ve

ve (I) Türk alfabesinin yirmi yedinci harfinin adı, okunuşu.

ve (II) bağ. Ar. ve İki kelime veya İki cümle arasına girerek aralarında bir bağ olduğunu anlatan bir söz: "Galiba bir vehme kapılıyorum ve galiba bir hastalık beynimi kemiriyor. " -A. Gündüz.

ve benzerleri, ve devamı, vesait, vesaire, veya, veyahut

veba is. (veba:) Ar. veba'tıp 1. Hasta farelerden İnsana geçen bir mikrobun oluşturduğu bulaşıcı, öldürücü bir hastalık. 2. zool. Bazı hayvan hastalıkları: Sığır vebası. Domuz vebası.

sığır vebası

vebal, -li is. (veba.i) Ar. vebal Günah: Bu işin vebali vardır, vebal altında kalmak manevi sorumluluk yüklenmek: "Başım alıp kaçar da bir belaya uğrarsa vebal altında kalırsın." -R. N. Güntekin. vebali boynuna olmak bir işin günahım yüklenmek.

vebalı sf. Vebaya yakalanmış olan.

ve benzerleri ç. is. Arka arkaya sıralanan benzerleri, ilk akla geliverenleri ifade eden bir söz.

veca is. (veca:) Ar. veca' esk. Ağrı: "Veca ansızın bastırır."-O. V. Kanık.

vecibe is. (veci:be) Ar. vecibe esk. Ödev, boyun borcu.

vecih, -çhi is. Ar. vech 1. Yüz, çehre. 2. Yol, tarz: "Saçlarını âdeti veçhile parmaklarıyla taradı."-S,. F. Abasıyanık.

veçhişebeh

veciz sf (veci:z) Ar. veciz Kısa ve etkili (söz): "Bu bahsi çok veciz ve çok hazin bir ifadeyle anlatan..." -Y. K. Beyatlı.

vecize is. (veci:ze) Ar. vecize Özdeyiş: "Daima birtakım vecizeler zikreden eniştemiz yemeğe dair de böyle şeyler söyler." -A. Ş. Hisar.

vect, -cdi is. Ar. vecd esk. Sevgi veya heyecandan doğan coşkunluk, kendinden geçme, esrime, vecde gelmek kendinden geçecek kadar coşmak, bir şey karşısında sonsuz heyecan duymak, esrimek: "Giydir hırkayı, fesi, Rufai tekkesinde zikrederken vecde gelen bir dervişin hayaleti olabilir." -H. E. Adıvar. vecde kapılmak coşmak, kendinden geçmek: "Eski konakların mutfağını anlatırken bir tapınağı tasvir eder gibi vecde kapılır." -H. Taner.

veçhe is. Ar. veçhe esk. Yön.

veçhişebeh is. Ar. vech + şebeh Benzetme yönü.

veda is. (veda:) Ar. vida' Ayrılırken birbirine selam ve esenlik dileme: "Zaten ayrılması sırasında elimi sıkışı, yüzüme bakışı, acelesi ve tuhaflığı bir veclaya benziyordu." -R. H. Karay, veda etmek 1) vedalaşmak, esenleşmek: "Arkadaşlarına veda edip ayrıldı." -H. Taner. 2) mec. sevilen bir şeyle olan ilgisini kesmek: "Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin / En son koşumuzdur bu, asırlarca bilinsin."-Y. K. Beyatlı.

vedalaşma is. Vedalaşmak işi.

vedalaşmak (nsz, -e) Ayrılırken birbirine esenlik dilemek, esenleşmek: "Sahnedekilerle vedalaşarak gitmek üzere idim." -H. F. Ozansoy.

ve devamı is. "Devamı var, devam eden" anlamlarında kullanılan bir söz.

vedia is. (vedi:a) Ar. vedı'a esk. 1. Saklanılması, korunması için birine veya bir yere bırakılan eşya, inam, emanet: Vatan sana vediadır. 2. huk. Kendine korunması, saklanması için eşya verilen kimsenin durumunu gösteren sözleşme.

vefa is. (vefa:) Ar. vefa' Sevgiyi sürdürme, sevgi bağlılığı: "Biz, mağlup olduğumuz için sizden cesur görünüyoruz ve vefamız daha sağlamlaşıyor." -A. Gündüz.

vefakâr sf. (vefa:ka:r) Ar. vefa + Far. -kâr Vefası olan, sevgisi geçici olmayan, hakikatli, vefalı: "... iftihar duyarak sadık ve vefakâr bir ömür sürmektedir." -R. H. Karay.

vefakârlık, -ğı is. Vefalı olma durumu: "İnce birtakım vefakârlıklar uğruna çürüttüğümüzü gördüğümüz bir ömrün akşamında..." -A. Ş. Hisar.

vefalı sf. Vefakâr: "Hatırda kalan şey değişmez zamanla / Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla." -A. M. Dranas.

vefasız sf. Vefası olmayan, sevgisi çabuk geçen, hakikatsiz: "Yıllar yârlerden, yârler yıllardan vefasız." -Y. K. Karaosmanoğlu.

