağma etme işi.
yağmak, -ar (nsz) 1. Yağmur, kar, dolu gökten düşmek: "Her zaman yılbaşı gecesi kar yağardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Toz, mermi vb. yüksekten çokça düşmek: Üstümüze kurşun yağıyordu. 3. mec. Üst üste ve çok gelmek: "Sende bu istidat varken, pencerelerden başına çil kuruş yağar, biz de ekmek parası ediniriz." -H. E. Adıvar.
→ karyağdı
yağmalama is. Yağmalamak işi.
yağmalamak (-î) Yağma etmek.
yağmalanma is. Yağmalanmak işi.
yağmalanmak (nsz) Yağma edilmek.
yağ mantısı is. Hamuru kalın ve çay tabağı büyüklüğünde bohçalar hâlinde hazırlanan, bol yağlı olarak pişirilen bir tür manü.
yağ marulu is. bot. Yabani marul.
yağmur is. 1. Atmosferdeki su buharının yoğunlaşmasıyla oluşan ve yeryüzüne düşen yağışın sıvı durumda olanı, yağar, yağış, baran, bereket, rahmet: "Hava biraz bozukçaydı, dışarıda serin bir yağmur çiseliyordu. " -M. Ş. Esendal. 2. mec. Çok ve sık düşen, gelen şey. 3. mec. Çokluk, bolluk: Para yağmuru. Övgü yağmuru, yağmur boşanmak birdenbire çok yağmur yağmak, yağmur olsa kimsenin tarlasına düşmez (veya yağmaz) elinden geldiği hâlde kimseye iyilik etmeyenler için kullanılan bir söz. yağmur yağarken küpünü doldurmak kazanç firsatı varken ondan yararlanarak para veya mal edinmek, yağmur yağmak yağmur yere düşmek, yağmur yemek yağmurda iyice ıslanmak, sırılsıklam olmak: "Ben Önde, Nezir arkada, çamurlu yoldan, yağmur yiye yiye elimdeki pilli fenerin ışığında yürüyoruz." -R. H. Karay, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak güç bir durumdan kurtulayım derken daha kötüsüyle karşılaşmak.
→ yağmur bombası, yağmur borusu, yağmur bulutu, yağmur duası, yağmur kapanı, yağmur kuşağı, yağmur kuşu, yağmur mevsimi, yağmur ormanları, yağmurölçer, çakal yağmuru, gün yağmuru, nisan yağmuru, yaz yağmuru, yıldız yağmuru
yağmur bombası is. Kurak mevsimlerde atmosferde yağmur bulutlarının oluşmasını hızlandırsın diye atılan bomba.
yağmur borusu is. Binalarda çatıda biriken yağmur suyunun kanalizasyona aktarılmasını sağlayan boru.
yağmur bulutu is. Atmosferde nem yüklü bulutlar.
yağmur duası is. Kuraklık zamanlannda yağmur yağması için halkın topluca Tanrı'ya yakarması.
yağmur kapanı is. Meyilli alanlarda plastik örtüler, asfaltlanmış kanaviçe, galvanizli sac, asfalt ve daha birçok benzeri maddelerle kaplanarak yağmur sularının toplanıp depo edildiği ve hayvanların içme suyu gereksinimlerinin karşılandığı basit su toplama düzeni.
yağmur kuşağı is. Ekvator'un kuzeyindeki bol yağmur alan bölge.
yağmur kuşu is. zool. Yağmur kuşugillerden, bataklık ve su kenarlannda yaşayan, kısa boyunlu, kabank ve kısa gagalı, ayakları üç parmaklı, küçük bir kuş, altın yağmurcun (Charadrius jluvialis).
yağmur kuşugiller ç. is. zool. Yağmur kuşu, kız kuşu vb. türleri içine alan, ince bacaklı, sivri kanatlı kuşlar familyası.
yağmurlama is. Yağmur gibi su püskürtme.
yağmurlamak (nsz) 1. Hava yağmura çevirmek, yağmur yağacak gibi olmak: Hava yağmurlayacak. 2. (-i) Yağmur biçiminde sulamak.
yağmurlayıcı is. Yağmurlama aracı.
yağmurlu sf. Yağmuru olan, yağmur yağan: "Dün akşam o yağmurlu, rüzgârlı ve soğuk havada bana geldi." -O. C. Kaygılı.
yağmurluk, -ğu is. 1. Yağmurdan korunmak için üste giyilen giysi, trençkot: "... bu iki Türk, bu iki silah arkadaşı, yağmurluklarının altında yan yana uyudular." -M. Ş. Esendal. 2. Çadır bezinden yapılan ve yağmurdan korunmaya yarayan örtü: Pazarlardaki gölgelik ve yağmurluklar...
yağmur mevsimi is. Yağmurun bol yağdığı mevsim.
yağmur ormanları ç. is. Yağmurların bol düştüğü ormanlık alan.
yağmurölçer is. (yağmu'rölçer) Yağışölçer.
yağmursuz sf. Yağmuru olmayan, yağmur yağmayan: Yağmursuz bir yaz.
yağmursuzluk, -ğu is. Yağmursuz olma durumu.
yağölçer is. (yağölçer) Sütteki yağlı madde miktarım ölçmeye yarayan alet.
yağrm is. hlk. Kürek kemiği.
yağsı sf. Yağı andıran, yağa benzeyen, yağ gibi, yağımsı.
yağsız sf. 1. Yağı olmayan. 2. Yağı az. 3. İçine yağ konulmamış, yağ ile yapılmamış. 4. mec. İnce, zayıf.
yağsızlık, -ğı is. Yağsız olma durumu.
yağ şalgamı is. bot. Küçük şalgam.
yağ taşı is. Kesici aletlerin ağızlarını bilemede gaz yağı, mazot veya zeytinyağı sürülerek kullanılan doğal taş.
yağ tulumu sf. şaka Çok semiz, yağ küpü.
yağ yakıt is. Ham petrolün damıtılması sonunda elde edilen ve yakıt olarak kullanılan ürün.
yahey ünl. (yaıhey) Sevinç ve coşma anlatan bir söz.
yahni is. Far. yahni Kavrulmuş soğan ve salça ile pişirilen, sade veya sebzeli et yemeği.
→ düğün yahnisi, papaz yahnisi, tavuk yahnisi
yahşi sf. hlk. İyi, güzel, çok güzel: "Yahşi yiğit yâreninden belli olur." -Atasözü.
yahşilik, -ği is. Yahşi olma işi veya durumu.
yahu ünl. (ya:hu) Ar. yâ + hü tkz. 1. "Hey, bana bak, baksana" anlamlarında bir seslenme sözü: "Yahu! Hâlâ işin bitmedi mi?" -H. E. Adıvar. 2. Üzerine dikkati çekmek İçin söylenen söze katılan bir kelime: "İnsan bayağı üzülüyor yahu!" -S. F. Abasıyanık. 3. Cümlede rica anlamını pekiştirmek için kullanılan bir söz: Yapmayın yahu!
Yahudi öz. is. Ar. yehüdi Hz. Musa'nın dinine bağlı olan kimse, Musevi.
→ Yahudi Almancası, Yahudi Arapçası, Yahudi baklası, Yahudi ebegümeci, Yahudi pazarlığı, Yahudi takvimi, Yahudi tapınağı, Yahudi tavlası
Yahudi Âlmancası is. Almanya'dan çıkanlan Yahudilerin konuştuğu Almanca, Yiddiş.
Yahudi Arapçası is. Arap ülkelerinde yaşayan Yahudilerin konuşup yazdıkları ölçünlü olmayan Arapça.
Yahudi baklası is. bot. Termiye.
Yahudice öz. is. (yahudi'ce) 1. Yahudi dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan: Yahudice türkü.
Yahudi ebegümeci is. bot. Mühliye.
Yahudilik, -ği öz. is. 1. Yahudi olma durumu, Musevilik. 2. Yahudi dini, Musevilik.
Yahudi pazarlığı is. Alıcının bir şeyi çok ucuza almak, satıcının çok pahalıya satmak için yaptıkları sıkı pazarlık.
Yahudi takvimi is. Yahudilerin kullandığı takvim.
Yahudi tapınağı is. din b. Sinagog.
Yahudi tavlası is. Kız tavlası.
yahut bağ. (ya:hut) Far. yâ höd 1. Veya, ya da: "Artık bunları rüyanızda yahut romanlarda görebilirsiniz." -Ö. Seyfettin. 2. Bir düşünceden cayıldığında "daha doğrusu, iyisi" anlamlarında kullanılan bir söz.
→ veyahut
yak is. (Tibetçeden) zool. Tibet'te, Asya'nın bazı yörelerinde yabani veya evcil olarak yaşayan, kılları uzun öküz türü, Tibet öküzü, Tibet sığın (Bos grunniens).
yaka is. 1. Giysilerin boyna gelen, boynu çeviren bölümü: "Paltosunun yakasını kaldırıp tenha caddeyi tutturdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Giysilerin boyna gelen bölümüne eklenen ve türlü biçimlerde olan parçası. 3. Kıyı, kenar, taraf: "Sokağın karşı yakasına geçtiler." -M. Ş. Esendal. 4. Eğik yerey. 5. Yapıların saçaklannda, suyun içeriye sızmasını önlemek için kiremidin altıyla oluk arasına konulan metal levha. 6. Semt: "Hele bir işimizi bitirip karşı yakaya geçelim de onu sonra düşünürüz." -A. Gündüz. 7. Sahil. 8. den. Yelkenlerin kenar ve köşeleri, yaka bir tarafta, paça bîr tarafta kılığı kıyafeti dağınık bir durumda, yaka ısırmak şaşırarak "Allah esirgesin" demek. (birinden) yaka silkmek bıkmak, usanmak. yakadan atmak savıp kurtulmak, yakadan geçirmek esk. evlatlığa kabul etmek. yakası açılmadık hiç duyulmamış, ayıp, çok ağır hakaret içeren (söz, sövgü veya açık saçık nükte): "Bir yandan yakası açılmadık küfürler, bir yandan dedikodu ve türküler. " -B. R. Eyuboğlu. (birinin) yakasına asılmak (veya yapışmak) hesap sormak veya bir şey istemek için tutup bırakmamak: "Sonra eşyaya bir zarar gelecek olursa Gülsüm'ün yakasına yapışıyordu." -R. N. Güntekin. yakasına çökmek zorlamak, baskı yapmak: "Bereket versin hekimler sıkı bastılar, yengem de yakana çöktü de seni biraz hizaya getirdiler." -M. Ş. Esendal. (birinin) yakasına sarılmak istediği şeyi almak veya dövüşmek için birini bırakmamak, zorlamak, (birinin) yakasını bırakmamak bezdirecek kadar üstüne düşmek, rahat vermemek, ısrar etmek: "Kendimi unutturup kaybettirmeye çalıştığım burada da Başkan, yakamı bırakmadı." -R. N. Güntekin. yakasını kaptırmak bir şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak: "Ooo ... dedi, konukların en yaşlısı, sen yakanı iyice kaptırmış gibisin." -N. Araz. yakayı ele vermek kaçamayarak ele geçmek, yakalanmak: "Bu konuda hiç kimsenin yakayı ele vermeyeceğine şimdiden kalıbımı basarım." -B. R. Eyuboğlu. yakayı kurtarmak (veya sıyırmak) bir işten kurtulmak: "Pek sıkboğaz ederlerse bakalım bir sırasını düşürebilirsek yolunda bir yalanla yakamızı kurtarırız." -R. N. Güntekin.
→ yaka kartı, yaka paça, balıkçı yaka, bisiklet yaka, degaje yaka, haydari yaka, kar ay aka, kayık yaka, şapşal yaka
yakacak, -ğı is. Yakıt.
yaka kartı is. Kurum ve kuruluşlara dışarıdan gelen kimselerin ziyaretçi olduğunu veya kurum içinde görevli personelin kimliğini göstermek için yakaya takılan resmî kart.
yakalama is. 1. Yakalamak işi. 2. huk Sanığın yargıç kararı olmaksızın hürriyetinin kısıtlanmasını doğuran koruma önlemi: "Yakalama veya tutuklama sebepleri ... hâkim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilir." -Anayasa.
→ suçüstü yakalama
yakalamak (-i) 1. Bir kimseyi veya bir şeyi elle tutmak: "Üç ince dalı birleştirerek sıkıca yakaladım." -R. H. Karay. 2. Kaçan kimseyi ele geçirmek, derdest etmek. 3. Bir kimsenin gitmesini engellemek, durdurmak: "Bu defa Tevfik'i dükkânın kapısında yakaladılar, aynı şeyi ona açtılar." -H. E. Adıvar. 4. Bir kimseyi hoşa gitmeyecek bir durumda bulmak, bir kimsenin suçu ortaya çıkmak: Kocasını bir kadınla yakalamış. 5. Bir kimsenin suçluluğunu gösteren söz, bakış veya işareti fark etmek. 6. Birdenbire etkisi altına almak: Yağmur bizi yolda yakaladı. 7. Arayarak veya rastlantı sonucu bulup bağlantı kurmak: "Zehra, Yorgaki'nin müziğini herhangi bir yerinden yakalıyor." -A. İlhan. 8. mec. Belirlemek, anlamak: "Kız onun zayıf damarını yakalamıştı." -T. Buğra.
yakalanış is. Yakalanma işi veya biçimi.
yakalanma is. Yakalanmak işi.
yakalanmak (nsz) 1. Yakalama İşi yapılmak, ele geçirilmek. 2. Birinin kendisini zor duruma düşürecek bir şeyi, bir suçu ortaya çıkmak. 3. Bir hastalığa, karşılaşmak istenilmeyen birine veya kötü bir duruma tutulmak: Nezleye yakalandı. Evden çıkarken o adama yakalandı. Yağmura yakalandı.
yakalatma is. Yakalatmak işi.
yakalatmak (-i) Yakalanmasını sağlamak.
yakalı (I) sf Herhangi bir biçimde yakası olan: "Damat orta yaşlı bir zat olup kadife yakalı lacivert bir palto giymişti." -H. Taner.
→ yakalı kamçılılar, beyaz yakalılar, mavi yakalılar
yakalı (II) is. hlk. Boynu üzerinde manto yakasına benzeyen tüyleri bulunan bir güvercin türü.
yakalık, -ğı is. 1. Erkek gömleklerinin üzerine takılan eğreti yaka: "Karıları incik boncuk içinde, erkekler ekseri yakalık bile alıp takmıyorlar. " -H. E. Adıvar. 2. İlköğretim öğrencilerinin önlüklerinin üzerine taktıkları yaka. 3. sf. Yaka yapmak için kullanılan.
yakalı kamçılılar ç. is. zool. Denizlerde veya tatlı sularda yaşayan kamçılı, bir hücreli hayvanlar familyası.
yakalıklı sf Yakalığı olan: "Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı yüksek yakalıklı, fesli beylerdi." -M. Ş. Esendal.
yakalıksız sf Yakalığı olmayan: "Yakalıksız gömleğinin bir düğmesi kopmuş, gerdanı yarıya kadar açılmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yakamoz is. Yun. 1. Denizde balıkların veya küreklerin kımıldanışıyla oluşan parıltı: "Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim / Çifte sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim." -M. A. Ersoy. 2. Biyolojik ışık üretme özelliğine sahip, akıntı ve rüzgârlarla sürüklenen ve bir şeye dokunduğunda ışık veren deniz hayvanı.
yakamozlanma is. Yakamozlanmak işi.
yakamozlanmak (nsz) Denizde yakamozlar oluşmak.
yakamozlu sf. Yakamozu olan: "Yakamozlu lacivert göl perde perde açıldı, aydınlandı" -R. Enis.
yaka paça zf Zorla, isteği dışında, apar topar: "... o kuvvetine hayran olduğum adamı miskin bir mektep çocuğu gibi yaka paça alıp götürdükleridir." -Y. K. Karaosmanoğlu. yaka paça etmek (veya götürmek) hiçbir itiraz dinlemeden ve zorla, apar topar götürmek.
yakarca is. hlk. Tatarcık.
yakarı is. Yakarış.
yakarış is. 1. Yakarma işi veya biçimi, yakarı. 2. din b. Tanrı'dan bir şey dilemek amacıyla söylenen söz, dua, münacat.
yakarma is. Yakarmak işi.
yakarmak (-e) 1. Israrla istemek, yalvarmak: "Yalvarmak, yakarmak nafile bugün / Gözünün yaşına bakmadan gider." -C. S. Tarancı. 2. Tanrı'ya içten yalvararak dua etmek, niyaz etmek.
→ yalvarış yakarış
yakasız sf. Yakası olmayan: "Adamın sırtında yakasız bir mintan, bacaklarında da dolaksız bir külot vardı." -H. Taner.
→ yakasız gömlek, yakasız mintan
yakasız gömlek, -ği is. hlk. Kefen.
yakasız mintan is. hlk. Kefen.
yakaza is. Ar. yakaza esk. Uyanıklık.
yakı is. Bazı hastalıkları tedavi etmek amacıyla bir bez üzerine yayılıp vücudun bazı yerlerine konulan, koyuca lapa veya özel biçimde yapılmış eczalı parça: Hardal yakısı. yakı açmak iyileştirmek için bir yarayı açıp işletmek, yakı yakmak (veya vurmak) yakı yapıştırmak.
→ yakı ağacı, yakı otu, pehlivan yakısı
yakı ağacı is. bot. Kabukları yakı olarak kullanılan defne türünden bir ağaç (Daphne auidium).
yakıcı sf. 1. Yakma özelliği olan, yakan: "Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarım ürpertiyor." -Ö. Seyfettin. 2. is. Yakı yapan veya satan kimse. 3. mec. Etkili, dokunaklı. 4. kim. Başka bir maddeyle birleşerek o maddenin yanmasını sağlayan (madde): Oksijen yanıcı değil, yakıcıdır.
yakıcılık, -ğı is. 1. Yakıcı olma durumu: Güneşin yakıcılığı. 2. Yakı yapma işi.
yakılma is. Yakılmak işi.
yakılmak (nsz) Yakma İşi yapılmak: Ateş yakılmak, kına yakılmak.
→ yana yakıla
yakım is. 1. Yakma işi: Anız yakımı. 2. hlk. Önemli bir olay üzerine yakılmış türkü.
yakımcı is. hlk. Türkü yakan kimse.
yakın sf. 1. Az bir ara ile ayrılmış olan (zaman veya yer), uzak karşıtı. 2. Küçük, önemsiz değişikliklerle birbirinden ayrılan: Buna yakın bir söz söyledi. 3. Aralarında sıkı ilgi bulunan. 4. Benzeyen, andıran, yaklaşan: "Beş dönüme yakın bahçesi bir ormanı andırırdı." -Ö. Seyfettin. 5. Erişmesi, olması zaman bakımından yaklaşmış olan: "Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın..." - 5. F. Abasıyanık. 6. is. Uzak olmayan yer: Yakınımızda otururlar. 7. is. Aralarında sıkı ilişki olan arkadaş, dost veya akraba: "Türkçe konuştuğu için bana kendi yakınlarımızdan biri hissini veren yaşlı garson yanımıza geldi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ yakın akraba, yakın anlamlı, yakın benzeşme, yakın benzeşmezlik, Yakın Çağ, Yakın Doğu, yakın dost, yakın göçüşme, yakın koruma, yakın sesli, Yakın Şark, yakın takip, akla yakın, cana yakın
yakın akraba is. Birinci derecede yakınlığı olan akraba.
yakın anlamlı sf. Anlamlan arasındaki ayrım çok az olan (kelimeler).
yakın anlamlılık, -ğı is. Yakın anlamlı olma durumu.
yakın benzeşme is. dbl. Kelimede yan yana düşen iki ünsüzün birbirine etkisi: sütçü > sütçü, yurtdaş > yurttaş gibi.
yakın benzeşmezlik, -ği is. dbl. Bir kelimede yan yana bulunan aynı veya benzer iki sesten birinin değişikliğe uğraması: attar > aktar, aşçı > ahçı gibi.
Yakın Çağ is. tar. Fransız İhtilali (1789)'nden zamanımıza kadar olan süre.
yakında zf 1. Yakın bir yerde: Yakında mı oturuyorsunuz? 2. Çok geçmeden: Yakında görüşürüz. 3. Son günlerde: Yakında mı geldiniz?
yakından zf. 1. Yakın bir yerden, yakın olarak: Yakından bakılırsa, iyi görülür. 2. mec. Çok dikkatli, titiz bir biçimde: "Hükümet gibi müttefik kuvvetlerin ajanları da olayları yakından gözetliyorlardı." -T. Buğra, yakından bilmek (veya tanımak) bir kimseyi, bir şeyi bütün özellikleriyle bilmek veya tanımak.
→ uzaktan yakından
Yakın Doğu öz. is. Akdeniz'in doğu kıyısında, Suriye, Mısır, Lübnan, İsrail, Ürdün'ün oluşturduğu bölge.
yakın dost is. İçten, samimi ve yakın kimse.
yakın göçüşme is. dbl. Kelimede birbirine yakın olan ünsüzlerin yer değiştirmesi: köprü > körpü vb.
yakmış is. Yakınma işi veya biçimi.
yakın koruma is. 1. Önemli kişi, kurum veya kuruluşları her türlü saldırıya karşı koruma işi. 2. Önemli kişileri her türlü saldırıya karşı korumakla görevli kimse.
yakınlarda zf. 1. Yakm yerlerde, çevrede: Yakınlarda lokanta var mı? 2. Son zamanlarda: Bu yakınlarda onu hiç görmedim.
yakınlaşma is. Yakınlaşmak işi.
yakınlaşmak (nsz) 1. Yakın bir duruma gelmek, yaklaşmak: "Yer çok aşağılarda kalmış, gök yakınlaşmış gibime gelirdi." -N. Cumalı. 2. (-e) mec. Aralarındaki ilgi, sevgi daha güçlü bir duruma gelmek: "Doktor Hikmet'i, onlara büsbütün yakınlaşmaktan, onlarla dilediği gibi haşır neşir olmaktan menediyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yakınlaştırma is. Yakınlaştırmak işi.
yakınlaştırmak (-i) 1. Yakın bir duruma getirmek, yaklaştırmak. 2. (-e) mec. Aralarında sıkı ilgi veya duygusal bağ oluşmak: "Kadının hastalığı esnasındaki hizmetlerim bizi birbirimize yakınlaştırmıştı." -R. N. Güntekin.
yakınlık, -ğı is. 1. Yakın olma durumu: "Ayrı ayrı anlıyorum da, aralarında ne yakınlık var, çıkaramadım." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Duygusal bağ veya akrabalık ilişkisi, yakınlık duymak birine karşı sevgi veya ilgi duymak: "İkisi de birbirlerine yakınlık duyuyorlardı. " -R. H. Karay, yakınlık görmek ilgi, sevgi görmek: "O, Türkiye'de üç yerden yakınlık gördü." -Y. Z. Ortaç, yakınlık göstermek biriyle ilgilenmek, sevgiyle davranmak, yakınlık kurmak sıkı ilişki içinde bulunmak, ilgi ve destek vermek: "Ben merhumla yakınlık kurmuş bahtiyarlardan değilim." -B. Felek.
→ yakınlık derecesi, yakınlık eylemi, yakınlık fiili, akla yakınlık, cana yakınlık
yakınlık derecesi is. 1. Akrabalık ilişkisi içindeki sıra. 2. fiz. Kohezyon. 3. sos. Sosyal grup içinde kişileri bir merkez etrafında toplama, kohezyon.
yakınlık eylemi is. dbl. Yakınlık fiili.
yakınlık fiili is. dbl. Bir fiile -e zarf-fiil ekiyle yazmak fiili getirilerek oluşturulan ve kavramda olayın çok yaklaştığını, neredeyse gerçekleşeceğini gösteren birleşik fiil, yaklaşma eylemi, yakınlık eylemi, yaklaşma fiili: Düşeyazmak, öleyazmak gibi.
yakınma (I) is. Yakınmak (I) işi.
yakınma (II) is. Yakınmak (II) işi, şikâyet, şekva: "Bir yakınma tiradı, döner dolaşır sizin para kazanmak alanındaki beceriksizliğinize dayanır." -H. Taner.
yakınmak (I) (nsz) Kına, yakı vb.ni vücudun bir yerine sürmek, koymak: Kına yakınmak.
yakınmak (II) (nsz) Sızlanmak, sızlanarak anlatmak, şikâyet etmek: "Onların taklitlerini yapar, gönüllerinde hiçbir titreşim bulunmayışından kendine yakınırdı." -Ç. Altan.
yakınsak, -ğı sf. fiz. ve mat. Tek bir noktaya yöneltme niteliğ taşıyan (mercek).
yakınsaklık, -ğı is. Yakınsak olma durumu.
yakınsama is. 1. Yakınsamak işi. 2. fiz. ve mat Aradaki açıklık sonsuz küçülerek fakat kesişmeden bir noktaya, bir limite doğru yaklaşma.
yakınsamak (-i) 1. Bir şeyin yakın zamanda olacağını düşünmek, olmasını yakın görmek. 2. mat. Değişken bir büyüklük durağan bir büyüklüğe, hiçbir zaman erişmemek şartıyla gittikçe yaklaşmak.
yakın sesli sf. Benzer sesli.
Yakın Şark Öz. is. Yakın Doğu.
yakın takip, -bi is. Birini her bakımdan incelemek için izleme, yakın takibe almak yakın takip işini yapmak.
yakıntı is. 1. Yakılan bir şeyin kalıntıları: "Düşmanın yakıp yıktığı köylerin yakmtı ve yıkıntıları..."-R. E. Onaydın. 2. Şikâyet.
yakı otu is. bot. Küpe çiçeğigillerden, kırmızı veya pembe çiçekli, sulak yerlerde yetişen, küçük bir süs bitkisi (Epilobium).
yakış is. Yakma işi veya biçimi.
yakışık, -ğı is. 1. Uygunluk, yaraşma. 2. Yakışıklı delikanlı, yakışık almak (veya almamak) yerinde olmak (veya olmamak), uygun düşmek (veya düşmemek): "Onu gece yarısı sokağın ortasına atıvermek yakışık almazdı." -R. N. Güntekin.
yakışıklı sf Güzel, gösterişli (erkek): "Genç bir adamdır, ama hiç de yakışıklı sayılmaz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yakışıklılık, -ğı is. Yakışıklı olma durumu.
yakışıksız sf. Yakışık almayan, uygunsuz, çirkin, münasebetsiz (tavır, hâl vb.): "Bundan büyüğü pek yakışıksız olur." -T. Buğra. yakışıksız kaçmak -uygun düşmemek, çirkin olmak, münasebetsiz görünmek: "Nasıl sivilken caiz olabilen davranışlar üniforma giydiğiniz zaman yakışıksız kaçarsa, devlet adamı kişiliğini giyinmediğiniz zaman da, o saygınlığı her davranışınızda göstermeniz gerekir." -H. Taner.
yakışıksızlık, -ğı is. Yakışık almayan davranış veya durum, uygunsuzluk.
yakışma is. Yakışmak işi.
yakışmak (-e) 1. Güzel durmak, iyi gitmek, yaraşmak, uygun gelmek: "Önden yandan nasıl durduğunu, yakışıp yakışmadığını gözden geçirecek." -M. Ş. Esendal. 2. Uygun olmak, iyi karşılanmak, münasip olmak: "Öyle şey küçüklerin ağzına yakışmaz." -B. Felek.
yakıştırma is. Yakıştırmak işi.
yakıştırmaca sf. Herhangi bir sebeple ortaya atılan, uydurma (söz).
yakıştırmak (-i, -e) 1. Yakışacak bir duruma getirmek, uygun duruma koymak, yaraştırmak: "Yakışıklı, orta boylu, giydiğini kendisine yakıştırır, kendini saydırabilir bir çıdam. " -M. Ş. Esendal. 2. Uygun ve yerinde görmek, iyi karşılamak: "Ancak kızı o oğlana bir türlü yakıştıramadı." -T. Buğra. 3. Uydurmak. 4. mec. Bir durum veya niteliği bir kimse için düşünmek, yormak.
yakıt is. Odun, kömür, doğal gaz, mazot gibi ısı sağlamak amacıyla yakılan madde, yakacak, mahrukat: Yakıt bittiği için kaloriferler yanmıyor.
→ yakıt deposu, yakıt göstergesi, yakıt parası, akaryakıt, yağ yakıt, jet yakıtı
yakıtçı is. Yakıt satan kimse.
yakıt deposu is. Motorlu taşıtlarda yakıt depolamaya yarayan bölüm.
yakıt göstergesi is. Motorlu taşıtlarda yakıtın durumunu veya düzeyini göstermeye yarayan alet.
yakıt parası is. Binalarda ısınma giderleri için ödenen ücret.
yakın is. (yaki:n) Ar. yakın esk. 1. Sağlam,. kesin bilgi. 2. Bir şeyi iyice, kesinlikle bilme.
yakinen zf (yakiı'nen) Ar. yakinen esk. Sağlam olarak, iyice (bilmek): "Hatta yakinen biliyorlardı ki Öyle ufaktan bir aileye mensup değildi." -R. H. Karay.
yaklaşık, -ğı sf. Gerçek değeri ve miktarı değil, ondan az fazla veya eksik bir niceliği gösteren, aşağı yukarı bir değerlendirme yapılarak bulunan, takribi: Yaklaşık bir hesap. Yaklaşık bir sayı.
→ yaklaşık bilgi, yaklaşık değer
yaklaşık bilgi is. man. Bilimsel bakımdan geçerli sayılabilecek kadar açık ve nesnel olan, fakat bilim geliştikçe yeniden gözden geçirilmesi ve geliştirilmesi gerekecek olan bilgi.
yaklaşık değer is. mat. Bir niceliğin gerçek tutarından az eksik veya az artık olan değeri.
yaklaşılma is. Yaklaşılmak işi.
yaklaşılmak (-e) Yaklaşma işi yapılmak.
yaklaşım is. 1. Yaklaşma işi. 2. Bir sorunu ele alış, ona bakış biçimi: "Bir büyük ve değerli özelliği de, Türk geçmişinin ve bugününün sentezine yönelik bir yaklaşım içinde bulunuşu idi." -H. Taner.
→ dorukçu yaklaşım
yaklaşma is. Yaklaşmak işi, iktiran.
→ yaklaşma eylemi, yaklaşma fiili
yaklaşma eylemi is. dbl. Yakınlık fiili.
yaklaşma fiili is. dbl. Yakınlık fiili.
yaklaşmak (-e) 1. Arada az bir aralık kalacak biçimde ilerlemek, aradaki uzaklığı azaltmak veya büsbütün ortadan kaldırmak için ileri gitmek: "Saat sekiz buçuğa yaklaşıyordu. " -S. F. Abasıyanık. 2. Benzemek, andırmak, uygun olmak. 3. Bir konuyu, bir sorunu ele alarak değerlendirmek. 4. Yakınlaşmak: "Aydın vapuru geçmiş, Kınalı önlerine yaklaşıyor." -S. M. Alus.
yaklaştırma is. Yaklaştırmak işi.
yaklaştırmak (-i) 1. Bir şeyi kendine yakın duruma getirmek. 2. İki şeyi birbirine yakın duruma getirmek: "Sandalyesini biraz yaklaştırmak ister gibi yaparak söze yeniden başladı."-M. Ş. Esendal.
yakma is. Yakmak işi.
→ yakma resim
yakmaç, -cı is. tek. Sıvı yakıtı kolayca yanabilecek taneciklere ayırarak püskürten araç, brülör.
yakmak, -ar (I) (-i) Kına, yakı vb.ni koymak, sürmek: Kına yakmak. Yakı yakmak.
yakmak, -ar (II) (-İ) 1. Yanmasını sağlamak veya yanmasına yol açmak, tutuşturmak: "Kendi sigarası için yaktığı kibriti bana uzattı." -F. R. Atay. 2. Ateşle yok etmek: Çöpleri yakmak. 3. Işık vermesini sağlamak: "Mavi ışıklı ispirto lambalarını yakarlar. " -S. F. Abasıyanık. 4. Isı etkisiyle bozmak: Eteği ütülerken yaktı. 5. Keskin, sert ve ısırıcı bir duyum vermek: Biber ağzı yakar. 6. Yanıyormuş gibi bir etki yapmak: "Hekime daima şarabın midelerini yaktığından bahsederler." -F. R. Atay. 7. Kurutmak, zarar vermek: "Fırtına ekinleri yakmıştı." -S. F. Abasıyanık. 8. Çok sıcak olmak: Bugün güneş yakıyor. 9. Karartmak: Güneşte vücudunu yaktı. 10. Çok üşütmek: Soğuk rüzgâr insanın yüzünü yakıyor. 11. Acıtmak: Canını yakmak. 12. mec. Silahla vurmak. 13. mec. Yıkıma, zarara yol açmak, büyük bir zarara uğratmak, mahvetmek: "Gözü mavi, boyu kısa, kendi muhacir olmasın. Ne olursa olsun makbulüm. Aman bu üçüne dikkat et. Beni yakma." -Ö. Seyfettin. 14. mec. Güçlü sevgi uyandırmak, yakıp yıkmak çok büyük zarar vermek, harap etmek.
yakmak, -ar (III) (nsz) Türkü, ağıt vb. düzenlemek, bestelemek.
yakmalık, -ğı is. Yakmaya ayrılmış yakacak.
yakma resim, -smi is. Dağlama resim.
yaktırma is. Yaktırmak işi.
yaktırmak (-i, -e) Yakma İşini yaptırmak.
yakut is. (ya:kut) Ar. yâküt jeol. 1. Pembe veya erguvan tonları ile karışık koyu kırmızı renkte, saydam bir korindon türü olan değerli taş. 2. sf. Bu taştan yapılmış veya bu taşla süslenmiş: Yakut yüzük.
