vaat, -di is. Ar. va'd Bir işi yerine getirmek için verilen söz: "Son seçimleri yeni nükleer güç santralleri açmak vaadi yüzünden kaybetmiş." -H. Taner, vaatte bulunmak söz vermek, vaadini tutmak (veya vaadinde durmak) verdiği sözü yerine getirmek.
→ vadetmek, vadolunmak, akit vaadi
vaaz is. Ar. va'z 1. din b. Cami, mescit vb. yerlerde vaizlerin yaptığı, genellikle öğüt niteliği taşıyan dinî konuşma. 2. Bir kimseye kalbini yumuşatacak, kendisini doğruluğa, iyiliğe götürecek biçimde söz söyleme. vaaz etmek cami, mescit vb. yerlerde dinî konuşma yapmak: "Köylerde ne yapacağım sordu, anlattılar: Namaz kıldırmak, vaaz etmeli..." -F. R. Atay. vaaz vermek vaaz etmek: "Nasrullah Camii'nde verdiği büyük siyasi vaaz bütün gönülleri fethetmişti." -Y. Z. Ortaç.
vabeste sf. (va:beste) Far. vabeste esk. Bağlı: "Düşünmemek, biraz değil birçok içmeye vabeste idi." -Ö. Seyfettin.
vacip, -bi sf. (va:cip) Ar. vücib 1. din b. Müslümanlıkça yapılması gerekli olan: "Kurban Bayramı'nda her zenginin kurban kesmesi vaciptir." -B. Felek. 2. esk. Yapılması gerekli olan. vacip olmak birisi tarafından yapılması gerekli olmak: "Ayağın nasıl olup da mezbeleye atıldığını bulmak artık başhemşireye vacip olmuştur." -H. Taner.
vade is. (va:de) Ar. va'de Bir işin yapılması veya bir borcun ödenmesi için tanınan süre, mühlet, mehil: "Villanın vadesi ocak sonunda geliyordu, değil mi?" -S. F. Abasıyanık. vadesi gelmek (veya yetmek) 1) süresi dolmak, zamanı gelmek; 2) mec. ömrü sona ermek, eceli gelmek.
→ vade bitimi, vade sonu
vade bitimi is. Bir işin veya borcun ödenmesi için öngörülen sürenin sona ermesi.
vadeli sf. (va;deli) 1. Vadesi olan: "Kısa ve uzun vadeli hiçbir ödünç alma imkânı yoktu. " -F. R. Atay. 2. Süresi sınırlanmış.
→ vadeli hesap, vadeli mevduat, vadeli satış, kısa vadeli
vadeli hesap, -bı is. Belirli bir süre İçin açılmış banka hesabı, vadeli mevduat.
vadeli mevduat is. Vadeli hesap.
vadeli satış is. Süresi sınırlandırılarak yapılan satış.
vadesiz sf. (va:desiz) 1. Vadesi olmayan. 2. Süresi sınırlandırılmamış.
→ vadesiz hesap, vadesiz mevduat
vadesiz hesap, -bı is. Süresi belirlenmemiş, paranın istenildiği zaman çekilebilmesine imkân tanıyan banka hesabı, vadesiz mevduat.
vadesiz mevduat is. Vadesiz hesap.
vade sonu is. Vade bitimi.
vadetme is. Vadetmek işi veya durumu.
vadetmek, -der (-i) Ar. va'd + T. etmek 1. Bir işi yerine getireceğine söz vermek: "O sana vadettiğim gezintiyi yaparız." -S. F. Abasıyanık. 2. Davranışıyla, tutumuyla bir işi yapacağı duygusunu uyandırmak, umut vermek: "Doktor Hikmet, kendisine pek ciddi bir zevk vadetmiyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
vadi is. (va:di:) Ar. vadi 1. İki dağ arasındaki çukurca arazi veya geçit, koyak: "Vadinin hemen kıyı başında idi ve çevresinde beş karaltı vardı." -T. Buğra. 2. esk. ve mec. Alan, yol, tarz: "... münakaşa kızışınca lakırtıyı hemen meslek bakımından çok zararlı bir vadiye, yani şahsiyata sürüklediklerini hatırlarız." -B. Felek, vadiye dökülmek sohbet belirli bir konuya kaymak: "Musahabe bu vadiye dökülünce tekrar karışmak ihtiyacını duydum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
vadolunma is. Vadolunmak işi.
vadolunmak (nsz) Ar. va'd + T. olunmak Bir İş yerine getirilmek üzere söz verilmek.
vaftiz is. Yun. din b. Hristiyanlıkta yeni doğan çocuğun ilk günahı silmek ve onu Hristiyanlaştırmak amacıyla yapılan kutsal işlem.
→ vaftizhane
vaftizhane is. (vaftizha:ne) Yun. + Far. hâne Vaftiz yapılan yer.
vagon is. Fr. wagon Yük ve yolcu taşımakta kullanılan, lokomotifin çektiği demir yolu aracı: "O, biraz sonra bineceği vagonun önünde duruyor ve ... el sıkışarak veda ediyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ vagon restoran, yataklı vagon, yemekli vagon, sarnıç vagonu, yük vagonu
vagonet is. Fr. wagonnet Yana veya arkaya doğru devrilebilen ve bazı toprak düzleme işlerinde kullanılan küçük vagon.
vagon restoran is. Yolculara yemek verilecek biçimde düzenlenmiş vagon.
vagotoni is. Fr. vagotonie tıp Sinirsel bir tür rahatsızlık.
vah is. Ar. vah İlenme, beddua: "Ah kime, vah kime, kızarmış gözler kime ... aittir?" -P. Safa.
→ ahuvah
vaha is. (va:ha) Ar. vaha Çöllerde çoğu kez yüze çıkan yer altı sularının yarattığı tarım veya yerleşme bölgesi.
vahamet is. (vaha:met) Ar. vahamet esk. Güçlük, korkulacak tehlikeli durum: "İşin aramızda mutlak bir ayrılıkla halledilmesi lazım gelecek derecede vahameti olmadığını anlıyorum." -H. C. Yalçın, vahamet kesbetmek gittikçe zorlaşmak, tehlikeli ve korkulacak bir durum almak.
vahametli sf. Vahim.
vahdaniyet is. (vahda:niyet) Ar. vahdâniyyet din b. esk. Tanrı'nın birliği, bir olması.
vahdet is. Ar. vahdet esk. Bir olma, tek olma, birlik, teklik.