vefasızlık, -ğı is. Vefasız olma durumu, hakikatsizlik: "... boynunu bükmüş, vefasızlığıma için için ağlıyordu." -H. F. Ozansoy.

vefat is. (vefa:t) Ar. vefat Ölüm: "Merkez, kadının dosyasına vefat kaydını geçirdi." -R. H. Karay, vefat etmek ölmek.

vefat ilmühaberi

vefat ilmühaberi is. Ölüm kâğıdı.

vehim, -hmi is. Ar. vehm esk. Kuruntu: "Onlar bu vehimle ellerinden gelse / Rüyalara sansür koyacaklar bir gün." -A. N. Asya. vehme kapılmak (veya düşmek) yersiz korkuya, yanlış düşünceye kapılmak: "Göreceksiniz işin sonu, bize vehme kapıldığımızı anlatacak." -R. H. Karay. "Etrafımda bütün sisleri ve kokularıyla onu görür gibi bir vehme düşerim." -R. N. Güntekin.

vehmetmek

vehimli sf. Vehim içinde olan, vehme kapılan: "Çiler'de yalnız kalmaktan korkanların vehimli hâli vardı." -A. Gündüz.

vehleten zf. (ve'hleten) Ar. vehleten esk. 1. İlk anda. 2. Ansızın.

vehmetme is. Vehmetmek işi.

vehmetmek, -der (-i) Ar. vehm + T. etmek Yersiz korkuya, kuşkuya düşmek, kuruntuya kapılmak, evhamlanmak: "Kollarını ... çaprazvari bağlamış, beyaz ve biraz büyücek elleri, futbolla gittikçe büyür vehmettiği pazılarım yokluyor gibi." -Ö. Seyfettin.

vejetalin is. Fr. vegetaline Bazı bitkilerden çıkarılan ve sadeyağ yerine kullanılan katı yağ.

vejetalizm is. Fr. vegetalisme Yalnız bitkisel gıda maddelerine yer veren beslenme rejimi.

vejetarizm is. Fr. vegetarisme Sağlığı koruma veya tedavi amacıyla yapılan, süt, tereyağı, yumurta, bal .vb. hayvansal gıda maddelerinin de yer aldığı beslenme rejimi.

vejetaryen is. Fr. vegetarien Etyemez.

vejetaryenlik, -ği is. Etyemezlik.

vejetasyon is, Fr. vegetation tıp 1, Ur, tümör. 2. bot. Bitki örtüsü.

vekâlet is, (vekâüet) Ar. vekâlet 1, Vekillik: "İtimat edilir, kanundan, hukuktan anlar birisine umumi vekâlet vereceğim." -A. Gündüz. 2. esk. Bakanlık: "Her vekâlet ya iki odadır ya üç; her odada ya beş gaz sandığından masa vardır ya on..." -A. Gündüz. vekâlet etmek birinin yerine bakmak, görevini üstlenmek.

vekâletname, vekâlet ücreti, başvekâlet, adliye vekâleti

vekâleten zf. (vekâı'leten) Ar. vekâleten Vekil olarak, asaleten karşıtı: Vekâleten atamak,

vekâleten atama, vekâleten atanma

vekâleten atama is. huk. Geçici olarak görevlendirmek.

vekâleten atanma is. Geçici olarak görevlendirilmek.

vekâletname is. (vekâ:letna:me) Ar. vekâlet + Far. nâme huk. Bir kimsenin vekil olduğunu bildiren noterlikçe onaylanmış belge.

vekâlet ücreti is. huk. Vekâletname çıkarılırken ödenen ücret.

vekil is. (vekili) Ar. vekil 1. Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse. 2. Milletvekili. 3. esk. Bakan: "Hanın avlusundan sokağa vekil ve sefir otomobillerine taş çıkartacak bir lüks otomobil yürüdü." -R. N. Güntekin.

vekilharç, vekil vükela, başkan vekili, dava vekili, icra vekili, milletvekili

vekilharç, -cı is. Ar. vekil + hare esk. Bir konağın alışverişini yapmakla görevli kimse, kesedar.

vekilharçlık, -ğı is. 1. Vekilharç olma durumu. 2. Vekilharç makamı: "Şuparayı al da, ben vekilharçlıktan isterim." -A. Ş. Hisar.

vekillik, -ği is. 1. Vekil olma durumu, asalet karşıtı, 2. Birinin yerine iş görme yetkisi, naiplik: "1916 sonlarında Mustafa Kemal ikinci ordu komutan vekilliğine atanmıştır." -F. R. Atay. 3. Bakanlık: "Hükümetten ne mebusluk ne de vekillik isteği var." -H. Taner. vekillik etmek birinin yerine bakmak, görevini üstlenmek.

başvekillik, dava vekilliği, milletvekilliği

vekil vükela ç. is, İleri gelenler.

veksilloji is. İng. vexillology Bayrak bilimi.

vektör is. Fr. vecteur mat. 1. Doğrultusu, yönü, uzunluğu belirli olan ve bir ok işaretiyle gösterilen doğru çizgi, 2. fiz. Büyüklüğü ile yönü olan nicelik.