→ gök yakut
Yakut öz. is. 1. Kuzeydoğu Sibirya'da yaşayan bir Türk topluluğu veya bu topluluktan olan kimse, Saha. 2. sf. Bu topluluğa özgü olan, bu toplulukla ilgili.
Yakutça öz. is. (yaku'tça) 1. Yakut Türkçesi, Sahaca. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
yakutumsu sf. Yakutu andıran, yakuta benzeyen, yakut gibi.
yal is. hlk. Köpek ve ineklere yedirilmek İçin un ve kepekle hazırlanan yiyecek: "Köpek bile yal yediği kaba pislemez." -Atasözü.
yalabık, -ğı is. hlk. 1. Alevin oynayarak parıldaması, parlama, parıltı. 2. Şimşek. 3. sf. Parlak, parıltılı, ışıltılı. 4. sf. mec. Güzel, yakışıklı, sevimli. 5. sf. mec. İkiyüzlü, kaypak.
yalabıma is. Yalabımak işi veya durumu.
yalabımak (nsz) hlk. 1. Parıldamak, parlamak, ışıldamak. 2. Şimşek çakmak.
yalak, -ğı is. 1. Hayvanların su içtikleri taş veya ağaçtan oyma kap: "Bir de hayvanları sulamak için yalak vardı." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Akan suyun çevreye sıçramasını veya akıp gitmesini Önlemek için çeşme, musluk vb.nin altına konulan delikli taş tekne: "Az ileride yolun solunda, küçük bir çeşmenin suyu, önündeki yalağa dökülüyordu. " -N. Cumalı. 3. coğ. Buz yalağı. 4. sf hlk. Boşboğaz, söz taşıyan.
→ buz yalağı
yalaka sf. hlk. 1. Dalkavuk. 2. Arsız, sırnaşık. yalaka olmak 1) dalkavuklaşmak; 2) arsızlaşmak.
yalakalık, -ğı is. Yaranmak amacıyla aşırı derecede övgüde bulunma işi. yalakalık etmek yaranmak amacıyla aşırı derecede dalkavukluk etmek.
yalama is. 1. Yalamak işi. 2. sf. Üzeri düzleşmiş, dişleri aşınmış olan (vida, cıvata vb.). 3. sf Fırça izleri belli etmeden yapılan (resim), yalama olmak aşınmak.
→ yalama uçuş, yalama yazı
yalamak (-i) 1. Bir şeyin üzerinden dilini sürüp geçirmek. 2. Dilini gezdirerek bir şeyin üzerindekini almak: "Kara üzüm tıkmıyor ya, parmak uçlarına bulaşan görünmez balım, teker teker yalıyor." -A. İlhan. 3. mec. Sıyırarak, dokunarak geçmek: "Bir güneş parçası binanın yüzünü yalayarak açık kapılardan içeri giriyor." -R. H. Karay. 4. den. Dalgalar geminin içine girmeyip yalnız bordasını sıyırarak geçmek, yalayıp geçmek rüzgâr, dalga vb. sıyırarak, dokunarak hızla geçmek: "Komşu köşklerden kopup gelen fasulye kokulu bir rüzgâr yüzümüzü yalayıp geçti." -H. Taner, yalayıp yutmak 1) iştahla yemek; 2) mec. kötü bir davranış, söz karşısında ses çıkarmamak, kabullenmek.
→ kedîyaladı
yalama uçuş is. Yere çok yakın olarak yapılan ustaca uçuş.
yalama yazı is. coğ. Yontuk düz.
yalamuk, -ğu is. hlk. 1. Çam ağacının reçineli kabuğu, soymuk. 2. Çam ağacının reçineli kabuğundan çıkan öz suyu.
yalan is. 1. Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır: "Yalanı en güzel kullanmış olanlar eski şarklılardır." -A. Haşim. 2. sf. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma, yalan atmak (veya kıvırmak) yalan söylemek, yalan çıkmak bir haberin yalan olduğu anlaşılmak. yalan yere (yemin etmek) gerçeğe uygun olmayarak, doğru olmadığını bile bile (yemin etmek), yalana şerbetli olmak çekinmeden yalan söyleyebilmek, yalanı çıkmak bir kimsenin yalan söylediği anlaşılmak. yalanını yakalamak (veya tutmak) bir kimsenin yalan söylediğini anlamak: "Yalanım yakalamış gibi başını salladı. -Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksiniz azizim?" -Ö, Seyfettin.
→ yalan dolan, yalan dünya, yalan haber, yalan makinesi, yalan yanlış, katmerli yalan, kuyruklu yalan
yalancı is. 1. Yalan söylemeyi huy edinmiş olan kimse. 2. sf. Gerçek olmayan, gerçeğe benzetilmiş: "Fakat ben bu yalancı neşeye inanıyordum." -R. N. Güntekin. (birini) yalancı çıkarmak birinin yalan söylediğini ortaya koymak veya yalan söylememesini sağlamak, yalancı çıkmak 1) bilmeyerek yalan söylemiş bulunmak; 2) sözünü yerine getirememek; 3) yalan söylediği anlaşılmak. yalancının evi yanmış, kimse inanmamış yalan söylemeyi huy edinen kimsenin sözlerine, gerçeği söylediği zaman bile inanılmaz. yalancının mumu yatsıya kadar yanar söylenen söz yalansa durum çok geçmeden anlaşılır, (birinin) yalancısı olmak doğruluğu bilinmeyen bir bilgiyi başkasından duyup iletmek.
→ yalancı akasya, yalancı ayak, yalancı biber, yalancı cep, yalancı dolma, yalancı dünya, yalancı meyve, yalancı öd ağacı, yalancı pehlivan, yalancı safran, yalancı şahit, yalancı şöhret, yalancı tanık, yalancı taş
yalancı akasya is. bot. Akasya.
yalancı ayak, -ğı is. zool. Bir hücreli hayvanlarda hareket ve beslenmeye yarayan protoplazma uzantısı.
yalancı biber is. bot. Akdeniz ülkelerinde süs ağacı olarak yetiştirilen, 5-10 m yüksekliğinde, kışın yaprak dökmeyen bir ağaççık (Schimus mottis).
yalancı cep, -bi is. Gizli cep.
yalancı dolma is. Biber, patlıcan, asma yaprağı gibi sebzelerle yapılan, kıymasız, zeytinyağlı dolma.
yalancı dünya is. Geçici, ölümlü hayat, bu dünya: "Yalancı dünyaya konup göçenler / Ne söylerler ne bir haber verirler." -Yunus Emre.
yalancıktan zf. Yalandan: "Ayşe Hanım'ın yalancıktan gözdağı verdiğini bilir mi?" -S. M. Alus.
yalancılık, -ğı is. 1. Yalancı olma durumu, yalan söyleme huyu. 2. Yalan söz söyleme.
yalancı meyve is. Meyve görünümünde yapılmış süs eşyası.
yalancı öd ağacı is. bot. Kalembek.
yalancı pehlivan is. Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse.
yalancı safran is. bot. Bileşikgillerden, çiçekleri safrana benzeyen bir bitki, papağan yemi, aspur (Carthamus tinctorius).
yalancı şahit, -di is. Yalancı tanık.
yalancı şöhret is. Birdenbire ün kazanmış kimse.
yalancı tanık, -ğı is. Bilgisine başvurulduğunda doğruyu söylemeyen kişi.
yalancı taş is. Değerli taşların camdan yapılmış taklidi.
yalandan zf. 1. Gerçek olmayarak, yapmacık bir biçimde, oyun olsun diye, yalancıktan, sureta: İşine gitmemek için yalandan hasta olduğu haberini verdi. 2. Gösteriş olsun diye, özen göstermeden, önem vermeyerek, üstünkörü: Yalandan bir temizlik yapıverdiler.
yalan dolan is. 1. Gerçek olmayan birçok söz: "Bu güzelliği varken, yalan dolanla çoklarını baştan çıkarabilirdi." -M. Ş. Esendal. 2. Dolaşık, yolsuz davranış: "Ekmeklerini alınlarının teriyle kazanan, yalan dolan bilmeyen insanlar yetiştiriyordu." -M. Ş. Esendal.
yalan dünya is. hlk. Geçici, ölümlü hayat, yalancı dünya.
yalan haber is. Gerçek olmayan, uydurma haber.
yalanış is. Yalanma işi veya biçimi.
yalanlama is. 1. Yalanlamak işi. 2. Söylenen, söylendiği İddia edilen bir sözün, yazılan bir yazının yorumunda yapılan yanlışlığı söz veya yazıyla düzeltme, tekzip: "Üç gün sonra, Vatan'tn birinci sayfasında bir yalanlama çıkmaz mı?" -Y. Z. Ortaç.
yalanlamak (-i) Haber veya sözün gerçek olmadığını bildirmek, yalan olduğunu açıklamak, tekzip etmek: "İstemeden o romantik âşığın yarattığı imajı yalanladılar." -H. Taner.
yalanlanma is. Yalanlanmak işi.
yalanlanmak (nsz) Yalanlama işi yapılmak veya yalanlama işine konu olmak.
yalanma is. Yalanmak işi.
yalanmak (nsz) 1. Yalama işi yapılmak veya yalama işine konu olmak: Tabak hiç yalanır mı? 2. Kendini yalamak: Kedi yalanıyor.
yalan makinesi is. 1. Suçluların suçlarını itiraf etmesi amacıyla özel olarak yapılmış makine. 2. mec. Çok kolay ve sık yalan söyleyebilen kimse.
yalansız sf. 1. İçinde yalan olmayan: Yalansız söz. 2. zf. Doğru bir biçimde: Yalansız konuşur.
yalan yanlış sf. 1. Gerçek olmayan, yanlış şeylerle dolu: "Yalan yanlış değerlendirmeler çabucak yaygınlaşıyor." -N. Cumalı. 2. Üstünkörü, karmakarışık. 3. zf. Doğru, düzgün olmasına önem verilmeyerek: "Ara sıra kemanla bana da yalan yanlış bir iki taksim ettiriyor." -O. C. Kaygılı.
yalap şalap zf. (yala'pşalap) Baştan savma, üstünkörü, yarım yamalak: "Gündelikçi kadının yalap şalap yaptığı İşleri, gittiğimiz geceler Necla tamamlıyor." -H. Taner.
yalapşap zf. Yalap şalap.
yalap yalap zf 1. Parıl parıl, panldayarak: "Güneş yalap yalap yanıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Gürül gürül: "Benim adım dertli dolap /Suyum akar yalap yalap." -Yunus Emre.
yalatma is. Yalatmak işi.
yalatmak (-i, -e) Yalama işini yaptırmak.
yalavaç, -cı is. Yalvaç.
yalayıcı sf. Yalayan.
→ çanak yalayıcı, kemik yalayıcı
yalayıcılık, -ğı is. Yalayıcı olma durumu.
→ kemik yalayıcılık
yalayış is. Yalama işi veya biçimi: "Denizin, aşağıda kumluğu tatlı tatlı yalayışım seyrederdi. " -H. Taner.
yalaz is. hlk. Alev: "Hâlâ parıldayan hafif bir yalaz aydınlığında eşyalar vakit vakit olduğundan daha fazla büyüyüp küçülüyor." -P. Safa. yalaz yalaz yanmak yüksek ateş içinde bulunmak: "Kendisinin bizzat itiraf ettiği gibi yalaz yalaz yanıyordu." -E. E. Talu.
yalaza is. bk. yalaz.
yalazlama is, Yalazlamak işi.
yalazlamak (nsz) Bir şeyi alevden geçirmek.
yalazlanma is. Yalazlanmak işi.
yalazlanmak (nsz) Ateş alevle yanmak, alevle tutuşmak.
yalçın sf. 1. Dik, sarp: "Yanık ve yalçın araziden geçerken Mehmet Emin Bey'in bir mısrasını hatırladım." -H. E. Adıvar. 2. Düz, kaygan.
yalçınlaşma is. Yalçınlaşmak işi veya durumu.
yalçınlaşmak (nsz) Yalçın duruma gelmek.
yaldırak, -ğı sf. hlk. Parlak, cilalı.
yaldız is. 1. Eşyaya altın veya gümüş görünüşü vermek için kullanılan, sıvı veya yaprak durumundaki altın, gümüş ve bunların taklidi olan madde: "Boya değil, altın yaldız vursan manda gözü gibi donuk duruyor." -B. Felek. 2. Bu madde ile eşyalara yapılan süs. 3. mec. Aldatıcı dış görünüş, göz boyama: Onun kibarlığı yaldızdan ibarettir.
yaldızcı is. 1. Yaldız işleri yapan kimse. 2. sf mec. Bir şeyin içyüzüne değil de gösterişine önem veren (kimse).
yaldızcılık, -ğı is. 1. Yaldızcının işi. 2. mec. Gösterişli, fakat değersiz iş yapma.
yaldızlama is. 1. Yaldızlamak işi. 2. Ciltlenmiş kitapların kapak veya kenarlarını altın suyuyla süsleme, tezhip.
yaldızlamak (-i) 1. Bir eşyayı yaldızla kaplamak, yaldız sürerek süslemek. 2. mec. Parlatmak: "Hafif şeffaf bir sis fundalıkları dolanıyor, güneşin damlaları yaprakları yaldızlıyordu."-Ö. Seyfettin. 3. mec. Gösterişli süslerle değersizliğini veya kötülüğünü gizlemek. 4. mec. Boynuz takmak.
yaldızlanma is. Yaldızlanmak işi.
yaldızlanmak (nsz) Yaldızlama işi yapılmak veya yaldızlama işine konu olmak: "Mesela kapının hizasında, gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap." -Ö. Seyfettin.
yaldızlatma is. Yaldızlatmak işi.
yaldızlatmak (-i, -e) Yaldızlama işini yaptırmak.
yaldızlı sf 1. Üzerine yaldız sürülmüş, yaldızla süslenmiş: "Tavanlar, duvarlar, kapılar, hep kartonpiyerli, yaldızlı." -S. M. Alus. 2. mec. Aldatıcı, göz boyayıcı: Yaldızlı sözler.
→ yaldızlı hap
yaldızlı hap is. Kötülüğü örtülerek, gizlenerek verilen şey.
yalelli is. (ya:lelli) Ar. yâ + leyli Arapça şarkı. yalelli gibi (veya Arabın yalellisi gibi) usanç verecek biçimde sürüp giden (iş, konuşma vb.).
yalgın is. hlk. Ilgım, pusank, serap.
yalı is. Yun. 1. Sahil. 2. Su kıyısında yapılmış büyük, görkemli ev: "Babamın küçük yalısını eşyasıyla satın alan ... bir Meşrutiyet devri mebusunu ziyaret ettiğim zaman ... yüreğim burkulmuştu." -R. H. Karay, yalı kazığı gibi uzun boylu ve iri kemikli (kimse).
→ yalı ağası, yalı boyu, yalı bülbülü, yalıçapkını, yalı uşağı, yalı yar
yalı ağası is. tar. Kıyılan korumakla görevli komutan.
yalı boyu is. coğ. Su kıyısı.
yalı bülbülü is. Konuşkan, çok konuşan kimse.
yalıçapkını is. zool. Yalıçapkımgillerden, su kıyılarında yaşayan, sırtı mavi ve yeşil, karnı pas rengi bir kuş, emircik, iskele kuşu (Alcedo atthis).
yalıçapkmıgiller ç. is. zool. Örneği yalıçapkını olan omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.
yalım is. 1. Alev: "Kuru otların yalımı çabuk geçti." -N. Cumalı. 2. Kılıç, bıçak gibi kesici araçların keskin yüzü. yalımı alçak yüreksiz.
→ yalım yalım
yalım yalım zf. Alev alev.
yalın (I) is. hlk. Alev.
yalın (II) sf. 1. Gösterişsiz, süssüz, sade (söz, yazı). 2. hlk. Çıplak, kınından çıkmış: "Dışarıdan içeriye ellerinde yalın kasaturalarla polisler daldı," -E. E. Talu.
→ yalın ad, yalın ayak, yalın cümle, yalın durum, yalıngöz, yalın hâl, yalın isim, yalın kat, yalın kelime, yalın kılıç, yalın sıfat, yalın tümce, yalın üslup, yalın yapıldak, yalın zaman, yalın zarf, ayak yalın
yalın ad is. Yalın isim.
yalın ayak, -ğı sf. 1. Ayakları çıplak: Yalın ayak çocuklar bir kasırgaya tutulmuş gibi tozu dumana katarak koşuşuyorlardı. 2. zf. Çıplak ayakla: "Sonra kalktım, yalın ayak, örtüsüz tahta masaya gittim." -H. E. Adıvar. yalın ayak, başıkabak 1) ayağı ve başı çıplak: "Bir toprak yolda köylüler yürüyor, yalın ayak, başıkabak çocuklar görüyordum." -S. F. Abasıyanık. 2) mec. çok perişan bir kılıkta: "İçinde yaz kış, bir don bir gömlekle yalın ayak, başıkabak bir adam oturur." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yalıncak, -ğı sf. hlk. Çıplak.
yalın cümle is. dbl Bir tek çekimli fiille kurulan cümle, yalın tümce: Bugün hava çok sıcak Yarın istanbul'a gitmeliyiz. Ali kitap okuyor.
yalınç, -cı sf. 1. Birleşik olmayan, yalnız bir maddeden oluşan. 2. Karışık olmayan, basit.
yalın durum is. dbl İsim soyundan sözün taşıdığı kavramı ek almadan bildiren durum, yalın hâl, mücerret, nominatif.
yalıngaç, -cı sf. Kabuğu çatlayıp soyulan: Çınar yalıngaç ağaçlardandır.
yalıngöz is. Bir tür kertenkele.
yalın hâl, -li is. dbl Yalın durum.
yalın isim, -smi is. dbl. Birleşik olmayan ve yapım eki almamış isim, yalın ad: Ev, kol, el, baş, diş gibi.
yalın kat sf. 1. Tek katı olan. 2. Sağlam olmayan, dayanıksız: "Yalın kat tavanlarda, döşemelerde, kapı, cam çerçevelerinde türlü türlü aralıklar..." -R. N. Güntekin. 3. mec. Basit, derinliği olmayan, üstünkörü: "Benim o husustaki malumatım epeyce yalın kat, hemen hemen yufkadır." -R. H. Karay.
yalın kelime is. dbl Anlamlı olarak daha küçük parçaya bölünemeyen, kök durumundaki kelime, basit kelime: Ev, gel, ayak gibi.
yalın kılıç zf Elinde kılıç olduğu hâlde, kılıçlı olarak, dalkılıç: "Yalan yalın kılıçları çarparak söğütlere / Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere." -N. Hikmet
yalınlaşma is. Yalınlaşmak işi.
yalınlaşmak (nsz) Sadeleşmek, yalın duruma gelmek.
yalınlık, -ğı is. 1. Yalın olma durumu, birleşik veya karmaşık olmama durumu, sadelik. 2. ed. Açık, süsten ve zorlamadan uzak, kolayca anlaşılabilen anlatım, sadelik: "En soyut konuları çok çarpıcı somut Örneklerle herkesin anlayacağı bir yalınlığa getirirdi," -H. Taner.
yalm sıfat is. dbl. Birleşik olmayan ve yapım eki almamış sıfat.
yalın tümce is. dbl. Yalın cümle.
yalın üslup, -bu is. ed. Uzatmalardan, parlak hayalî buluşlardan, süslü benzetmelerden, istiarelerden uzak üslup.
yalm yapıldak, -ğı is. Üstü başı perişan durumda olan kimse.
yalın zaman is. dbl Ek fiil kullanılmadan kurulan çekimli fiilin belirttiği zaman: Geldin, gelmişsin, geliyorsun gibi.
yalın zarf is. dbl. Birleşik olmayan ve yapım eki almamış bulunan zarf: En, pek, çok, az gibi.
yalıtıcı sf Yalıtkan.
yalıtılma is. Yalıtılmak işi.
yalıtılmak (nsz) Yalıtma işi yapılmak.
yalıtım is. fiz. 1. Elektrik akımının olumsuz etkilerini önlemek için, iletkeni kauçuk, lastik, porselen vb. ile kaplama, yalıtma, tecrit, izolasyon. 2. Elektrik, ses ve ısı akımım engelleme, izolasyon.
yalıtkan sf. fiz. 1. Elektrik iletkenliği sıfır veya çok zayıf olan (cisim veya madde), izolatör, iletken karşıtı. 2. is. Herhangi bir değmeyi, sürtünmeyi önlemek için, elektrik iletkenlerini saran, koruyan porselen, kauçuk vb. madde.
yalıtkanlık, -ğı is. Yalıtkan olma durumu.
yalıtma is. fiz. Yalıtım.
yalıtmak (-i) fiz. 1. Elektrik akımının olumsuz etkilerini önlemek İçin, İletkeni kauçuk, lastik, porselen vb. ile kaplamak, izole etmek. 2. Elektrik ve ısı akımını engellemek, tecrit etmek, İzole etmek.
yalı uşağı is. Deniz kıyısı yerlerde doğup büyümüş kimse.
yalı yar is. coğ. Yüksek kıyılarda dalga aşındırmasıyla oluşan ve aşınma sürdükçe karanın içine doğru gerileyen yar.
yalız sf. Düz ve parlak (kas): Yalız kas.
yallah is. (ya'llah) Ar. ya + Allah 1. "Ey Tanrı'm" anlamında bir seslenme sözü: "Millet, muharebenin başladığım, Gazi'nin Sivas'a geldiğini duyar duymaz yallah demiş, Salihli'ye gitmiş." -A. Gündüz. 2. "Haydi, yürü, kalk, git" anlamlarında bir kovma sözü. yallah etmek 1) atma, yollama vb. işleri hızla yapmak; 2) kovmak.
yalman sf. hlk. 1. Eğik. 2. Sarp, dik. 3. is. Kesici ve batıcı araçların kesen veya batan bölümü: "İstanbul'dan çıkar padişahın fermanı / Gökte döner mızrağının yalmanı." -Halk türküsü.
yalnız sf. 1. Yanında başkaları bulunmayan: Sokaktaki yalnız çocuk. 2. zf Yanında başkaları olmayarak: "Ömrümde şehir içinde bile yalnız dolaşmaya alışmamış bir adam için bir genç kızın tek başına Avrupa seyahatine çıkışı akıl durdurucu bir şeydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. zf. Yalnızca: "Kendisini yalnız Bombay'a kadar götürecek tren parası vardı." -F. R. Atay. 4. bağ. Ama: Giderim, yalnız, arkadaşlarımı isterim. Güzel, yalnız biraz renksiz. 5. is. psikol. Toplumsal ilişkilerden yoksun veya yoksun bırakılan kişi.
→ yalnız başına
yalnız başına zf Kendi kendine, bir kendisi, tek başına.
yalnızca zf. (ya'lnızca) 1. Yalnız olarak. 2. Tek başına: "Ona vefasızlıkta biraz düşünceli davranmayı yararlı buluyor, yalnızca bulduklarında yeni başkana pek uysal davranıyorlardı." -M. Ş. Esendal. 3. Belli durumun, şartın veya işin dışına çıkmaksızın, yalnız, ancak, tek, sırf, salt, sadece.
yalnızcı is. Yalnızcılık siyasetini izleyen devlet, infiratçı.
yalnızcılık, -ğı is. 1. Uluslararası konulara ve anlaşmazlıklara katılmama siyaseti, infiratçılık. 2. Bir ülkenin dış ekonomik ilişkilerini keserek kendi sınırları içinde tek başına bir ekonomi siyaseti izlemesi, infiratçılık.
yalnızlaşma is. Yalnızlaşmak işi.
yalnızlaşmak (nsz) Yalnız duruma gelmek, tenhalaşmak: "Köyden gelmiş olanlar gidip de oda yalnızlaştıktan sonra, ikisi baş başa konuşmaya başladılar."-M. Ş. Esendal.
yalnızlık, -ğı is. 1. Yalnız olma durumu, kimsesizlik: "Dostlarla da yollar ayrılah bir bir / Gittikçe artıyor yalnızlığımız." -C. S. Tarancı. 2. Kimse bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık.
Yalova kaymakamı is. Kendini önemli kişi sanan kimse.
Yalova misketi is. bot. Bir çeşit üzüm.
yalpa is. (ya'lpa) 1. den. Rüzgâr veya dalgaların etkisiyle geminin bir sancağa, bir iskeleye yatıp kalkması. 2. İki yana sallanarak, eğilerek yürüme: "İkisi de yalpada; kol kola tutunmasalar yere yıkılacaklar." -S. M. Alus. yalpa vurmak 1) rüzgâr, deniz ve yolun durumu dolayısıyla deniz taşıtları iki yana sallanmak; 2) iki yana eğilerek yürümek: "Kendisi siyah astragan kürkünün içinde sağa sola hafif bir yalpa vuruyordu." -H. E. Adıvar. 3) dağılmak, sağa sola yayılmak: "Ara sıra, çatlak bir nara, dağdan dağa yalpa vuruyor." -Y. Z. Ortaç, yalpa yapmak yalpalamak.
yalpak, -ğı sf. hlk. 1. Sokulgan, cana yakın. 2. Yüze gülücü, dalkavuk. 3. is. Sarp yer, uçurum.
yalpaklık, -ğı is. Yalpak olma durumu.
yalpalama is. Yalpalamak işi: "Batı ülkeleri artık bu büyük gücün karşısında yalpalamaya başlıyorlar." -H. Taner.
yalpalamak (nsz) 1. Dengesi bozularak bir sağa, bir sola eğilmek. 2. mec. Kararsızlık içinde kalarak ne yapacağını bilmemek.
yalpalanma is. Yalpalanmak durumu.
yalpalanmak (nsz) Sallanmak, bir o yana bir bu yana gidip gelmek.
yalpalatma is. Yalpalatmak işi veya durumu.
yalpalatmak (-i) Yalpalamasına sebep olmak.
yalpı is. hlk. 1. Eğimli yüzey, yamaç. 2. İki tepe arasındaki düzlük.
yalpık, -ğı sf. Derinliği az ve geniş olan, yayvan.
yalpılı sf. Bir yanı öbüründen yüksek veya kaim.
yaltak is. Yaltakçı.
yaltakçı sf. Yaltaklanmayı huy edinen, yaltak, mütebasbıs.
yaltakçılık, -ğı is. Yaltaklık, tabasbus.
yaltaklanış is. Yaltaklanma işi veya biçimi.
yaltaklanma is. Yaltaklanmak işi, dalkavukluk, tabasbus.
yaltaklanmak (nsz) Birine hoş görünmek için onursuzca davranmak, dalkavukluk etmek, tabasbus etmek: "Ona buna yaltaklanan hizmetçi Şükriye'nin bu numaralarından faydalanırdı." -H. Taner.
yaltaklık, -ğı is. Yaltak olma durumu veya yaltakça davranış, dalkavukluk, tabasbus. yaltaklık etmek yaltaklanmak: "O iri, endamlı, dökme kehribar vücudunda Öyle bir sokulmak, sürtünmek, bir kedi gibi mırıldana mırüdana yaltaklık etmek istidadı göze çarpardı ki, işte bu hâl kasaba çapkınlarının uykularını kaçırır, akıllarını alırdı." -R. H. Karay.
yalvaç, -cı is. din b. Kendisine kitap gönderilmiş peygamber, elçi, yalavaç, resul: Biz dilmaç değiliz, yalvacız, yalvaç.
yalvaçlık, -ğı is. Yalvaç olma durumu.
yalvarılma is. Yalvarılmak işi.
yalvarılmak (-e) Yalvarma işi yapılmak: Böyle şeyler için yalvarılır mı?
yalvarış is. Yalvarma işi veya biçimi, yalvarma, rica.
→ yalvarış yakarış
yalvarış yakarış is. Çok yalvarma, bin bir rica: "Doktora koştular. Yalvarış yakarış, ant şart ki bir daha çocuğa gül yaprağı ile dokunmayacaklar." -M. Ş. Esendal.
yalvarma is. Yalvarmak işi: "Sesin bu kadar yalvarmaya benzer, hüzne benzer perdesi olmasa..." -H. E. Adıvar.
yalvarmak (-e) Birinden ısrarla, kendine acındıracak sözlerle, saygılı bir biçimde bir şey istemek: "Ferhunde Sultan'ı vermek için o kadar yalvarıyorlar da istemiyor." -S. M. Alus. yalvar yakar olmak çok yalvarmak: "Hasta olurlarsa hastaneye götürür, doktorlara, hademelere yalvar yakar olurmuş." -R. N. Güntekin. yalvarıp yakarmak çok yalvarmak.
→ yalvarış yakarış
yalvartma is. Yalvartmak işi.
yalvartmak (-i, -e) Yalvarmasına sebep olmak veya yalvarmaya zorlamak: Yapacak, ama biraz yalvartmak istiyor.
yama is. 1. Delik ve yırtığı uygun bir parça ile onarma, kapatma. 2. Bu iş için kullanılan parça: "Bereket versin benim tente yaması içindeki paraçıklara." -A. Gündüz. 3. Deride geniş leke. yama gibi durmak bulunduğu yere uymamak, eklendiğini belli etmek.
yama vurmak delik, yırtık veya eski bir yere yama koymak, yama koyarak onarmak: "Hacının kız kardeşi bir çoraba yama vuruyordu." -R. Enis.
→ gizli yama
yamacı is. Ayakkabı yamayan, onaran kimse, ayakkabı eskicisi.
yamacılık, -ğı is. Yama yapma işi.
yamaç, -cı is. 1. Dağın veya tepenin herhangi bir yanı: "indiğimizyamacın eteğinde küçük ve eski bir köy var." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. hlk. Karşı, ön, alnaç: "Kız, hele beri gel yamacıma." -H. Taner.
→ yamaç paraşütü
yamaç paraşütü is. sp. 1. Rüzgârın yardımıyla yüksek tepe veya yar başlarından boşluğa uçurulmak üzere yapılan paraşüt. 2. Bu paraşüt ile yapılan spor türü.
yamak, -ğı is. 1. Bir işte yardımcı olarak çalışan erkek: "Eli yüzü düzgün, işgüzar bir yamağı mektupçu efendinin yanına kapılandıracaklar..." -E. E. Talu. 2. iar. Yeniçeri Ocağında topçu ve humbaracı gibi askerî kuruluşlarda aday olarak bulunan kimse. 3. mec. Birinin etkisinde kalarak onun sözünden hiç çıkmayan kimse.
→ ağa yamağı
yamaklık, -ğı is. Yamak olma durumu: "Yenilere de el ulaklığı, bahçıvan yamaklığı gibi daha aşağılık işler düşüyor." -H. Taner. yamaklık etmek bir işte yardımcı olarak çalışmak: "Ben askere gelmeden de hancı yamaklığı ediyordum." -M. Ş. Esendal.
yamalama is. Yamalamak işi.
yamalamak (-i) Yama ile onarmak, yama vurmak.
yamalanış is. Yamalanma işi veya biçimi.
yamalanma is. Yamalanmak işi.
yamalanmak (nsz) Yama ile onarılmak, yama vurulmak.
yamalı sf 1. Yama vurulmuş, yama ile onarılmış olan: "Pantolonu yamalı, ceketinin dirsekleri yıpranmış, fakat mintanı temizdi." -H. E. Adıvar. 2. Yüzünde lekeler bulunan (kimse).