→ vahdetivücut
vahdetivücut, -du is. (-cu:du) Ar. vahdet + vücüdfel. Varlık birliği.
vahi sf. (va:hi:) Ar. vâhı esk. Boş, saçma: "Bunun ne çürük, ne vahi bir hayal olduğunu anlamıyor muyuz? " -H. C. Yalçın.
vahim sf. (vahiım) Ar. vahim Ağır, korkulu, çok tehlikeli: "Siz sağlam bir vücutta mutlaka vahim bir illet bulmak hevesine düşmüşsünüz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
vahit, -di sf. (vaıhit) Ar. vâhid esk. Bir, tek.
vahiy, -hyi is. (va'hiy) Ar. vahy din b. 1. Bir buyruk veya düşüncenin Tanrı tarafından peygamberlere bildirilmesi: "Bir ilham istiyorum bir gün vahye erecek." -B. K. Çağlar. 2. Bu biçimde bildirilen buyruk.
→ vahyolunmak
vahşet is. Ar. vahşet 1. Yabani, vahşi olma durumu. 2. Korku, ürküntü. 3. esk. Issızlık, yalnızlık.
vahşi sf. (vahşi:) Ar. vahşi 1. Yabani: "Adada vahşi bir kabile varmış, dikkatli davranalım. " -S. F. Abasıyanık. 2. Yırtıcı (hayvan). 3. Güçlü: "Camları zangırdatan vahşi bir kahkaha attı." -Ö. Seyfettin. 4. mec. Kaba, saygısız, uyum sağlayamayan (kimse).
→ vahşi hayvan, vahşi orman
vahşice zf. (vahşî:'ce) Vahşi bir biçimde, vahşiyane.
vahşi hayvan is. Ehlîleştirilmemiş hayvan, yabani hayvan.
vahşileşme is. Vahşileşmek durumu.
vahşileşmek (nsz) Yabanileşmek, vahşi duruma gelmek.
vahşilik, -ği is. Yabani olma durumu, yabanilik: "Hayır, sandığınız gibi bir haydutluk, bir vahşilik değil." -A. Gündüz.
vahşi orman is. İnsan ayağı değmemiş, büyük orman.
vahşiyane zf. (vahşiya:ne) Ar. valisi + Far. -üne Vahşice.
vahvahlanma is. Vahvahlanmak işi veya durumu.
vahvahlanmak (-e) Acınmak, yakınmak: "Bu anlayışsızlığa ve bu vatan hainlerine vahvahlanır, acır gibiydiler." -T. Buğra.
vahyolunma is. Vahyolunmak işi veya durumu.
vahyolunmak (nsz) Ar. vahy + T. olunmak Vahiy gelmek.
vaiz is. (va:iz) Ar. vâ'iz Cami, mescit vb. yerlerde öğüt niteliğinde dinî konuşmalar yapan kimse, öğütçü: "Bir gün camide vaiz bir şey hikâye etmişti." -A. Ş. Hisar.
vaizlik, -ğî is. Vaizin yaptığı iş.
vajina is. Lat. vagina anat. Döl yolu.
vaka is. Ar. vak'a Olay, hadise: "O kadar boşboğaz çocuk arasında da vakayı bir sır olarak saklamak güçtü." -Y. K. Beyatlı.
→ klinik vaka
vakanüvis is. Ar. vak'a + Far. -nuvıs tar. Osmanlı Devleti'nde zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi.
vakanüvislik, -ği is. Vakanüvisin görevi.
vakar is. (vakaır) Ar. vakar Ağırbaşlılık: "Hepsi temiz, hepsi yeni giyinmiş askerin vakarı, efendiliği üstlerinden akıyor." -H. E. Adıvar.
vakarlı sf. Ağırbaşlı: "Vakarlı, gösterişli bir adam." -R. H. Karay.
vakarsız sf Ağırbaşlı olmayan, onursuz.
vakayiname is. (vaka:yina:me) Ar. vakâyi' + Far. nâme esk. Günü gününe yazılmış olayları içine alan eser, kronik.
vaketa is. (vake'ta) İt. vachetta İnek derisinden bir tür ince meşin.
vakfe is. Ar. vakfe esk. Duruş, duraklama.
vakfetme is. Vakfetmek işi.
vakfetmek, -der (-i, -e) Ar. vakf+ T. etmek 1. Mal ve mülkünü satılmamak şartıyla bir hayır kurumuna veya işine bağışlamak. 2. mec. Adamak, bir şeyin bütününü bir işe vermek: "Ben bütün ömrümü yuvamıza vakfedeyim de, sen burada beni yalnız bırakıp çekil, öyle mi?" -A. Ş. Hisar.
vakfiye is. Ar. vakfiyye Bir vakfın şartlarını bildiren belge, vakıfname.
vakıa is, (vaıkıa) Ar. vâki'a 1. Olgu: Bu bir vakıadır, inkâr edilemez. 2. zf (vaı'kıa) Gerçi, her ne kadar ... ise de: "Vakıa, bunlardan bir kısmını unutmamıştım." -H. F. Ozansoy.
vakıf, -kfı is. Ar. vakf 1. Bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmî bir yolla ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para. 2. sf Bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk ve paranın idare edildiği yer: "Dernekler, vakıflar ... kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler." -Anayasa. 3. Birçok kişi tarafından kurulan ve toplum yararına çalışmayı ilke edinen kuruluş, vakıf kurmak belli bir hizmeti görmek için vakıf oluşturmak: "Siyasi partiler vakıf kuramazlar." -Anayasa.
→ vakfetmek, vakıf arazisi, vakıf geliri, vakıf malt, vakıfname, vakıf senedi, vakıf toprağı
vâkıf sf. (va:kıf) Ar. vâkıf esk. 1. Bilen, farkında olan: "Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı." -M. Ş. Esendal. 2. Bir şeyi vakıf durumuna getiren. vâkıf olmak bilmek, öğrenmek: "Bu dünya ahvaline pek vâkıf olmayan cahillerin gönlünde de aynı üzüntü ve merak var." -P. Safa.
vakıf arazisi is. Bir vakfın mülkiyeti içinde olan arazi.
vakıf geliri is. Vakfın değişik kaynaklardan elde ettiği gelir.
vakıf malı is. Vakfa devlet veya kişilerden devredilen ve üçüncü şahısların kullanması mümkün olmayan mal.
vakıfname is. (vakıfna:me) Ar. vakf + Far. nâme esk. Vakfiye.
vakıf senedi is. Bir vakfın oluşumunu belgeleyen senet.
vakıf toprağı is. Vakfın mülkiyeti altında olan toprak veya arazi.
vaki sf. (va:ki:) Ar. vâki' Olan, olmuş: "Kişinin, resmî görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, ... devletçe tazmin edilir." -Anayasa.