veladet is. (velâ'.det) Ar. velâdet esk. Doğum, doğma, doğuş.

velayet is. (velâ;yet) Ar. velayet esk. 1. Velilik. 2. Otorite. 3. Yetke.

velayetname

velayetname is. (velâ:yetna;me) Ar. velayet + Far. nâme Tarikat ileri gelenlerinin hayatlarını ve menkıbelerini anlatan kitap.

veledizina is. Ar. veled + zina kaba Piç.

velense is. (vele'nse) Isp. Yüzü uzun tüylü, kalın ve ağır battaniye: "Köşedeki divana oturmuş, üstüne kırmızı bir velense örttüğü ayaklarını karşısındaki koltuğa dayamıştı." -Ö. Seyfettin.

velespit is, Fr. velocipede esk. Bisiklet,

velet, -di is. Ar. veled esk. 1. Oğul, çocuk. 2. ünl. Çocukları paylarken kullanılan bir söz.

veledizina

velev bağ. Ar. velev İster, isterse, olsa da, kaldı ki, hatta: "Tanıdıklarından, velev ki çoktan beri görmeyerek unuttuklarına bile rast gelir gelmez hemen..." -A. Ş. Hisar.

velhasıl zf. (ve'lhaısıl) Ar. ve' + hâşil Kısacası; "Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde." -Y. K. Beyatlı.

velhasılıkelam

velhasılıkelam zf (velha:sı'lıkelâm) Ar. ve + hâşil + kelâm Kısacası.

veli is. (veli:) Ar. veli 1. Bir çocuğun her türlü durum ve davranışlarından sorumlu olan kimse. 2. Ermiş, eren, evliya: "Anadolu'da, hele Rumeli'de her yol üstünde, her tepede görülen türbelerde yatan veliler..." -Y. K. Beyatlı.

veliaht, velinimet, veliyullah

veliaht, -di is. (veli:aht) Ar. veli + ' ahd Bir hükümdarın ölümünden veya tahttan çekilmesinden sonra tahta geçmeye aday olan kimse.

veliahtlık, -ğı is. Veliaht olma durumu.

velilik, -ği is. Veli olma durumu, velinin görev ve ödevi, velayet.

velinimet is. (veli:ni:met) Ar. veli + ni'met Birine, etkisi yaşadıkça sürecek bir iyilik ve bağışta bulunan kimse: "Velinimetlerinin bulunmadığı her mecliste kimseye söz bırakmayarak hep kendi konuşuyor." -R. H. Karay.

veliyullah is. Ar. veliyullah Veli.

velur is. (velûr) Fr. velours Kadife.

velut, -du sf. (velû:t) Ar. velüd esk. 1. Doğurgan. 2. mec. Çok eser ortaya koyan, verimli: Velut bir yazar.

velvele is. Ar. velvele Gereksiz telaş, gürültü ve heyecan: "Çoktan böyle gürültü, kalabalık görmemiş, böyle velvele duymamıştı." -M. Ş. Esendal. velvele kopmak büyük gürültü çıkmak: "Kıyamet kopar gibi bir velvele koptu, bütün ordu surların üstüne atıldı. " -Y. K. Beyatlı. velveleye vermek gereksiz telaşa ve heyecana düşürmek: "Susun, ortalığı velveleye vermeyin! Ne bağrışıyorsunuz?" -S. F. Abasıyanık.

velveleci is. Gürültü, patırtı eden kimse.

vena is. Lat. Toplardamar.

Venezuelalı sf. Venezuela halkından olan.

Venüs öz. is. (ve'nüs) Fr. Venüs astr. Çoban Yıldızı.

venüsçarığı is. bot. Salepgillerden, esmer kırmızımtırak renkte olan, çiçekleri çarığa benzeyen, güzel bir süs bitkisi (Ceypripedium calceolus).

veranda is. (vera'nda) Fr. veranda 1, Camlı taraça: "... içeriye doğru veranda şeklinde bir girinti yapıp salonun cumba köşesine dayanır." -H. F. Ozansoy. 2. Üstü kapalı ve çevresi camlı balkon.

veraset is. (vera.set) Ar. veraset biy. 1. Kalıtım. 2. huk. Mirasta hak sahibi olma: "Hatta türedi ortaklar da çıkacak, veraset bile düzülecek, soy sop iddialarına girilecekti." -T. Buğra.

veraset ilamı, veraset ve intikal vergisi

veraset ilamı is. huk. Bir kimsenin, bir miras bırakanın mirasçısı olduğunu gösteren ve mahkemeden alınan resmî belge.

veraset ve intikal vergisi is. huk. Ölenin vârislerine kalan mal ve paradan alınan vergi.

verdi is. fiz. Bir borudan bir saniyede geçen suyun veya bir iletken telden bir saniyede geçen elektriğin miktarı.

verdirme is. Verdirmek işi.

verdirmek (-i, -e) Verme işini yaptırmak, vermesini sağlamak.

vere is. SI. tar. Bir kalenin veya tahkim edilmiş bir yerin teslimi.