→ yamalı bohça
yamalı bohça is. Tutarsız, birbirine uymayan şey.
yamalık, -ğı is. Yama için kullanılan parça.
yamalma is. Yamalmak işi veya durumu.
yamalmak Biçimini, rengini doğaya uydurarak saklanmak.
yamama is. Yamamak işi: "Bir banka memurundan boşattığı kızını bana yamamayı kafasına koymuştur." -R. N. Güntekin.
yamamak (-i) 1. Yama koyarak onarmak, yamalamak: "Gemici yelkenlerini dizlerinin üzerine almış, yamıyorlar." -Halikarnas Balıkçısı. 2. (-i, -e) mec. İstenmeyen kimse veya şeyi birine mal etmek: Bu bozuk saati sîze lam yamadı?
yaman sf. 1. Güç, etki veya beceri bakımından alışılmışın üzerinde olan: "Sen yaman bir inkılapçı olacaksın Yıldız." -A. Gündüz. 2. Kötü, korkulan (kimse): "Köhne çatısı yaman bir gürültü ile birdenbire sarsıldı." -E. E. Talu.
yamanma is. Yamanmak işi.
yamanmak (nsz) 1. Yamalanmak. 2. (-e) Kötü bir şey veya kimse birinin üstünde kalmak, yük olmak, yükletilmek: Kız o oğlana yamandı. Bu kedi bize yamandı.
yamatma is. Yamatmak işi.
yamatmak (-i, -e) Yamama İşini yaptırmak.
yamçı is. Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk.
yamçılı sf. Yamçısı olan: "... bakar gibi, düşünür gibi, dimdik duran yamçılı bir çoban hâli alırdı."-S. F. Abasıyanık.
yamçısız.?/ Yamçısı olmayan.
yampiri sf. Eğri büğrü, yan yan ve çarpık giden.
yampirilik, -ği is. Yampiri olma durumu.
yamrulma is. Yamrulmak işi.
yamrulmak (nsz) Yamru yumru bir duruma gelmek.
yamru yumru sf. Eğri büğrü, çarpık, engebeli: "Ökçeleri çarpık, uçları kalkık, yamru yumru ayakkabıları toz içindeydi." -R. H. Karay.
yamuk, -ğu sf. 1. Bir yana doğru eğik olan. 2. is. mat. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen. 3. is. mec. Birine karşı yanlış davranma.
→ dik yamuk, ikizkenar yamuk
yamukluk, -ğu is. 1. Yamuk olma durumu. 2. Yamuk bir biçimde davranma.
yamuk yumuk sf. Yamru yumru: "Hızını artıran yel, yamuk yumuk sokaktaki gübreli tozları kaldırıyordu." -A. Sayar.
yamulma is. Yamulmak işi.
yamulmak (nsz) Yamuk duruma gelmek, eğilmek.
yamyam sf. (Orta Afrika'daki zenci bir topluluğun adından) 1. İnsan eti yiyen (kimse). 2. mec. Yabani, vahşi: "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela." -M. A. Ersoy.
yamyamlık, -ğı is. 1. Yamyam olma durumu veya yamyamca davranış. 2. sos. Açlık ve yiyecek yokluğu yüzünden daha çok din, tapınma ve büyü vb. amaçlarla insan eti yeme.
yamyassı zf (ya'myassı) Çok yassı, dümdüz bir biçimde: "Hani kendini bıraksa sille tokat, herifi yamyassı yere serecek." -A. İlhan.
yamyaş sf. (ya'myaş) Çok yaş, sırılsıklam.
yan is. 1. Bir şeyin ön, arka, alt ve üst dışında kalan bölümü: "Yolcuların girdiği iskele yanından kendini denize attı." -M. Ş. Esendal. 2. Sağ ve solun ortak adı, yön, taraf, cihet: "Yaşlı garson yanımıza geldi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Yer. 4. Üst. 5. Birlikte, beraberinde olma: "Bir ara acıkıp yanlarında getirdikleri ekmek peyniri yediler. " -N. Cumalı. 6. Bedenin bir bölümü: Sağ yanına inme inmiş. 7. sf Üstte, altta, arkada veya önde olmayan. 8. sf İkinci derece olan: İlacın yan etkileri. 9. sf. Tali: "Siyasi partiler kadın kolu, gençlik kolu ve benzeri şekilde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar meydana getiremezler." -Anayasa. 10. zf. Bir yana yönelerek. 11. mec. İstekleri karşıt olan iki kişiden veya topluluktan biri. 12. ask. Savaş düzenindeki ordunun iki kanadından her biri. 13. mat. Bir denklemde "=" işaretiyle ayrılmış olan iki anlatımdan her biri. 14. sp. Taç. -den yana 1) için: Çocuklardan yana üzülmeyin. 2) -e kalırsa: Benden yana helal olsun, -den yana çıkmak birinin yanlısı olmak, birini tutmak. -den yana olmak birinin tarafını tutmak: "Balıkçı da kahveciden yana." -H. Taner. yan bakmak 1) beğenmeyerek veya düşmanca bakmak; 2) kötü niyet beslemek, yan basmak 1) bir işte aldanmak; 2) dürüst davranmamak, kaypaklık etmek, yan çizmek tkz. bir işten kaçmak, yan gelip oturmak (veya yatmak) hiçbir işle İlgilenmeyerek keyfince yaşamak: "El âlem kaloriferli konaklarda yan gelip otururken sen işte böyle tir tir titrersin." -Y. K. Karaosmanoğlu. yan gelmek bir işe karışmayarak rahatına bakmak, keyfince yaşamak: "Köşke kurulalım; rahatımıza, keyfimize bakıp yan gelelim." -S. M. Alus. yan gözle bakmak 1) yan bakmak; 2) belli etmeden, göz ucuyla bakmak: "Genç bir jandarma zabiti, sert bir eda ile geçiyor, yan gözle bana bakıyordu." -R. N. Güntekin. yan pala Zeydün tkz. ve alay birinin, yeni bir durum karşısında ne yapacağını kestiremeyerek şaşkınlık geçirdiğini anlatmak için kullanılan bir söz: "... bütün görevlileri yan pala Zeydün, hepimiz ve her şey eski hamam, eski tas..." -T. Buğra. yan tutmak taraflardan yalnızca birini desteklemek, yansız davranmamak, yan yatmak 1) yana doğru çok eğilmek; 2) sağa veya sola doğru eğilerek devrilmek, yanına almak 1) yanında çalıştırmak: "Ben seni yanıma alayım ama çok para veremem." -Ö. Seyfettin. 2) geçimini sağlamak için yanında bulundurmak: Annesini yanına almış. 3) beraberinde götürmek, yanına bırakmamak (veya komamak) cezasız bırakmamak, öç almak, yanına kâr kalmak cezasız kalmak: "Galiba bu tarihî günün yüzü suyu hürmetine Beyoğlu'nda sürtüp durmaları yanlarına kâr kaldı." -H. Taner, yanına salavatla varılır 1) çok kibirli, kendini beğenmiş kimseler için söylenen bir söz; 2) çok öfkeli kimseler için söylenen bir söz. yanına salavatla varılmaz 1) çok pahalı olan şeyler için kullanılan bir söz; 2) kibirli, gururlu kimseler için kullanılan bir söz. (bir şeyin) yanından bile geçmemiş o şeyle hiçbir ilgisi yok.
→ yan atışı, yan bakış, yan cümle, yan çizgisi, yan dal, yan etki, yan hakem, yan kabağı, yan kâğıdı, yankesici, yan ödeme, yan sanayi, yan tesir, yan tümce, yan ürün, yan yan, yan yana, yan yargıcı, yan yüzergiller, yanı başı, yanıkara, bir yana, bir yanda, bir yandan, alt yanı
yanak, -ğı is. 1. Yüzün göz, kulak ve burun arasındaki bölümü: "Dedim dilber yanakların kızarmış / Dedi çiçek taktım gül yarasıdır." -Âşık Ömer. 2. Lastik tekerlekli taşıtlarda lastiğin jant ile yere temas eden bölümü arasında kalan yan yüzeyi, yanağına kan gelmek yüzü daha canlı ve renkli olmak, iyi beslenmekten dolayı gürbüz görünmek. yanağından kan damlamak çok sağlıklı olduğu benzinden anlaşılmak: "Sağımızdaki, yanağından kan damlayan iri Çerkez'i gösterdim." -Ö. Seyfettin.
→ yanak yanağa
yanaklı sf. Yanağı olan: "Halil al yanaklı, ürkek gözlü, köse bir simitçidir." -S. F. Abasıyanık.
yanak yanağa zf. Yanakları birbirine değecek kadar yakın olarak.
yanal sf. 1. Yanda olan, yana düşen. 2. hlk. Alaca, iki renkli: Yanal elma. Yanal keçi.
→ yanal yüzey
yanal yüzey is. mat. Bir cisimde tabanların yüzeyleri dışında, yan kenarların yüzeyi.
yanarca is. Meşale: "Gılgamış'ın açık ordugâhı, yalçın kayalıklar arasında, giriş yanarcalarla donanmıştır." -O. Asena.
yanardağ is. (yana'rdağ) jeol. Magmanın yer içinden yüzeye çıktığı veya geçmişte çıkmış olduğu, genellikle koni biçiminde, tepesinde bir püskürme ağzı bulunan dağ, volkan: Vezüv ve Etna birer yanardağdır.
→ yanardağ ağzı, yanardağ bilimi, yanardağ bölgesi, yanardağ patlaması, yanardağ püskürmesi
yanardağ ağzı is. jeol. Yanardağın tepesinde, yamacında veya eteğinde arka arkaya patlamalar ve püskürtmelerle oluşmuş koni biçiminde delik, krater.
yanardağ bilimci is. Yanardağ bilimi ile uğraşan bilim adamı.
yanardağ bilimi is. Yanardağları ve yanardağ hareketlerini inceleyen bilim dalı.
yanardağ bölgesi is. Yanardağların yoğun olduğu coğrafi kesim.
yanardağ patlaması is. Yanardağın püskürmeye başlaması.
yanardağ püskürmesi is. Yanardağın lav çıkarmaya başlaması.
yanardöner sf. 1. Kıpırdadıkça çeşitli renklerde parlayan (kumaş, deri vb.), janjan, şanjan. 2. mec. Daldan dala atlanan, konudan konuya geçilen: "Asıl tadına duyamadığı, abla kardeş ürettikleri yanardöner o gece söyleşileri." -A. İlhan. 3. mec. Çabuk fikir ve yön değiştiren (kimse).
yanaşık, -ğı sf. Yanaşmış bir durumda olan.
→ yanaşık düzen, yanaşık nizam
yanaşık düzen is. Kişi veya araçların birbirinin yanında ve aynı hizada düzenli duruşu, yanaşık nizam.
yanaşıklık, -ğı is. Yanaşık olma durumu.
yanaşık nizam is. Yanaşık düzen.
yanaşılma is. Yanaşılmak işi.
yanaşılmak (-e) Yanaşma işi yapılmak.
yanaşlık, -ğı is. Deniz veya ırmakta iskele.
yanaşma is. 1. Yanaşmak işi: "Ufak çocukların sigara yakmak için yanaşmalarına içerlemişimdir." -S. F. Abasıyanık. 2. Genellikle bir çiftçi yanında çalışan işçi, tutma: "Yanaşmanın dediklerini ... tercüme etmekteydim." -R. H. Karay.
yanaşmak (-e) 1. Bir şeyin, bir kimsenin yanına gelmek: "Usulca avluya indim, rafa doğru yanaştım." -F. R. Atay. 2. Vapur, kayık vb. kıyıya varmak: "Günün birinde kocaman bir motor Santa Maria'ya yanaştı, içinden çıkan bir subay muhafızlarla uzun uzun görüştü." -R. H. Karay. 3. mec. Karışmak, ilgilenmek, İstek göstermek: "Ali Mehmet Bey, cihetlere yanaşacak kimselerden değildir." -S. M. Alus. 4. mec. İlişki kurmak: "Vahşi ve utangaç olduğu için pek yanaşmaz." -R. N. Güntekin.
yanaştırma is. Yanaştırmak işi.
yanaştırmak (-i, -e) Yanaşmasını sağlamak: "Arabacı, içkinin söndürdüğü fersiz, kabarık, aklı gözlerini kızın yüzüne yanaştırarak fısıldadı."-P. Safa.
yan atışı is. sp. Yan olarak yapılan atış.
yanay is. mat. Bir cismin düşey kesiti.
→ yanay doğrusu, yanay düzlemi
yana yakıla zf Sızlanarak, sıkıntısını belli ederek, şikâyet ederek: "Bu sefer İstanbul'un mutlaka alınacağını, ne kadar Türk varsa ... kesileceğim yana yakıla söylerdi." -Ö. Seyfettin.
yana yana zf. 1. Döne döne, tekrar tekrar. 2. Yanarak: "Her kime derdim yansam / Yana yana gez derler." -Halk türküsü.
yanay doğrusu is. mat. Yer eksenine dik olan doğru.
yanay düzlemi is. Yer düzlemi yer eksenine dik olan düzlem.
yan bakış is. 1. Yan gözle bakma. 2. Ters bakma.
yancı is. ask. Düşmana karşı ilerleyen bir kuvvetin yandan gelebilecek baskınlardan korunmak amacıyla oluşturduğu emniyet birliği.
yancılık, -ğı is. Yancı olma durumu.
yan cümle is. dbl. Çekimli bir fiilden sonra kullanılan ki bağlacı, dilek kipi veya şartlı birleşik zamanla kurularak temel cümleye bağlanan cümle, yan tümce: Öyle sanıyorum ki Ali bugün gelir.
yan çizgisi is. Bir yerin yan tarafına çizilen çizgi.
yan dal is. eğt. Yükseköğretimde öğrencinin temel alan yanında devam ettiği ikincil alan.
yandan çarklı is. 1. Her iki yanında birer çarkı bulunan ve bu çarklarla ağır hareket eden vapur. 2. argo Şekeri yanına konulmuş olan kahve veya çay.
yandaş is. Birinden yana olan veya bir düşünceye, bir isteğe katılan, onu destekleyen kimse, yanlı, taraftar: "En hararetli İngiliz yandaşları, üzgün ve umutsuz." -A. İlhan.
yandaşlık, -ğı is. Yandaş olma durumu, taraftarlık.
yandık, -ğı is. bot. Baklagillerden, sıcak ve kurak bölgelerde yetişen, sarımtırak küçük tohumlarından kudret helvasına benzer bir madde elde edilen bitki (Alhagi maurorum).
→ karayandık
yandırma is. Yandırmak işi veya durumu.
yandırmak (-i) hlk. Yanmasına sebep olmak, yakmak.
yan etki is. Dolaylı yapılan etki.
yangı is. tıp İltihap: Dolama bir yangıdır.
→ ak kan yangısı, göz yangısı, karın zarı yangısı
yangılanma is. Yangılanmak işi, iltihaplanma.
yangılanmak (nsz) Bir doku veya bir organda iltihap oluşmak, iltihaplanmak: Yara yangılandı.
yangılı sf. 1. Yangısı olan, yangılanmış, iltihaplı. 2. İltihap yapan (hastalık), iltihaplı.
yangın is. 1. Zarara yol açan büyük ateş: "Yangın yaklaştığı için yaverleri ve dostları telaşta idi." -F. R. Atay. 2. Hastalıkta ateş. 3. mec. Coşkunluk. 4. sf. mec. Tutkun, düşkün, âşık: "Haydi ben kumar yangınıyım, fakat senin vaziyetin benimkinden daha vahim." -M. Yesari. yangın bacayı sarmak durum olağanüstü kötüye gitmek, yangına körükle gitmek gerginliği, uzlaşmazlığı artıracak biçimde davranmak: "Bey, bana teselli verecek yerde sen de yangına körükle gidiyorsun." -H. R. Gürpınar, yangına vermek tutuşturmak, bir şeyi bilerek yakmak. yangından (veya gümrükten) mal kaçırır gibi gereksiz bir telaş ve ivedilikle. yangını körüklemek gerginliği, anlaşmazlığı artırmak.
→ yangın bombası, yangın çıkışı, yangın hortumu, yangın kulesi, yangın merdiveni, yangın musluğu, yangın sigortası, yangın söndürücü, yangın tulumbası, yangın yeri
yangın bombası is. 1. Yangın çıkarmak için yapılan bomba. 2. ask. Ağaçlık yerlerde gizlenmiş birliklerin ortaya çıkmasını sağlamak için uçaklardan atılan ve yangın çıkartmaya yarayan bomba.
yangıncı is. İtfaiyeci.
yangın çıkışı is. Yangından kaçmak için binalara yapılan çıkış kapısı veya merdiveni.
yangın hortumu is. Yangını söndürmek için itfaiye aracından veya yangın musluğundan su aktarmak üzere kullanılan uzun hortum.
yangın kulesi is. Yangını görüp haber vermek için yapılan kule.
yangın merdiveni is. 1. İtfaiyecilerin yangında ve kurtarma işlerinde kullandıkları merdiven. 2. Yapıların dışında, yangın veya acil bir durumda kullanılmak üzere yapılmış merdiven.
yangın musluğu is. 1. Cadde ve sokaklarda su şebekesine bağlı olarak belirli yerlere yerleştirilmiş, üzerine hortum takılabilen kalın musluk: Yangın musluklarına her iki yandan, beş metre mesafe içerisinde park edilemez. 2. Yangın sırasında kullanılmaya hazır hâlde tutulan su vanası.
yangın sigortası is. Yangına karşı yapılan sigorta.
yangın söndürücü is. Yangın söndürmeye yarayan alet, söndürücü.
yangın tulumbası is. esk. Yangın söndürmek için kullanılan tulumba.
yangın yeri is. Çok kalabalık yer. yangın yerine dönmek çok kalabalıklaşmak.
yangısız sf. Yangısı olmayan, iltihapsız.
yan hakem is. Yardımcı hakem.
yanı başı is. Yakını, hemen yanı. yanı başına çok yakınma: "Genç kızın yanı başına uzandım." -S. F. Abasıyanık. yanı başında çok yakınında.
yanık, -ğı sf. 1. Yanmış olan: "Yanık soğan kokulu bir buhar odayı dolduruyordu." -R. Enis. 2. Rengi koyulaşmış: "Kocaman hasır şapkalarının altında sarı saçları uçan, yanık iki genç kız." -S. F. Abasıyanık. 3. Sıkıntı veya hastalıktan iyi gelişmemiş, kavruk: Yanık bir çocuk. 4. Verimsiz, kıraç duruma gelmiş olan. 5. is. Yanmış yer, yanmış olan yerde kalan iz: Elimdeki yanık iyi oldu. Halıdaki yanığı ördürmeli. 6. mec. Bıkkın, üzüntülü, dertli. 7. mec. Duygulu, dokunaklı, acılı, etkili: "Aşk söyletir en yanık türküleri / Ay buluta girdiği gecelerde." -C. S. Tarancı. yanık kokmak 1) is kokmak; 2) ortalıkta bir şeyin yandığını anlatan koku bulunmak.
→ yanık rüzgâr, yanık ses, bağrı yanık, karayanık, yüreği yanık, gece yanığı, güneş yanığı
yanıkara is. (yanı'kara) hlk. Şarbon.
yanıklık, -ğı is. 1. Yanmış olma durumu. 2. mec. Acılı, kaygılı, bıkkın, dertli olma durumu.
yanık rüzgâr is. Çabuk dinen yel.
yanık ses is. Dokunaklı ses.
yanık sesli sf. Dokunaklı sese sahip (kimse).
yanıksı sf. Biraz yanık olan.
yanılgı is. 1. Yanılma durumu, yanlış davranış. 2. Yanlış. 3. Bir sanatla, bir bilimle ilgili kuralların gereği gibi uygulanmayışından doğan sonuç. 4. fel. Yanlışı doğru veya doğruyu yanlış sanma, hata. yanılgıya düşmek bilmeden bir yanlışlık yapmak: "Eski bakan bir yanılgıya düşmüştü." -Ç. Altan.
→ tarih yanılgısı
yanılış is. Yanılma işi veya biçimi: "Tiyatrodan ayrılacak sanmıştı. Hatice onun yanıksım anladı." -T. Buğra.
yanılma is. Yanılmak işi: "Onların hakkımızda yanılmaları bizim istediğimiz noksandan değil..."-A. Ş. Hisar.
yanılmak (nsz) 1. Tanımayarak, niteliğini iyi anlamayarak aldanmak: "Bazen insanlar o kadar birbirlerine benziyor ki insan yanılıyor. " -M. Yesari. 2. Sonucunu düşünmeden veya bilmeden uygunsuz bir davranışta bulunmak.
yanılsama is. 1. Yanlış algılama ve duyu yanılması: "Acaba benim kulağıma gelen sesler bir yanılsama mıydı?" -M. C. Anday. 2. psikol. Var olan nesne veya canlıyı yanlış, ayrımlı veya değişik olarak algılama, galatıhis, illüzyon: "Abartmadığından, duygusal bir yanılsamanın söz konusu olmadığından emindi."-E. Bener.
yanıltı is. Sonucu bakımından çok önemli olmayan yanlışlık, sehiv.
yanıltıcı sf Yanıltma özelliği olan, aldatıcı: Yanıltıcı bilgi verdiler.
yanıltıcılık, -ğı is. Yanıltıcı olma durumu.
yanıltma is. Yanıltmak işi.
yanıltmaca is. 1. Yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme, mugalata. 2. Yanıltmaya dayanan davranış, yanıltıcı iş: "Bu çekilmenin bir yanıltmaca olabileceğini söyleyen komutanlarına katılmadı." -N. Araz. 3. ed. Çabuk çabuk söylenmesi sırasında karışıklığa, dil dolaşmasına ve anlam değişmesine uğrayan söz grubu. 4. man. Başkasını yanıltmak için doğru olmadığı bilinerek yapılan uslamlama ve çıkarsama, mugalata.
yanıltmacı is. Yanlış yargılamada bulunan kimse.
yanıltmaç, -cı is. Karşıdakini yanıltıp başka şey söylemesine yol açacak biçimde düzenlenmiş söz.
yanıltmak (-i) Yanılmasına yol açmak.
yanında zf Bir şeye, bir kimseye göre, nispetle: "Çektiğim acı yanında ölüm çok hafif kalır." -M. Yesari. yanında olmak desteklemek, yardımcı olmak.
yanı sıra zf 1. Birlikte. 2. Yanında, beraberinde: Yanı sıra çocuğunu da getirdi,
yanış is. Yanma İşi veya biçimi.
→ yanışölçer
yanışölçer is. (yanışölçer) kim. Yanma verimini ve onu etkileyen etkenleri ölçmekte kullanılan cihaz.
yanıt is. Cevap: "Türk Eli'nin uluları bu sorulara akıllıca ve gerçekçi yanıtlar bulamıyorlardı. " -N. Araz. yanıt vermek yanıtlamak, cevaplamak.
yanıtlama is. Yanıtlamak işi.
yanıtlamak (-i) Cevaplamak.
yanıtlandırılma is. Yanıtlandırılmak işi.
yanıtlandırılmak (nsz) Yanıtlandırma işi yapılmak.
yanıtlandırma is. Yanıtlandırmak işi.
yanıtlandırmak (-i) Yanıtlama işini yaptırmak.
yanıtlanma is. Cevaplanmak işi.
yanıtlanmak (nsz) Bir soruya cevap verilerek karşılanmak, cevaplanmak.
yanıtlı sf Cevaplı, cevabı olan.
yanıtsız sf. Cevabı olmayan, cevabı verilmeyen, cevapsız.
yanıtsızlık, -ğı is. Yanıtsız olma durumu.
yani bağ. (ya:ni) Ar. ya'ni 1. "Demek, şu demek ki" anlamlarında bir söz: "Rıza Efendi de belki bu yüzden yani perde niçin açılmıyor diye sinirleniyor." -T. Buğra. 2. zf "Sözün kısası, doğrusu" anlamlarında bir söz: "Tesadüf ama bu kadar olur yani." -H. Taner.
yan kabağı is. Birinin yanından ayrılmama durumu.
yan kâğıdı is. Ciltli kitaplarda cildi kitaba bağlayan ve gerektiğinde çeşitli motiflerle süslenen ara kâğıt.
yankesici is. (ya'nkesici) Bir kimsenin cebinden, çantasından ustalıkla, yavaşça bir şeyler çalan kimse: "Polis yankesiciyi yaka paça götürmek isteyince yankesici silkinmiş." -S. Birsel.
yankesicilik, -ği is. Yankesici olma durumu: "Ama beyefendi, ne hırsızlık yaptım ne de yankesicilik." -S. F. Abasıyanık.
yankı is. 1. Sesin bir yere çarpıp geri dönmesiyle duyulan ikinci ses, aksiseda, inikas, akis, eko: "Ben kimsesiz seyyahı meçhuller caddesinin / Ben yankısından kaçan çocuk kendi sesinin." -N. F. Kısakürek. 2. mec. Bir olgunun çevrede uyandırdığı duygu, düşünce, dedikodu gibi tepki, akis: "Bu çığlıklar, ağızdan ağıza, /otlaktan kulağa geniş yankılarla bütün yurdu kaplıyordu." -Y. Z. Ortaç. yankı uyandırmak bir olgu çevrede duygusallık, düşünce, dedikodu gibi tepki yapmak: "Memleket dışında bile birtakım yankılar uyandırmaya başlamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu, yankı yapmak ses bir yere çarpıp ikinci kez duyulmak.
→ yankı bilimi
yankı bilimi is. Fizik biliminin konusu ses olan kolu, akustik.
yankıca is. psikol Başka birinin kullandığı söz veya cümleleri anlamsız olarak yankı gibi tekrarlama, ekolali.
yankılama is. Yankılamak işi.
yankılamak (nsz) Sesi geri çevirmek, yankı durumunda geri dönmek, inikas etmek.
yankılanım is. Kapalı bir yerde seslerin dağılım biçimi, akustik.
yankılanma is. Yankılanmak işi veya durumu.
yankılanmak (nsz) Ses vermek, ses çıkarmak, yankı durumunda geri dönmek, aksetmek: "Kafasının içinde on defa yankılanmıştı." -T. Buğra.
yankılı sf. Yankısı olan.
yankısız sf Yankısı olmayan: "Binlerce insana değil, sinir bozucu yankısız bir boşluğa konuşuyordu." -Ç. Altan.
yanlama is. Yanlamak işi veya durumu.
yanlamak (nsz) 1. Yana yatmak, yana dönmek. 2. (-i) Yanından geçmek. 3. mec. Çalışıp yorulmadan başka birisinden geçinmek: "Validenin yanına yanlamaktan başka çarem yok!" -E. E. Talu.
yanlamasına zf. Yan olarak, yana yatmış biçimde: "Bir ayağım öteki dizinin üstüne, top namlusu gibi yanlamasına koyardı." -Ç. Altan.
yanlı sf. Yandaş.
→ tek yanlı
yanlık, -ğı is. Kahvaltıda ve diğer öğünlerde ana yiyeceğin yanında verilen çerez türü veya domates, salatalık vb. yiyecekler.
yanlılık, -ğı is. Yanlı olma durumu: "Gençlik onun yanlılığım, bencillik gibi görünen iç inzivasını hiç tutmazdı." -H. Taner.
→ çok yanlılık
yanlış is. 1. Bir kurala, bir ilkeye, bir gerçeğe uymama durumu, yanılgı, hata: Bu yanlışı hemen düzeltmeli. 2. sf. Bir kurala, bir ilkeye, bir gerçeğe uymayan, aykırı olan, hatalı: "Yanlış ve mantıksız hareketim bu suretle cezalanmak." -A, Gündüz. 3. zf. Yanlış bir biçimde, yanlış olarak, hatalı olarak: "Evime gitmek için yanlış söyledim, gitmemek için vapurun kaçmasını bekliyordum." -S. F. Abasıyanık. 4. sffel Biçimsel düşünme yasalarına uymayan, düşünülen şeyle uyuşmayan. yanlış çıkmak yanlış olduğu anlaşılmak. yanlış hesap Bağdattan döner ortaya çıkan bir yanlışlık çok geç de olsa düzeltilmelidir. yanlış kapı çalmak isteğinin yapılmayacağı, yersiz sayılacağı bir yere başvurmak, yanlışını çıkarmak yanlışını bulup göstermek.
→ yanlış yunluş, yalan yanlış, yaygın yanlış, dizgi yanlışı, imla yanlışı, yazım yanlışı
yanlışlık, -ğı is. Yanlış davranış, yanlış iş, yanlış sanı, hata: Bu hesapta bir yanlışlık olsa gerek
yanlışlıkla zf. (yanlışlı'kla) Yanılarak, bilmeyerek: Yanlışlıkla başkasını yakaladılar.
yanlış yunluş zf. Yanlış bir biçimde,
yanma is. 1. Yanmak işi: "Vücudumda yanma ile beraber garip bir titreme de vardı." -R. N. Güntekin. 2, kim. Bir cismin oksijenle birleşmesi sırasında ortaya çıkan olayların tümü.
yanmak, -ar (nsz) 1. Birleşiminde karbon bulunan maddeler, ısı ve ışık yayarak kül durumuna geçip yok olmak: "Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirilir..." -Anayasa. 2. Ateş durumuna geçmek, tutuşmak; Kömür yandı. Ocaktaki odun yandı. 3. Isı, ışık veren bir konuma geçmek: "Gece oldu ışıklar yandı, yatsı vakti geldi." -M. Ş. Esendal. 4. Bütünü veya bir bölümü ateş veya sıcaklığın etkisi ile bozulmak, kömür durumuna geçmek: Yemek yandı. Ekmek yandı. 5. Isı etkisiyle vücudun bir yanı yara olmak, kızarmak veya rengi koyulaşmak: Ateşe dokundu, eli yandı. Güneşten kolları yandı. 6. Vücut veya nesnelerin ısısı artmak: "Ateşler içinde, günlerce titreyerek yanar." -Y. Z. Ortaç. "Odamız yaz günleri çinkodan damın altında yanar durur." -O. V. Kanık. 7. Parlamak, parıldamak: "Birkaç bataıya top, kızgın güneş altında pırıl pırıl yanıyor." -F. R. Atay. 8. Birtakım etmenlerin etkisiyle işe yaramaz duruma gelmek: Kumaş boyadan yanmış. Ekinler dondan yanmış. 9. Yanık acısına benzer bir acı duymak: Boğazım yanıyor. Biberden ağzım yandı. 10. Kendini göstermek, çabalamak: "Çocuklar, kendilerini beğendirmek için yanıyorlar." -R. N. Güntekin. 11. mec. Çok üzülmek; Bu yaz tatil yapamayacağıma yanıyorum. 12. mec. Çok sevmek, büyük bir aşk ile sevmek. 13. mec. Hükümsüz kalmak, değerini yitirmek: Vaktinde değiştirilmeyen kâğıt paralar yandı. 14. mec. Zarara, kötülüğe uğramak: "Maazallah, birimize kitaptan rastgele bir şey soracak olsa, yandığımız gündü." -H, Taner, 15. mec. Çocuk oyunlarında oyun dışı olmak, 16. mec. Bir bir sıralamak, dile getirmek, dert dökmek, anlatmak: "Yazı yazmak, hayatımı anlatmak, kalbimi dökmek ihtiyacıyla yanıyorum." -S. M. Alus. yana yana istemek ısrarla, içtenlikle dilemek: "Bir babam olduğunu, nasıl yana yana istediğini size anlatamam." -M. Ş. Esendal. yandı gülüm keten helva "kaçırılmış bir fırsat" anlamında kullanılan bir söz. yanıp durmak pişman olmak; "Herife bir tokat yahut bir yumruk yerleştiremediğine bile yandı durdu. " -P. Safa. yanıp tutuşmak 1) güçlü bir aşk İle sevmek; 2) bir şeyi elde etmek için güçlü bir istek duymak: "Her şeyden önce bir bakanlık koltuğuna kurulmak ihtirasıyla yanıp tutuştuğunu ve oraya varmak için her vasıtayı mubah saydığım sezip anlamamış mıydı?" -Y. K, Karaosmanoğlu. 3) elde edemediği bir şey için büyük üzüntü duymak, yanıp yakılmak sızlanmak, şikâyet etmek: “Âli Safa Bey bir şeye çok yanıp yakılıyordu, işini daha gizli görebilirdi." -Y. Kemal.
→ yana yakıla, yana yana, yanardöner
yan Ödeme is. Bir görevliye aldığı aylık veya ücretten başka, türlü sebeplerle Ödenen para.
yan sanayi is. Ana sanayiye yardımcı sanayi kolu.
yansı is. 1. Işığın parlak bir yere çarpıp geriye doğru yön değiştirerek kaynağını göstermesi, inikas. 2. biy. Tepke.
yansıca is. psikol. Başkasının yaptığı hareket ve davranışları anlamsız olarak tekrarlama, ekopraksi.
yansılama is. Yansılamak işi.
yansılamak (-i) 1. Işık yansı yapmak. 2. psikol. Türün öteki üyelerinin davranışlarını, öğrenme söz konusu olmadan yapma eğilimi. 3. hlk. Birinin söylediklerini, yaptıklarını tekrarlamak, alay etmek: "Türkçe sözleri Arapça okumaya çalışırdı. Çocuklar, hocayı yansılarlaydı, gülüşürdük." -M. Ş. Esendal.
yansılanma is. Yansılanmak işi.
yansılanmak (nsz) Yansılama işi yapılmak.
yansıma is. 1. Yansımak İşi: "Balkon penceresinden dolan ışık, ak saçlarından süt mavisi yansımalar yapıyor." -A. İlhan. 2. Işık dalgaları yansıtıcı bir yüzeye çarparak yön değiştirme, inikas: "Durgun denizler yıldızların yansımasıyla yıldızlandı." Halikarnas Balıkçısı. 3. Röfie. 4. dbl. Doğa seslerine benzer seslerle yapılan kelime, taklidi kelime, onomatope: Gürültü, şırıltı, bıngıldak, güm güm, vızıldamak vb.