→ emrivaki
vakit, -kti is. Ar. vakt 1. Zaman: "Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir işe ayrılmış veya bir iş İçin alışılmış saatler: Yemek vakti. Şimdi bunun vakti değil. 3. Çağ: Vaktin bilginleri. 4. Tespit edilmiş olan zaman: "Kâhya - vakit gayri Süleyman, haber saldık gelecekler, pamuklar da kıvamına geldi - demişti." -S. Kocagöz. 5. Zaman anlatan kelimelere belirtilen durumunda geldiğinde "iken" anlamı veren bir söz. 6. mec. İmkân, fırsat. 7. mec. Geçim, para bakımından imkân: Onun bu kadar para vermeye vakti yok. vakit geçirmek oyalanmak, uğraşmak, vakit kazanmak 1) bir şeye ayrılan süreyi azaltmak; 2) karşı tarafı oyalayarak kendi hazırlanma süresini uzatmak, vakit öldürmek zamanı yararsız, gereksiz işlerle veya hiç iş yapmadan geçirmek: "Fakat sandal sahibi olur olmaz zaten yarı keyif, yan kazanç için vakit öldürdüğü balıkçılık sanatında karar kılmıştı." -S. F. Abasıyanık. vakit saat aramamak zamana hiç aldırmamak: "Sabah, öğle, akşam gibi hani vakit saat aradıkları yok." -B. Felek, vakti gelmek 1) ölmek üzere olmak, ölümü yaklaşmak; 2) zamanı gelmek, süresi dolmak, vakti olmak aceleye, telaşa gerek olmamak, vakti olmamak bir kimse veya iş için ayıracak zamanı olmamak, (bir iş birinin) vaktini almak (veya yemek) epey zaman harcanmasını gerektirmek, vaktini şaşmamak her şeyi tam zamanında yapmak, vaktiyle 1) zamanında, uygun zamanda; 2) oldukça eski bir zamanda, vakitler hayrolsun selamlama, esenleme sözü.
→ vakit kaybetmeden, vakit vakit, vaktikerahet, vaktizamamnda, ahir vakit, beş vakit, bir vakit, kimi vakit, tez vakit, akşam vakti, ezan vakti, horoz vakti, iftar vakti, ikindi vakti, imsak vakti, kerahet vakti, kuşluk vakti, namaz vakti, okuma vakti, öğle vakti, paydos vakti, sabah vakti, yatsı vakti, zeval vakti, bir vakitler
vakitçe zf (vaki'fçe) Vakit bakımından, vakte göre: "Adının çapkına çıkması, vakitçe ya da paraca cömert davranması yeterdi, kadınların hoşlanması için." -N. Cumalı.
vakit kaybetmeden zf. Hemen, derhâl.
vakitli sf. Zamanında yapılan, zamanında olan: Bu, vakitli bir iş sayılmaz.
→ vakitli vakitsiz
vakitli vakitsiz zf. Uygun zaman gözetmeden, gelişigüzel, rastgele zamanlarda: "Su salası, gündüz, vakitli vakitsiz verilirdi." -Y. K. Beyatlı.
vakitsiz sf 1. Uygun bir zamanda olmayan: "O iyi yürekli adam bu vakitsiz ziyaretimin sebebini önceden bildiği için..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. zf Mevsimsiz, zamansız bir durumda: "Vakitsiz öten horozun başını keserler." -Atasözü.
→ vakitli vakitsiz
vakitsizlik, -ği is. Vakitsizlik olma durumu.
vakit vakit zf. Belli olmayan zamanlarda, ara sıra, zaman zaman: "Bu sevincin arasında vakit vakit bir sıkıntı geliyor." -A. Gündüz.
vaklama is. Vaklamak işi veya durumu.
vaklamak "Vak" diye ses çıkarmak.
vaks is. Alm. Wachs Bal mumunun sanayide mat yüzeyleri parlak ve kaygan duruma getiren türü.
vakta kî zf. (vakta':ki) Ar. vaktâ + Far. ki esk. Ne zaman ki, ...-diği zaman.
vaktikerahet is. Ar. vakt + kerahet Kerahet vakti.
vaktinde zf. Önceden belirlenen, düşünülen vakitte: "Geceyi geçireceğimiz kaza merkezine vaktinde yetişmemiz şüpheye giriyor." - R. N. Güntekin.
vaktiyle zf. (vakti'yle) Bir zamanlar: "Vaktiyle Harbiye Mektebinde Mustafa Kemal'e hocalık etmiş olan Miralay Esat Bey..." -Y. K. Karaosmanoğlu.
vaktizamamnda zf. (vaktizamaınında) Vaktiyle.
vakum is. (va'kum) Lat. vacuum fiz. Havası alınmış boşluk.
vakumlama is. Vakumlamak işi veya durumu.
vakumlamak (-i) 1. Vakumla temizlik yapmak. 2. Bozulmaması için bazı yiyeceklerin paketinin havasını, boşluğunu almak. 3. Bazı eşyaların fazla yer tutmaması için havasını, boşluğunu almak.
vakumlu sf. Vakumlanmış.
vakur sf (vakır.r) Ar. vakur Ağırbaşlı, onurlu: "İhtiyar ve orta yaşlılar o günkü gibi soğuk, vakur ve ciddiydiler." -S. F. Abasıyanık.
vakvak is. Çocuk dilinde ördek.
vak vak is. Ördeğin çıkardığı ses. vak vak etmek ördeğin öttüğü gibi ses çıkarmak.
vakvaklama is. Vakvaklamak işi: "Tıpkı aheste bir ördek vakvaklamasının vezniyle sorulan -ulan alçak kerata! Sağır mısın söyle bakayım- sualini işitince..." -Ö. Seyfettin.
vakvaklamak (nsz) Ördek "vak vak" diye ses çıkararak bağırmak: "Küstah gencin sesini taklit ederek tıpkı bir ördek gibi vakvakladı." -Ö. Seyfettin.
vale is. Fr. valet 1. İskambil kâğıtlarında oğlan, bacak. 2. Otellerde görevli acemi ve genç eleman.
valf, -fi is. İng. valve Vana.