verecek, -ği is. Birine verilmesi gereken para, borç, alacak karşıtı.

alacak verecek

verecekli sf. 1. Birine vereceği olan, borçlu, alacaklı karşıtı. 2. mec. Birinden para yönünden veya iyilik vb. yardımlar görerek borçlanan (kimse), medyun.

verem is. Ar. verem 1. tıp Herhangi bir organa ve en çok akciğerlere yerleşen Koh basilinin yol açtığı ateşli ve bulaşıcı bir hastalık, tüberküloz: "Annemin, genç yaşta veremden ölen rahmetli amcasını görmedim." -Y. Z. Ortaç. 2. sf. Bu hastalığa tutulmuş, veremli: Verem bir kadının duyguları, verem olmak 1) verem hastalığına yakalanmak; 2) mec. sabırsızca davranmak.

kemik veremi

veremli sf. Vereme tutulmuş, müteverrim; "... bu gıdasızlık sürüp giderse çok veremli göreceğiz." -S. F. Abasıyanık.

verese ç. is. Ar. verese esk. Mirasçılar.

veresiye zf. 1. Karşılığı sonra Ödenmek üzere, peşin karşıtı. 2. mec. Özensiz, gönülsüz, Önem vermeden: Çok veresiye iş görüyor. veresiye almak malı parasını daha sonra vermek şartıyla almak: "Bunların içinde Nihat'a istediği kadar veresiye alabileceğini söyleyenler de var." -P. Safa. veresiye vermek malı parasını daha sonra almak şartıyla vermek: "Mütemadiyen veresiye veriyor ve müşteriler ay başında borç ödeyeceklerine Tevfık'e dert yanıyorlar." -H. E. Adıvar.

veresiyeci is. Veresiye iş gören kimse.

veresiyecilik, -ği is. Veresiye iş görme.

verev sf. Bir köşeden karşı köşeye doğru kesilmiş, katlanmış veya konulmuş olan: Verev etek.

verevine zf. Verev biçimi verilerek: "İpek mavi yorgan, düzgün bir biçimde verevine katlanmış, yarı yarıya açık duruyordu." -E. Bener.

vergi is. 1. Kamu hizmetlerine harcanmak için hükümetin, yerel yönetimlerin yasalara göre doğrudan doğruya veya bazı malların fiyatlarının üstüne koyarak dolaylı yoldan herkesten topladığı para: "Önce vergiyi kolay tahsil etmenin vesilesini hazırlasınlar." -B. Felek. 2. Bir kimsenin doğuştan sahip olduğu iyi nitelik: "Ne de olsa sapasağlam bir kır çocuğuydum o sıralar, şehirlilere vergi incelikleri öğrenmemiş, bozulmamıştım. " -A. İlhan, vergi kaçırmak bildirimde bulunmamak veya eksik bildirim sonucu Ödemesi gereken vergiyi ödememek, (birine) vergi olmak yapabilme gücüne sahip bulunmak: "Güzeli hiç zorlamadan ortaya koyabilmek herhalde amatörlere vergi olsa gerek." -B. R. Eyuboğlu. vergiye bağlamak 1) bir kimse veya şeyden vergi almak; 2) bir yerden, bir kimseden yasal olmayan yollardan para almak, haraç almak.

vergi bağışıklığı, vergi beyannamesi, vergi dairesi, vergi dilimi, vergi iadesi, vergi kaçağı, vergi kaçakçısı, vergi matrahı, vergi muafiyeti, vergi mükellefi, vergi rekortmeni, vergi yükümlüsü, dolaylı vergi, dolaysız vergi, müterakki vergi, nakdî vergi, vasıtalı vergi, vasıtasız vergi, Allah vergisi, çevre temizlik vergisi, çöp vergisi, damga vergisi, emlak vergisi, gelir vergisi, katma değer vergisi, sayım vergisi, Tanrı vergisi, tanzifat vergisi, tenvirat tanzifat vergisi, veraset ve intikal vergisi

vergi bağışıklığı is. Verginin oturmuşluğu.

vergi beyannamesi is. huk. Vergi mükellefinin bir vergi döneminde sağladığı kazancı bildirir belge.

vergici is. hlk. Tahsildar.

vergicilik, -ği is. Vergi tahsil etme işi.

vergi dairesi is. huk. Vergi mükelleflerini tespit eden, vergiyi denetleyen ve toplayan resmî daire.

vergi dilimi is. Verginin tahakkuk ettirileceği ücret karşılığı.

vergi iadesi is. 1. Mükellefin yaptığı ihracattan geri alınan vergi İndirimi. 2. Memurların, işçilerin ve emeklilerin belirli süreler sonunda kurumlarına sundukları fış ve makbuzlar üzerinden kendilerine geri verilen bir miktar para.

vergi kaçağı is. Bildirimde bulunmama veya eksik bildirim sonucu ortaya çıkan vergi geliri kaybı.

vergi kaçakçılığı is. Vergi kaçırma işi.

vergi kaçakçısı is. Vergi kaçıran kimse.