→ dağınık yansıma
yansımak (nsz) 1. Işık dalgalan yansıtıcı bir yüzeye çarparak yön değiştirmek, aksetmek: Düz ve parlak yüzeylere çarpan ışık yansır. 2. Yer almak: "Gazeteye yansıyan haber ağızdan ağıza geçerken açıklığını hemen hemen tamamen kaybetmiştir." -Halikarnas Balıkçısı. 3. mec. Anlaşılmak, belli olmak. 4. mec. Ulaşmak, duyulmak, yayılmak, aksetmek.
yansımalı sf. 1. Yansıtan veya yansıyan. 2. dbl. Tabiat seslerini andıran seslerle yapılmış (kelime), ses yansımalı, onomatopeik.
yansımasız sf. Yansıtmayan veya yansımayan.
yansıtaç, -cı is. Yansıtıcı, reflektör.
yansıtıcı is. Işık, ses, görüntü vb.ni geri göndermek, yansımasını sağlamak amacıyla kullanılan araç, reflektör.
yansıtıcılık, -ğı is. Yansıtıcı olma durumu.
yansıtılma is. Yansıtılmak işi.
yansıtılmak (nsz) Yansıtma işi yapılmak.
yansıtma is. 1. Yansıtmak işi. 2. mec. İletme, duyurma.
yansıtmak (-i) 1. Işık, ses, görüntü vb.ni geri göndermek, yansımasını sağlamak, aksettirmek: Ayna ışığı yansıtır. Kubbe sesi yansıtır. 2. mec. İletmek, duyurmak, aktarmak: "Palyaço, yaşamın sorunlarını lafsız, az lafla, ukalalığa kaçmadan yansıtmak durumundadır. " -H. Taner.
yansız sf. 1. Birinden yana olmayan veya bir düşünceye, bir isteğe katılmayan, onu desteklemeyen, yan tutmayan, tarafsız, bitaraf: "Gerçeklere daha yansız ve sağlıklı gözle bakabiliyorum." -H. Taner. 2. fiz. Nötr. 3. kim. Turnusol gibi bir ayıraç karşısında, asit ve alkali tepkisi göstermeyen, nötr.
yansızlaştırma is. Yansızlaştırmak işi veya durumu.
yansızlaştırmak (4) Yansız duruma getirmek.
yansızlık, -ğı is. Yansız olma durumu, bitaraflık, tarafsızlık.
yanşak, -ğı sf. hlk. Yersiz ve çok konuşan, geveze.
yanşaklık, -ğı is. Yanşak olma durumu, gevezelik.
yanşama is. Yanşamak işi.
yanşamak (nsz) hlk. Gevezelik etmek, tatsızlık etmek.
yan tesir is. Yan etki.
yantutmaz sf. Tarafsız, yandaş olmayan.
yantutmazlık, -ğı is. Tarafsız olma durumu: "Hatta romancının yantutmazlığından yana da değildi." -H. Taner.
yan tümce is. dbl. Yan cümle.
yan ürün is. Bir ana ürün elde edilirken ortaya çıkan başka ürün: Petrol arıtımında asfalt, yan ürünlerden biridir.
yan yan zf. Yanlamasına, yan yan bakmak 1) göz ucuyla bakmak: "ihtiyar kadın yan yan torununa bakıyordu." -M. Yesari. 2) kin, nefret veya öfke ile bakmak.
yan yana zf. Biri ötekinin sağında veya solunda olarak, birbirinin yanında, birlikte: "iki karyolayı yan yana koymuşlar, adı olmuş ayrı yatak.'" -M. Ş. Esendal.
yan yargıcı is. sp. Yan hakem.
yan yol is. Otoyolların kenarında bulunan oturma alanları arasında gidiş gelişi sağlayan ayrılmış yol.
yan yüzergiller ç. is. zool. Dikenli yüzgeçliler alt takımına giren bir familya.
yapağı is. İlkbaharda kırkılan koyun tüyü, yapak.
yapağıcı is. Yün ve yapağı alıp satan kimse, yapakçı.
yapak, -ğı is. Yapağı.
yapakçı is. Yapağıcı.
yapakçılık, -ğı is. Yapakçı olma durumu.
yapak yağı is. Yapağının yıkanması sırasında asit karışımı elde edilen yağlı madde.
yapalak, -ğı is. Bir tür baykuş.
Yaparlu öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
yapay sf. 1. Doğadaki örneklerine benzetilerek insan eliyle yapılmış, üretilmiş yapma, suni, doğal karşıtı: Yapay gübre. 2. Yapmacık.
→ yapay böbrek, yapay dil, yapay dölleme, yapay döllenme, yapay ipek, yapay kalp, yapay solunum
yapayalnız sf. (yapayalnız) 1. Yanında kimse veya hiçbir şey bulunmayan (kimse): "Koskoca Paris'te yapayalnızdı." -S. F. Abasıyanık. 2. zf. Yanında kimse veya hiçbir şey bulunmayarak: "Onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu." -Ö. Seyfettin.
yapay böbrek, -ği is. Suni böbrek.
yapay dil is. Değişik diller konuşan kişiler arasında anlaşma sağlamak amacıyla doğal dillerdeki öğelerden yararlanılarak oluşturulan dil.
yapay dölleme is. Suni dölleme.
yapay döllenme is. Suni döllenme.
yapay ipek, -ği is. Suni İpek.
yapay kalp, -bi is. Suni kalp.
yapaylaşma is. Yapaylaşmak işi veya durumu.
yapaylaşmak (nsz) Yapay duruma gelmek.
yapaylaştırma is. Yapaylaştırmak işi.
yapaylaştırmak (-i) Yapay duruma getirmek.
yapaylık, -ğı is. Yapay olma durumu, sunilik.
yapay solunum is. Suni solunum.
yapboz is. Kesilmiş resim parçacıklarını birbirine uygun duruma getirerek asıl biçimi yeniden oluşturmaya dayanan bir tür çocuk oyunu.
yapı is. 1. Barınmak veya başka amaçlarla kullanılmak için yapılmış her türlü mimarlık eseri, bina. 2. Yapılmakta olan konut, yol, köprü vb. inşaat. 3. Yapma, oluşturma, ortaya konulma, meydana getirme: Kırıkkale yapısı bir tabanca. 4, Canlı bir varlığın ruh veya beden özelliklerinin tümü, bünye, strüktür: "Yapısı sağlam, güzel bir erkekti." -Y. Z. Ortaç. 5. Bütünün bir araya getirilişinde uyulan dizge, strüktür: Dil yapısı. Cümle yapısı. 6. fel. Ögeleriyle somut bağımlılığı olan bütün. 7. sos. Parçaları ve öğeleri arasında yasaya uygunluk, durağan bağlar ve karşılıklı ilişkiler bulunan dizge veya bütün, strüktür.
→ yapı bilgisi, yapı bilimi, yapı elemanı, yapı kooperatifi, yapı malzemesi, yapı taşı, altyapı, ana yapı, düzlek yapı, eş yapı, kaba yapı, öz yapı, sosyal yapı, toplumsal yapı, üstyapı, Allah yapısı, fizik yapısı, kul yapısı, toplum yapısı
yapı bilgisi is. dbl. Kelimelerin yapısını, türeme yollarını ve çekim biçimlerini içeren bilgi, şekil bilgisi, morfoloji.
yapı bilimi is. bot. ve zool. 1. Bitkilerde ve canlılarda organların yapılarını, biçimlerini, biçimleriyle görevleri arasındaki İlgiyi inceleyen bilim kolu, morfoloji. 2. dbl. Dil bilgisinin, kelimelerin yapısını, türeme yollarını ve çekim biçimlerini inceleyen kolu, yapı bilgisi, morfoloji.
yapı bilimsel is. Yapı bilimi ile ilgili, morfolojik.
yapıcı sf. 1. Yapan, oluşturan, ortaya çıkaran, meydana getiren. 2. Önemli ve yararlı işler yapan: "İkisi de zeki adamdı, akıllı adamdı, yapıcı adamdı." -Y. Z. Ortaç. 3. Olumlu: Yapıcı fikir. Yapıcı eleştiri. 4. is. Yapı ustası.
yapıcılık, -ğı is. 1. Yapıcı olma durumu. 2. Yapı ustalığı.
yapı elemanı is. Bir yapının bütünü içinde yer alan ve Özel bir görev üstlenen öğeler.
yapık, -ğı is. hlk. 1. Belleme (II). 2. tar. Yeniçerilerin giydikleri üstlük.
yapı kooperatifi is. Katılımcıların konut gereksinimini karşılamak amacıyla kurulan ortaklık.
yapılabilirlik, -ği is. Herhangi bir girişimin işletme ve ekonomi yönlerinden durumunu önceden tespit etme, uygulanabilirlik, fizibilite.
yapılandırma is. 1. Yapılandırmak işi. 2. bl. Bilgisayar sisteminin özellikle fiziksel birimlerini gösterme, konfıgürasyon.
yapılandırmak (-i) 1. Yapılı duruma getirmek. 2. Oluşturmak. 3. Düzenlemek.
yapılanma is. 1. Yapılanmak işi. 2. Oluşum. 3. Düzenleme.
→ yeniden yapılanma
yapılanmak (nsz) Yapı özelliği kazanmak, oluşmak
yapılaşma is. Yapı durumuna gelme.
yapılaşmak (nsz) 1. Yapı durumuna gelmek. 2. Oluşmak.
yapıldak z/ Yayan yapıldak.
yapılı sf. 1. Yapısı herhangi bir nitelikte olan: Güzel yapılı. Sağlam yapılı. 2. Vücudu gelişmiş, iri: Yapılı bir adam.
→ ince yapılı, iriyapılı
yapılış is. 1. Yapılma işi veya biçimi. 2. Bir şey yapılırken gerçekleştirilen Özellik, nitelik, kuruluş, bünye: Bu binanın yapılışı depreme dayanacak bir niteliktedir.
yapılma is. Yapılmak işi.
yapılmak (nsz) 1. Yapma İşine konu olmak: "Yalı, bolluk zamanında yapılmış çok pencereli, iki katlı yayvan bir binadır." -B. Felek. 2. mec. Gerçekleştirilmek, ortaya çıkarılmak.
yapım is. 1. Yapma işi, inşa, imal. 2. Ham maddeyi el veya makine ile işleyerek mal üretme, imal. 3. biy. Özümleme. 4. sin. ve TV Bir filmin çevrilmesi veya bir radyo, televizyon programının hazırlanması için gerekli çalışmaların tümü ve bu çalışmaların ürünü, prodüksiyon.
→ yapım ekleri, yapımevi, eş yapım, ortak yapım, üstün yapım
yapı malzemesi is. İnşaatın yapımında kullanılan her türlü malzeme.
yapımcı is. 1. Bir şeyin yapılmasında, ortaya konulmasında, gerçekleştirilmesinde emeği geçen kimse veya kuruluş. 2. Bir filmin çevrilişiyle ilgili bütün yönetim işlerini üzerine alan, sermayesini veren kimse, prodüktör. 3. Radyo, sinema programlan düzenlemekle görevli kimse, programcı.
yapımcılık, -ğı is. Araç, cihaz, eşya yapma veya film çevirme işi.
yapım ekleri ç. is. dbl Kelime kök veya gövdesine getirilerek kelimenin yeni bir anlam kazanmasını sağlayan ek: -lik (göz-lük); -ci (ev-ci); -li (ev-li); -inç (sev-inç); -gi (sevgi); -daş (vatan-daş) gibi.
yapımevi is. 1. İmalathane. 2. sin. Film yapımı işiyle uğraşmak için kurulmuş ortaklık.
yapıncak, -ğı (I) is. hlk. Soğuk havada, açıkta bırakılan atlara örtülen uzun tüylü kebe.
yapıncak, -ğı (II) is. bot. Seyrek taneli, kırmızı benekli bir tür üzüm, kınalı yapıncak.
→ kınalı yapıncak
yapınma is. Yapınmak işi.
yapınmak (-i) hlk. 1. Kendine yapmak veya kendi için yaptırmak: Elbise yapınmak. 2. (-e) Özenmek, hazırlanmak: Kuş yavrusu uçmaya yapmıyor. Bu genç ozanlığa yapmıyor.
yapıntı is. fel. 1. Gerçekle çeliştiğini, gerçekliğe uymadığını bile bile tasarlanan şey, hayal gücüyle yaratılmış olan şey, tasni: "... hayalinin bir yapıntısı değil de gerçeğin ta kendisiymiş gibi heyecanlanarak, coşarak bu kaybedilmiş cennete ağıtlar yazıyordu." -A. Ş. Hisar. 2. Bilgi kuramında ve ontolojide gerçeğe uymayan, ancak belirli bir kuramsal veya pratik amaç için kullanılması sakıncasız olan tasarım, tasni.
yapıntıcılık, -ğı is, fel. Duyumlar yoluyla gösterilemeyen ve gösterilmeyen her şeyin birer yapıntı olduğunu, ancak bu yapıntıların, gerçek olmasalar da düşünme ve yaşamada gerekli olduğunu öne süren görüş.
yapıntılı sf. fel. Yapıntı niteliğinde olan, musanna.
yapısal sf. Yapı ile, yapılış ile, kuruluş ile ilgili, strüktürel.
→ yapısal dil bilimi, altyapısal, üstyapısal
yapısalcı is. Yapısalcılık görüşü ve yöntemini benimseyen kimse, strüktüralist.
yapısalcılık, -ğı is. 1. Bilimin her dalında yapıdan yola çıkarak sonuçlara ulaşma yöntemi, strüktüralizm. 2. db. Dilin tümüyle bir yapı özelliği gösterdiğini, terimlerin bu ilişkileri belirlediğini ileri süren dil bilimi öğretisi, yapısal dil bilimi.
yapısal dil bilimi is. db. Yapısalcılık.
yapısallaşma is. Yapısallaşmak durumu.
yapısallaşmak (nsz) Yapısal duruma gelmek.
yapısallık, -ğı is. Yapısal olma durumu.
yapış is. Yapma İşi veya biçimi.
yapışıcı sf Yapışma niteliği olan.
→ yapışıcı sap
yapışıcı sap is. bot. Duvarlara, ağaçlara yapışarak yükselen sap türü.
yapışık, -ğı sf. 1. Bir yere yapışmış olan: Zarfa yapışık pullar. 2. Fizyolojik yönden birbirlerine bağlı olarak doğan: "Yapışık hemşireler gibi dünyaya beraber gelmişlerdi. " -H. C. Yalçın. 3. Dokunan, değen: "Lavabonun duvara yapışık kıyısının üstüne konmuş bir diş fırçası gösteriyordu." -Ç. Altan.
→ yapışık çeneliler
yapışık çeneliler ç. is. zool. Çengel çeneliler.
yapışıklık, -ğı is. Yapışık olma durumu.
yapışkan sf 1. Yapışma özelliği olan: "Tütün yaprakları sıcakta yapışkan bir su salar." -N. Cumalı. 2. is. Yapıştırıcı: Zamk bir yapışkandır. 3. mec. Gitmek bilmeyen: "Aynı arabaya binecek kadar pişkin ve yapışkan bir gölge." -Ç. Altan.
→ yapışkan otu
yapışkanlık, -ğı is. 1. Yapışkan olma durumu: "Her vakit ıslak duran ellerinde öyle tiksindirici bir yapışkanlık vardı ki..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. fiz. Bir sıvı veya gaz kütlesinin, içinde bulunan cismin hareketini engelleme özelliği.
yapışkan otu is. bot. Isırgangillerden, duvarlar üzerinde gelişen, yaprakları yapışkan bir bitki (Parietria).
yapışma is. Yapışmak işi.
yapışmak (-e) 1. Yapışıcı olan veya yapışkan bir maddeye bulanmış olan bir şey ayrılmayacak bir biçimde bir yere tutunup kalmak: "Zarfın iyice yapışıp yapışmadığına o kadar dikkat etti ki..." -S. F. Abasıyanık. 2. İyice yaklaşmak, sokulup değmek: Geri geri giderek duvara yapıştı. 3. Aralık bırakmayacak biçimde üzerine dokunmak: "Islanan tül gömleği pembe vücuduna yapıştı." -Ö. Seyfettin. 4. Bir İş yapmak amacıyla, hevesle bir şeyi eline almak: "Dişlerine oltayı almış, tekrar küreklere yapışmıştı." -S. F. Abasıyanık. 5. Sıkıca yakalamak, tutmak, sarılmak: "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun, diye kulağıma yapıştı." -Ö. Seyfettin. 6. mec. Birini rahatsız etmek, sataşmak, peşini bırakmamak, musallat olmak.
→ yapış yapış
yapıştırıcı is. 1. Yapıştırma Özelliği olan, yapıştırmaya yarayan nesne, yapışkan. 2. sin. Filmlerin yapıştırılması işinde kullanılan cihaz.
yapıştırılma is. Yapıştırılmak işi.
yapıştırılmak (-i) Yapıştırma işi yapılmak.
yapıştırma is. 1. Yapıştırmak işi. 2. sf Yapıştırarak yapılan: Yapıştırma terlik. 3. esk. Gelinlerin yüzüne yapıştırılarak yapılan süs.
yapıştırmak (-i, -e) 1. Yapışmasını sağlamak: "Mektuplarına kendi pullarını yapıştırırlar, kendi memurlarıyla sevk ederlerdi." -F. R. Atay. 2. Yaklaştırmak, birbirine dayamak: "Telefonu iyice kulağına yapıştırıyor." -A. îlhan. 3. mec. Hızla vurmak: Tokadı yapıştırdı. 4. mec. Gecikmeden karşılık vermek veya gerekeni yapmak: "Miralay Bey, realist bir asker görüşü ile teşhisi yapıştırır." -H. Taner.
→ kesyapıştır, kopyalayapıştır
yapış yapış sf. 1. Yapışkan bir madde İle bulanmış. 2. Nemli, rutubetli (hava). 3. Islak: "Mintanlar, fanilalar terden yapış yapıştı." -T. Buğra.
yapıt is. 1. Eser. 2. Sanatçının ortaya koyduğu ürün, eser: "Yapıtının sağlamlığına güvenen her sanatçı gibi şakasını da iyi karşılamıştı. " -H. Taner. 3. Yayın, kitap.
→ başyapıt
yapı taşı is. 1. Binanın ağırlığını çeken esas taş: "Yapı taşı yerde kalmaz." -Atasözü. 2. Esas, temel.
yapma is. 1. Yapmak işi. 2. sf. Doğadaki şeylere benzetilerek insan eliyle yapılmış, yapay, suni, sahici karşıtı: "Eliyle bahçenin dökme taştan yapma mağaralarından birini göstererek..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. sf. içten olmayan, içten gelmeyerek yapılan, yapmacık: "Fakat fazla içliliği erkekliğe yakıştıramadığından kendini her zaman yapma bir sertliğin arkasına gizlerdi." -Ff. Taner.
→ yapma çiçek, yapma dil, yapma gübre, yapma uydu, yerden yapma
yapmacık, -ğı sf. İçten olmayan (tavır, davranış, duygu), yapma, yapay, düzme, sahte, suni, zahirî: "Köylülerden kapma biraz yapmacık bir safiyetle konuşuyordu." -S. F. Abasıyanık.
→ yapmacık görünümü, yapmacık gülüş
yapmacık görünümü is. dbl. Gerçekte yapıldığı hâlde yapılmamış gibi bir izlenim veren görünüm: Anlamamış görünmek. Görmezlikten gelmek.
yapmacık gülüş is. İçten olmayan, sahte, yalancı gülüş.
yapmacıklı sf. İçtenliği olmayan, İçten olmayan: "Öyle ince yapmacıklı aktris tavırlı, sahte bir kız değildi." -Ö. Seyfettin.
yapmacıksız sf. İçten, içten geldiği gibi, samimi.
yapma çiçek, -ği is. Görünümü çiçeği andıran ve yumuşak maddelerle yapılan süs eşyası.
yapma dil is. db. Sonradan oluşturulan dil.
yapma gübre is. Suni gübre.
yapmak, -ar (-i) 1. Ortaya koymak, gerçekleştirmek, oluşturmak, meydana getirmek: "Her görevi ayrım gözetmeden aynı titizlikle yapmak başarının sırrıdır." -Ç. Altan. 2. Olmasına yol açmak: Durgun sular sıtma yapar. 3. Onarmak, tamir etmek: Bozulan saatimi saatçi yaptı. 4. Bir şeyi başka bir şey durumuna getirmek: "Ayrıca terbiye edeceğim, onu yaman bir polis köpeği yapacağım. " -R. H. Karay. 5. Bir dileği, bir isteği yerine getirmek, uygulamak, ifa etmek: "Şu işi yapıver, diye yalvarmıştı da enişte engel olmuştu." -S. M. Alus. 6. Bir düşünceyi, bir davranışı, bir isteği işe dönüştürmek, gerçekleştirmek: "Elimi ağzına götürerek sus işareti yaptım." -R. H. Karay. 7. Düzenli bir duruma getirmek: Yatak yapmak. Yolu yaptılar. 8. Üretmek: Ayakkabı yapmak. 9. Bir harekete, işe başlamak veya bir hareketle, işle uğraşmak: Koşu yapmak. Sarsıntı yapmak. 10. Zarara yol açmak. 11. Etkili olmak. 12. Salgılamak, çıkarmak: Tükürük bezleri tükürük yapar. 13. Dışkı çıkarmak: Çocuk, altına yapmış. 14. Gerçekleştirmek: "İlk ve ortaöğrenimini Anadolu'da yapmıştır." -Y. Z. Ortaç. 15. Tehdit yoluyla birini herhangi bir duruma düşürmek: Ben adamı ne yaparım biliyor musun? 16. Evlendirmek: Bu kızı sana yapacağız. 17. (yar) Bir durum yaratmak: "Fırının harlı ateşi yanaklarını pembe pembe yapmıştı." -N. Araz. 18. (yar) Edinmek, sahip olmak: Servet yapmak. Altın yapmak. 19. (yar) Bir kimseye bir meslek kazandırmak, yetiştirmek: "Onu da Üsküdar'daki ambar memuru yapmak suretiyle daireden uzaklaştırdı." -H. Taner. 20. (nsz) Davranmak, hareket etmek: İyi yapmıyorsunuz, çocuğu çok azarlıyorsunuz. Uyumuş gibi yapmak. 21. Olmak: Bu kış çok soğuk yaptı, (bir şey) yapmak iyilik veya kötülükte bulunmak: O size hiçbir şey yapamaz. Ben ona bir şey yaptım mı ? (kilometre veya mil veya fersah) yapmak yol almak, yapıp etmek hlk. yapmak. yapma! (veya yapmayın! veya yapmayınız!) karşısındakini, ilgilendiği işten alıkoymak için söylenen birsöz: Yapma çocuğum, saat bozulur! yapma! şaşma bildiren bir söz: Onca yolu iki saatte almışlar. -Yapma! yapmadığı kalmamak 1) kendisi için zararlı olan birçok iş yapmak; 2) yapmadığını bırakmamak, yapmadığını bırakmamak (veya koymamak) bütün kötülükleri yapmak: "Şakir Efendi'ye garaz olmuşlardı. Ona yapmadıklarını bırakmadılar." -M. Ş. Esendal. yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmemek zararı yararından çok olmak, yaptığını bilmemek aklı başında olmamak, bilinçsizce davranmak.
→ yapboz, yapadurmak
yapma uydu is. astr. Herhangi bir gezegenin çevresindeki bir yörüngeye yeryüzünden fırlatılarak yerleştirilmiş İnsan yapısı nesne, suni peyk.
yapracık, -ğı is. Yaprakçık.
yaprak, -ğı is. 1. bot. Bitkilerde solunum, karbon özümlenmesi, terleme vb. olayların oluştuğu, çoğu klorofilli, yeşil ve türlü biçimdeki bölümler: "Dökülmüş yapraklar, bozulmuş bağlar / Bülbülün konduğu dallar perişan." -Karacaoğlan. 2. bot. Sarma yapılan asma yaprağı. 3. Börek, baklava vb. şeylerde yufka: Bu baklavada elli yaprak var. 4. Kitap, defter vb. şeylerde ön ve arka yüzü oluşturan kâğıtlardan her biri, varak: "Takvimin kapak yaprağını ve günlük yapraklarım kolayca çevirdim." -R. H. Karay. 5, Kat kat ayrılabilen şeylerde kat: Mermer yaprağı. 6. Eni 50 cm, boyu 75 cm olan bayrak ölçüsü. 7. esk. Birkaç parça eklenerek yapılan şeylerde her parça: Beş yapraktan bir yelken. Eteğin arka yaprağı. yaprak gibi titremek aşırı titremek: Bütün vücudu yaprak gibi titriyordu, yaprak oynamamak (veya kıpırdamamak) hava rüzgârsız, çok durgun olmak.
→ yaprak arısı, yaprak aşısı, yaprak ayası, yaprak biti, yaprak çay, yaprak dolması, yaprak dökümü, yaprak döner, yaprak kını, yaprak kurbağası, yaprak kurdu, yaprakkurusu, yaprak makinesi, yaprak sarması, yaprak sigarası, yaprak taş, yaprak tütün, çanak yaprak, iğne yaprak, kızılyaprak, meyve yaprak, oymalı yaprak, asma yaprağı, çanak yaprağı, çiçek yaprağı, defneyaprağt, defne yaprağı, ıtır yaprağı, taç yaprağı, yonca yaprağı, almaşık yapraklar, karşılıklı yapraklar
yaprak arıları ç. is. zool. Çeşitli türleri kurtçuk evresinde, önemli tarım bitkilerine ve orman ağaçlarına zarar veren zar kanatlılar familyası.
yaprak arısı is. zool. Yaprak arıları familyasından, zar kanatlıların ortak adı.
yaprak aşısı is. Bir parça ağaç kabuğuyla birlikte çıkarılmış bir yaprak tomurcuğunun, aşılanacak ağacın kabuğu altına sokulup tutturulmasıyla yapılan aşı.
yaprak ayası is. Yaprağın, yassılaşmış, az veya çok geniş yüzeyli yeşil bölümü.
yaprak biti is. zool. Yaprak bitleri familyasından olan böceklerin genel adı, fidan biti.
yaprak bitleri ç. is. zool. Duyargaları ve hortumları eklemli, 1 mm boyunda, yumuşak vücutlu eş kanatlılar familyası.
yaprak böceği is. zool. Sebze ve meyvelere zarar veren böceklerin genel adı.
yaprak çay is. Çayın yaprak kısmı.
yaprakçık, -ğı is. bot. Baklagillerde basit, üçlü ve bileşik yaprakları oluşturan küçük yapraklar, yapracık.
yaprakçıl sf. zool. Yapraklarla beslenen hayvan.
yaprak dolması is. Sarma.
yaprak dökümü is. Sonbaharda ağaçların yaprak dökmesi.
yaprak döner is. İçinde sıkıştırılmış kıyma veya et bulunan, piştikten sonra enli olarak kesilen döner kebap.
yaprak kını is. hiy. Yaprak sapının gövdeye bağlandığı yüzey.
yaprak kurbağası is. zool. Yeşilbağa.
yaprak kurdu is. zool. Yaprak böceği.
yaprakkurusu is. 1. Kuru yaprak rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
yapraklanma is. Yapraklanmak işi.
yapraklanmak (nsz) Yaprakları çıkmak, yaprak oluşmak: "Tıpkı baharda yapraklanan ağaçlar, tomurcuklanan çiçekler gibi." -H. E. Adıvar.
yapraklı sf. Yaprağı olan: "Kış olmasına rağmen ağaçlar yemyeşil yapraklı ve çiçekliydi. " -R. H. Karay.
→ yapraklı kara yosunları, taç yapraklı, ayrı çanak yapraklılar, ayrı taç yapraklılar, bitişik çanak yapraklılar, bitişik taç yapraklılar, iğne yapraklılar
yapraklı kara yosunları ç. is. bot. Kayaların, ağaç kabuklarının yüzünde halı tüyleri gibi sık biten kara yosunları.
yaprak makinesi is. Madenleri bastırıp yaprak durumuna getiren baskı makinesi.
yaprak sarması is. Sarma.
yapraksı sf Yaprak görünüşünde olan.
yapraksız sf. Yaprağı olmayan: Yapraksız ağaç.
yaprak sigarası is. Yaprak tütünün dürülerek sarılmasıyla yapılan kalın sigara, puro: "Yaprak sigarasını, bir hamam böceği gibi çıtır çıtır ezerek ona dedi, tutuldum desem, bana kızar mısın? " -A. İlhan.
yaprak taş is. min. İçinde mika parçacıkları bulunan, değişime uğramış şist.
yaprak tütün is. Kıyılmamış, yaprak bütünlüğü tam olan, işlenmiş veya işlenmemiş tütün.
yaprak yaprak sf. Katları olan, üst üste yaprak gibi yığılmış olan.
yapsatçı is. Bina yapıp satan kimse.
yapsatçılık, -ğı is. Yapıp satma işi.
yaptırılma is. Yaptırılmak işi.
yaptırılmak (nsz) Yaptırma işine konu olmak.
yaptırım is. 1. Yaptırma işi. 2. huk. Kanun, ahlak gibi kurumların buyruklarının yerine getirilmesini sağlama, müeyyide.
→ yaptırım gücü
yaptırım gücü is. Kanun, ahlak gibi kurumların buyruklarının yerine getirilmesini sağlayan güç.
yaptırma is. Yaptırmak işi.
yaptırmak (-i, -e) Yapmasını sağlamak, yapmasına imkân vermek: "Uzatmayalım, yeni yaptırdığım smokini giydim." -B. Felek.
yaptırtma is. Yaptırtmak işi veya durumu.
yaptırtmak (-i) Yapmasını sağlamak, yapmasına sebep olmak: "Madama, Rıza'nın öğrettiği pastayı yaptırtmıştım." -Ö. Seyfettin.
yapyakın zf. (ya'pyakın) Çok yakın: "Birimizin erişilmez uzaklarda gördüğünü Öbürümüz yapyakın görüyor." -R. N. Güntekin.
yapyalnız sf (yapyalnız) Yapayalnız.
yar is. Deniz, göl, ırmak vb. su kıyılarında veya karada dik yer, uçurum: "Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur." -Atasözü, yardan atmak kazaya uğratmak.
→ yalı yar
yâr, -ri is. (ya.t) Far. yâr 1. Sevgili: "Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim / Yâr yâr / Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar." -B. R. Eyuboğlu. 2. esk. Dost, tanıdık: "Yâr beni ansın da, bir çürük elmayla ansın." -Atasözü. 3. esk. Yardımcı: "Allah'tan başka yârim yoktur." -Şemsettin Sami. yâr olmak yardım etmek, yararlı olmak: Talihi yâr olmadı, yârden mi geçersin, serden mi? eş değerde iki şeyin birinden vazgeçmek güçlüğü karşısında söylenen bir söz.
→ yârüağyar, zülfüyâr
yara is. 1. Keskin bir şeyle veya bir vuruşla vücutta oluşan derin kesik: "Mendilimi bir çatkı şekline sokarak başıma, yaramın üzerine sardım." -R. H. Karay 2. Bir şeyin iç veya dış yüzünde herhangi bir etki ile oluşan ve tehlikeli olabilen oyuk, gedik, yarık: Geminin omurgasındaki yara. 3. mec. Dert, Üzüntü, acı: Bu yarayı deşmeyin, yara açmak 1) vücutta veya bir şeyin yüzünde yara oluşmasına sebep olmak; 2) mec. büyük Üzüntü vermek, yara almak 1) yaralanmak: "Beyzade sağ salim kurtulacak, ama İbiş ağır bir yara alacaktı." -T. Buğra. 2) mec. itibar kaybetmek, yara işlemek 1) yara kapanmayıp akıntı sürmek; 2) mec. üzücü bir olayın etkisi bitmemek, yara kapanmak yara iyi olup geçmek, yarası olan gocunur bir işte sorumlu aranırken kusuru olan kimse telaşa düşer, yarasını deşmek acıyı, üzüntüyü hatırlatmak, tazelemek, yaraya merhem olmak zorunlu ihtiyacı karşılamak. yaraya şifa vermek 1) hastalığı iyileştirmek; 2) kötü durumdan kurtarmak, derde deva olmak: "Bizde de bir aklıevvel çıksa, şu son durumda yaraya şifa verecek neler söylerdi?" -H. Taner, yaraya tuz biber ekmek bir derdin acısını çoğaltmak. yarayı tazelemek üzüntüyü, sıkıntıyı, acıyı hatırlatmak, yeniden ortaya çıkarmak.
→ yara bere, yara izi, yara otu, açık yara, kızılyara, ciğer yarası, dil yarası, gönül yarası, kalp yarası, yürek yarası
yara bere is. 1. Vurma ve incitme sonucu vücudun herhangi bir yerinde oluşan çürük: "Üstü başı parça parça, vücudu yara bere içinde, fakat gözleri bakıyor ve ağzı gülüyor gibi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Herhangi bir şeyde görülen çizik, ezik. yara bere içinde vücudunda yara, ezik, sıynk, çürük, bulunmak: "Üstü başı parça parça, vücudu yara bere içinde." -Y. K. Karaosmanoğlu.