→ çek valf, küresel valf, stop valf, şiber valf, buhar valfi
vali is. (va.li:) Ar. vali 1. Bir İlde devleti temsil eden en yetkili yönetim görevlisi, İlbay. 2. tar. Satrap.
valide is. (vadide) Ar. valide esk. Anne: "Evde, yerinden kalkamayan seksenlik bir validem var." -M. Ş. Esendal.
→ valide sultan, kayınvalide
validelik, -ği is. Valide olma durumu.
→ kayınvalidelik
valide sultan is. tar. Padişahın annesine verilen unvan.
valilik, -ği is. 1. Vali olma durumu: Valilikten emekli. 2. Valinin görevi: On yıl valilik yaptı. 3. Valinin makamı ve bu makama bağlı resmî dairelerin tümü: Valiyi valilikte ziyaret etti. 4. II, vilayet: Ankara valiliği.
valiz is. Fr. valise Genellikle yolculukta içine çamaşır vb. eşya konulan küçük el bavulu: "Ufak bir iş de bulmuş, istasyonda valiz taşıyordu. " -S. F. Abasıyanık.
vallahi is. (vallaıhi) Ar. vallahi "Tanrı'yı tanık tutarım, Tanrı hakkı için" anlamında bir yemin sözü, billahi, tallahi: "Vallahi, arkadaş bu resimleri senin yaptığına kimse inanmaz." -P. Safa.
→ vallahi billahi, vallahi tallahi
vallahi billahi is. "Allah'a ant olsun ki" anlamında bir yemin sözü, vallahi tallahi: "Vallahi billahi böyle giderse eşyasını toplayıp annesine gidecekti." -H. E. Adıvar.
vallahi tallahi is. Vallahi billahi.
valör is. Fr. valeur 1. Değer, kıymet. 2. Geçerlik. 3. âb. Anlam.
vals is. (I ince okunur) Fr. valse 1. Bir tür salon dansı. 2. Bu dansın müziği: "Vals çalınırsa dördüncü dansı bir ihtiyara lütfeder misiniz?" -H. E. Adıvar. 3. müz. Bazı besteciler tarafından yalnızca çalınmak için hazırlanmış beste türü. vals yapmak (veya etmek) vals müziği ile dans etmek: "Bu tatlı gidişlerinde Selanik'te vals etmeyi de öğrenmişti." -F. R. Atay.
vamp is. Fr. vamp Erkek peşinde koşan kadın, serüvene düşkün kadın.
vampir is. Fr. vampire 1. İnsanların kanım emdiğine inanılan yaratık. 2. zool. Yarasalardan, Yeni Dünya'nın tropik bölgelerinde yaşayan, kuyruksuz, kahverengi tüylü, arka bacakları yürümeye ve sıçramaya çok uygun, kan emici bir memeli türü (Vampyrus spectrum).
vana is. (va'na) Lat. venna Boru içindeki bir akışkanın akışını durdurmaya veya serbest bırakmaya yarayan alet, valf.
→ çek vana, güvenlik vanası
vanadyum is, (vana'dyum) Fr. vanadium kim. Atom numarası 23, atom ağırlığı 50,942, yoğunluğu 6,11 olan ve 1710 oC'de eriyen beyaz bir element (simgesi V).
Vandal öz. is. Fr. vandale tar. 1. Miladın başlangıç yıllarında yaşayan ve Roma İmparatorluğu ile yaptığı savaşlarda acımasızlığı ile ün salan bir Doğu Germen halkı. 2. mec. Eski kültür ve sanat anıtlarım yakıp yıkan, bunların değerini bilmeyen kimse veya topluluk.
Vandalizm öz. is. Fr. vandalisme Vandal olma yanlısı, Vandallık.
Vandallık, -ğı öz. is. Eski kültür ve sanat anıtlarını yakıp yıkma düşünce ve davranışı.
vanilya is. (vanilya) İt. vaniglîa bot. 1. Salepgillerden, çiçekleri beyaz, kokulu, tırmanıcı küçük bir bitki (Vanilla planifolia). 2. Bu bitkinin tatlılara güzel koku vermek için kullanılan meyvesi.
Van kedisi is. zool. Van ve yöresinde yaşayan göz renkleri farklı, beyaz tüylü kedi.
vantilatör is. (vantilatör) Fr. ventîlateur 1. Kapalı bir yerin sıcak ve durgun havasını dalgalandırarak esinti sağlayan veya böyle bir ortama temiz hava üfleyen alet: "... babası, vantilatörün sesine ve dönüşüne tahammül edemezmiş." -R. H. Karay. 2. Bazı tarım alet veya makinelerinde tohumlan savurmak, temizlemek İçin içeriye hava çeken alet. 3. Motorlu taşıtların iç havasını değiştirmeye yarayan düzen.
→ vantilatör kayışı
vantilatör kayışı is. Taşıtlarda motor gücünü vantilatöre aktararak dönmesini sağlayan kayış.
vantrilok, -ğu is. Fr. ventrilogue Karnından konuşan.
vantuz is. Fr. ventouse Deri üzerine yapıştırılarak çekip emmeye yarayan şişe vb. alet, çekmen, vantuz çekmek şişe çekmek: "Doktor geldi, ilaç yazdı, sırtıma vantuz çekti."-Y.Z. Ortaç.
vapur is. Fr. vapeur Su buharı gücüyle çalışan gemi: "Vapur sabaha kadar mal yüklüyor." -M. Ş. Esendal.