vergileme is. Vergilemek işi.

vergilemek (nsz) Vergi koymak.

vergilendirilme is. Vergilendirilmek işi.

vergilendirilmek (nsz) Vergilendirme işi yapılmak.

vergilendirme is. Vergilendirmek işi.

vergilendirmek (-i) Bir kimseyi veya bir şeyi vergiye bağlamak.

vergili sf. 1. Vergisi olan, vergi ödenen: "İşte niyetim o vergili, kırağılı, o tohumu çürüklü topraktan çok denizle uğraşmak." -S. F. Abasıyanık. 2. Verimli: "Çok vergili bir kalemi vardı." -Y. Z. Ortaç. 3. hlk. Hayırsever; "Osman Efendi vergili adamdır, kaç tane fukarası var." -E. E. Talu.

vergi matrahı is. Bir vergi döneminde verginin alınacağı meblağ.

vergi muafiyeti is. Vergi verme dışında bırakılma.

vergi mükellefi is. Vergi yükümlüsü.

vergi rekortmeni is. Bir yılın sonunda en çok vergi veren kimse.

vergisiz sf. Vergisi olmayan, vergi ödenmeyen.

vergi yükümlüsü is. Vergi vermekle yükümlü gerçek veya tüzel kişi.

veri is. 1. Bir araştırmanın, bir tartışmanın, bir muhakemenin temeli olan ana öge, muta, done: İstatistik veriler. 2. Bir sanat eserine veya bir edebî esere temel olan ana ilkeler: Bir romanın verileri. 3. mat. Bir problemde bilinen, belirtilmiş anlatımlardan bilinmeyeni bulmaya yarayan şey. 4. bl. Olgu, kavram veya komutların, iletişim, yorum ve işlem için elverişli biçimli gösterimi.

veri bankası, veri dosyası, veri işlem, veri ortamı, veri tabam, veri toplama, özveri

veri bankası is. Verilerin oluşturulduğu veya bir araya toplandığı yer.

verici is. 1. Veren, verme yanhsı kimse: "Cahilden kral olur, ama tarihe vesika verici olmaz." -A. Gündüz. 2. Çıkar gözetmeksizin her türlü yardımı yapan, esirgemeyen kimse. 3.fîz. Elektromanyetik dalgalar yardımıyla işaret, ses ve görüntü iletmeye yarayan cihazların genel adı: "Anten olursa verici istasyonları da kurulabilir." -F. R. Atay. 4. tıp Başkasına aktarılmak üzere kan, doku veya organ veren kimse.

alıcı verici, televizyon verici istasyonu

vericilik, -ği is. Verici olma durumu.

veri dosyası is. Verilerin sistemli bir biçimde toplandığı belgeler bütünü.

veri işlem is. Bilgi işlem.

verile emri is. Devlet dairelerinde, ödemenin yapılabilmesi için yetkilinin verdiği izin yazısı.

veriliş is. Verilme işi veya biçimi.

verilme is. Verilmek işi.

verilmek (-e) Verme işine konu olmak: "Geç vakit suarenin verileceği büyük konağa gittik." -F. R. Atay. verilmiş sadakası olmak büyük bir tehlike veya kaza atlatıldığında söylenen bir söz: "Hiç böyle okkalı enayilik elliğin yoktu. Ne oldu sana? Gene verilmiş sadakan varmış." -M. Ş. Esendal.

verim is. 1. Çalıştırılan, işletilen, bakılan bir şeyin verdiği sonuç veya bu sonucun niceliği, mahsul, randıman: İşçilerin verimi. Makinenin verimi. Ağacın verimi. 2. Ortaya çıkan, istenilen, beklenilen sonuç, semere: "Nil, kendisini hayalinin eşsiz verimine kaptırmış, neler düşünüyor, ne tablolar çiziyor, ne oyunlar ve ne yalanlar hazırlıyor." -R. H. Karay, verim düşürmek verimli olmaya engel olmak: "Siyasi amaçlı... işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz" -Anayasa.

yem verimi

verimkâr sf. T. verim + Far. -kâr hlk. Vermeye yatkın, verme eğiliminde olan, gönüllü (kimse): "Camiden çıktıktan sonra, İrfan'ın dükkânında da bir iki defa ağzım aradım. Ama benim anladığım, verimkâr değil Zeynep'in babası." -O. Kemal.

verimli sf. 1. Verimi iyi ve bol olan, bitek, randımanlı, mahsuldar, mümbit, müsmir: Verimli toprak. 2. Kendisinden beklenen sonucu veren, semereli: "Eğer bu beğeniş ve güven gerçek bilgi ve ihtisasa dayansaydı şüphesiz daha sağlam, daha verimli olurdu." -R. H. Karay. 3. Çok yazan, velut: "Sonra, sahiden verimli bir de kalemi var!" -Y. Z. Ortaç.

verimlilik, -ği is. Verimli olma durumu.

verimsiz sf. Verimi olmayan veya az olan, yetersiz: Çok verimsiz bir çalışma.

verimsizleşme is. Verimsizleşmek işî veya durumu.