Yaradan öz. is. Tanrı. Yaradana kurban (olayım) hlk bir şeye hayran kalındığında söylenen bir söz: "Maşallah" şu güzelliğe bak Ruhsar, Yaradana kurban olayım." -A. İlhan. Yaradana sığınıp (bir iş yapmak) bütün gücünü kullanarak (o işi yapmak): "Yaradana sığınıp Osmanlı tokadını çarptık mı, adamı lobut yemişe çeviren biz değil miydik?" -h. İlhan.
Yaradancılık, -ğı öz. is. fel. Tanrı'ya inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalarını ve ilkelerini benimsemeyen, Tanrı'nın evreni yarattıktan sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına bıraktığını öne süren öğreti.
yaradılış is. 1. Bir kimsede doğuştan bulunan vücut ve ruh özelliklerinin tümü, mizaç, huy, tıynet, cibilliyet: "Yaradılışı gereği çapraşık olmayan durumları severdi o." -A. İlhan. 2. Bir şeyin yaratılırken kazanmış olduğu özellikler bakımından durumu, fıtrat, hilkat: "Yılan kendim korumakta görünüyorsa, bu, atlayıp kuşu tutmaya yaradılışının elverişli olmamasından." -M. Ş. Esendal.
yaradılışlı sf Doğuştan vücut ve ruh özelliklerinin tümünü üzerinde taşıyan: "Bütün hassas insanlar gibi çok alıngan yaradılışlı idi." -H. Taner.
yaradılıştan zf. Doğumla beraber, yaradılıştan beri, doğuştan, fıtraten, kudretten: "Kumandan yaradılıştan yumuşak adam. Zorla suratsızlık olmuyor."-M. Ş. Esendal.
yara izi is. Yaranın kapanmasından, İyileşmesinden sonra geride kalan belirti: "Alnında, göğsünde, kalçasında taşıdığı yara izleri bu kahramanlığın inkâr kabul etmez hüccetleri. " -H. Taner.
yarak, -ğı is. 1. Silah. 2. kaba Erkeklik organı.
→ dalyarak
yaralama is. Yaralamak işi.
yaralamak (-i) 1. Silah, bıçak vb. bir araçla yara açmak: "Kocaman bir bıçağı kuşağının arasından çıkarıp Seher'i böğründen yaraladı. " -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Gücendirmek, incitmek, kırmak: Gururunu yaraladılar.
yaralanış is. Yaralanma işi veya biçimi: "Hele Balkan Harbi hengâmında alnından yaralanışı, öldü sanılıp ... unutuluşu..." -H. Taner.
yaralanma is. Yaralanmak işi.
yaralanmak (nsz) 1. Yaralama işi yapılmak: "Adamcağızın yaralanmamış tarafı kalmamış. " -R. H. Karay. 2. mec. Gücenmek, incinmek, kırılmak: "Gururu yaralanan genç adam, duyduğu acı ile kendisini yeniden yaratmıştı. " -Y. Z. Ortaç.
yaralı sf 1. Yarası olan, yaralanmış (kimse), mecruh: "Yaralılarımızı develer üstünde götürüyoruz." -F. R. Atay. 2. mec. Dertli, üzüntülü: "Bir yaralı adamdı. Her şeye layık ama, layık olduğu hiçbir şeye kavuşamamış bir yaralı adamdı." -Y. Z. Ortaç, yaralı kuşa kurşun sıkılmaz birinin düşkünlüğünden yararlanarak ondan öç almak doğru değildir. yaralı parmağa işememek tkz. en küçük bir yardımı bile esirgemek.
→ ağır yaralı, gönlü yaratı, yüreği yaralı
yarama is. Yaramak işi.
yaramak (-e) 1. Bir şey yararlı olmak, yarar sağlamak: "Kuru lafın işe yarayacağına hiç aklı ermedi." -Ö. Seyfettin. 2. Bir iş için uygun olmak, kullanılır olmak, yaramamak gereksiz olmak, boşuna yapılmış olmak: Ona iyilik yaramaz, yarasın! "afiyet olsun" anlamında kullanılan bir söz.
yaramaz sf. 1. Uygun ve yararlı olmayan, bir işe yaramayan. 2. Söz dinlemeyen, uslu durmayan, yasaklanan şeyleri yapmakta ayak direyen, haşarı (çocuk), uslu karşıtı: "Annesine bakabilmek için akşama kadar elliye yakın yaramazın kahrım çekiyordu." -R. N. Güntekin. 3. Çapkın, yaramaz olmak yaramazlaşmak.
yaramazca zf. (yarama'zca) Yaramaz bir biçimde.
yaramazlaşma is. Yaramazlaşmak işi.
yaramazlaşmak (nsz) Çocuk söz dinlememek, rahat durmamak, yasak edilen şeyleri yapmakta ayak diremek.
yaramazlık, -ğı is. 1. Yaramaz olma durumu veya yaramazca davranış. 2. Çapkınlık. 3. hlk. Kötü, uygunsuz durum veya haber, yaramazlık etmek yaramazca davranmak.
yaran ç. is. (ya.ran) Far. yürün 1. Dostlar. 2. îar. Bir amaç çevresinde toplanmış veya aynı amacı güttükleri için bir araya gelmiş olanların tümü: Rusçuk yaranı. Malta yaranı.
yaranış is. Yaranma işi veya biçimi.
yaranma is. Yaranmak işi.
yaranmak (-e) 1. Bir davranışla birini memnun etmek: "Vatanın hukukunu müdafaa etmek lazımken düşmana yaranmak bahanesi altında..." -H. C. Yalçın. 2. mec. İçten olmayan davranışlarla birini memnun etmeye, gözüne girmeye çalışmak.
yara otu is. bot. Halk arasında yaralara iyi geldiğine inanılan bitki.
yarar is. 1. Bir şeyden elde edilen sonuç, fayda. 2. Bir işten elde edilen iyi sonuç: Bu çalışmamızın bir yararı olmadı. 3. Çıkar: Kızılay yararına bir balo. 4, sf. Yarayan, elverişli, uygun: Çiçek koymaya yarar bir kap.
→ kamu yararı
yararcı is. fel. Yarar peşinde koşan kimse, faydacı, pragmatik.
yararcılık, -ğı is. 1. Ahlaki iş ve davranışlarda yararın ilke yapılması. 2. fel. Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca hareketlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren öğreti, faydacılık, pragmatizm.
yararlanılma is. Yararlanılmak durumu.
yararlanılmak (nsz) Yararlanma işi yapılmak.
yararlanma is. Yararlanmak işi, faydalanma, istifade etme.
yararlanmak (nsz) Kendine yarar sağlamak, faydalanmak, istifade etmek.
yararlı sf. Yarar sağlayan, yararı olan, faydalı, nafi: "Öbür oyuncular gibi uslu akıllı oynayabilse, pekâlâ takıma yararlı bir eleman olabilirdi." -H. Taner, yararlı kılmak fayda sağlayan ve üretken duruma getirmek: "Devlet özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirler alır." -Anayasa, yararlı olmak fayda sağlamak.
yararlık, -ğı is. Yararlı çalışma: "Bir yararlıkta bulunun, bana bir ad bağışlayın diyeyim. " -M. Ş. Esendal.
yararsız sf. Yarar sağlamayan, yararı olmayan, faydasız, nafile.
yararsızlık, -ğı is. Yararsız olma durumu.
yarasa is. (yara'sa) zool. Yarasalardan, ön ayakları perdeli kanat biçiminde gelişmiş, vücudu yumuşak sık kıllarla kaplı, iskeletleri hafif yapılı, uçabilen memeli hayvan (Vespertilio).
yarasalar ç. is. zool. Yarasa türlerini içine alan memeliler takımı.
yaraş sf. Bir kimseye kendini beğendirmek için alımlı davranan (kimse): "Öbürü ne kadar çekingen ve sessiz ise, bu o kadar yaraş ve konuşkan, tam manasıyla bir İstanbul kadını." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yaraşık, -ğı is. Yaraşma, uyma, uygunluk. yaraşık almak yaraşmak.
yaraşıklı sf Yaraşan, uygun, yakışır.
yaraşıksız sf. Yaraşık olmayan, yaraşmayan, yakışmayan.
yaraşır sf Layık, uygun: "Devlet... malul ve gazileri korur ve toplumda kendilerine yaraşır bir hayat seviyesi sağlar." -Anayasa.
yaraşma is. Yaraşmak işi.
yaraşmak (nsz) 1. Yakışmak, uymak: "Gözlerim koyu olduğu için kuyruklu sürme, bana pek yaraşır." -S. M. Alus. 2. Yatkın olmak: "Söylenen sözü anlıyor, eli hemen her işe yaraşıyordu." -E. E. Talu.
yaraştırma is. Yaraştırmak işi, tensip.
yaraştırmak (-i, -e) Uygun görmek, yakıştırmak, tensip etmek: "Kendime ben de o hâli yar aştıramıyorum." -R. H. Karay.
yaratı is. Yaratım.
yaratıcı sf. 1. Yaratma yeteneği olan: "Gazi yaratıcı bir enerji kaynağı..." -F. R. Atay. 2. mec. Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak görülmeyen yeni bir şey ortaya koyan, yapan.
yaratıcılık, -ğı is. 1. Yaratma yeteneği. 2. psikol. Her bireyde var olduğu kabul edilen, bir şeyi yaratmaya iten farazi yatkınlık.
yaratık, -ğı is. Yaratılmış canlı varlık, mahluk: "... kediye, bu aşağılık yeryüzü yaratığına küçümseme İle baktı." -H. Taner.
yaratılış is. 1. Yaratılma işi veya biçimi. 2. din b. Tanrı tarafından yoktan var ediliş.
yaratılma is. Yaratılmak işi.
yaratılmak (nsz) Yaratma işine konu olmak: "Hepimiz birbirimiz için yaratılmışız." -A. İlhan.
yaratım is. Özel yetenekle ortaya konulan eser veya nesne, yaratı, kreasyon.
yaratımcı is. Özel yetenekle bir nesne veya eser ortaya koyan kimse, kreatör.
yaratış is. Yaratma işi veya biçimi.
yaratma is. Yaratmak işi: "Bir sihirli kelimesi içinde şimşekler yaratmaya kadirdi." -H. C. Yalçın.
yaratmak (-i) 1. din b. Allah, olmayan bir şeyi var etmek: "Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı!" -Ö. Seyfettin. 2. mec. Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak, yapmak: "Bir cazibe yaratmak için ne yapmalı diye düşünüyorduk." -F. R. Atay. 3. mec. Olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak: Bu haber sinirli bir hava yarattı. Yangın büyük tehlike yarattı.
yarayışlı sf. Yararlı, faydalı.
yarayışsız sf Yararlı olmayan.
yarbay is. 1. ask. Orduda rütbesi binbaşı ile albay arasında olan subay. 2. esk. Kaymakam.
yarbaylık, -ğı is. Yarbay rütbesi veya yarbayın görevi.
yarda is. (ya'rda) İng. yard 91,4 santimetrelik İngiliz uzunluk ölçüsü birimi.
yardak, -ğı is. esk. Özellikle kötü işlerde yardım.
yardakçı is. Kötü işlerde birine yardım eden kimse: "Selmin ve yardakçısının planını fitil fitil burunlarından getirebilir." -P. Safa.
→ halk yardakçısı
yardakçılık, -ğı is. Yardakçı olma durumu. yardakçılık etmek birine kötü işlerde yardım etmek.
→ halk yardakçılığı
yardım is. 1. Kendi gücünü ve imkânlarını başka birinin iyiliği için kullanma, muavenet: "Bu, bir ricada bulunacak, bir yardım isteyecek sandı." -M. Ş. Esendal. 2. Bir ülkeye bağış veya ödünç olarak verilen para ve ihtiyaç maddeleri. 3. Etki: "Otların üstünde, ağaçların yapraklarında kalan yağmur damlaları rüzgârın da yardımıyla öğleye kadar kurudu." -N. Cumalı. 4. Bağış, İane. yardım etmek kendi gücünü, imkânlarını başka birinin iyiliği için kullanmak: "Kalkmasına yardım etmedikten başka ayaklarından sarılmış, bir defa da böyle sürümüştüm." -R. H. Karay, yardım görmek destek elde etmek, bağış almak: "Devlet yahut diğer kamu tüzel kişilerinden mali yardım gören haber ajansları hakkında da uygulanır." -Anayasa, yardımda bulunmak yardım etmek: "Mal sahibi Rafet Reis, ona epey yardımda bulunmuştu." -S. F. Abasıyanık. yardımına koşmak güç duruma düşene istekle yardım etmek.
→ yardım sandığı, yardımsever, ilk yardım, ilk yardım çantası, ilk yardım hastanesi, nakdî yardım, sosyal yardım, toplumsal yardım
yardımcı is. 1. Yardım eden veya gerektiğinde yardım edecek olan kimse vb., muavin, muin, yaver: "Savcı yardımcısı, bütün savcı yardımcıları gibi, zeki bir adamdı." -H. Taner. 2. sf. Yardımı olan (şey, nesne): "Vücut yapısı da onun güldürücülüğünde ayrı bir yardımcı unsurdu." -H. Taner, yardımcı olmak yardımda bulunmak.
→ yardımcı ders, yardımcı doçent, yardımcı eylem, yardımcı fiil, yardımcı hakem, yardımcı hücre, yardımcı kitap, yardımcı oyuncu, yardımcı yargıcı, başyardımcı, öğretim yardımcısı, başkan yardımcısı, dekan yardımcısı, müdür yardımcısı, rektör yardımcısı, yönetmen yardımcısı
yardımcı ders is. Esas eğitimi ve dersleri destekler nitelikte alınan veya okunan ders.
yardımcı doçent is. Üniversitede doktora sonrası öğretim üyeliğinin ilk basamağında olan öğretim üyesi.
yardımcı eylem is. Yardımcı fiil.
yardımcı fiil is. dbl. İsim soylu kelimelerin veya bazı fiilimsilerin fiil gibi kullanılmalarını sağlayan "imek, etmek, eylemek, olmak, kılmak" fiilleri, yardımcı eylem: Hasta idim. Naz eyledi. Arz olunur gibi.
yardımcı hakem is. sp. 1. Karşılaşmalarda sayıları, uyarmaları tespit eden ve sonuç İle birlikte tutanağı yazıp imza eden yetkili, yardımcı hakem, yan hakem, yan yargıcı. 2. Futbol karşılaşmalarında oyun alanının yan çizgisi boyunca oyunu takip eden, kuralların yerine getirilip getirilmediğini gözleyen, orta hakeme yardımcı olan görevli, yardımcı hakem, yan hakem, yan yargıcı.
yardımcı hücre is. bot. Kırmızı su yosunlarında döllenmede oluşan bir çekirdeği alarak gelişmeyi sağlayan hücre.
yardımcı kitap, -bı is. Eğitimde esas dersleri konuları bakımından açıklayan kitap.
yardımcılık, -ğı is. Yardımcı olma durumu: "Millî kültür ve eğitime yardımcılık görevinin yerine getirilmesi..."-Anayasa.
→ dekan yardımcılığı, rektör yardımcılığı
yardımcı oyuncu is. sp. Yedek oyuncu.
yardımcı yargıcı is. sp. Başyargıcıya yardımcı olan yetkili.
yardımlaşma is. Yardımlaşmak işi.
yardımlaşmak (nsz) Karşılıklı yardımda bulunmak.
yardım sandığı is. Sosyal yardımlaşmayı güçlendirmek amacıyla kurulan dernek veya kurum.
yardımsever sf. Yardım etmekten hoşlanan, hayırsever.
yardımseverlik, -ği is. Hayırseverlik.
yardırma is. Yardırmak işi.
yardırmak (-i, -e) Yarma işini yaptırmak.
yâren is. (yaıren) Far. yürün 1. Arkadaş, yakın, dost: "Görmeye gelenleri, hâl hatır soranları / Sevgili yârenleri görmez olasın bir gün." -Yunus Emre. 2. Sohbet.
→ yârenbaşt
yârenbaşı is. Yâreni yöneten veya yönlendiren kimse.
yârence zf. (yaıre'nce) Yâren gibi, yârene benzer bir biçimde: "Mavi gözlüklü adam, hâlden anlamıştı sanırım; babama yârence gülerek..."-Y. K. Karaosmanoğlu.
yârenlik, -ği is. 1. Yakın arkadaşlık, muhabbet. 2. Ahbapça, dostça konuşma, söyleşme, sohbet, yârenlik etmek 1) ahbapça, dostça konuşmak, sohbet etmek: "Otur kadınım, seninle biraz yârenlik edelim." -A. Gündüz. 2) bir konu üzerinde konuşup dertleşmek: "Geceleri konu komşu toplanıp yârenlik ediyorlar." -B. Felek.
yarga is. zool. Yarka.
yargı is. 1. Kavrama, karşılaştırma, değerlendirme vb. yollara başvurularak kişi, durum veya nesnelerin eleştirici bir biçimde değerlendirilmesi, hüküm. 2. huk. Yasalara göre mahkemece bir olay veya olgunun doğuşuna etken olan sebeplerin de göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi sonucu verilen karar, kaza: "Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. " -Anayasa. 3. huk. Mahkeme, yargıya gitmek bir anlaşmazlığı gidermek amacıyla mahkemeye başvurmak, yargıya varmak karşılaştırma ve değerlendirme yaparak bir sonuca ulaşmak, anlam vermek.
→ yargı alanı, yargı çevresi, yargı denetimi, yargı erki, yargıevi, yargı gücü, yargı organları, yargı usulü, yargı yeri, yargı yetkisi, yargı yolu, ön yargı, peşin yargı, değer yargısı
yargı alanı is. Bir mahkemenin yargı yetkisini kullandığı coğrafi yer.
yargıcı is. Hakem.
→ yargıcılar kurulu
yargıcılar kurulu is. 1. Jüri. 2. Hakem heyeti.
yargıcılık, -ğı is. Hakemin görevi.
yargıç, -cı is. hlk. Millet adına, yargı yetkisini kullanarak yasaya aykırı davranışlarda veya uyuşulmayan işlerde yasayı yerine getirmekle, adaleti gerçekleştirmekle görevli kimse, hâkim.
→ yardımcı yargıç, yetkili yargıç, başyargıcı, sorgu yargıcı, yan yargıcı
yargı çevresi is. huk. Bir mahkemenin yargılama yetkisinin sınırlarını belirleyen coğrafi, resmî alan, kaza dairesi.
yargıçlık, -ğı is. Yargıcın görevi, hâkimlik.
yargı denetimi is. huk. Yargı düzeninin sağlanması amacıyla yargı kurulları veya organları tarafından gerçekleştirilen denetim.
yargı erki is. huk. Yargı gücü.
yargıevi is. huk. Mahkeme.
yargı gücü is. huk. Yargı işini yerine getirebilme gücü, yargı erki.
yargılama is. huk. Yargılamak işi, muhakeme.
→ yargılama giderleri, yargılama usulü
yargılama giderleri ç. is. huk. Mahkeme giderleri veya masrafları.
yargılamak (-i) 1. Yargıç, bir karara varmak için davalı ile davacıyı dinleyerek sonuca varmak. 2. mec. Herhangi bir kimse, şey, konu vb.yle ilgili olumlu veya olumsuz görüş belirtmek.
yargılama usulü is. huk. Yargılama işi veya yöntemi.
yargılanış is. Yargılanma işi veya biçimi.
yargılanma is. Yargılanmak işi: "Tümü birden sevk edilmedikçe suçüstü mahkemesinde yargılanma olanağı yoktu." -Ç. Altan.
yargılanmak (nsz) Yargısı yapılmak.
yargı organları ç. is. huk. Yargılama işiyle ilgili kuruluşlar.
yargısal sf. Yargı ile ilgili.
yargı usulü is. Yargılama usulü.
yargı yeri is. huk. Mahkeme.
yargı yetkisi is. huk. Yargılama gücünü veren yetki.
yargı yolu is. huk. Mahkemeye başvurma hakkı, muhakeme usulü: "Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz." -Anayasa.
yarı is. 1. Bir bütünü oluşturan iki eşit parçadan her biri, nısıf. 2. Futbolda 45 dakikalık her iki devreden biri: Birinci yarıda dört gol attık. 3. sf. Bir şeyin yansı kadar olan, yarım olan: Yarı yolu aldık. Yarı mesafede. 4. zf. Gereğinden az, tam olmayarak: "Arkasından yarı şaka, yarı sitem ilave ediyor." -A. İlhan, (birini) yarı yolda bırakmak yapılan yardımı sonuna kadar sürdürmemek. yarıda kalmak bitmemek.
→ yarı açık cezaevi, yarı ağır sıklet, yarı alan, yarı asalak, yarı başkalaşma, yarı başkanlık, yarı bel, yarı belgesel, yarı buçuk, yarıçap, yarı final, yarı finalist, yarı gece, yarı geçirgen, yarı göçebe, yarı gölge, yarı iletken, yarı karanlık, yarı kurak, yarı kübik, yarı küre, yarı mamul, yarı orta sıklet, yarı otomatik, yarı resmî, yarı saha, yarı sanayileşme, yarı saydam, yarı son, yarı sonuç, yarı yarıya, yarıyıl, dış yarıçap, iç yarıçap, ikinci yarı, ilk yarı, iri yarı, ana yarısı, baba yarısı, gece yarısı
yarı açık cezaevi is. huk. Cezalarının bir kısmını tamamlamış, iyi hâlleri görülen tutukluların geri kalan sürelerini çiftçilik, el sanatları vb. işlerle geçirebilecekleri, dıştan korunmasız olmasına karşın, kaçmaya karşı engelleri olan cezaevi.
yarı ağır sıklet is. sp. Boksta 75 kg'dan 81 kg'a kadar olan ağırlık.
yarı alan is. sp. Yarışma veya müsabaka alanını ortadan İkiye bölen orta çizginin İki yanında kalan ve her birinde bir takımın yer aldığı alan, yarı saha.
yarı asalak, -ğı is. zool. ve bot. Yarım asalak.
yarı başkalaşma is. zool. Böceklerde kurtçuk evresi görülmeyen başkalaşma türü.
yarı başkanlık, -ğı is. Başkanlık rejimi ile parlamenter sistemi birleştirmeyi hedefleyen siyasi rejim.
yan bel is. Bel hizası.
yarı belgesel sf. Bütünüyle belgesel nitelikli olmayan.
yarı buçuk, -ğu sf Çok az, baştan savma: "Abdi Hoca, halkın selamlarına yarı buçuk selamlar vererek ağır ağır gidiyordu." -R. H. Karay.
yarıcı (I) sf. Yarma işini yapan, parçalayan, bölen.
yarıcı (II) is. Ürünü mal sahibi ile yarı yarıya bölüşerek çalışan işçi.
yarıcılık, -ğı (I) is. Odun yarma işçiliği.
yarıcılık, -ğı (II) is. Ürünü mal sahibi ile yarı yarıya bölme durumu.
yarıçap is. geom. Çemberin herhangi bir noktasıyla merkezini birleştiren doğru parçası, çapın yarısı, nısıf kutur.
→ dış yarıçap, iç yarıçap
yarı final, -li is. sp. Sona kalacak iki takımı belirleyen karşılaşmalar, yarı son, dömifinal.
yarı finalist is. Yarı finale yükselen sporcu veya takım.
yarı gece is. Gecenin ortası: Yarı gece oldu, o hâlâ gelmedi.
yarı geçirgen sf. fiz. Aynı eritici içindeki iki eriyiği birbirinden ayıran ve eriticiyi geçirdiği hâlde erimiş cisimleri geçirmeyen (çeper).
yarı geçirgenlik, -ği is. Yarı geçirgen olma durumu.
yarı göçebe is. Hem yerleşik hem de göçebe hayatını birlikte yaşayan topluluk.
yarı göçebelik, -ği is. Yarı göçebe olma durumu.
yarı gölge is. fiz. Bir ışık kaynağı önüne konulan saydam olmayan bir cismin, gerisindeki ekran üzerine vuran gölgesinin çevresinde görülen, çok koyu karanlık olmayan bölümü.
yarı iletken sf. Elektrik akımını tam iletmeyen (metal dışı madde).
yarık, -ğı is. 1. Yarılarak açılmış yer, geniş çatlak. 2. İnce bir çizgi durumunda açılmış yara: "Kendini göstermek için terliklerini yarık topuklu tabanlarında şaplata şaplata geçmişti." -H. Taner. 3. mec. Anlaşmazlık, bölünme: "Şimdiden birtakım yarıklar açan siyasi rekabetten başka ne mana verilebilirdi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. fiz. Küçük bir ışık demeti elde etmek için ışık kaynağının önüne konulan, saydam olmayan bir düzlem üzerine açılmış, dikdörtgen biçiminde küçük delik. 5. sf Yarılarak açılmış veya yarılarak oluşmuş.
→ karnıyarık, tabanı yarık, dudak yarığı
yarı karanlık, -ğı is. Aydınlık ile karanlık arası bir durum.
yarıklık, -ğı is. Yarık olma durumu.
yarı kurak, -ğı is. coğ. Yeterince su alamayan coğrafi bölge.
yarı kübik, -ği sf. Parabol.
yarı küre is. meteor, ve coğ. Yer veya gök kürenin Ekvator'la bölünmüş iki yarısından her biri, yarım küre.
yarılama is. Yarılamak işi.
yarılamak (-i) Ortasına varmak, yarısını bitirmek: "Hatice çayını içip bitirdiği zaman, Nahit daha yanlamamıştı bile." -T. Buğra.
yarılanma is. Yarılanmak işi.
yarılanmak (nsz) Yarıya gelinmek, yarısına varılmak.
yarılma is. Yarılmak işi.
yarılmak (nsz) 1. Yarma işi yapılmak. 2. Çizerinde yarık açılmak.
yarım sf. 1. Bütün bir şeyin ayrıldığı iki eşit parçadan her biri: "Bu yarım saat içinde evde neler geçti?" -Y. Z. Ortaç. 2. Tam ve istenildiği gibi olmayan, eksik, noksan: "Ötekinde de yarım kavala benzeyen kalın bir çığırtma vardı." -O. C. Kaygılı. 3. is. Bir bütünün yarısı olan miktar. 4. is. Saatte on iki otuz. 5. mec. Hastalıklı, sakat, sağlıksız. yarım elma, gönül alma armağan küçük de olsa, gönül almaya yeter, yarım elmanın yarısı o, yarısı bu birbirine çok benzeyenler için söylenen bir söz. yarım kalmak tamamlanmamak, sonuçlanmamak, yarım sağ etmek sağ yana biraz yönelmek, yarım sol etmek sol yana biraz yönelmek: "Doktorun elini tuttu, salladı. Sonra yarım sol etti, yan tarafta duran koltuğa oturdu." -M. Ş. Esendal.
→ yarımada, yarım adam, yarım ağız, yarım akıllı, yarım altın, yarım asalak, yarım ay, yarım ayak, yarım baş ağrısı, yarım boy, yarım daire, yarım daire kanalları, yarım doğru, yarım gün, yarım kafiye, yarım kanattılar, yarım kubbe, yarım küre, yarım mesai, yarım pabuçlu, yarım pansiyon, yarım porsiyon, yarım seren, yarım tarife, yarım uyak, yarım yamalak
yarımada is. (yarı'mada) coğ. Yalnız bir yanından ana karaya bağlı, öbür yanları denizle çevrili kara parçası: Anadolu bir yarımadadır. Balkan Yarımadası.
yarım adam is. Güçsüz, sakat, zayıf adam.
yarım ağız zf İstemeye istemeye, isteksizce: "Kabule yarım ağızla olsa da Dündar Bey de katılmıştı." -T. Buğra.
yarım akıllı sf. Aklı az, aptal.
yarım altın is. Cumhuriyet altın lirasının yarısı, yarımlık.
yarı mamul, -lü sf. Tam işlenmemiş.
yarım asalak, -ğı is. zool. ve bot. Üzerinde yaşadığı konakçı bitkiden bazen hazır besin maddesi alan, gerektiğinde kendi beslek yaşayabilen, klorofilli bitkilerde görülen, tam olmayan asalak, yarı asalak.
yarım ay is. astr. Dördün.
yarım ayak, -ğı is. mim. Üzerinde yukarıdan aşağı yivler bulunan, duvara yarısı gömük gibi duran, hiçbir taşıyıcı görevi olmayan süs öğesi, gömme ayak.
yarım baş ağrısı is. tıp Kusma, mide bulantısı ile görülen, sempatik sinir sistemi dengesinin bozulmasından İleri gelen baş ağrısı, yarımca, migren.
yarım boy is. 1. Resimde belden yukarısı. 2. sp. At yarışlarında bir atın bedeninin yarısı kadar olan mesafe.
yarımca is. 1. Vücudun yarısına gelen inme. 2. hlk. Yarım baş ağrısı.
yarım daire is. mat. Bir dairenin bir yarım çember ve bir çapla sınırlanan yarısı.
→ yarım daire kanalları
yarım daire kanalları ç. is. anat. İç kulakta bulunan halka biçimindeki üç kanalın ortak adı.
yarım doğru is. mat. Başlangıç denilen bir noktadan çıkıp yalnız bir yönde sonsuza doğru uzayıp giden doğru.
yarım gün is. Belirli veya alışılmış çalışma saatlerinden az çalışma, parttaym.
→ yarım gün çalışma
yarım gün çalışma is. Özel sözleşmeyle günün belirli saatlerinde çalışma, parttaym çalışma.
yarım kafiye is. ed. Yarım uyak.
yarım kanatlılar ç. is. zool. Böcekler sınıfından, ön kanatlan dipten başlayarak yarıdan çoğu sertleşmiş, son bölümleri ve art kanatları zar durumda olan tahtakurusu, bit, su biti, su akrebi, fidan biti, cırcır böceği, kırmız böceği gibi böcekleri içine alan bir alt takım.
yarım kubbe is. Mimaride tam kubbe özelliği taşımayan bölüm.
yarım küre is. mat. 1. İki eşit parçaya bölünmüş bir kürenin her parçası. 2. meteor, ve coğ. Yarı küre.
yarımlama is. Yarımlamak işi.
yarımlamak (-i) Bir işin yarısını yapmak, yarılamak.
yarımlık, -ğı is. 1. Sakat ve sağlıksız olma durumu. 2. Yarım altın. 3. hlk. Kasık fıtığı, fıtık. 4. hlk. Şiniğin yarısı.
yarım mesai is. Tam gün çalışılmayan, günün belli saatlerinde yapılan İş.
yarım pabuçlu sf. Pabuçlarının arkasına basmış olan.
yarım pansiyon is. Konaklama tesislerinde oda ve kahvaltı hizmetleri yanında öğle veya akşam yemeğinden birisinin verilmesine dayanan sistem.
yarım porsiyon is. Porsiyonun yarısı olan yemek.
yarım seren is. den. Üzerine yan yelkeni açmak için direklerin gerisine eğik olarak konulan seren.
yarımşar zf Yarım yarım, yarım olarak.
yarım tarife is. Tam tarifenin yansı.
yarım uyak, -ğı is. ed. Çıkış yerleri birbirine yakın sesteşlerle oluşturulan uyak, yarım kafiye.
yarım yamalak sf. 1. Kusurlu, eksik. 2. zf. Baştan savma bir biçimde, üstünkörü: "Yarım yamalak laf etmektense susmayı seçmek, Fransa'da geçirdiğim ilk seneyi neredeyse cehenneme döndürecekti." -B. R. Eyuboğlu.
yarın is. (ya'rın) 1. Bugünden sonra gelecek ilk gün: "Yarın paydosu biraz erken çalarız, ödeşiriz." -H. Taner. 2. Gelecek, ilerideki zaman: İnsan daima yarım düşünmeli. 3. zf. Bugünden sonra gelecek ilk günde: Yarın geleceğim, yarın öbür gün ileride, yakın bir zamanda, yarından tezi yok Çabucak: "Yarından tezi yok, gitmeniz için icap edenleri yapmaya başlamalısınız." -F. R. Atay.
→ bugün yarın
yarınki sf. Yarın yapılacak olan, yarın ile ilgili.
yarıntı is. coğ. Sel sularının veya yüzeyi kaplarcasına akan selinti sularının oluşturduğu, eğim aşağı uzanan ince, az derin, oluk biçimli çukurlar: "Derin bir sel yarıntısını geçmek lazım geldi." -Ö. Seyfettin.
yarı orta sıklet is. sp. Boksta sporcuların 71 kg'dan 75 kg'a kadar olan ağırlıkları.
yarı otomatik, -ği sf. Tam otomatik olmayan (cihaz veya otomobil).
yarı resmî sf Tam resmî olmayan: "Ertesi günü bazı gazeteler bu haberin bir noktasını yarı resmî bir ağızla tekzip ettiler." -T. Buğra.
yarı saha is. sp. Yarı alan.
yarı sanayileşme is. Sanayileşme sistemini tam oturtamamış veya kuramamış olma durumu.
yarı saydam sf. fiz. Işığı geçiren, fakat arkasındaki nesnelerin sınırlarını ve biçimini belirgin olarak göstermeyen: Buzlu cam yarı saydamdır.
yarı saydamlık, -ğı is. fiz. Işığı geçirmekle birlikte arkasındaki nesneyi belirgin olarak göstermeyen nesnelerin özelliği, niteliği.
yarı son is. sp. Yarı final.
yarı sonuç, -cu is. Sonucun yarısı.
yarış is. 1. sp. Yarışma: "Bunlardan kaç babayiğit bu ölüm yarışım göze alabilir?" -T. Buğra. 2. Yarışma, rekabet, yarış etmek geçmek İçin uğraşmak: "Vapurla yarış eden yunuslara güler." -S. F. Abasıyanık. yarışa kalkmak 1) yarışmaya başlamak; 2) yarışmaya niyetlenmek.