→ vapurdumanı, arabalı vapur, araba vapuru, dilenci vapuru, kara vapuru
vapurculuk, -ğu is. Vapur işletme işi.
vapurdumanı is. 1. Koyu gri renk, fîime. 2. sf. Bu renkte olan: "Fakat bu akşam vapurdumanı gözlüğü altında parlak ve faal duran gözleri sanki biraz gölgelenmiş, daha ziyade koyulaşmıştı." -Ö. Seyfettin.
var sf. 1. Mevcut, evrende veya düşüncede yer alan, yok karşıtı: Var gücüyle çalışmak. 2. is. dbl. Sahiplik bildiren olumlu isim cümleleri kuran bir söz: "Rahatsız etmek istemem hem de işim var." -H. E. Adıvar. 3. is. Elde bulunan her şey: "Elimizden alınan şeyler bütün varımız ve bütün varlığımızdır." -R. E. Ünaydın. var etmek meydana getinnek. var hızıyla olanca hızıyla, var ol! yaşa! "Var ol, Halit ağabey!" -H. Taner.
var olmak sağ olmak, yaşamak, var yok belli bir ölçüye ya ulaşır ya ulaşmaz, herhangi bir ölçüye, miktara yakın, olduğu bile kuşkulu: "Ünlü Haçik'in oğlu Nubar, kırk yaşlarında var yok, göbekli ve dazlak." -A. İlhan, vara yoğa her şeye: "Üzerine bir sinirlilik hâli geldi. Vara yoga öfkeleniyor, hiçbir şey ile eğlenemiyor gibiydi." -Ö. Seyfettin. (birinin) varı yoğu bir kimsenin sahip olduğu her şey: "Babası ulemadan bir hoca imiş. Varını yoğunu fukaralara dağıtmış. " -R. N. Güntekin. varsa ... yoksa ... başına getirildiği kelimenin her şeyin üstünde tutulduğunu anlatan bir söz: Varsa kızı yoksa kızı, oğlunun yüzüne baktığı yok.
→ var gücüyle, var kuvvetiyle, varoluş, varsayım, varsaymak, varyemez
varagele is. (varagele) den. Bir şeyi, bir yerden bir yere çekerek götürüp getirmeye yarayan halat.
→ varagele bombardımanı, varagele botu, varagele halatı, varagele kayığı
varagele bombardımanı is. ask. İkinci Dünya Savaşı'nda müttefiklerin çok sık uyguladığı bombardıman yöntemi.
varagele botu is. den. İki nokta arasında ulaşımı sağlayan bot.
varagele halatı is. den. İki nokta arasına gerilen ve ulaşımı sağlayan ip.
varagele kayığı is. den. İki nokta arasında ulaşımı ve haberleşmeyi sağlayan kayık.
varak, -ğı is. Ar. varak esk. 1. Yaprak. 2. Yazılı kâğıt, varaka. 3. Altın, gümüş veya başka madenler dövülerek oluşturulan ince, parlak yaprak.
→ varakpare, altın varak, gümüş varak
varaka is. Ar. varaka esk. Varak: "Vazife esnasında hakaret diye zabıt varakası tutabilirdi. " -A. Gündüz.
varakçı is. Varakla süs yapan zanaatkar.
varaklama is. Varaklamak işi veya durumu.
varaklamak (-i) Varak yapıştırarak süslemek.
varaklanma is. Varaklanmak durumu.
varaklanmak (nsz) Varaklama işine konu olmak.
varaklı sf. Varağı olan, varaklanmış.
varakpare is. Ar. varak + Far. püre 1. Kâğıt parçası. 2, mec. Mektup, name.
varan sf. Bir olayın tek kalmayıp arkadan daha başkalarının gelebileceğini anlatmak için birden başlayarak sıra ile sayıların başına getirilen bir söz: Varan bir. Varan iki.
varda ünl. (va'rda) İt. guarda "Dikkat et, savul, destur" anlamlarında bir seslenme sözü.
→ vardabandıra
vardabandıra is. İt. guarda-bandiera den. Özellikle savaş gemilerinde işaret alıp vermekte usta er.
vardacı is. Varda işini sesle veya araçla yapan kimse: "Vardacı borusunu öttürdü."-Y. Z. Ortaç.
vardakosta is. (vardako'sta) İt. guarda-coste 1. den. esk. Kıyıları koruyan gemi. 2. sf. argo İri yarı ve gösterişli (kadın): "Bir bakanlık arabasından çıkan vardakosta bir hanımefendi resmen gelip Kevser Hanım'ın naçiz helasına şeref vermişti." -H. Taner.
vardela is. (vardela) Yun. Yaklaşık 3 cm genişliğinde yumuşak kösele şerit.
vardırma is. Vardırmak işi veya durumu.
vardırmak (-i, -e) Varmasına yol açmak, götürmek: "Hasan'la ilgilerini evlenme kertesine vardırmak için, canla başla çalışan Mesture Hanım..." -H. E. Adıvar.
vardiya is. (va'rdiya) İt. guardia 1. den. Gemilerde beklenen nöbet. 2. den. Gemide nöbet yeri. 3. Nöbetleşe çalışma, posta: "Vardiyanın çan sesinde ... gümbürdeyen bir ihtar var." -A. Gündüz.
vardiyacı is. Vardiya ile çalışan kimse.
vareste sf. (vaıreste) Far. vareste esk. Kurtulmuş: Endişeden vareste, vareste kalmak kurtulmak: "... Türkçeyi bilmek için, aruza aşina olmaktan vareste kalamaz." -Y. K. Beyatlı.
vargel is. Herhangi bir makinenin bir doğrultuda gidip gelerek iş gören parçası.
→ vargel tezgâhı
vargel tezgâhı is. tek. Madenî parçaların üzerindeki kabalıkları almak için kullanılan makine.
vargı is. man. Verilen bir önermeden çıkarsama yoluyla varılan sonuç: Taşlar katı olur, mermer bir taştır, şu hâlde mermer katıdır uslamlaması bir tasımdır. Bu tasımın ilk Önermesine büyük önerme, ikincisine küçük önerme, sonuncusuna da vargı denir.
var gücüyle zf. Olanca gücüyle, var kuvvetiyle: "Azar azar büyüyen aydınlığa doğru var gücümle koşuyordum." -N. Eray.
varılma is. Varılmak işi.
varılmak (-e) Herhangi bir yere ulaşılmak: Oraya üç saatte varılır.
varış is. 1. Varma durumu veya biçimi. 2. mec. Çabuk kavrayış, anlayış, güçlü seziş, irfan. 3. sp. Bir yarışın son bulduğu yer, finiş.