verimsizleşmek (nsz) Verimsiz duruma gelmek.

verimsizleştirme is. Verimsizleştirmek durumu.

verimsizleştirmek (-i) Verimsiz duruma getirmek.

verimsizlik, -ği is. Verimsiz olma durumu.

verinti is. Bir dilden başka bir dile verilen söz.

veri ortamı is. Verilerin bir araya getirildiği yer veya durum.

veriş is. 1. Verme işî veya biçimi. 2. Alışveriş.

alışveriş, alışveriş sigortası, pazarlıklı alışveriş

veriştirme is. Veriştirmek işi.

veriştirmek (-i, -e) 1. Çok fazla söylemek. 2. (-e) İyice çıkışmak, ağzına geleni söylemek: Arkadaşına adamakıllı veriştirdi.

verit, -di is. Ar. verid anat. esk. Toplardamar.

veri tabam is. bl. Bilgisayar kullanımında çözüme erişmek için işlenebilir duruma getirilmiş bilgi ortamı.

veri toplama is. Verileri bir araya getirme.

verkaç is. sp. Futbol ve basketbolda topu takım arkadaşına aktaran bir oyuncunun karşı takım kalesine veya uygun bir yöne koşarak aynı kişiden topu geri alması.

verme is. Vermek işi.

vermek, -ir (-i, -e) 1. Üzerinde, elinde veya yakınında olan bir şeyi birisine eriştirmek, iletmek: "Okumadığım zaman tavukların bahçesindeyim, yemlerini ben veririm." -Ö. Seyfettin. 2. Bırakmak veya bağışlamak: "Hırsımdan bazılarına bedava verdim, alın götürün, diye bağırdım." -H. C. Yalçın. 3. Ondan bilmek, atfetmek: "Bilgin'in bu çekingen tavırlarını kusurlu ve zayıf oluşuna verdi..." -F. R. Atay. 4. Düşünce veya bilgi anlatan şeyleri başkalarına iletmek, bildirmek: "Geçenlerde bir derginin, 'Eski ünlüler ne yapıyor?' adlı bir röportajına verdiği cevapları okudum." -H. Taner. 5. Döndürmek, çevirmek, yöneltmek: "Arabanın burnunu, en tenha kahvelerden birinin önünde, rıhtıma verdiler." -A. İlhan. 6. Herhangi bir duruma yol açmak: "Kendilerine iyi bir çalışma fırsatı verdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 7. Eğlenceli toplantı düzenlemek, konuk çağırıp ağırlamak: Yemek vermek. Balo vermek. 8. Topluluk önünde sanatını göstermek, icra etmek: Konser vermek. Resital vermek. 9. Topluluk önünde bilimsel konudaki bildirisini sunmak: Konferans vermek. 10. Satmak: Ucuz pahalı deme de ver gitsin; ver de kurtul. 11. Kızı, kadını biriyle evlendirmek: "Uzun Osman, Zeynep'le Süleyman'a, ikisini birbirine vereceğini söylediği zaman şaşmadılar." -H. E. Adıvar. 12. (-i) Ödemek: "Haydi... arabaya atlayın... Köşkten parayı verirler." -P. Safa. 13. Yaymak: Ses vermek. Korku vermek. Işık vermek. 14. Bitki ve ağaç, ürün üretmek: "Dal budak saldı, yemiş vermeye başladı." -R. E. Ünaydın. 15. Herhangi bir şey ortaya çıkarmak, oluşturmak: "Kendisi de muhakkak artistlerden, güzel eser veren, güzel konuşan, hayalleri işlek adamlardan hoşlanıyor." -R. H. Karay. 16. Hepsini herhangi bir duruma sokmak: Ateşe vermek. Ortalığı heyecana vermek. 17. Sahip olmasını sağlamak. 18. Bir şey üzerinde etki yapmak, biçimini değiştirmek: Hareket vermek. Biçim vermek. 19. Tespit etmek: Randevu vermek. Ad vermek. 20. Kazandırmak, katmak: Tat, çeşni vermek. 21. Ayırmak, harcamak: Emek vermek. Zaman vermek 22. Dayamak: Duvara sırtım verip çömeldi. 23. (yar) Kök veya gövdeleri sonuna -i (-i, -u, -ü) eki almış fiillere gelerek tezlik bildiren birleşik Fiiller oluşturur: alıvermek. dizivermek, yapıvermek, görüvermek. ver elini... ansızın verilen bir kararla yola çıkıldığını anlatan bir söz: "Pek sıkıldık mı atla bir vapura, ver elini İstanbul." -A. İlhan, (birine) verip veriştirmek ağzma geleni söylemek: "... bunca yıl yalan okuduk, yalan dinledik / Aklına kim gelirse bağır, ver veriştir." -N. Cumalı. vermemiş (veya vermeyince) mabut, neylesin Mahmut şanssız kişiler için söylenen bir söz.

elvermek, koyuvermek, koyvermek, salıvermek, ısıveren, işveren, özveren, pasveren, reklamveren, yediveren, yelveren

vermut is. Alnı. Wermut Birçok bitki eklenerek özel koku verilmiş, tatlı, bir tür şarap.