→ yarış arabası, yarış atı, yarış kayığı, yarış otomobili, yarış tabancası, toplu yarış, arazi yarışı, bayrak yarışı, çene yarışı, sal yarışı, sidik yarışı, söz yarışı, sürsür yarışı, yelken yarışı
yarış arabası is. sp. Yarışa katılan araba, yarış otomobili.
yarış atı is. sp. At yarışları için yetiştirilen at.
yarışçı is. sp. Bir spor dalında birbirini geçmeye çalışanlardan her biri, müsabık.
yarışçılık, -ğı is. Yarışçı olma durumu.
yarışım is. Yarışma.
yarışımcı is. Yarışmacı.
yarış kayığı is. sp. Kayık yarışları için özel olarak yapılan kayık.
yarışlık, -ğı is. sp. Pist (II).
yarışma is. 1. Yarışmak işi. 2. Bilgi, yetenek, güzellik vb.nde üstünlüğünü göstermek için yarışmak işi, yarış, yarışım. 3. Ticarette üstünlük kazanma çabası, rekabet.
→ güzellik yarışması, sonuç yarışması
yarışmacı is. Bir yarışmaya katılan kimse, yarışımcı, müsabık.
yarışmacılık, -ğı is. Yarışmacı olma durumu.
yarışmak (nsz, -le) 1. Üstünlük kazanmak amacıyla bir yarışmaya katılmak. 2. Bir yarışmada başkalarından üstün olmak için çaba göstermek. 3. Başkalarından üstün olmaya çalışmak, rekabet etmek.
yarış otomobili is. Yarış arabası.
yarış tabancası is. sp. Yarışı başlatmak, yanlış çıkışları yarışmacılara bildirmek ve yarışı durdurmak için kullanılan ateşli silah.
yarıştırma is. Yarıştırmak işi.
→ çene yarıştırma
yarıştırmak (-i) Yarışmasını sağlamak.
yarı yarıya zf. 1. Yarısı kadar: "Damatlanmn bu işten memnun görünmesi, onun azap ve sıkıntısını yarı yarıya hafifletiyordu." -R. N. Güntekin. 2. Yarısı birine, yarısı öbürüne olarak: Yarı yarıya bölüştük.
yarıyıl is. eğt. Bir öğretim yılının ayrıldığı iki dönemden her biri, dönem, sömestir.
yarka is. (ya'rka) SI. zool. Büyük piliç.
yarkurul is. (ya'rkurul) Alt kurul.
yarlıgama is. Bağışlama.
yarlıgamak (-i) din b. Tanrı, birinin suçunu bağışlamak, mağfiret etmek.
yarlık, -ğı is. tar. Ferman.
yarlik, -ği is. Yâr olma durumu: "Uysal, belli belirsiz mahzun, böylece de analığıyla, yarlik ve eşliği ile noksansız bir kadınlık özlediğini sezdirten bir mizaç..."-T. Buğra.
yarma is. 1. Yarmak işi. 2. Engebeli bir yerde, bir yolu geçirmek için açılmış yer: Demiryolu birçok yarmalardan geçer, 3. Gelişigüzel kırılmış buğday, dövme: Yarma arpa. Yarma burçak. 4. Gelişigüzel kırılmış buğdaydan yapılan bir tür çorba. 5. sf. Kolay yarılan ve çekirdeğinden ayrılan: Yarma şeftali, yarma gibi çok iri yarı (kimse).
→ yarma aşı, yarma buğday, yarma çorbası, yarma kereste, yarma kütüğü, yarma saldırısı, yarma şeftali, yarma taarruzu, çam yarması
yarma aşı is. Bitki veya ağaçlarda, kaim çaplı anacın tepesi düzgün biçimde kesildikten ve perdahlandıktan sonra, tam orta yerinden 4-5 cm derinliğinde açılan yarığa bir kalem yerleştirilerek yapılan bir aşı.
yarma buğday is. İri ve gelişigüzel kırılmış buğday.
yarma çorbası is. Yarma buğday ile yapılmış bir tür çorba.
yarmak, -ar (-i) 1. Uzunlamasına bölüp ayırmak: Odun yarmak. 2. Buğday, arpa vb. tahıl tanelerini değirmende kırmak. 3. Derin yara açmak: "Aralarına girmemiş olsaydı boğaz boğaza dövüşecekler, birbirlerinin başım gözünü yoracaklardı." -R. N. Güntekin. 4. Yarık açmak. 5. mec. Ortasından, içinden geçmek: "Vapurun yardığı sular, iki yanından güya neşelerinden köpüre köpüre Üsküdar'a gidişler, daima eğlenceliydi." -A. Ş. Hisar.
→ etyaran
yarma kereste is. Damarları yönünde yarılarak biçimlendirilmiş ağaç.
yarma kütüğü is. Üzerinde balta ile odun yarmak için yapılan kaim kütük.
yarmalama is. Yarmalamak işi.
yarmalamak (-i) Uzunlamasına ikiye bölmek.
yarmalık, -ğı is. Yarma yapmak için ayrılmış buğday vb.
yarma saldırısı is. ask. Yarma taarruzu.
yarma şeftali is. Eti çekirdeğinden kolayca ayrılan şeftali.
yarma taarruzu is. ask. İki yanı kapalı, yanları kuşatma veya çevirmeye elverişsiz olan düşman birliğinin savunma düzenini, gedikler açarak parçalama amacı güden saldırı, yarma saldırısı.
yarpuz is. bot. Ballıbabagillerden, çiçekleri birbirinden ayrı halka durumunda, nane türünden, kısa saplı, az veya çok tüylü, güzel kokulu bir bitki (Mentha pulegium).
yârüağyar is. Far. yâr + Ar. ağyar Dost düşman herkes, el âlem.
yas is. Ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar, matem, yas tutmak 1) çok üzülmek, yasa bürünmek, matem tutmak; "Sen gitmezsen Ankara'da yas tutmazlar, demek dilimin ucuna kadar gelmişken tuttum." -M. Ş. Esendal. 2) duyulan acı ve üzüntüyü bazı davranışlarla belli etmek, yasa gömülmek çok üzülmek.
→ kara yas
yasa is. 1. Olayların gidişinde olağan dışına yer vermeyen, değişmezlik ve mecburiyet gösteren kural: Doğa yasaları. 2. huk. Devletin yasama organları tarafından konulan ve uyulması gereken kurallar bütünü, kanun: Ceza yasası. 3. Bilimde çok sayıda deney ve gözlemden sonra, aynı şartlarda aynı sonuçlan verdiği kesin olarak belirlenen durum: Yer çekimi yasası. Mendel yasaları. 4. Toplumsal hayat içinde kendiliğinden oluşan ve uyulması toplum içinde yaşamanın bir mecburiyeti olan alışkıların bütünü: Ahlak yasası. 5. fel. Düşüncenin mantıksal bir değeri olması için uyulması şart olan temel: Düşünme yasaları, yasa çıkarmak (veya yapmak veya koymak) bir yasa önerisi, yasama gücü tarafından onaylanmak.
→ yasa dışı, yasa koyucu, yasa önerisi, yasa sözcüsü, yasa tasarısı, yasa teklifi, anayasa, ahlak yasası, başatlık yasası, doğa yasası, ergime yasası, üç durum yasası, düşünme yasaları
yasa dışı sf. huk. Yasalara, yasa kurallarına uymayan, kanun dışı, gayrikanuni, illegal.
yasak, -ğı is. 1. Bir işin yapılmasına karşı olan yasal veya yasa dışı engel, memnuiyet: İçki yasağı. Av yasağı. 2. sf. Yapılmaması istenmiş olan, memnu: "Bizim çocukluğumuzun şiirlerinde neşe yasak denecek kadar ayıptı." -F. R. Atay. yasak etmek yapılmamasını istemek, yasaklamak, yasak olmak yapılmaması istenmek, yasaklanmak, yasak savmak 1) bir nesne, bir gereksinimi geçici olarak karşılamak, şimdilik işe yaramak: Bu boyun bağı eskimiş ama bugünlük yasak savar. 2) bir işi hatır için, gönülsüz olarak üstünkörü yapmak: "Bunu da yasak savar gibi değil, yararlı olmak kaygısı ile yani özenle yapacaksınız." -H. Taner.
→ yasak aşk, yasak bölge, yasak kitap, yasak meyve, av yasağı, basın yasağı, seçim yasağı
yasak aşk is. Hukuk, din, töre bakımından uygun görülmeyen, reddedilen aşk.
yasak bölge is. Üzerinden uçakların geçme İzninin sınırlı olduğu, güvenlik sebebiyle içeriye girişlerin özel olarak sınırlandırıldığı bölge.
yasakçı is. 1. Kavas. 2. hlk. Bekçi, nöbetçi.
yasakçılık, -ğı is. Yasakçı olma durumu.
yasak kitap, -bı is. Satışı ve dağıtımı yasaklanmış olan kitap.
yasaklama is. Yasaklamak işi.
yasaklamak (-i) Bir şeyin yapılmamasını buyurmak veya istemek: "Kanunun gösterdiği yetkili merci ... belirli bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayabilir." Anayasa.
yasaklanış is. Yasaklanma işi veya biçimi.
yasaklanma is. Yasaklanmak işi.
yasaklanmak (nsz) Yasak edilmek, yapılmaması buyrulmak veya istenmek, yapılması engellenmek, önlenmek, menedilmek.
yasaklayıcı sf. Yasaklama, önleme niteliği olan, engelleyici.
yasaklayıcılık, -ğı is. Yasaklayıcı olma durumu.
yasaklı is. Herhangi bir şeyi yapması kendisine yasak edilmiş olan kimse: "Kamu hizmetinden yasaklılar ... affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler." -Anayasa.
yasak meyve is. din b. Âdem ile Havva'nın cennette yediklerine inanılan meyve.
yasa koyucu is. huk. Yasa yapma veya koyma yetkisi olan, kanun koyucu, vazııkanun.
yasal sf. Yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu, yasalara uygun, kanuni (I), meşru, legal.
→ anayasal
yasalaşma is. Yasalaşmak işi, kanunlaşma.
yasalaşmak (nsz) Yasama meclisleri tarafından onaylanarak yürürlüğe girmek, yasa durumuna gelmek, kanunlaşmak.
yasalaştırılma is. Yasalaştırılmak işi.
yasalaştırılmak (nsz) Yasa durumuna getirilmek, kanunlaştırılmak.
yasalaştırma is. Yasalaştırmak işi, kanunlaştırma.
yasalaştırmak (-i) Yasa durumuna getirmek, yasaya bağlamak, kanunlaştırmak.
yasalı sf. huk. Yasaya uygun veya yasanın buyurduğu, kanuni.
yasallaşma is. Yasallaşmak işi veya durumu.
yasallaşmak (nsz) Yasal duruma gelmek.
yasama is. 1. Yasa koyma, yasa yapma, teşri. 2. huk. Genel, soyut, objektif ve sürekli nitelikte kurallar koyma.
→ yasama dokunulmazlığı, yasama donemi, yasama gücü, yasama hakkı, yasama kurulu, yasama kuvveti, yasama meclisi, yasama organı, yasama yetkisi, yasama yılı
yasama dokunulmazlığı is. Yasama organı üyelerinin, adli kovuşturmadan korunarak görevlerini serbestçe yapabilmelerini sağlayan anayasa ilkesi, teşrii masuniyet: "Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi parti gruplarınca yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz." -Anayasa.
yasama dönemi is. Meclisin bir yıllık çalışma dönemi.
yasama gücü is. huk. Türkiye Büyük Millet Meclisinin yasa yapma, yasa koyma, değiştirme ve kaldırma yetkisi, yasama hakkı, teşrii kuvvet, teşri kuvveti.
yasama hakkı is. huk. Yasama gücü.
yasamak (-i) hlk. 1. Düzen vermek. 2. (nsz) Yasa koymak.
yasama kurulu is. Parlamento.
yasama kuvveti is. Yasama gücü.
yasamalı sf. Yasa yapma ile ilgili, teşrii.
yasama meclisi is. Parlamento.
yasama organı is. Parlamento.
yasama yetkisi is. Yasama gücü.
yasama yılı is. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir yasama döneminde görev yaptığı süre.
yasa önerisi is. huk. Yasa teklifi.
yasasız sf. Yasaya bağlı olmayan, kanunsuz.
yasasızlık, -ğı is. Yasasız olma durumu, kanunsuzluk.
yasa sözcüsü is. huk. Danıştay savcısı, kanun sözcüsü.
yasa tasarısı is. huk. Hükümet tarafından hazırlanarak yasalaşması için meclise gönderilen kanun metni, kanun tasarısı, kanun layihası.
yasa teklifi is. huk. Meclis üyelerinin meclise sunmak üzere hazırladıkları kanun örneği, yasa önerisi, yasa önerisi, kanun teklifi.
yasemin is. (ya:semin) Far. yâsemen bot. 1. Zeytingillerden, beyaz, kırmızı veya sarı renkli güzel kokulu çiçekleri olan, 1-2 m boyunda, süs bitkisi olarak yetiştirilen tırmanıcı bir ağaççık, Mısır yasemini (Jasminum): "Yasemin yücede biter, kokusu âleme yeter." -Halk türküsü. 2. sf. Bu ağaççıktan yapılmış olan: "Sigarasını sık sık değiştirdiği yasemin ağızlıklara yerleştirirdi." -A. Ş. Hisar.
→ Mısır yasemini, yaban yasemini, yıldız yasemini
Yasin öz. is. (ya:si:n) Ar. yasin Kur'an surelerinden biri.
yaslama is. Yaslamak işi.
yaslamak (-i) Bîr şeyi bir yere dokunur duruma getirmek ve bu durumda bırakmak veya tutmak, dayamak.
yaslanma is. Yaslanmak işi.
yaslanmak (I) (nsz) 1. Dayanmak: "Kendi dükkânının kirli kepengine yaslandı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Güvenmek.
yaslanmak (II) Yasa bürünmek, yas içinde olmak.
yaslı sf. Yas tutan (kimse), matemli: "Ben bir hasta hâli almış, susmuş, sade, yaslı gözlerle etrafıma bakmıyordum." -R. H. Karay.
yasma is. Yasmak işi.
yasmak, -ar (-i) hlk. 1. Yayın kirişini gevşetmek: "Felek benîm kurulu yayım yastı / Her köşebaşında yolumu kesti." -Pir Sultan Abdal. 2. Düz duruma getirmek.
yasmık, -ğı is. hlk. Mercimek.
yassı sf Yayvan ve düz: "Bizim taraflar ormanlık, dağları yassı, alçak." -H. E. Adıvar.
→ yassı balıklar, yassı kadayıf, yassı solucanlar, yassı solungaçlılar
yassı balıklar ç. is. zool. Kemikli balıklar takımı.
yassıca sf. Yassı durumda: "Kaşlarının arası açık da uçları samur gibi; yassıca bir burnu, büyükçe bir ağzı var." -M. Ş. Esendal.
yassı kadayıf is. 1. Yuvarlak ve kalın hazır yufka. 2. Bu yufkadan yapılan bir tür tatlı.
yassılama is. Yassılamak işi: "Selim Sırrı, yirmi senedir cüce uzatmaya, kambur yassılamaya çalışıyor." -F. R. Atay.
yassılamak (-i) Yassı duruma getirmek.
yassılanma is. Yassılanmak, yassılaşmak işi.
yassılanmak (nsz) Yassı duruma gelmek, yassı olmak.
yassılaşma is. Yassılaşmak işi veya durumu.
yassılaşmak (nsz) Yassı duruma gelmek, yassı olmak.
yassılaştırma is. Yassılaştırmak işi.
yassılaştırmak (-i) Yassı duruma getirmek.
yassılık, -ğı is. Yassı olma durumu.
yassılma is. Yassılmak işi veya durumu.
yassılmak (nsz) Yassı duruma gelmek, yassılaşmak.
yassıltma is. Yassıltmak işi.
yassıltmak (-i) Yassı duruma getirmek, yassılaştırmak.
yassı solucanlar ç. is. zool. Tenya ve kelebek asalağı gibi, vücutları yassı ve uzun olan solucanlar takımı.
yassı solungaçlılar ç. is. zool. Midye, deniztarağı gibi kavkıları iki çenekli ve çoğu yenilen yumuşakçalar sınıfı.
yastağaç, -cı is. hlk. Üstünde hamur açılan, yemek yenilen tahta.
yastama is. Yaslamak işi.
yastamak (-i) Dayamak, yaslamak.
yastık, -ğı is. 1. Başın altına koymak veya sırtı dayamak için kullanılan, içi yün, pamuk, kuş tüyü, ot vb.yle doldurulmuş küçük minder: "Pencerenin önünde uzun yüksekçe bir sedirle ot yastıkları var." -M. Ş. Esendal. 2. Bu biçimde yapılmış ve türlü işlerde kullanılan şey: iğne yaşlığı. Ütü yastığı. 3. Fide yetiştirmek için ince toprak ve gübreden hazırlanmış yüksekçe yer. 4. Yapılarda, makinelerde bazı bölümlerin Üzerine dayandığı parça.
→ yastıkaltı, yastık bıyık, yastık kılıfı, yastık takoz, baş yastığı, diz yastığı, hava yastığı, iğne yastığı, köşe yastığı, yılanyastığı
yastıkaltı sf. ekon. Banka veya bir başka yere yatırılmak yerine evde, iş yerinde saklanan taşınabilir (değer): Yastıkaltı para.
yastık bıyık, -ğı is. Yana yatmış ve uzamış bıyık.
yastık kılıfı is. Yastığa geçirilen koruyucu kılıf.
yastıklama is. 1. Fide yetiştirmek için yastık yapma yöntemi. 2. Kömürü ocakta yastık durumuna getirme, yığma.
yastıktı sf. Yastığı olan, içinde yastık bulunan: "Banyolu, yatağı kuş tüyü yas tikli bir oda bulacaksın."-S. F. Abasıyanık.
→ hava yastıklı
yastık takoz is. mdn. Direk başı ile tavan arasına yerleştirilen, tavanın yükünü direğe ileten ve esneklik sağlayan küçük ağaç parçası.
yaş (I) is. 1. Doğuştan veya kuruluştan beri geçen ve yıl birimi ile ölçülen zaman, sin (II): "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder." -C. S. Tarancı. 2. Hayatın çeşitli evrelerinden her biri, çağ: "Genç yaşında. Kızımızı yetiştirdik bu yaşa getirdik." -M. Yesari. 3. Bir kurum, bir kuruluş, düzen vb.nin kurulduğundan bu yana geçen zaman: Yetmiş beş yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti. 4. meteor. Bir gök cisminin oluşmaya başladığı günden bugüne kadar geçirdiği zaman süresi, yaş ilerlemek yaşlanmak, ihtiyarlamak: "Yaş İlerliyor. Artık geçti bizden / Kişi ev bark edinmeli vakitten." -C. S. Tarancı. yaş yetmiş, iş bitmiş çok ihtiyar kimseler için kullanılan bir söz. yaşı benzemesin erken ölmüş birine herhangi bir yönden benzetilen bir kimse için "aynı yaşta ölmesin" anlamında söylenen bir söz. yaşı ne, başı ne? konuşulan İş için genç bir kimsenin yaşının ve görgüsünün elverişli olmadığını anlatan bir söz. yaşı yerde (veya toprakta) sayılası "ölsün" anlamında bir ilenme sözü. yaşında bir yaşında: Çocuk daha yaşında değil, yaşını almak yaşını başını almak, yaşını bitirmek öngörülen belli bir yaş sınırına varmak: "Hâkimler ve savcılar altmış beş yaşını bitirinceye kadar hizmet görürler." -Anayasa. yaşını doldurmak Öngörülen belli bir yaş sınırına ulaşmak: "Anayasa Mahkemesi üyeleri altmış beş yaşını doldurunca emekliye ayrılırlar." -Anayasa.
→ yaş baş, yaş dönümü, yaş günü, yaş haddi, yaş sınırı, yirmi yaş dişi, olgunluk yaşı, zekâ yaşı
yaş (II) sf. 1. Nemli, ıslak, kuru karşıtı. 2. Kendi suyunu, canlılığını yitirmemiş, kurumamış, kurutulmamış, taze: "Yaş ağaca balta vuran el onmaz." -Atasözü. 3. is. Gözyaşı. 4. argo Kötü, korkulu, zor: Bugün işler yaş. yaş akıtmak (veya dökmek) ağlamak. yaş tahtaya (veya yere) basmak bir işte uyanık davranmamak yüzünden aldanmak. yaş tahtaya (veya yere) basmamak bir işte uyanık davranarak aldanmamak, yaşını içine akıtmak duyduğu acıyı, üzüntüyü sezdirmemek, yaşlara boğulmak çok ağlamak. yaşta kalmış kavat pabucu gibi çaresiz, kırgın, üzgün: "Behice iyi kadındır, hoş kadındır, gelgelelim pokere oturup da beş kâğıtçığını aldın mı, yaşta kalmış kavat pabucu gibi yayılıverir." -M. Ş. Esendal.
→ yaş çayır, yaş kesim, yaş pasta, yaş sebze, yaş üzüm, gözyaşı, gözyaşı etçiği, gözyaşı kemiği
yaşa ünl. Hoşnutluk, sevinç vb. duygulan anlatmak için söylenen bir söz, yaşasın: "Ey vatan, ey mübarek vatan, bin yaşa!" -T. Fikret.
yaşam is. Doğumla ölüm arasında yaşanan süre, ömür, hayat: "Yaşamın kurallarını, kendi aleyhinde işliyor varsaydığı günden bu yana, umursamamıştı." -H. Taner.
→ yaşam biçimi, yaşam düzeyi, yaşam felsefesi, yaşam güvencesi, yaşam koşulları, yaşam Öyküsü, yaşam sigortası, yaşam standardı, faturalı yaşam, öz yaşam, öz yaşam öyküsü, özel yaşam, sağlıklı yaşam, sosyal yaşam
yaşama is. Yaşamak işi: "Nasıl yaşamayı bırakmak nasıl /Bir memleket mi bu, bir elbise mi ki?" -F. H. Dağlarca.
→ yaşama çabası, yaşama gücü, yaşama sevinci, yaşama uğraşısı, birlikte yaşama, ortak yaşama
yaşamaca zf. Yaşadığı kadar, yaşama süresince: Yaşamaca aylık bağlamışlar.
yaşama çabası is. Canlı varlıkların bulundukları çevrenin her türlü zorluğu karşısında yaşayabilmek için verdikleri savaş, yaşama uğraşısı.
yaşama gücü is. Hayatın zorluklarına karşı mücadele etme gücü veya kuvveti.
yaşamak (nsz) 1. Canlılığını, hayatım sürdürmek: "Hiçbir şey yaşarken daha önemli değildir." -A. İlhan. 2. Sağ olmak: Deden yaşıyor mu? 3. Varlığını sürdürmek: Balıklar suda yaşar. 4. Oturmak, eğleşmek: Köyde yaşamak. Şehirde yaşamak. 5. Geçinmek: Bu kazançla yaşamak kolay değil. 6. Herhangi bir durumda bulunmak veya olmak: Bekâr yaşamak. Tek başına yaşamak. 7. Görüp geçirmek, başından geçmek: "Balkan Savaşı 'nın bütün acılarını yaşamış bir ailenin kızıydı." -N. Cumalı. 8. mec. Sürmek, devam etmek: Onun anısı hep yaşayacak. 9. mec. Varlıklı, endişesiz, hoş vakit geçirmek, keyif sürmek: "Tek başına manevra yapan bir lokomotif rahatlığı ile hayatını yaşıyor." -H. Taner. 10. mec. Keyfi yerine gelmek, mutlu olmak, işleri yolunda olmak: Bu iş olursa yaşadık. 11. mec. Bir durumu yaşar gibi olmak, bir durumla özdeşleşmek, duymak, hissetmek: "Sen genç gibi yaşar, ihtiyar gibi ölürsün." -Ö. Seyfettin.
→ ortakyaşar
yaşama sevinci is. 1. Maddi, manevi mutluluk içinde yaşama. 2. Hâlinden, yaşantısından memnun olma duygusu. 3. Sürekli hoşgörü İçinde olma.
yaşama uğraşısı is. Yaşama çabası.
yaşam biçimi is. Hayat tarzı.
yaşam düzeyi is. Hayat düzeyi veya seviyesi.
yaşam felsefesi is. Hayat felsefesi.
yaşam güvencesi is. Hayat sigortası.
yaşam koşulları ç. is. Hayat şartları.
yaşam öyküsü is. Öz geçmiş.
yaşamsal sf. Hayati.
yaşam sigortası is. Hayat sigortası.
yaşam standardı is. Hayat standardı.
yaşanılma is. Yaşanılmak, yaşanmak işi.
yaşanılmak (nsz) Herhangi bir kimse yaşamak: Öyle yerde yaşanılır mı?
yaşanma is. Yaşanmak işi veya durumu.
yaşanmak (nsz) Yaşama işi yapılmak.
yaşanmışlık, -ğı is. Yaşanmış olma durumu: "Kitaplarının, anılarının çevrelediği yaşanmışlık dolu bir eski köşkte tek başına durmadan çalışıyordu." -H. Taner.
yaşantı is. 1. Yaşanılanlardan, görülenlerden, duyulanlardan, edinilenlerden sonra kişide kalan şey, hayat tecrübesi. 2. Yaşanılan bir an, hayatın bir bölümü. 3. Hayat tarzı, içinde yaşanılan şartların tümü, hayat: Köy yaşantısı.
yaşarlık, -ğı is. Canlılığını sürdürme durumu, hayatiyet.
→ ortakyaşarlık
yaşarma is. Yaşarmak işi.
yaşarmak (nsz) 1. Islanmak, nemlenmek. 2. Yaşla dolmak: "Anam beni çok bekleyecek diye gözleri yaşardı." -F. R. Atay.
yaşartıcı is. Gözde yaşarmaya yol açan, sebep olan nesne, olay vb. yaşartma is. Yaşartmak işi veya durumu.
yaşartmak (-i) Yaşarmasına sebep olmak.
yaşasın ünl. Yaşa, kahrolsun karşıtı.
yaşatıcı sf. Yaşamasını sağlayan.
yaşatkan sf. Hayatın sürmesini, büyümeyi, çoğalmayı sağlayan.
→ yaşatkan sinir sistemi
yaşatkan sinir sistemi is. anat. Sempatik ve parasempatik sinir sistemlerinin oluşturduğu, düzensiz hareketleri düzenleyen sinir sistemi.
yaşatma is. Yaşatmak işi.
yaşatmak (-i) 1. Yaşamasını sağlamak veya yaşamasına imkân vermek: "Mükrimin Hoca, İslam tarihini sade öğretmez, yaşatırdı." -H. Taner. 2. mec. Daha iyi ve zengin bir hayat sürmesini sağlamak: O karısını yaşatıyor. 3. mec. Keyiflendirmek, mutlu etmek: "... böyle bir gece daha yaşatması mümkün değildi." -A. Ş. Hisar. 4. mec. Sürdürmek, devam ettirmek: Onu içimizde yaşatıyoruz. yaşatmamak herhangi bir yerde barınmasına imkân vermemek.
yaşayış is. Yaşama işi veya biçimi: "Kendi dilimden, kendi sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden..."-M.. Ş. Esendal.
yaş baş is. Hayatı boyunca kazanılan deneyimlerin ve görgünün tümü: "Yaşım ve başım size bu uyarıyı yapmaya beni zorluyor." -B. Felek, yaşını başını almak yaşı ilerlemiş olmak: "Yarını ne olacak dünyamızın / Biz yaşımızı başımızı aldık /Allah çocuklarımıza acısın." -C. S. Tarancı.
yaş çayır is. Bütün yaz mevsimi boyunca yaş ve rutubetli olan topraklarda gelişen, üç köşeli otlar ve sazların da bulunduğu doğal çayır.
yaş dönümü is. tıp 1. Menopoz. 2. Erkeklerde, er bezlerinin salgıladıkları hormon miktarının giderek azalması sonucu cinsel gücün azalması, andropoz.
yaş günü is. Birinin doğduğu günün yıl dönümü.
yaş haddi is. Bir görevlinin görevinde kalmasına yasanın izin verdiği en ileri yaş, yaş sının.
yaşın yaşın zf. hlk. Gizli gizli, için için, gizli saklı olarak: "Dost ben gidersem de yaşın yaşın ağlama /Bu muhabbet bize tez ayrılık getirir." -Pir Sultan Abdal.
yaşıt is. Aynı yaşta olan kimselerden her biri: "Sevim, yaşıtlarından boylu, inanılmayacak kadar çevik bir kızdı." -A. İlhan.
yaşıtlık, -ğı is. Yaşıt olma durumu.
yaş kesim is. Tabandan sızma veya toplanma suretiyle yer altından sulanan veya çoğu zaman ıslak durumda olan arazi.
yaşlanma is. Yaşlanmak işi.
yaşlanmak (nsz) Yaşı ilerlemek, ihtiyarlamak: "Allahın takdiri bilinmez, ama ben seni hayli yaşlanmış görüyorum." -T. Buğra.
yaşlı (I) sf. 1. Yaşı ilerlemiş, kocamış, ihtiyar (kimse): "Kendisi de ilkin yaşlı bir kadın almayı düşünmüş idi."-M. Ş. Esendal. 2. is. Yaşı İlerlemiş kimse: "Bu yaşlıları kapısının arkasına yığdılar." -Ö. Seyfettin.
→ yaşlı başlı, orta yaşlı
yaşlı (II) sf. Yaşla dolmuş (göz): "Hıçkırarak yaşlı gözlerini kaldırdı." -Ö. Seyfettin.
yaşlı başlı sf. Yaşlı ve görgülü, olgun: "Kır kahvesinde, yaşlı başlı, saçlı sakallı, adlı sanlı ... Koca adamlar .... bizler, çocuklar gibi tombala oynuyoruz." -R. H. Karay.
yaşlıca sf. Biraz yaşlı olan: "Yaşlıca bir erkekle biraz paytakça bir kadın ağır ağır yürüyorlardı. " -A. Gündüz.
→ yaşlıca başlıca
yaşlıca başlıca sf. Yaşı biraz geçkin durumunda olan (kimse): "Soba başında oturur ısınırken kapı açıldı, içeriye yaşlıca başlıca beş altı kişi girdiler." -M. Ş. Esendal.
yaşlık, -ğı is. Yaş (II) olma durumu, ıslaklık: "Nem elbisenize işlemiştir, yaşlığında deniz suyunun tuzlu tadı ve yapışkanlığı duyuluyor. " -R. H. Karay.
yaşlılar yurdu is. Huzurevi.
yaşlılık, -ğı is. Yaşlı olma durumu: "Yüzüne bir yaşlılık gelmiş vücudunu bir ağırlık kaplamış." -R. H. Karay.
→ yaşlılık bilimi, yaşlılık sigortası
yaşlılık bilimi is. tıp Geriatri.
yaşlılık sigortası is. huk. Çalışanlara emekli olduktan sonra aylık veya toptan ödeme sağlayan sigorta türü, ihtiyarlık sigortası.
yaşmak, -ğı is. esk. 1. Kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü: "Çıka çıka, yaşmak feraceli, kazık gibi bir kadın çıktı." -S. M. Alus. 2. hlk. Başla birlikte yüzü, ağzı kapatan örtü.
yaşmaklama is. Yaşmaklamak işi.
yaşmaklamak (-i) Yaşmakla yüzünü Örtmek.
yaşmaklanma is. Yaşmaklanmak işi.
yaşmaklanmak (nsz) Yaşmakla örtünmek.
yaşmaklı sf Yaşmak örtünmüş: "Muslin yaşmaklı sultanlar, yaldızlı arabalar Beyoğlu'nda piyasa ediyorlar." -A. Gündüz.
yaşmaksız sf. Yaşmak örtünmemiş.
yaş pasta is. Krem, krema ve yaş meyvelerle yapılmış pasta.
yaş sebze is. Taze sebze.
yaş sınırı is. Yaş haddi.
yaş üzüm is. Taze üzüm.
yat (I) is. tar. Kalkan, zırh vb. korunma aracı.
yat (II) is. İng. yacht Özel gezinti gemisi: "Seni kendi yatımızda kaptan kıyafetiyle göremeyeceğim. " -R. H. Karay.