→ varış çizgisi
varış çizgisi is. sp. Bir yarışın son noktasını belirleyen çizgi.
varışlı sf. Her şeyi çabuk ve iyi anlayan, sezişi güçlü, zeki, arif: "Kocan dedim, iyi çocuk, varışlı, anlayışlı, yalnız bilgice biraz yayan. Çalışıp kendini yetiştirmeli." -M. Ş. Esendal.
varışlılık, -ğı is. Varışlı olma durumu, irfan.
varidat ç. (va:rida:t) Ar. varidat Gelirler: "Bayraktar Çiftliğinden ayda beş bin lira geçiyor eline! Han hamam varidatı ayrı." -A. İlhan.
varidatçı is. esk. Devletin gelir işlerini yürüten görevli.
varide is. (va:ride) Ar. varide esk. 1. Gelen şey. 2. Gelen evrak.
varil is. Fr. baril 1. Çoğunlukla sıvı maddeleri koymak için kullanılan, metalden yapılmış, silindir biçiminde, üstü kapalı kap: "Yetmişer kiloluk varilleri raylar üzerinde yuvarlayarak tıngır tıngır getiriyorlar." -A. Gündüz. 2. Bir varilin içine aldığı madde miktarı, petrol ölçü birimi (158,81 litre): Petrolün varili 25 dolara yükseldi. 3. Petrol ölçü birimi.
varis is. Fr. varice tıp Toplardamar genişlemesi, ordubozan.
vâris is. (va:ris) Ar. vâris Kendisine miras düşen, mirasçı, kalıtçı: "Ali Bey'in evlat ve vâris edineceğim düşündüğü anlar olmuştur. " -H. E. Adıvar.
varisli is. Varis rahatsızlığı olan (kimse).
varisli sf. Vârisi olan.
varissiz sf. Varisi olmayan: Varissiz bacaklar.
vârissiz sf. Vârisi olmayan: "Böyle hayallerle uğraşman doğru değil, ülkemizi vârissiz bırakamayız. "-S. F. Abasıyanık.
varit, -di sf. (va.rit) Ar. vârid esk. Olabileceği akla gelen: Bu sizin söylediğiniz varit değil. varit olmak geçerli durumda bulunmak: "İster birinci, ister ikinci ihtimal varit olsun, bunun o kadar önemi yoktur." -H. Taner.
variyet is. (vaıriyet) T. var + Ar. -iyyet hlk. Varlık, zenginlik.
variyetli sf Varlıklı, zengin, mal mülk sahibi.
var kuvvetiyle zf Var gücüyle: "Sandalı var kuvvetiyle iterek içine bir lastik top çevikliğiyle atladı." -S. F. Abasıyanık.
varlık, -ğı is. 1. Var olma durumu, mevcudiyet, yokluk karşışu: "Bir millet, varlığını, her şeyden çok dilinde yaşatır." -O. V. Kanık. 2. Var olan her şey: Canlı varlıklar. 3. Para, mal, mülk, zenginlik: "Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar." -Anayasa. 4. Önemli, yararlı, değerli şey. 5. İyi yaşayacak kadar geliri yolunda olma durumu, variyet. 6. Ömür, hayat: "Bütün sevgileri atıp içimden / Varlığımı yalnız ona verdim ben." -A. K. Tecer. 7. fel. Kalıcı olan, gelip geçici olmayan şey. varlık göstermek kendinden beklenilen görevi yerine getirmek, beğenilir bir iş yapmak, varlık içinde yaşamak bolluk içinde sıkıntısız yaşamak, varlığa darlık olmaz zengin olanın gücü her şeye yeter. varlıkta darlık çekmek herhangi bir engel yüzünden elindeki imkândan yararlanamamak.
→ varlık bilimi, varlık birliği, varlık kartı, varlık nedeni, varlık sebebi, bitki varlığı, hayvan varlığı, mal varlığı, söz varlığı, kültür varlıkları
varlık bilimci is. Varlık bilimi uzmanı.
varlık bilimi is. fel. Konu olarak eski Yunan felsefesinden beri ele alınan ve Aristoteles'in ilk felsefe, adını verdiği, var olanların özü üzerine bilim, ontoloji: Varlık bilimi, var olanın varlığı ve genel var olma ilkeleri üzerine XVII. yüzyıldan beri kullanılan bir kavramdır.
varlık birliği is. fel. Yaratılanla yaratanın bir oluşunu, tek kaynaktan geldiğini savunan tasavvuf görüşü, vahdetivücut.
varlık kartı is. Kişiyle ilgili birçok bilgiyi içinde barındıran kart.
varlıklı sf. Malı mülkü olan, zengin (kimse): "Sonra telefona giderek kibar ve varlıklı insanlara has bir şive ile köşkten otomobili istetti." -H. Taner.
varlıklılık, -ğı is. Varlıklı olma durumu.
varlık nedeni is. Varlık sebebi.
varlık sebebi is. Var oluşun sebeplerini irdeleyen ve araştıran düşünce, varlık nedeni.
varlıksız sf. Malı, mülkü, geliri olmayan, yoksul (kimse).
varma is. Varmak işi: "Küçük kızımın, bir baytara nişanlıyken bir mektep çocuğu ile sevişip ona varmaya kalkıştığından tutturmuş, dedikodu ediyorlar." -M. Ş. Esendal.
varmak, -ir (-e) 1. Erişilmek istenen yere ayak basmak, ulaşmak, vasıl olmak: "Köye akşama doğru ancak varabildim." -S. F. Abasıyanık. 2. Belli bir duruma veya düzeye gelmek: Yaşı elliye vardı. O şimdi yolun yarısına varmıştı. 3. Hoş olmayan bir sona ermek: "Beni tahkir etmeye kadar varıyorsun. " -P. Safa. 4. Bir şeyi iyice anlamak veya duymak: Tadına varmak. Sırrına varmak. 5. Acımadan, çekinmeden yapmak: Eli varmak. Dili varmak. 6. Kadın, evlenmek: "Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya." -A. M. Dranas. 7. Bir durumdan başka duruma geçmek: Secdeye varmak. Uykuya varmak. var (veya varın veya varsın veya varsınlar) 1) istersen (isterse...) gibi konuşulan İş üzerinde bir kimseyi serbest bırakmayı anlatan bir söz: Var, bildiğim yap. Varsın gelmesin. 2) "var kıyas et, varın hesap edin" biçiminde, bu kıyas ve hesabın vereceği önemli sonuca dikkat çekmek için kullanılan bir söz; 3) önüne getirildiği cümleye ısrarlı İstek düşüncesi katarak "tek" anlamında kullanılan bir söz; 4) "haydi" anlamında kendisinden sonra kullanılan fiilin yapılması gerektiğini anlatan bir söz: "Varın söylen İrfani'yeyarım Ölmesin." -İtfam, (herhangi bir şeye) varıncaya kadar ne varsa her şeyi: Renkli televizyona varıncaya kadar ne varsa aldı.