vernik, -ği is. Yun. Bazı maddeleri parlatmak veya havanın etkisinden korumak için sürülen bir sıvı: "Fırınlanmamış birader, iki yıl sonra pul pul olmaz mı bunun vernikleri?" -H.Taner.

vernikleme is. Verniklemek işi.

verniklemek (-i) Vernik sürmek.

verniklenme is. Verniklenmek işi.

verniklenmek (nsz) Vernikleme işi yapılmak, vernik sürülmek.

verniye is. Fr. vernier Doğrusal veya dairesel boyutların ölçülmesinde, ölçme duyarlığını artıran, çok küçük boyutların ölçülebilmesini sağlayan düzen.

veronika is. (veroni'ka) İt. veronica Yavşan otu.

versiyon is. Fr. version Sürüm: "Üç versiyon hâlinde işleyen bir oyunuma 'Lütfen Dokunmayın' adım boşuna koymamıştım." -H. Taner.

veryansın is. (ve'r yansın) "Acımadan, hiçbir şey düşünmeden saldırmak, yok etmek, bol bol harcamak veya acımasızca söylemek" anlamlarındaki veryansın etmek deyiminde geçer: "Salarım biraları kuyuya, atarız şezlongları bahçeye, veryansın eder, eski günleri anarız." -H. Taner.

vesaik ç. is. (vesa:ik) Ar. veşâ 'ik esk. Belgeler, vesikalar.

vesair sf. Ar. ve + sâ 'ir Diğer: "Banyo, tuvalet, vesair kısımlar, o ne temizlik, o ne genişlik, insanın yüzüne gülen o ne ferahlıktı." -H. R. Gürpınar.

vesaire is. (vesadre) Ar. ve + sâ 'ire Sayılan birkaç şeyin benzerlerinin de bulunduğunu belirtmek için kullanılan bir söz, ve benzerleri: "Biz yollarda, eğer bulabilirsek başımıza gölge verecek kadar hurma dalı, ot vesaire topluyorduk." -F. R. Atay.

vesait ç. is. (vesa:it) Ar. vesü 'it esk. Araçlar, vasıtalar: "İki cephane depomuz vardır ki, bunlar, seksen otomobil ve bütün ordu vesaitiyle altı ayda oraya depo edilmiştir." -A. Gündüz.

vesaitinakliye

vesaitinakliye ç. is. (vesaütinakliye) Ar. vesü 'it + nakliyye Taşıtlar, taşıt araçları.

vesayet is. (vesayet) Ar. vesayet esk. Vasilik: "Vesayet ve himaye altına giren bir devlet istiklalini yitirir." -H. Taner.

vesika is. (vesiska) Ar. vesika Belge: "Meydana çıkarılacak yeni vesikalar olsa olsa asıl hakikati tevsik ederler, fakat değiştiremezler. " -Y. K. Karaosmanoglu. vesikaya bağlamak mevcudu yeteri kadar bulunmayan, ancak çok talep edilen bir şeyi belge karşılığı vermek: "Aynı teşkilat yünlüden, pamukludan giyecek eşyasını da vesikaya bağlamıştı." -Y. K. Karaosmanoglu.

vesikacı is. Vesika işleriyle uğraşan kimse.

vesikacılık, -ğı is. Vesikacının yaptığı iş.

vesika fotoğrafı is. Vesikalık fotoğraf: "Vesika fotoğrafında adamakıllı sarışın, gürbüz bir sima gülüyordu." -S. F. Abasıyanık.

vesikalı sf. 1. Belgesi olan. 2. Genelevde çalışmak için elinde resmî izin kâğıdı bulunan (kadın): "İki elin kanda olsa gel diyor / Telgrafın / Nasıl unuturum seni ben / Vesikalı yârim." -O. V. Kanık.

vesikalık, -ğı sf. 1. Vesika için gerekli olan. 2. Vesikalık fotoğraf.

vesikalık fotoğraf, vesikalık resim

vesikalık fotoğraf is. Vesika, resmî belge için gerekli olan belli ölçülerdeki fotoğraf, vesika fotoğrafı, vesikalık, vesikalık resim.

vesikalık resim is. Vesikalık fotoğraf.

vesikasız sf. Vesikası olmayan.

vesile is. (vesiıle) Ar. vesile 1. Sebep, bahane: "Arkadaşlar birer vesile ile dağıldılar ve beni Besim Bey'le yalnız bıraktılar." -M. Ş. Esendal. 2. Elverişli durum, fırsat:. "Muhasebeci, yerden temennalar, gevrek kahkahalar arasında bir vesile ile, kuru üzümden iki çekilmiş yirmi iki grado sert rakısını methetti." -R. H. Karay, vesile aramak bir fırsatını kollamak: "İkide birde içimizden birine çatmak için vesile arıyordu." -Y. K. Karaosmanoglu. vesile bulmak sebep yaratmak, bahane göstermek: "Bir vesile bulup size takdim edilmek pek kolay bir iş oldu." -H. C. Yalçın. vesile olmak uygun ortam oluşmak: "Evinde bazen namaz kılar, ancak bir vesile olursa camiye giderdi." -A. Ş. Hisar.