→ yat kulübü
yatağan is. Namlusu kavisli, iki yanı da kesici, bir tür uzun savaş bıçağı: "Kalkanları parçalayan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı." -Ö. Seyfettin.
yatak, -ğı is. 1. Uyuma, dinlenme vb. amaçlarla üzerine veya içine yatılan eşya, döşek: "Sabahleyin onu aynı güzellikte bulacağım ümidiyle yatağımdan fırladım." -R. H. Karay. 2. Yün, pamuk, kuş tüyü vb. maddelere kılıf geçirerek yapılan şilte. 3. Üzerine şilte konulan karyola, somya, kerevet vb. 4. Irmak, çay, dere vb.nin, içinde aktıkları yer, akak, mecra. 5. Katmanlaşmış herhangi bir madde yığını: Çakıl yatağı. 6. Bir şeyin çok bulunduğu yer: Av yatağı. Aslan yatağı. 1. Maden veya fosil ocaklarında birbirini izleyen iki maden, taş veya kömür tabakası arasında uzanan damar. 8. Çanak biçimindeki bir havzada veya buna benzer bir oluşumda toplanmış petrol birikintisi. 9. Gizli barınak veya bir suçluyu gizlice barındıran yer: Hırsız yatağı. Eşkıya yatağı. 10. Makinelerde hareketli bölümleri içine alan hareketli veya sabit parça: Namlu yatağı. Eksen yatağı. 11. Fideleri gömmek için toprakta açılan çukur. 12. Turunçgilleri ve yumurta vb. ürünleri korumak üzere saman vb.nden yararlanılarak yapılan yer. 13. zool. Katmanlı bir kaya bütününde maden filizi veya taş döküntüsünden oluşan çok ince tabaka, (bir kimseyi) yatak çekmek çok bitkin ve güçsüz olmak. yatak yapmak (veya sermek) yatacak yer hazırlamak, yatak yorgan (veya döşek) yatmak yorgan döşek yatmak: "Gerçekten yatak yorgan, kolu boynu sargılar içinde, pestil gibi yatıyordu." -H. Taner. yatağa bağlamak yataktan kalkamayacak kadar hasta etmek, yatağa (veya yataklara) düşmek yataktan kalkamayacak kadar hasta olmak: "Daha on yaşımda yokken annem yatağa düşmüştü." -S. M. Alus. yatağa serilmek bitkin, yorgun bir durumda yatağa uzanıp yatmak: Yorgunluktan yatağa seriliverdim. (birinin) yatağına girmek kadın biriyle evlilik dışı ilişkide bulunmak, yatağını ayırmak ayrı yatakta yatmak: "Bey, şimdi yemin edeceğim, yatağımı ayıracağım, anladın mı?" -M. Ş. Esendal.
→ yatak çarşafı, yatakhane, yatak liman, yatak limonu, yatak mobilya, yatak odası, yatak örtüsü, yatak takımı, ağ yatak, bilyeli yatak, ikili yatak, metal yatak, döl yatağı, gemi yatağı, hırsız yatağı, ızgara yatağı, maden yatağı, muylu yatağı, su yatağı, yer yatağı
yatak çarşafı is. Yatakta şiltenin üzerine serilen çarşaf.
yatakçı is. tar. Sancak beyleri ve beylerbeyi tarafından geceleyin çarşıları beklemekle görevlendirilen halktan kimse.
yatakhane is. (yatakha:ne) T. yatak + Far. hâne 1. Okul, fabrika vb. yerlerde yatakların konulduğu yer. 2. Yatılı okullarda, yurtlarda ve kışlada yatılan yer.
yataklı sf. 1. Herhangi bir sayıda yatağı olan, yatak alabilen: "Hancı beni dört yataklı odada bırakarak çekildi." -S. F. Abasıyanık. 2. Yatağı derin: Yataklı ırmak. 3. is. Yataklı vagon.
→ yataklı vagon
yataklık, -ğı sf. 1. Yatak yapmaya uygun. 2. is. Üzerine yatak serilen tahta veya maden kerevet, karyola: "Yataklığın etrafında bir şeyin dolaştığına, süründüğüne dikkat ettim." -H. Z. Uşaklıgil. 3. is. mec. Suçluları barındırma, gizlice yardım etme. yataklık yapmak (veya etmek) suçluları gizlice barındırmak, suçlulara yardım etmek: "Bir kanlı katile yataklık yapmış gibi pişmanlık duyuyordu." -P. Safa.
yataklı vagon is. Kompartımanları tek veya çift yatak alacak biçimde düzenlenmiş vagon, yataklı: "Trenlerde henüz yataklı vagon ve lokanta yoktu." -F. R. Atay.
yatak liman is. Büyük donanmaların barınmasına elverişli liman.
yatak limonu is. Toplandıktan sonra saman vb.ne sarılarak uzun süre korunan limon.
yatak mobilya is. Boyutları ve şekli insan vücudunun ölçülerine uygun olan ve rahat yatmayı sağlayan, yatma yüzeyi elastik malzemeden yapılmış mobilya.
yatak odası is. Yatmak için kullanılan oda.
yatak örtüsü is. Yatağın üzerine serilen örtü.
yatak takımı is. Karyola, komodin, gardırop, şilte, yorgan, yastık vb.nden oluşan bütün: "Bu yatak takımı ilk serildiği günlerde daha fazla kokar." -H. R. Gürpınar.
yatalak, -ğı sf. Felç, sakatlık vb. bir sebeple yataktan kalkamayan (kimse): "Şu rezalete bakın, yatalak gibi uzanmışlar." -Ö. Seyfettin. yatalak olmak yataktan kalkamayacak durumda hasta olmak: "Bu kapanık, rutubetli yerde yatalak olup kalmaktan kurtulurum."-O. C. Kaygılı.
yatar koltuk, -ğu is. Bazı toplu taşıma araçlarında kullanılan, gerektiğinde arkalığı geriye doğru yatan koltuk.
yatay sf. mat. Durgun bir su yüzeyine veya zemine paralel, düşey doğrultusuna dikey olan, ufki: Sıvıların yüzü hep yatay olur.
→ yatay geçiş, yatay seren
yatay geçiş is. Yükseköğretimde bir okuldan eş değer başka bir okula yönetmeliklerin elverdiği ölçüde yapılan geçiş.
yatay seren is. den. Üzerine dört köşeli yelken açılan ve bir direğe yatay olarak takılan seren.
yat borusu is. Yatma saatini bildiren boru.
yatçı is. 1. Yat turizmiyle uğraşan kimse. 2. Yat yapan veya satan kimse. 3. Yat ile seyahat etmeyi seven kimse: Yatçı turistler...
yatçılık, -ğı is. Yat turizmiyle uğraşma.
yatı is. Gidilen yerde geceyi geçirme: Yatıya bekleriz.
→ gece yatısı
yatık, -ğı sf. 1. Dik olmayan, eğik, yatırılmış bir durumda olan. 2. Zamanla dayanıklılığını yitirmiş: Yatık kumaş. 3. Çevrilmiş, devrik: Yatıkyaka. 4. is. hlk. Yayvan su kabı.
→ yatık çit, yatık doğru, yatık yazı
yatık çit is. Kışı çok soğuk geçen ve çok kar yağan bölgelerde, tellerin kopmasını önlemek üzere, kullanılmadığı zaman çit kazıklarından çıkartılarak yere yayılan ve gerektiği zaman yine çit kazıklarına takılan tel çit.
yatık doğru is. Yatık biçimde çizilen doğru.
yatık yazı is. Üstten sağa doğru eğik olan basım harfi, italik.
yatılı sf. 1. Geceleri de kalınıp yatılan (okul vb.), leyli. 2. Geceleri de kalıp yatan (öğrenci, konuk), leyli.
→ yatılı bölge okulu, parasız yatılı
yatılı bölge okulu is. Yerleşim yerleri dağınık olan bölgelerde çocuklara eğitim ve Öğretim olanağı sağlamak amacıyla belli bir merkezde yatılı ve gündüzlü açılmış olan eğitim . kurumu.
yatılma is. Yatılmak işi.
yatılmak (nsz) Yatma İşi yapılmak.
yatım is. den. Gemi direklerinin başa veya kıça doğru olan eğimi.
yatır is. Belli bir yerde mezarı olan, doğaüstü gücü bulunduğuna ve insanlara yardım ettiğine inanılan ölü, evliya: Yatıra mum adamak.
yatırılma is. Yatırılmak işi.
yatırılmak (nsz) Yatırma işi yapılmak: "Bu boş arsacıkta, yan yatırılmış bir bayram salıncağı duruyor." -M. Ş, Esendal.
yatırım is. 1. Yatırma işi. 2. Parayı, gelir getirici, taşınır veya taşınmaz bir mala yatırma, mevduat, plasman. 3. ekon. Millî ekonominin veya bir ticaret kuruluşunun üretim ve hizmet gücünü artırıcı nitelikte olan aktif değerlerine yapılan yeni eklemeler, envestisman. 4. mec. Bir çıkar veya kazanç sağlamak için yapılan davranış, yatırım yapmak 1) gelir amacıyla bir işe para yatırmak; 2) mec. ileride bir çıkar veya kazanç sağlamak için önceden ortam hazırlamak.
→ yatırım bankası, ölü yatırım, ekipman yatırımı, sanayi yatırımı
yatırım bankası is. ekon. Yatırım finansmanı ve harcamalarını karşılamak üzere kurulan banka.
yatırımcı is. Yatırım yapan kimse.
yatırımcılık, -ğı is. Yatırımcı olma durumu.
yatırma is. Yatırmak işi.
yatırmak (-i, -e) 1. Bir kimsenin bir yere yatmasını sağlamak: "Çocuğu bir kenara yatırdım ve kadım omuzlarından tutup bir taşa dayadım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Uyutmak: "Gece beni en üst katta bir odada yatırdılar." -Ö. Seyfettin. 3. Eğmek, yatık duruma getirmek: Yağmur ekinleri yatırdı. 4. Konuk etmek. 5. Parayı, işletmek amacıyla bir yere vermek: "Eline geçen serveti ... emlakayatırıyordu."-E. E. Talu. 6. Parayı bir kuruluşa vermek, teslim etmek: Vergiyi dün yatırdım. Telefon parasını PTT'ye yatırdım. 7. Bir yiyeceği korumak veya tatlandırmak amacıyla tuz, soğan, yağ vb.nde bir süre bekletmek: Pastırmayı çemene yatırmak. 8. Düzeltmek, bastırmak, yassıltmak: "Kemal Rıfat ovucunun içiyle saçlarını yatırıyor." -A. İlhan. 9. Harcamak: "Sınırlı hoca aylığının yarısını her ay kitaplara yatırır." -H. Taner.
yatısız sf. 1. Geceleri yatılmayan: Yatısız okul. 2. Gündüzlü: Yatısız öğrenci.
yatış is. Yatma İşi veya biçimi.
yatışma is. Yatışmak işi.
yatışmak (nsz) 1. Hızı, etkisi azalmak, aşırılığı geçmek: "Vapurun gürültüsü büsbütün yatıştı." -R. H. Karay. 2. Coşku, sinir, korku vb.nin etkisi azalmak, geçmek, sakinleşmek: "Nasılsın yavrum, uyuduktan sonra biraz sinirlerin yatıştı mı?" -S. M. Alus. 3. Ayaklanma, kargaşa sakinleşmek, durulmak: Kargaşa yatıştı. 4. Yan yana, kucak kucağa yatmak: "Gölgesinde koyun, kuzu yatışır / Servidir, ladindir ormanlarımız." -İ. Sağır.
yatıştırıcı sf. 1. Yatışma özelliği olan, yatıştıran, sakinleştiren. 2. is. Ağrıyı, sızıyı gideren ilaç, müsekkin.
yatıştırıcılık, -ğı is. Yatıştırıcı olma durumu.
yatıştırma is. Yatıştırmak işi.
yatıştırmak (-i) 1. Bir kargaşayı, ayaklanmayı bastırmak: Hükümet kuvvetleri ayaklanmayı yatıştırdı. 2. ölçülü, ılımlı, sakin davranmasını sağlamak, sakinleştirmek: "O, tombul tombul iyimserliği ile beni yatıştırmak istedi." -Y. Z. Ortaç. 3. Yumuşatmak, razı etmek: "Arkadaşları yatıştırmak için o toplantıda bulunanlar akşam yemeğine de alıkonulmuşlardı."-M. Ş. Esendal.
yatkın sf. 1. Bir yana eğilmiş, yatık. 2. Çok durmaktan sağlamlığını yitirmiş, çürük: Yatkın mal. Yatkın kumaş. 3. Bir işte yeteneği, becerisi olan: "Dolap çevirmeye, şantaj mesleğine ne kadar yatkın, ne kadar elverişli idi ise, bu yeni konusunda da öyle olacağa benziyordu." -T. Buğra. 4. mec. Benimsemiş, alışmış, eğilimli: "Yadırgamaya yatkındı; ama görmüştü kızın oyununu." -A. İlhan.
→ aklayatkın, dili yatkın, eli yatkın
yatkınlaşma is. Yatkınlaşmak işi.
yatkınlaşmak (nsz) Yatkın duruma gelmek.
yatkınlık, -ğı is. 1. Yatkın olma durumu. 2. Alışkanlıktan doğan yeti, meleke, mümarese.
→ akla yatkınlık, eli yatkınlık, el yatkınlığı
yat kulübü is. sp. Yatçılık sporunun gelişmesini ve faaliyetini düzenleyen kuruluş.
yatma is. Yatmak işi: "Çocuklara yatma zamanının yaklaştığını başıyla anlatan bir mürebbiye edasıyla duruyor." -R. H. Karay.
yatmak, -ar (nsz) 1. Bir yere veya bir şeyin üzerine boylu boyunca uzanmak: "Dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak." -N. Hikmet. 2. Uyumak veya dinlenmek için yatağa girmek. 3. Yatay veya yataya .yakın bir duruma gelmek, eğilmek: Rüzgârdan bütün ekinler yattı. Gemi sağa yattı. 4. Hastalık sebebiyle yatakta kalmak: "Gün geçmeden bronşiti, çarpıntısı tutar; yatak yorgan yatar." -S. M. Alus. 5. Geceyi geçirmek üzere bir yerde kalmak: Bu gece nerede yatacağız? "Tavuk pazarındaki handa yatmakta devam ediyor." -M. Ş. Esendal. 6. Boş yere beklemek: Mallar depoda yatıyor. 7. işlemez, çalışmaz durumda kalmak: Gemi limanda yatıyor. 8. Bir özellik kazanmak için bir şeyin İçinde beklemek: Turşu sirkede yatıyor. 9. Belli bir süreyi cezaevinde geçirmek. 10. Ölü gömülmüş olmak: "Mezarlık servilerinin altında ninelerim, teyzelerim yatarlardı." Halikarnas Balıkçısı. 11. Düz bir duruma gelmek, düzleşmek: Kumaş iyice ütülenince yattı. 12. (-le) Cinsel ilişkide bulunmak. 13. Bir düşünceyi veya bir öneriyi benimsemek, razı olmak. 14. Heves etmek, eğilmek: "Çalı süpürgelerinin kırmızı çiçeklerindeki bal kokusuna yatmışlardı." -S. F. Abasıyanık. 15. mec. Bulunmak, var olmak: "Her ayrıcalık hevesinin kökeninde bir kompleks, bir göstermecilik duygusu yattığı görülür." -H. Taner. 16. tkz. Olumsuz veya başarısız bir sonuç almak: Takım bu sezon yattı. 17. hlk. İşsiz kalmak, çalışmamak, yatıp kalkıp her zaman, hep: Yatıp kalkıp anama dua ediyorum, yatıp kalkmak 1) gecelerini geçirmek: "Yatıp kalktığım odamın penceresinden bakınca bir baştan bir başa bütün sokağı görüyordum." -N. Cumalı. 2) cinsel ilişkide bulunmak: "Öteki, çok kadınla oynaşmış ve hatta yatıp kalkmış, sevda damarları kaşarlanmış bir gençti." -M. Ş. Esendal.
→ çekyat, hacıyatmaz
yarmalık, -ğı is. Yatılacak yer veya bölüm: "Bu buluşmadan az önce, çadırının yatmalığına geçmeden önce..."-T. Buğra.
yatsı is. 1. Güneşin batmasından bir buçuk, iki saat sonraki vakit: "Babam yalnız ilk geceki fener alayına katıldı, yatsıdan az sonra eve döndü." -N. Cumalı. 2. Yatsı ezanı: "Gece olmuş, yatsılar okunmuş, daha damat bey gelmemişti." -S. M. Alus. 3. Yatsı namazı,
→ yatsı ezanı, yatsı namazı, yatsı vakti
yatsı ezanı is. din b. Yatsı namazı için okunan ezan.
yatsı namazı is. din b. Yatsı vakti kılınan namaz: "... zira muhafızlarımız güneş battıktan sonra kımıldamamıza müsaade etmediklerinden yatsı namazlarım ertesi güne kazaya bırakıyoruz." -R. H. Karay.
yatsı vakti zf. Akşam vaktinden sabah vaktine kadar geçen süre.
yatuğan is. müz. Kanun, santur vb. sazların ortak adı.
yavan sf. 1. Yağı az: Yavan yemek. 2. Katıksız: Birçok günler yavan ekmek bile bulamaz." -F. R. Atay. 3. Yoz. 4. mec. Hoşa gitmeyen, tatsız: "Hayatları gerçekten yavan ve dayanılmaz bir sıkıntıyla sonuçlanır. " -H. E. Adıvar. 5. mec. Görgüsüz, bilgisiz: "Yaklaşınca her günkü gerçek ve çoğu zaman yavan yanlarım da ele verirler." -H. Taner.
yavanlaşma is. Yavanlaşmak işi.
yavanlaşmak (nsz) 1. Yavan duruma gelmek. 2. Yozlaşmak: "Gün günden daha yavanlaşıyoruz. Bunu da eski ile kıyaslayınca daha iyi anlıyoruz." -H. Taner.
yavanlaştırma is. Yavanlaştırmak işi.
yavanlaştırmak (-i) Yavan duruma getirmek.
yavanlık, -ğı is. Yavan olma durumu: "Her şeyde geçici, her şeyde ruhumun bir tarafını boş bırakan bir yavanlık vardı." -H. E. Adıvar.
yavaş sf. 1. Hızlı olmayan, çabuk karşıtı: Yavaş bir yürüyüş. 2. Yumuşak huylu, yumuşak başlı: Yavaş adam. Yavaş at. 3. Alçak, hafif. 4. zf. Alçak, hafif bir biçimde: "Yavaş tut, içinde kırılacak eşya var..." -M. Ş. Esendal. 5. zf. Hızlı olmayarak: Yavaş vurdu, yavaş gel! (veya ol!) argo abartarak konuşanlar için kullanılan bir söz. yavaş! dikkat et, acele etme! yavaştan almak İ) ılımlı davranmak; 2) işi gereken sürede yapmamak.
→ yavaş tütün, yavaş yavaş
yavaşa is. hlk. Burunduruk.
yavaşça zf. (yava'şça) Oldukça yavaş, usulca.
yavaşçacık zf. (yava'şçacık) Çok yavaş, usulcacık.
yavaşlama is. Yavaşlamak işi.
yavaşlamak (nsz) Yavaş gitmeye başlamak, hızını azaltmak, yavaş olmak: "Öfke ve siniri dalga gibi dinerek sesi yavaşladı." -F. R. Atay.
yavaşlatılma is. Yavaşlatılmak işi.
yavaşlatılmak (nsz) Yavaşlatma işi yapılmak.
yavaşlatılmış hareket is. sin. Filmde hızlı hareketlerin ayrıntılarını gözlemeye yarayan sinema düzeni.
yavaşlatma is. Yavaşlatmak işi.
yavaşlatmak (-i) Yavaşlamasını sağlamak, yavaşlamasına yol açmak, hızını kesmek.
yavaşlık, -ğı is. Yavaş olma durumu.
yavaş tütün is. Sert olmayan tütün.
yavaş yavaş zf. 1. Yavaş bir biçimde, ağır ağır, aheste aheste, aheste beste: "Tatbiki imkânsız görünen deminki projeyi kafam yavaş yavaş sindiriyor." -R. H. Karay. 2. Azar azar. 3. Gitgide: "Ama bu yeni şiir, yavaş yavaş yayılıp birçok kimse tarafından da tutulunca iş değişti." -O. V. Kanık.
yave is. (ya:ve) Far. yave esk. Saçma, saçma sapan söz: "Sonra da oturur, talihsizlik yaveleri ile hikayeci numaralarına başvururum. " -H. Taner.
yaver is. (ya:ver) Far. yaver esk. 1. Yardımcı. 2. ask. Emir subayı, yaver gitmek şans, talih uygun gitmek: Şansımız yaver gidiyor.
→ başyaver, seryaver
yaverlik, -ği is. 1. Yaver olma durumu: "Kocası Bavyera sarayında yaverlikte bulunmuş, muharebede vefat etmişti." -H. C. Yalçın. 2. Yaverin görevi veya makamı.
→ başyaverlik
yavru is. 1. Yeni doğmuş hayvan veya insan: Kedi yavrusu. Kuş yavrusu. 2. Çocuk, evlat: "O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor." -R. H. Karay. 3. mec. Bir şeyin küçüğü: "Ev, bodrumu, tavan arası ve iki katıyla tam bir konak yavrusudur." -T. Buğra. 4. argo Güzel, alımlı genç kız. yavru atmak gebe hayvan yavrusunu düşürmek, yavrum! sevecen bir biçimde söylenen bir seslenme sözü: Yavrum, bir yerin mi acıyor?
→ yavruağzı, yavru kapı, yavrukurt, adayavrusu, konak yavrusu
yavruağzı is. 1. Kavuniçi ile pembe arası bir renk. 2. sf. Bu renkte olan.
yavrucağız is. Kendisine şefkat ve acıma duyulan küçük çocuk.
yavrucak, -ğı is. Acıma, sevgi, sevecenlik duygusu ile yavruya söylenen söz: "Yavrucağa ara sıra şeker alırım." -A. Haşim.
yavrucuk, -ğu is. Acıma, sevgi, sevecenlik duygusu ile yavruya söylenen söz: "Yavrucuğum o kışı geçiremedi." -S. M. Alus.
yavru kapı is. Kuzu kapısı.
yavrukurt, -du is. İzci çocuk.
yavrulama is. Yavrulamak işi.
yavrulamak (nsz) Hayvan, doğurmak.
yavsı is. hlk. Bir tür kene.
yavşak, -ğı is. hlk. 1. Bit yavrusu, sirke: "Yavşak büyüdü bit oldu, enik büyüdü it oldu." -Atasözü. 2. sf. mec. Geveze, yılışık (kimse): "Sonra, aynı yavşak teklifsizlikle Binbaşı Ferit'in kadehini dikiyor." -A. İlhan.
yavşan otu is. bot. Sıracagillerden, mavi ve beyaz renkte çiçekler açan bir bitki (Artemisia).
yavuklama is. Yavuklamak işi.
yavuklamak (-i, -e) hlk. Nişanlamak: Kızım bir subaya yavukladı.
yavuklanma is. Yavuklanmak işi.
yavuklanmak (nsz, -e) hlk. Biriyle nişanlanmak: Dayısının oğluna yavuklanmış.
yavuklu is. hlk. 1. Sözlü, nişanlı: "Köylerine dönmekte olan iki er, yavukluları için birer maşa aldılar." -Halikamas Balıkçısı. 2. Sevgili.
yavuz sf. hlk. 1. Kötü, fena: "Yavaş atın tekmesi yavuz olur." -Atasözü. 2. Güçlü, çetin. 3. İyi, gürbüz, güzel: "Çok cevherli öküzmüş, bol yedir de hele bak, ne yavuz mal olur." -R. H. Karay, yavuz hırsız ev sahibini bastırır biri, suçunu zarar verdiği kimseye yüklediğinde söylenen bir söz: "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır sözüne uygun olarak açtı ağzını, yumdu gözünü." -H. R. Gürpınar.
yavuzca zf Yavuz bir biçimde.
yavuzlanma is. Yavuzlanmak işi veya durumu.
yavuzlanmak (nsz) hlk. 1. Yavuz gibi olmak, yavuz durumuna gelmek. 2. Sertleşmek, çetinleşmek, kabadayılaşmak.
yavuzlaşma is. Yavuzlaşmak işi.
yavuzlaşmak (nsz) hlk. 1. Yavuz duruma gelmek. 2. Sertleşmek, kabadayılaşmak.
yavuzluk, -ğu is. Yavuz olma durumu, yavuzca davranış.
yay is. 1. Ok atmaya yarayan, iki ucu arasına kiriş gerilmiş, eğri ağaç veya metal çubuk. 2. Farklı amaçlarla çeşitli biçimlerde yapılan esnek parça: Araba yayı. Kilidin yayı. Kanepenin yayı. 3. Zemberek. 4. Hallacın pamuk veya yünü atmak için tokmak yardımıyla kullandığı araç: "Karınları hallaç yayından kopup fırlamış gibi beyaz." -R. H. Karay. 5. Bir çember üzerindeki iki nokta İle bu nokta arasındaki çember parçası. 6. mat. Bir eğriden alınan parça. 7. müz. Keman, viyolonsel vb. çalgılarda sürterek titreşim yoluyla ses çıkarmaya yarayan parça. yay gibi 1) eğri: "... ama işe yaramadı, yay gibi kaşlar birbirlerine yaklaşır gibi oldular. " -T. Buğra. 2) çok gergin.
→ yay ayraç, yayçizer, yay kabzası, yay kolu, halka yay, elektrik yayı, gece yayı, gün yayı, keman yayı, refleks yayı
Yay öz. is. astr. Zodyak üzerinde Akrep ile Oğlak arasında bulunan burcun adı.
yaya is. 1. Yürüyerek giden kimse: "Yaya gözüyle at, bekâr gözüyle kız alma." -Atasözü. 2. zf. Yayan: "Galiba sen köprüyü bizim gibi yaya geçmiyorsun." -B. Felek. yaya bırakmak 1) yarışma söz konusu olan durumlarda geride bırakmak: "Özellikle süper devletler, kendi çıkarları için, kendilerine muhtaç dostları bir çırpıda yaya bırakıverirler." -T. Halman. 2) yarı yolda bırakmak. yaya kaldın tatar ağası istediğini elde edemeyen, başarısızlığa uğrayan kimseler için kullanılan bir söz. yaya kalmak 1) İstediği şeyi yapamaz duruma gelmek: "Yetişmiş adamları, pek çok paraları olanlar bile, bu yolda yaya kalıyorlar." -M. Ş. Esendal. 2) binecek bir şeyi olmamak; 3) yardımcısız kalmak: "iddiası sosyal adalet ilkesi bazında oldukça yaya kalmıştı." -H. Taner. 4) geri kalmak.
→ yaya çivisi, yaya geçidi, yaya kaldırımı, yaya köprüsü, yaya yolu
ya ... ya ... bağ. Far. yâ ... yâ ... 1. Birinden birinin olacağı sanılan iki iş İçin kullanılan bir söz: "Gönül gurbet ele çıkma / Ya gelinir ya gelinmez." -Erzurumlu Emrah. 2. Birinden birinin seçilmesi gereken durumlarda kullanılan bir söz: Ya gideceksin ya gitmeyeceksin. 3. Cümlede eş görevli öğeler arasında ya ... ya ..., ya ... veya, ya ... yahut biçimlerinde tekrarlanarak kullanılan bir söz: "Kırk elli kişi kadar ya var ya yoktur." -Y. K. Karaosmanoğlu. ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli buranın şartlarına uymalı veya buradan ayrılmalı, ya deve ya deveci (veya deve üstündeki hacı) "ilerisi için verdiğim sözden korkmuyorum. O zamana kadar şartlar değişebilir" anlamında kullanılan bir söz. ya devlet başa ya kuzgun leşe sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır. ya herrü ya merrü zor, tehlikeli bir durum karşısında "ne olursa olsun" gibi kötü ihtimalin de göze alındığını anlatan bir söz: "Ama çocukluk işte, şeytan dürttü, ya herrü ya merrü deyip birden yukarı bakıverdim." -H. Taner, ya huyundan ya suyundan bazı özellikleri olduğu gibi bir yerden, bir kimseden almış kimseler için kullanılan bir söz.
yaya çivisi is. Yollarda ve özellikle kavşaklarda yayaların geçeceği bölümü belirtmek için asfalta çakılan çok büyük başlı, parlak çivi: "O yeni açılan koca koca asfalt caddelerimizin yaya çivileri hâlâ neden eksiktir?"-N. Cumalı.
yaya geçidi is. Caddelerde yayaların karşıya geçmesi için ayrılmış bölüm.
yaya kaldırımı is. Sokaklarda, caddelerde yayaların yürümesi için yapılmış yüksekçe yer, kaldırım, tretuvar: "Kendini yaya kaldırımına güç attı." -R. H. Karay.
yaya köprüsü is. Caddelerde yayaların geçmesi için yapılmış köprü.
yayalık, -ğı is. Yaya olma durumu.
yayan sf. 1. Yaya yürüyen: "Genç atlı ve yayan ihtiyar uzaktan uzağa seslendiler." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Bilgisiz: Arkadaş bu konuda pek yayan görünüyor. 3. zf. Yürüyerek, yaya: "Ben oraya kadar yayan gidemem, gurbetten memlekete yayan dönülmezdi. " -Ö. Seyfettin.
→ yayan yapıldak
yayan yapıldak zf. Yayan ve yalın ayak, yapıldak: "Hemşehrim, bu geç saat nereye yayan yapıldak? " -A. Sayar.
yaya yolu is. Sadece yayaların kullanmasına ayrılan yol.
yay ayraç, -cı is. Cümle içinde geçen bir sözü metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna getirilen noktalama işaretinin adı, parantez, mutariza "()".
yayçizer is. (ya'yçizer) Pergel.
yaydırma is. Yaydırmak işi.
yaydırmak (-i, -e) Yayma işini yaptırmak, yayılmasını sağlamak.
yaygara is. 1. Gereksiz olarak yüksek sesle bağırıp çağırma: "Cıyak cıyak bir dudu yaygarası, herkesi yerinden sıçrattı." -S. M. Alus. 2. mec. Şikâyet, sızlanma: "Bizim gazetecilerin bu yaygaraları bence de haklı." -A. Gündüz, yaygara koparmak (veya yaygarayı basmak) bağırıp çağırmak: "Gün geçmiyor ki, evdeki kadınlardan biri, Önüne bir ıslak şeker parçası düştüğünü görüp yaygarayı basmasın!" -R. N. Güntekin.
yaygaracı sf. Gerekli gereksiz çok bağırıp çağıran, şirret: "Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi." -Halikarnas Balıkçısı.
yaygaracılık, -ğı is. Yaygaracı olma durumu, şirretlik.
yaygı is. Yere veya döşeme üzerine serilen örtü: "En iyi yer orasıdır, yaygınızı oraya yayın!" -H. E. Adıvar.
→ yaygı balığı
yaygı balığı is. zool. Serin ve ılık sularda yaşayan beyaz etli bir tür balık.
yaygın sf. 1. Çoğu kimselerce duyulmuş, öğrenilmiş, kullanılmış veya benimsenmiş olan: Yaygın bir söz. Yaygın bir inanç. 2. Çoğu kimselerde görülen, beğenilen, sevilen: "Yaygın bir kültürü ve her çeşit insanı kavrayacak bir sunuş tarzı vardı." -H. Taner. 3. Sınırı genişlemiş: "Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir." -Anayasa.
→ yaygın eğitim, yaygın öğretim, yaygın yanlış
yaygın eğirim is. Örgün eğitim imkânlarından hiç yararlanmamış olanlara, gittikleri okuldan erken ayrılanlara veya örgün eğitim kurumlarında okumakta olanlara ve meslek dallarında daha yeterli duruma gelmek isteyenlere uygulanan eğitim.
yaygınlaşma is. Yaygınlaşmak işi.
yaygınlaşmak (nsz) Yaygın duruma gelmek, yayılmak.
yaygınlaştırma is. Yaygınlaştırmak işi.
yaygınlaştırmak (-i) Yaygın duruma getirmek.
yaygınlık, -ğı is. Yaygın olma durumu.
yaygın Öğretim is. Yaygın eğitim sistemi ile gerçekleştirilen öğretim.
yaygın yanlış is. Galatımeşhur.
yayık, -ğı (I) is. Tereyağı çıkarmak için sütün, yoğurdun içinde çalkalandığı kap veya makine: "Nina'nın bildiği alet değirmen ve yayıktır; buğday öğüten ve tereyağı çıkaran yararlı iki basit makine." -R. H. Karay, yayık dövmek yayık yaymak: "Yayık dövmek, yağ çıkartmak yeni gelinlerin görevi." -N. Araz. yayık yaymak sütün ayranını ve yağını ayırmak için yayığı çalkalamak.
→ yayık makinesi
yayık, -ğı (II) sf. Yayılmış, yayvan.