→ varagele, varagele bombardımanı, varagele botu, tümevarım
varoluş is. fel. Yaşama, var olma, bir şeyin ne olduğu, nasıl olduğu değil, var olduğu olgusu, mevcudiyet, öz karşıtı: "Artık yaradılışının, varoluşunun, hayatla ödüllendirüişinin sebebini bilmektedir." -T. Buğra.
varoluşçu is. fel. Varoluşçuluk yanlısı, egzistansiyalist.
varoluşçuluk, -ğu is. fel. Varoluşun Özden önce geldiğini ve özü sürekli olarak yarattığını ileri süren öğreti, egzistansiyalizm.
varoş is. Mac. vâros Kent veya kasabada dış mahalle: "Bütün kasabanın varoşları boyunca kıvrıla kıvrıla akıp giden bu çaya, ben yakın bir ilgiyle bağlıydım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
varsağı is. T. varsak + Ar. -î Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türklerinin söyledikleri koşma.
varsayılma is. Varsayılmak işi.
varsayılmak (nsz) Bir şeyin var olduğu kabul edilmek.
varsayım is. Deneylerle henüz yeter derecede doğrulanmamış, ancak doğrulanacağı umulan teorik düşünce, faraziye, hipotez.
varsayımlı sf Varsayıma dayanan.
varsayımsal sf. Bir varsayıma dayanan, farazi, ipotetik, hipotetik.
varsayma is. Varsaymak işi.
varsaymak (-i) Bir olgunun sonuçlarından yararlanabilmek, bu sonuçlar üzerine düşünce yürütebilmek için onu olmuş veya olacak saymak, farz etmek: "Sizi daha çok ilgilendireceğini varsaydığım konulara yöneleceğim. " -H. Taner, varsay ki olduğunu veya olabileceğini kabul et.
varsıl sf. Parası, malı çok olan, zengin, yoksul karşıtı.
→ varsıl erki
varsıl erki is. sos. Plütokrasi.
varsıllaşma is. Zenginleşmek durumu.
varsıllaşmak (nsz) Zengin duruma gelmek.
varsıllık, -ğı is. Zengin olma durumu, zenginlik.
varta is. (va'rta) Ar. varta Tehlikeli durum: "O insanlar ki, hayatın bir bakıma ne korkunç vartaları olabileceğini vaktinde anlamışlar, işlerini becerip kılıçlarım kuşanmışlar..." -P. Safa. vartadan atlamak zor bir durumdan kurtulmak: "Bu uzun zaman boyunca, kim bilir neler çekmiş, ne vartalardan atlamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. vartayı atlatmak tehlikeli bîr durumdan kurtulmak: "Her türlü vartayı kazasız belasız atlatıp..." -A. İlhan.
varyant is. Fr. variante 1. Bir yol şebekesi üzerinde, belli bir noktadan ayrılarak başka bir noktadan aynı yolla birleşen ikinci derecedeki yol, yan yol. 2. ed. Masal, efsane, bilmece, oyun, gelenek vb. bir metnin, bir eserin, bir olayın aslından az çok aynlan değişik biçimli olanı. 3. d. bil. Bir dil içindeki her türlü çeşitlenme.
varyasyon is. Fr. variation 1. Değişik biçim, varyete: "Kültür düzeyine göre de çeşitli varyasyonlar gösterebilsin." -H. Taner. 2. biy. Değişim. 3. muz. Çeşitleme. 4. d. bil. Bir dil içindeki çeşitler.
varyemez sf. Cimri.
varyemezlik, -ği is. Varyemez olma durumu.
varyete is. (varye'te) Fr. variete 1. Şarkı, dans, hokkabazlık, temsil gibi aralarında ilişki bulunmayan farklı oyunlardan oluşan gösteri. 2. Varyasyon.
varyeteci is. Varyete yapan kimse.
varyetecilik, -ği is. Varyetecinin yaptığı iş.
varyos is. Yun. Balyoz. vasat is. Ar. vasat 1. Orta. 2. sf. Orta. 3. psikol. Ortam. 4. esk. Ortam.
vasati sf. (vasati:) Ar. vasati Orta, ortalama: "Tıp kongresi, yaşlılık ve vasati insan ömrü üzerine eğilmiş." -B. Felek.
→ vasati irtifa, vasati sürat
vasati irtifa is. Ortalama yükseklik.
vasati sürat, -ti is. Ortalama hız.
vasektomi is. İng. vasectomy Kısırlaştırma.
vasıf, -sfı is. Ar. vaşf Nitelik: "Sonunda komutanlık vasıflarını göstermek fırsatını bulmalıydı." -F. R. Atay.
vasıflandırılma is. Vasıflandırılmak işi.
vasıflandırılmak (nsz) Nitelikli duruma getirilmek.
vasıflandırma is. Nitelendirme.
vasıflandırmak (-i) Nitelendirmek: "Bu sözlerimizden dolayı bizi ukalalık veya hocalık taslamakla vasıflandıracaklar olacaktır." -B. Felek.
vasıflanma is. Nitelenme.
vasıflanmak (nsz) Nitelenmek.
vasıflı sf Niteliği olan, nitelikli.
→ vasıflı işçi
vasıflı işçi is. Nitelikli işçi.
vasıflılık, -ği is. Vasıflı olma durumu.
vasıfsız sf. Niteliği olmayan, niteliksiz.
→ vasıfsız işçi
vasıfsız işçi is. Niteliksiz işçi.
vasıfsızlık, -ğı is. Niteliksiz olma durumu.
vasıl sf (va:sıl) Ar. vâsi! Ulaşan, varan, vasıl olmak ulaşmak, varmak: "Biraz sonra tren Menemen'e vasıl oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
vasıta is. (vassıta) Ar. vâsıta 1. Araç: "Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür." -Atatürk. 2. Aracı: "Geçim bakımından da aynı yolu tutanlar vardır; memur kayırmak, mümkünse vasıta olmak suretiyle!" -R. H. Karay. 3. Aracılık.