vesselam ünl. (ve'sselâ:m) Ar. vesselam "İşte o kadar, son söz şudur" anlamlarında kullanılan bir söz: "işsizlik kötü şey vesselam!" -O. V. Kanık.

vestiyer is. Fr. vestiaire Otel, lokanta vb. yerlerde veya evlerde şapka, palto, pardösü gibi eşyayı bırakmak ve korumak için ayrılmış yer, askılık: "Vestiyerde bir kadın şapkası unutulmuş olduğunu görmüştüm." -F. R. Atay.

vestiyerci is. Vestiyerde çalışan kimse.

vestiyercilik, -ği is. Vestiyerci olma durumu.

veston is. Fr. veston Erkek ceketi: "İçinden koca bir dolaba sığmayacak bir sürü esvaplar çıkmış: Çift sıra düğmeli vestonlar, yuvarlak vestonlar, kukuletalı seyahat paltoları..." -A. Ş. Hisar.

vesvese is. Ar. vesvese Kuruntu: "Etrafı su olduğu için acaba kökünü bırakıp yüzüverir mi, diye içime bir vesvese girer." -B. Felek. vesveseye düşmek kuruntuya kapılmak.

vesveseli sf. Kuruntulu: "... vesveseli ve daima uyanık olan zekâsı böyle bir gaflete düşmesine asla müsait değildir." -Y. K. Karaosmanoglu.

veteriner is. Fr. veterinaire Hayvan hastalıkları hekimi, baytar.

veteriner hekimliği

veteriner hekimliği is. Veterinerin işi.

veterinerlik, -ği is. Veteriner olma durumu veya veterinerin işi, baytarlık.

vetire is. (veti:re) Ar. vetire esk. Süreç.

veto is. (ve'to) Fr. veto Bir yetkinin, bir yasanın, bir kararın yürürlüğe girmesine karşı çıkma hakkı: "Cumhurbaşkanına veto hakkı ve başkumandanlık salahiyeti verilmesi hususunda..." -Y. K. Karaosmanoglu. veto etmek veto hakkını kullanmak.

veto hakkı

veto hakkı is. huk. Bir olayı veya kararı kabul etmeme, reddetme hakkı.

veya bağ. (ve'ya:) Ar. ve + Far. yâ 1. Ayrı olmakla birlikte aynı değerde tutulan iki şeyi anlatan kelimelerden ikincisinin önüne getirilen söz, ya da, yahut: "Ben Atatürk'le üç veya iki defa karşılaştım." -B. Felek. 2. Olacağı sanılan, seçime bırakılan şeyler İkiden çok olursa kullanılan bir söz: Sen, ben veya başka birileri.

veyahut bağ. (ve'ya:hut) Ar. ve + Far. yâhöd Yahut.

vezaret is. (vezaıret) Ar. vezüret esk. Vezirlik.

vezikül is. Fr. vesicule İçi su dolu kabarcık.

vezin, -zni is. Ar. vezn esk. 1. Tartı. 2. ed. Ölçü: "Ben hiç vezne, kafiyeye bakmam, bu bana bir Allah vergisi, içimden gelir söylerim. " -M. Ş. Esendal. "Divan şairlerimiz aruz vezninde pek güzel kasideler, gazeller yazmışlar." -B. Felek.

aruz vezni, hece vezni, satranç vezni

vezinli sf. 1. ed. Ölçülü: Vezinli şiir. 2. esk. Tartılı.

vezinsiz sf 1. ed. Ölçüsü olmayan: Vezinsiz şiir. 2. esk. Tartısız.

vezir is. Ar. vezir 1. tar. Osmanlılarda devletin bakanlık, valilik gibi yüksek görevlerinde bulunan ve paşa unvanını taşıyan kimse. 2. Satrançta, her yöne gidebilen, önemce ikinci sırada gelen taş, ferz: "Çok güzel. Şimdi ben veziri iki tane ilerletiyorum. Ne yaparsınız." -S. F. Abasıyanık.

veziriazam, vezirparmağı, vezir vüzera

veziriazam (veziria:zam) Ar. vezir + a'zam tar. Sadrazam.

vezirlik, -ği is. Vezir olma durumu, vezaret.

vezirparmağı is. Bir tür hamur tatlısı.

vezir vüzera is. İleri gelenler.

vezne is. Ar. vezne 1. Banka, büro vb. kuruluşlarda para alınıp verilen yer. 2. esk. Terazi.

vezneci is. 1. Banka, büro vb. kuruluşlarda para alıp veren görevli, veznedar. 2. Terazi yapan veya satan kimse.

veznecilik, -ği is. Veznecinin yaptığı iş: Babam veznecilik yapar.

veznedar is. Ar. vezne + Far. -dür Vezneci.

veznedarlık, -ğı is. 1. Veznedarın görevi. 2. Banka, büro vb. kuruluşlarda veznenin bulunduğu yer.