→ yayık ağızlı, yayık yayık
yayık ağızlı sf. Kelimeleri yaya yaya söyleyen.
yayıklama is. Yayıklamak işi veya durumu.
yayıklamak Yayıkta dövmek.
yayık makinesi is. Süt işleme makinesi.
yayık yayık zf. Heceleri uzatarak (konuşmak): Yayık yayık anlatıyordu.
yayılı sf. Yayılmış, serilmiş: "Kaymakamlık odasında bile seccadesi yayılı dururdu." -M. Ş. Esendal.
yayılımcı is. Emperyalist.
yayılımcılık, -ğı is. Emperyalizm.
yayılış is. Yayılma İşi veya biçimi.
yayılma is. 1. Yayılmak işi, intişar. 2. fiz. Işığın, bir kaynaktan çıkarak doğru çizgiler durumunda türlü yönlere dağılması.
→ yayılma hızı
yayılmacı is. Yayılmacılık yanlısı olan kimse, emperyalist.
yayılmacılık, -ğı is. Kendi sınırları ötesinde toprak ve ekonomik çıkarlar peşinde koşan zihniyetin tutumu, emperyalizm.
yayılma hızı is. Yayılma işleminin gerçekleştiği zaman birimi.
yayılmak (nsz, -e) 1. Yayma işine konu olmak veya yayma işi yapılmak. 2. Hastalık, pek çok kimseye geçmek veya bulaşmak. 3. Genelleşmek: "O zamanlarda saz, halkın bütün sınıfları arasında iyice yayılmıştı." -A. Ş. Hisar. 4. Genişlemek, büyümek: "... bu Buket'in şöhreti de arkadaşları arasında derhâl yayılmış." -A. Ş. Hisar. 5. Serilmek, döşenmek: Odaya bir kilim yayıldı. 6. 4. Koyun, inek vb. otlamak. 7. Rahat bir biçimde, sere serpe oturmak. 8. mec. Ayrıntıya girmek, açılmak: "Türlü yönlerden ele alınabilecek olan bu konuda şimdilik pek yayılmak istemiyorum." -O. V. Kanık.
yayım is. 1. Yayma işi. 2. Kitap, gazete vb. okunacak şeylerin basılıp dağıtılması, neşir: "Kitap ve gazete yayımı işi bizim can davamızdır. " -R. N. Güntekin. 3. Herhangi bir eserin radyo ve televizyon aracılığıyla dinleyiciye, seyirciye ulaştırılması, neşir.
→ ısı yayımı
yayımcı is. 1. Bir sanatçının, bir yazarın eserini yayımlayıp satışını sağlayan kimse veya kuruluş, yayıncı, naşir, tabi (II), editör: "Yayımcılar, kazanç amacıyla, alışılmış yapıtlar sunarlar okuyucuya." -N. Cumalı. 2. Herhangi bir eserin radyo ve televizyon aracılığıyla dinleyiciye, seyirciye ulaştırılmasını sağlayan kimse.
yayımcılık, -ğı is. Yayımcının yaptığı iş, yayıncılık, tabilik (II), editörlük.
yayımlama is. Yayımlamak işi.
yayımlamak (-i) 1. Kitap, gazete, dergi vb. şeyleri basmak ve dağıtmak, neşretmek: Türk Dil Kurumunun yeni yayımladığı kitapları gördüm. 2. Dinlenilecek, görülecek şeyleri radyo ve televizyonla sunmak, bildirmek, duyurmak. 3. Resmen bildirmek, açıklamak, İlan etmek: Kararname yayımlamak.
yayımlanma is. Yayımlanmak işi.
yayımlanmak (nsz) Yayımlama işi yapılmak.
yayımlatma is. Yayımlatmak işi.
yayımlatmak (-i) Yayımlanmasına sebep olmak, yayımlanmasına imkân sağlamak: "Ama nerede yayımlatacaktın bunu? " -Y. Z. Ortaç.
yayın is. Basılıp satışa çıkarılan kitap, gazete gibi okunan veya radyo, televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen şey, neşriyat.
→ yayın dışı, yayınevi, yayın organı, canlı yayın, kablolu yayın, muzır yayın, naklen yayın, yerel yayın, zırhlı yayın, denemeyayını, radyo yayını, televizyon yayını
yayın balığı is. zool. Yayın balığıgi İlerden, başı büyük, ağzı geniş, derisi pulsuz, vücudu uzun, lezzetli, iri bir tür tatlı su balığı (Silurus glanis).
yayın balığıgiller ç. is. zool. Örnek hayvanı yayın balığı olan, Amerika, Afrika ve Asya'nın tatlı sularında yaşayan bir familya.
yayıncı is. Yayımcı.
→ masaüstü yayıncı
yayıncılık, -ğı is. Yayımcılık.
→ masaüstü yayıncılık
yayındırıcı is. fiz. Işığın yayınmasını sağlamak için ışık kaynağı önüne konulan türlü yapıda yüzeyler.
yayındırma is. fiz. Bir ışığı, pürüzlü bir yüzeyde yansıtma.
yayın dışı is. Normal yayımın yapıldığı zamanın dışında olan durum.
yayınevi is. Dergi, kitap vb.ni yayımlayan veya satan kuruluş.
yayınık, -ğı sf. fiz. Pürüzlü yüzeyde yansıyan (ışık).
yayınım is. fiz. Yayınma.
yaymispi is. (ya.yınispi:) Ar. yâ + nisbi dbl. Nispet eki.
yayınma is. fiz. Işığın, pürüzleri bulunan bir yüzeyin her noktasında yansıyarak pek çok doğrultuda yayılması olayı, yayınım.
yayın organı is. Kuruluşların bilgi ve düşüncelerini yayımlayan televizyon, radyo, dergi ve gazete.
yayıntı is. 1. Yayılmış, dağılmış şeyler, 2. fiz. içinde radyoaktif elementler bulunan bir kaptan yayılan gaz veya sıvı.
yayış is. Yayma işi veya biçimi: "Gazete ve kitabın az okunması yayış ve satış işinin bozuk olmasından ileri geliyor." -R. N. Güntekin.
yay kabzası is. Ok yaylarının elle tutulan, şişkince olan orta kısmı.
yay kolu is. Ok yaylarının esneyen uçlarının her iki yanı.
yayla is. (ya'yla) coğ. 1. Akarsularla derin bir biçimde yarılmış, parçalanmış, üzerinde düzlüklerin belirgin olarak bulunduğu, deniz yüzeyinden yüksek yeryüzü parçası, plato: "Geceleri yaylalar ayaz olur, adamı üşütür." -M. Ş. Esendal. 2. Dağlık, yüksek bölgelerde, kışın hayat şartları güç olduğu için boş bırakılan, yazın havası iyi ve serin olan, hayvan otlatma veya dinlenme yeri.
→ yayla çayırı, yayla çiçeği, yayla çorbası, yayla gülü, yayla havası, yayla kekiği, yayla salatası, yayla yavşanı
yaylacı is. Yaz mevsimini yaylada geçiren kimse.
yaylacılık, -ğı is. 1. Yaylaya çıkma durumu. 2. Koyun ve sığır sürülerinin yazın yaylaya çıkarılması işi.
yayla çayırı is. bot. Yaylalarda derin ve rutubetli toprağa sahip alanlarda gelişen doğal çayır.
yayla çiçeği is. bot. Ölmez çiçek.
yayla çorbası is. Yoğurt, un, yumurta sarısı, yağ vb. maddelerle pişirilen çorba.
yayla gülü is. bot. Ölmez çiçek.
yayla havası is. Yayla gibi yüksek yerlerin temiz havası.
yaylak, -ğı is. coğ. Otlak.
→ alçak yaylak, orta yaylak, ön yaylak, yüksek yaylak
yayla kekiği is. bot. Mercanköşk.
yaylakiye is. (yayla:kıye) T. yaylak Ar. -iyye tar. Sürü sahiplerinin yaylak sahiplerine verdikleri kira.
yaylama is. Yaylamak işi: "Başında da namlı namlı karın var / Seni yaylamanın zamanı dağlar." -Karacaoğlan.
yaylamak (nsz) hlk. Yazın yaylada oturmak, yaylaya çıkmak: Bu yıl nerede yayladılar? yaylandırma is. Yaylandırmak işi.
yaylandırmak (-i) 1. Yaylar aracılığıyla hareketliliğini sağlamak. 2. Altında yay varmış gibi esnetmek.
yaylanma is. Yaylanmak işi.
yaylanmak (nsz) 1. Yaylar üzerinde hareket etmek. 2. Bacakları dizden esneterek yay üzerindeymiş gibi sallanmak: "Bu sefer Ömer, bacaklarının üstünde yaylanarak dövüşe hazır, cevap vermiş." -M. Ş. Esendal. 3. argo Çekilip gitmek.
yayla salatası is. Karışık yeşil salata.
yayla yavşanı is. hlk. Tüylü dalak otu.
yaylı sf. 1. Yayı olan: "Tabakanın sert yaylı kapağını tak diye kapatıyor." -T. Buğra. 2. Ok ve yayla silahlanmış. 3. is. Üstü ve yanları kapalı, dört tekerlekli, altında yayları olan, atla çekilen bir tür binek arabası, yaylı araba: "Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla / Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. " -F. N. Çamlıbel.
→ yaylı araba, yaylı çalgılar, yayh sazlar, yaylı tambur, yaylı terazi
yaylı araba is. Yaylı: "Bir yaylı araba Süleyman Çavuş'un evi önünde durdu, abani sarıklı genç bir adam başını uzatıp etrafına bakındı."-M. Ş. Esendal.
yaylı çalgılar ç. is. Yaylı sazlar.
yaylım is. 1. Yayılma, dağılma işi: "Narayı müteakip müthiş bir küfür yaylımı, daha ardından feryat ve figan..." -S. M. Alus. 2. hlk. Yaylak, otlak.
→ yaylım ateş, yaylım ateşi
yaylım ateş is. 1. Birden çok ateşli silahın aynı zamanda ateş etmesi: "Dışarıdan, uzaktan birtakım silah sesleri, yaylım ateşler işitiyor, tir tir titriyordum."-R. H. Karay. 2. mec. Hep birlikte sözle veya yazıyla hücum etme.
yaylım ateşi is. Yaylım ateş: "Sofrada sana karşı epeyce şiddetli bir yaylım ateşinin açılışına şahit oldum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
yaylı sazlar ç. is. Keman, kemence, viyolonsel vb. yayla çalınan çalgılar, yaylı çalgılar.
yaylı tambur is. müz. Yayla çalınan bir tambur türü.
yaylı terazi is. Yay düzeni ile yapılmış tartı aleti.
yayma is. 1. Yaymak işi. 2. Yaymacının sattığı şeylerden oluşan sergi: Hırdavat yayması. '
yaymacı is. Pazarlarda veya sokaklarda sergi açıp ufak tefek ve hırdavat satan kimse: "Yaymacıların sokağa döktükleri semaver, ibrik, şamdan, havan eli..." -R. N. Güntekin.
yaymacılık, -ğı is. Yaymacının yaptığı iş.
yaymak (-i, -e) 1. Bir şeyi açarak, düzelterek bir alanı örtecek biçimde sermek: "Kardeşleri çardağın içine, dışına yatakları yayıyorlardı. " -N. Cumalı. 2. Birçok kimseye duyurmak: "Kıran Bey, çetesinin şöhretini her tarafa yaydı." -R. H. Karay. 3. Çevreye dağılmasına sebep olmak: Sıtmayı yayan sivrisineklerdir. 4. Sınırı genişletmek: Tozu yaymak. Lekeyi yaymak. 5. Koyun, inek vb.ni otlatmak. 6. Dağınık ve düzensiz bir biçimde saçmak, dağıtmak.
→ ısıyayar, sesyayar, sıcaklıkyayar
yayvan sf. Eni boyundan ye derinliğinden çok olan, basık ve geniş: "İki katlı yayvan bir evdi."-M. Ş.Esendal.
→ yayvan yayvan
yayvanlaşma is. Yayvanlaşmak işi.
yayvanlaşmak (nsz) Yayvan duruma gelmek: "Bütün şekiller büyüdü, yayvanlaştı." -S. F. Abasıyanık.
yayvanlık, -ğı is. Yayvan olma durumu: "Kayıklarında da geniş sofalı, geniş odalı yalılarının yayvanlığını ve sessizliğini duyardım." -A. Ş. Hisar.
yayvan yayvan zf. Yayarak, sesleri uzatarak.
yaz is. Kuzey yarım kürede 21 Haziran-23 Eylül tarihleri arasındaki zaman dilimi, ilkbaharla sonbahar arasındaki sıcak mevsim: "Çok sıcak bir yaz gecesiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. yaza çıkmak yaz mevsimine ulaşmak, yazı getirmek yazlık giysiler giymek.
→ yaz dönemi, yaz dönencesi, yaz helvası, yaz kış, yaz okulu, yaz saati, yaz sömestiri, yaz uykusu, yaz yağmuru, pastırma yazı
yazanak, -ğı is. Herhangi bir işte, bir konuda yapılan inceleme, araştırma sonucunu, düşünceleri veya tespit edilenleri bildiren yazı, rapor.
yazar is. 1. Yazma özelliği olan şey. 2. Bilim, edebiyat, sanat alanında kitap yazan kimse, müellif. 3. Özellikle gazete ve dergilerde herhangi bir konuda yazı yazan kimse, muharrir.
→ yazarçtzer, yazar hakkı, yazar kasa, başyazar, bilgiyazar, depremyazar, ivmeyazar, kesityazar, okuryazar, sesyazar, süreyazar, komedi yazarı, köşe yazarı, oyun yazarı, söz yazarı
yazarçizer sf. Yazarlıkla uğraşan (kimse).
yazar hakkı is. huk. Telif hakkı.
yazarımsı sf. Yazarı andıran, yazara benzeyen, yazar gibi.
yazar kasa is. Satılan mallan ve tutarlarını gösteren bir fiş veren, hesabı belleğinde tutan elektronik makine.
yazarlık, -ğı is. Yazar olma durumu veya yazarın mesleği, yazarlık etmek yazar olarak çalışmak, hayatını yazarlıkla sürdürmek: "Mülkiyede Osmanlı tarihi alanında hocalık, müdürlük, yazarlık etmiş." -R. E. Onaydın.
→ başyazarlık, okuryazarlık, köşe yazarlığı, oyun yazarlığı
yazboz tahtası is. esk. 1. Okullarda dışarı çıkan çocuğun dönüp dönmediğinin anlaşılması için girip çıkarken işaretlenen tahta. 2. Kara tahta, yazboz tahtasına çevirmek bir konuda art arda birbirini tutmayan kararlar almak: "Millete mal olmuş şehitlerin, büyük hizmet sahiplerinin saygınlığı ulu orta yazboz tahtasına çevrilemez." -H. Taner.
yazdırma is. Yazdırmak işi.
yazdırmak is. Yazma işini yaptırmak.
yaz dönemi is. Yaz mevsimine rastlayan zaman dilimi.
yaz dönencesi is. astr. ve coğ. Yengeç dönencesi.
yazgı is. Bütün olayları önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan doğaüstü güç, ezelî takdir, yazı, alın yazısı, hayat, kader, mukadderat, takdiriillahî: "Üçüncü dünya ülkelerinin yazgısına daha yakınlık duyuyor." -H. Taner.
yazgıcı is. Yazgıcılık yanlısı olan kimse, kaderci, fatalist.
yazgıcılık, -ğı is. feî. Her şeyin, alın yazısına göre önceden belirlenmiş olduğuna, insanın bu önceden belirlenmiş olan alın yazısını değiştiremeyeceğine inanan dünya görüşü, kadercilik, cebriye, fatalizm.
yazgısal sf. Kadere, mukadderata ait: "Yazgısal diye daha çok, insan iradesiyle değiştiremediğimiz talihsizliklere diyoruz." -H. Taner.
yaz helvası is. Genellikle yaz aylarında un, şeker ve ceviz ile yapılan bir tür helva.
yazı (I) is. 1. Düşüncenin belli işaretlerle tespit edilmesi, yazma işi: Türklerde yazının kullanılması eskidir. 2. Alfabe: Türk yazısı. Arap yazısı. Nota yazısı 3. Harfleri yazma biçimi: İnci gibi bir yazı. Okunaklı yazı. 4. Herhangi bir harf düzeninde biçim ve sanat bakımından özellik gösteren tür: Sülüs yazı. italik yazı. 5. Herhangi bir konuda yazılmış bilim, düşünce ve sanat ürünü: "İstiklal Harbi'nde millî duyguları aksettiren ümit ile dolu yazılarım hâlâ unutmadık." -O. S. Orhon. 6. Anlam, sanat veya biçim bakımından yazılan şey, makale: "İlk yazı denemelerim için gazete bulmaya çalışıyorum. " -F. R. Atay. 7. Metal paraların üzerinde değeri yazılan yüzü. 8. mec. Yazgı. yazının cahili olmak okuma yazması olmamak, bilgisiz olmak, yazıya dökmek herhangi bir konuyu yazı ile anlatmak, yazıya gelmemek yazı ile anlatılamamak. yazıyı çıkarmak (veya sökmek) okuyabilmek: "Benim yerinden dahi kımıldatmaya gücümün yetmediği Afrika seyahatnamesini yere indirtir, kendim de yere uzanır, gözlerim ağrıyıncaya kadar yazıları sökmeye çalışırdım. " -H. Taner.
→ yazı bilgisi, yazı bilimi, yazı boyu, yazı çevirimi, yazı dili, yazıhane, yazı hayatı, yazı işleri, yazı kadrosu, yazı kâğıdı, yazı karakteri, yazı kurulu, yazı makinesi, yazı masası, yazı tahtası, yazı takımı, yazı tura, yazı yaban, alt yazı, bacaklı yazı, başyazı, celiyazi-, çeviri yazı, düzyazı, eski yazı, güzel yazı sanatı, karayazı, resim yazı, runik yazı, saklı yazı, telyazı, yalama yazı, yatık yazı, yeni yazı, alın yazısı, çivi yazısı, duvar yazısı, el yazısı, fikir yazısı, gezi yazısı, güven yazısı, ithaf yazısı, köşe yazısı, siyakat yazısı, tanıtma yazısı, telyazısı, yüz yazısı
yazı (II) is. hlk. Düz yer, ova, kır.
→ yazı yaban
yazı bilgisi is. El yazısından, yazının karakter ve duygularını anlamayı amaç edinen İnceleme yöntemi, grafoloji.
yazı bilimci is. Yazı bilimi ile uğraşan kimse.
yazı bilimi is. El yazısından hareketle o kişinin karakterini ve kimliğini çıkarmayı amaç edinen bilim dalı, grafoloji.
yazıcı is. 1. Orduda yazı işleri ile uğraşan er veya erbaş. 2. sin. Bir filmin yazılarını hazırlayan, yazıcı cihazı kullanan kimse. 3. Yazar: "Bazı gazete ve mecmuaların yazıcılarına fazla para verdiğinden şikâyet ediliyor. " -O. V. Kanık. 4. Bilgisayarda hazırlanan metnin yazılı sayfa hâlinde dökümünü veren araç.
→ yazıcı cihazı, yazıcı kadın, rapor yazıcı
yazıcı cihazı is. sin. Bir filmin yazılarının film üzerine basılmasını sağlayan araç.
yazıcı kadın is. hlk. Gelinlerin yüzünü boyayıp süsleyen kadın.
yazıcılık, -ğı is. 1. Orduda yazıcının görevi. 2. hlk. Gelinlerin yüzünü boyayıp süsleme işi.
yazı çevirimi is. db. Bir yazının bir başka dile çevrilmesi veya aktarılması.
yazı dili is. db. Bir ülkede konuşulan ağızlardan birinin yazılı anlatımlar için kabul edilmiş biçimi, ölçünlü dil, standart dil.
yazıhane is. (yazıha:ne) T. yazı + Far. hâne 1. Yazı ve danışma işlerinin yürütüldüğü iş yeri, büro: "Yazıhaneye girdi, kâtiple camekânlı bölmede konuşuyor." -R, H. Karay. 2. Yazı masası: "Ufak bir odaydı burası, köhne iki maroken koltuk, birkaç tahta iskemle, iki ucuz yazıhane ile döşenmişti." -A. İlhan.
yazı hayatı is. Yazarlık süresi veya günleri.
yazı işleri is. 1. Bir daire veya kurumda yazışmaların yapıldığı bölüm. 2. Gazete veya dergilerde haberlerin, yazıların toplandığı bölüm: "Tanin yazı işleri odasında bir hayli bekledik." -F. R. Atay. 3. Bir gazete veya dergide yayımlanacak yazılan yazma ve düzenleme işi.
yazık, -ğı is. 1. Herkesi üzebilecek şey, günah. 2. ünl. Acınma, üzüntü anlatan bir söz: Yazık! Bu iş böyle mi olacaktı? 3. ünl. Kınama anlatan bir söz: Yazık sana! Böyle mi yapacaktın? yazık etmek (veya olmak) bir şey veya kimseye zarar vermek (verilmek): Kumaşa yazık etti. Çocuğa yazık ettiniz. Masrafa yazık oldu. Adama yazık oldu. yazıklar olsun üzüntü ve kınamanın çokluğunu anlatan bir söz: "Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey gamlı ülke!.." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ yazık günah
yazı kadrosu is. Gazete, dergi vb. bir yayında sürekli yazı yazanların tümü: Bu gazetenin yazı kadrosu geniştir.
yazı kâğıdı is. Yazıyı güzel gösteren, mürekkebi dağıtmayan kaliteli bir cins kâğıt.
yazı karakteri is. Bilgisayarda birbiriyle uyumlu büyüklüğe ve biçime sahip, belirli bir özelliği olan harfler dizisi.
yazık günah ünl. Büyük üzüntü ve kınama anlatan bir söz.
yazıklanma is. Yazıklanmak işi, esef, teessüf; "Yine de içimde önlenemez bir yazıklanma var." -A. Ağaoğlu.
yazıklanmak (-e) Üzülmek, acınmak, esef etmek, teessüf etmek.
yazıksız sf. Günahsız.
yazı kurulu is. Gazete, dergi vb. bir yayında basılacak yazıları seçen, yazı işlerini yürüten kimselerin oluşturduğu kurul.
yazıla is. esk Devlet dairelerinde yapılan müsveddenin düzeltilmesi yapıldıktan sonra yazılması için verilen "yazılsın" emri: "O, 'yazıla' işaretini koydu mu, mümeyyiz temize çeker." -R. H. Karay.
yazılı sf. 1. Yazılmış olan, muharrer, sözlü karşıtı: Yazılı bir kâğıt. 2. Üzerinde yazı bulunan, yazısı olan: Yazılı taş. 3. Alna yazılmış olduğuna inanılan, mukadder: "Herkes alnında ne yazılı ise onu görecek." -M. Ş. Esendal. 4. is. Yazılı sınav.
→ yazılı bildirim, yazılı emir, yazılı hani, yazılı hukuk, yazılı imtihan, yazılı kâğıdı, yazılı sınav, yazılı soru önergesi, yazılı yoklama, akyazılı, alt yazılı
yazılı bildirim is. Herhangi resmî bir işlemin, ilgili kişiye yazılı olarak bildirilmesi: "İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre yazılı bildirim tarihinden itibaren başlar." -Anayasa.
yazılı emir is. Kamu hizmeti ve görevlerinin yerine getirilmesi için üstün asta yazılı olarak verdiği veya daha önce sözlü olarak vermiş olduğu emrin yazıyla tekrarlanması.
yazılı hani is. zool. Hanigillerden, uzunluğu 20-30 cm olan, Akdeniz'de yaşayan, eti yenen bir balık (Serranus scriba).
yazılı hukuk is. huk. Yasama organı tarafından kabul edilen ve yayımlanan hukuk.
yazılı imtihan is. Yazılı sınav.
yazılı kâğıdı is. Yazılı sınavda kullanılan ve cevapların yazıldığı kâğıt.
yazılım is. Bir bilgisayarda donanıma hayat veren ve bilgi işlemde kullanılan programlar, yordamlar, programlama dilleri ve belgelemelerin tümü: Yazılım mühendisleri.
→ yazılım dizgesi, yazılım paketi, yazılım sistemi
yazılım dizgesi is. Yazılım sistemi.
yazılım paketi is. Genel iş uygulamalarına yönelik olarak tasarlanıp hazırlanan yazılım.
yazılım sistemi is. Bir bilgisayar sisteminde denetim İşlerini gerçekleştirmek amacıyla geliştirilen yazılım.
yazılı sınav is. Öğrencilerin ve değişik kurumlara alınacak kişilerin bilgi ve becerilerini yazılı olarak ölçmeyi amaçlayan sınav, yazılı yoklama, yazılı imtihan.
yazılı soru önergesi is. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yazılı olarak cevaplandırılması İstenen soru.
yazılış is. Yazılma işi veya biçimi.
yazılı yoklama is. Yazılı sınav.
yazılma is. Yazılmak işi.
yazılmak (nsz) 1. Yazma işi yapılmak: Mektup yazıldı. Onun alnına öyle yazılmış. 2. (-e) Kendini bir yere yazdırmak, kaydolmak: "İlk limanda gemici yazıldım." -Halikarnas Balıkçısı. 3. (-e) mec. Birine tutulmak, sevmek.
yazım is. dbl. Bir dilin belli kurallarla yazıya geçirilmesi, imla.
→ yazım yanlışı, sesçil yazım
yazı makinesi is. Tuşlara parmakla vurulduğunda harflerin boyalı bir şerit yardımıyla kâğıt üzerine çıkması temeline dayanan, mekanik veya elektrikle çalışan türleri bulunan makine, daktilo, daktilo makinesi: "Yazı makinesi harflerin imzası gibi bir şeydir." -S. F. Abasıyanık.
yazı masası is. 1. Üzerinde yazı yazılan, genellikle çekmeceli masa: "Götürür, yazı masamın, geceleri de yatağımın baş ucuna koyardım." -H. Taner. 2. Alt dolapsız, bir veya iki alt dolaplı, genellikle oturarak ve elle yapılan büro işlerinde kullanılan mobilya.
yazımcı is. Yazı yazma işlerini yapan kimse.
yazım yanlışı is. Yazıda yapılan yanlış, imla yanlışı.
yazın (I) zf. (ya'zın) Yaz mevsiminde, yaz aylarında: "Yazın taşa, kışın yaşa oturma." -Atasözü.
yazın (II) is. Edebiyat.
→ yazın bilimi, yazın dili, yazın eri, yazın tarihi, gökçe yazın
yazın bilimci is. Edebiyat bilimi uzmanı.
yazın bilimi is. Edebiyatla uğraşan bilim dalı, edebiyat bilimi.
yazıncı is. Yazın ile uğraşan, İlgilenen kimse, edebiyatçı.
yazıncılık, -ğı is. Edebiyatçılık.
yazın dili is. Edebiyat dili. yazın eri is. Edebiyatçı.
yazınsal sf. Edebî. yazın tarihi is. Edebiyat tarihi.
Yazır öz. is. (ar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
yazış is. 1. Yazma işi veya biçimi. 2. Kaleme alma, yazıya dökme.
yazışma is. 1. Yazışmak işi. 2. Bir konuda karşılıklı yazı yazma, haberleşme, muhabere.
yazışmak (nsz, -le) Karşılıklı yazılı olarak haberleşmek.
yazıt is. 1. Bir kimse veya bir olayın anısını yaşatmak için bir şey üzerine kazılan yazı, kitabe: Orhon yazıtları. 2. mim. Çevresi kabartma silmeli, içinde yazı olan taş.
→ yazıt bilimi
yazı tahtası is. Okullarda üzerine yazı yazılan, genellikle kara tahta.
yazı takımı is. Yazı yazmakta kullanılan bütün araç gereç; "Bir yerde gözüne oyma bir yazı takımı mı ilişti, hemen yaklaşıp tahtasını muayene edecek," -H. Taner.
yazıt bilimci is. Yazıt bilimi ile uğraşan kimse.
yazıt bilimi is. Konusu, yazıtları incelemek olan tarihe yardımcı bilim, epigrafi.
yazı tura is. Havaya atılan bir metal paranın, düştüğünde üstte kalacak tarafını önceden bilmeye dayanan şans oyunu, yazı tura atmak bir oyunda ilk başlayacak olanı tespit etmek amacıyla veya girişilen bir iddiada kazananı belirlemek için metal parayı havaya döndürerek atmak ve yere düştüğünde hangi yüzün üste geldiğine bakarak karar vermek,
yazı yaban is. Ova, kır: "Yaz gelince yazı yaban yurt olur /Ak sürüye kara koyun kurt olur." -Halk türküsü.
yaz kış zf. Bütün yıl boyunca: "Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz kış hayat devam ediyordu.” -Ö.Seyfettin.
yazlama is. Yazlamak işi.
yazlamak (nsz) 1. Yazı bir yerde geçirmek. 2. hlk. Bahar gelmek,
yazlık, -ğı is. 1. Yazın oturulan yer: "Onun yazlığı Bakırköy'deki köşkü idi." -Y. Z. Ortaç. 2. Bir buğday cinsi: "Yazlık eken her sene aç kalır, güzlük eken on senede bir aç kalır." -Atasözü. 3. sf. Yazın kullanılan (giyecek, ev vb.): Yazlık ev. yazlığa çıkmak yazı geçirecek bir yere gitmek: "Bu sene yazlığa çıkmışlar, Boyacıköyü'ndeki yeni yalıya taşınmışlar." -S. M. Alus.
yazlıkçı is. Tatillerini yazlıklarda geçiren kimse: Yağmurlu hava dolayısıyla yazlıkçılar üzgün, üretici sevinçli.
yazlıkçılık, -ğı is. Yazlıkçı olma durumu.
yazlı kışlı zf. Bütün yıl boyunca: Onlar yazlı kışlı orada otururlar.
yazma is. 1. Yazmak işi, tahrir. 2. Bohça, yemeni, başörtü, yorgan vb. şeyler yapmakta kullanılan, üstüne boya ve fırça ile veya tahta kalıplarla desen yapılmış bez. 3. sf. Bu bezden yapılmış: "Sırtında siyah bir yeldirme, başında yazma bir baş örtüsü, çenesinin yanında ilmikli." -H, E. Adıvar, 4. Basım tekniğinin gelişmediği dönemlerde elle yazılmış kitap. 5. hlk. Kaba kulak hastalığı.
→ yazma eser, yazma yitimi, okuma yazma, elyazması
yazmacı is. 1. Yemeni, yorgan yüzü vb. şeylere elle veya tahta kalıplarla desen yapan kimse: "İki yazmacı, kenarda kayaların üstünde yazmalarını sermiş, kurutuyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. Yazma satan kimse.
yazmacılık, -ğı is. Yazmacının işi.
yazma eser is. Basım tekniğinin gelişmediği dönemlerde, elle yazılmış eser.
yazmak, -ar (I) (-i) 1. Söz ve düşünceyi özel işaret veya harflerle anlatmak: "Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyorum. " -ö. Seyfettin. 2. Yazı ile anlatmak, yazıya dökmek: Adresini bilmiyorum ki yazayım. 3. (-de) Yazar olarak görev yapmak. 4. Yazı ile bildirmek, haber vermek: "Mağlubiyet Almanya'yı karıştırmış, gazeteler yazıyor." -A. İlhan. 5. Bir bilim veya edebiyat eseri oluşturmak. 6. Sayaç vb. sayılarla niceliği belirtmek. 7. Kaydetmek: Çocuğu okula yazdılar. 8. Bir göreve almak: Ö delikanlıyı polis yazmışlar. 9. mec. İnsanın geleceğini belirlemek: Yazan böyle yazmış. 10. hlk. Gelinin yüzünü süslemek: "Kalem alıp kaşın gözün yazmalı." -Halk türküsü. 11. hlk. Yaymak, sermek, yazıp çizmek yazmak.
→ yazarçizer, düşeyazmak, öley azmak
yazmak, -ar (II) (yar) Kök veya gövdeleri sonuna -a (-e) eki almış fiillere gelerek yaklaşma bildiren birleşik fiiller oluşturur: Düşeyazmak, öleyazmak.
yazman is. 1. Özel veya kamu kuruluşlarında haberleşmeyi sağlayan, yazışma yapabilen görevli, kâtip, sekreter. 2. Özel veya kamu kuruluşlarında yazışmalardan sorumlu kimse, sekreter.
→ başyazman, genel yazıttan
yazmanlık, -ğı is. 1. Yazmanın görevi. 2. Yazmanın makamı, kâtiplik, sekreterlik.
→ başyazmanlık, genel yazmanlık
yazma yitimi is. psikol. Ellerinde, parmaklarında hiçbir sakatlık olmamasına karşm ruhsal sebeplerle yazma melekesini yitirme, agrafi.
yaz okulu is. Çocuk ve gençlerin belirli spor etkinliklerinde eğitilmelerinin ve iyi vakit geçirmelerinin sağlandığı yer.
yaz saati is. Bazı ülkelerde, günlerin daha uzun olduğu yaz mevsiminde, saatleri bir veya İki saat ileri alarak elde edilen saat düzeni.
yaz sömestiri is. eğt. Eğitim ve öğretim kurumlarında ikinci yarıyıl.
yaz uykusu is. Öğle saatlerinde uyunan uyku.
yaz yağmuru is. Ani yağan ve çabuk geçen yağmur.
Yb kim. İterbiyum elementinin simgesi.