→ vasıta hâli, ağır vasıta, ağır vasıta ehliyeti, nakil vasıtası
vasıta hâli is. dbl. İsmin belirttiği nesnenin vasıta olarak kullanıldığını, fiile vasıta olduğunu belirtmek için kullanılan hâl: "Hilmi Ağa, teknesiyle yorgana vurdu bir tarafa fırlattı."-K. H.Karay.
vasıtalı sf. 1. Araçlı. 2. Dolaylı: Vasıtalı vergi.
→ vasıtalı vergi
vasıtalık, -ğı is. Vasıta olma durumu, aracılık: "Ortalıkta utanmak, arlanmak kalmadığını, kızlara, kadınlara dairelerindeki müdürün vasıtalık ettiklerini söylüyordu." -M. Ş. Esendal.
vasıtalı vergi is. huk. Vergi yükü, vergiyi verenden başka biri aracılığıyla oluşan vergi.
vasıtasıyla zf Vasıta olarak, yoluyla, aracılığıyla.
vasıtasız sf. 1. Araçsız: "Silahsızdık, vasıtasızdık, tarafsızdık, fakat sırf ümitli idik." -R. E. Ünaydın. 2. Doğrudan, dolaysız.
→ vasıtasız vergi
vasıtasızlık, -ğı is. Vasıtasız olma durumu: "Anadolu, yaradılış günlerinin ilk çağlarındaki yolsuzluk, haraplık ve vasıtasızlık içindeydi. " -H. E. Adıvar.
vasıtasız vergi is. huk. Vergi mükellefi Önceden bilinen vergi.
vasi is. (vasi:) Ar. vasi 1. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta birinin malını yöneten kimse: "Garson, para kıymeti bilmediğim için bana karşı bir vasi tavrı takınıyor." -R. N. Güntekin. 2. Ölen bir kimsenin vasiyetini yerine getirmekle yükümlü olan kimse.
vâsi sf. (va.si:) Ar. vâsi esk. 1. Geniş. 2. Engin.
vasilik, -ği is. (vasidik) Vasi olma durumu, vasinin yaptığı İş, vesayet.
vasistas is. (va'sistas) Fr. vasistas Pencere veya kapının üst yanında bulunan ve oda havasının değiştirilmesine yarayan, açılır kapanır bölüm.
vasiyet is. Ar. vaşiyyet 1. Bir kimsenin ölümünden sonra yapılmasını istediği şey: "Şimdiki hür Türkiye halkının yarınki hür Türkiye halkına vasiyeti işte budur." -R. E. Ünaydın. 2. Vasiyetname, vasiyet etmek öldükten sonra herhangi bir şeyin yapılmasını istemek.
→ vasiyetname
vasiyetname is. (vasiyetna:me) Ar. vaşiyyet + Far. nâme Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu belge: "Türk Dil Kurumu ite Türk Tarih Kurumu için Atatürk'ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir." -Anayasa.
vaşak, -ğı is. Far. vişâk zool. Kedigillerden, kulakları sivri, dişleri ve tırnakları keskin, kürkünden yararlanılan çok yırtıcı hayvan (Lynx îynx).
vat is. İng. watt fiz. Saniyede bir jullük iş yapan bir motorun güç birimi.
→ vat saat
vatan is. Ar. vatan Yurt: "Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir." -N. H. Onan. vatan tutmak yurt edinmek: "Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz / İlleri var bizim ile benzemez." -Karacaoğlan.
→ vatan borcu, vatan haini, vatansever, ana vatan
vatan borcu is. Askerlik: "Mektubunda diyorsun ki gel gayri / Vatan borcu biter bitmez ordayım." -B. S. Erdoğan.
vatandaş is. Yurttaş: "Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." -Atatürk.
→ çifte vatandaş
vatandaşlık, -ğı is. Yurttaşlık, vatandaşlıktan çıkarılmak yurttaşlık haklan elinden alınmak: "Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz." -Anayasa.
→ çifte vatandaşlık
vatan haini is. Vatanın yüksek çıkarlarını hiçe sayarak onun aleyhinde iş gören kimse.
vatan hainliği is. Vatan haini olma durumu.
vatani sf. (vatani:) Ar. vatani Yurtsal: "Hepimizin el birliğiyle ve samimiyetle çalışmamız vatani bir vazifedir." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ vatani görev, vatani vazife
vatani görev is. ask. Askerlik hizmeti, vatani vazife.
vatani vazife is. Vatani görev.
vatanlaştırma is. Vatanlaştırmak işi.
vatanlaştırmak (-i) Vatan durumuna getirmek: "Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık."-V. R. Atay.
vatanperver sf. Ar. vatan + Far. -perver Yurtsever.
vatanperverlik, -ği is. Yurtseverlik.
vatansever sf Ar. vatan + T. sever Yurtsever: "Böylece ortaya çok faydalı bir eleman, büyük bir vatansever olarak çıkıyor, bundan da derin bir zevk duyuyordu." -T. Buğra.
vatanseverlik, -ği is. Vatansever olma durumu.
vatansız sf. Vatanı olmayan.
vatansızlık, -ğı is. Vatansız olma durumu.
vatka is. (va'tka) SI. Giysilerde, omuzların dik durmasını sağlamak amacıyla içine konulan parça.
vatlık, -ğı sf. Herhangi bir vat gücünde olan.
vatman is. Fr. wattman Tramvay sürücüsü: "Yolda giderken / Vatman çan çalar, şoför korna." -B. Necatigil.
vatoz is. Yun. Köpek balıklarından, sırtında büyük dikenleri olan, kuma gömülü olarak yaşayan bir balık (Raja clavata): "Sahilin üç metre gerisinde vatoz ölüleri, iri iri şeytan minareleri..." -O. V. Kanık.
vat saat, -ti is. fiz. Gücü bir vat olan bir makinenin bir saatte yapacağı iş.
vatvat is. Ar. vatvât 1. Dağ kırlangıcı. 2. Yarasa.
vaveyla is. (va:veylâ:) Ar. vaveyla Çığlık: "Mısır'ın değme ağıtçıları bile sanırım vaveylalarında benimle yarışa giremezlerdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. vaveyla koparmak çığlık atmak.
vay ünl. 1. Şaşma anlatan bir söz: "Vay gülüm! Nereden bu geliş?" -M. Ş. Esendal. 2. Ağrı, acı vb. duyguları anlatan bir söz: Vay başım! 3. Yönelme durumunda bir nesne ile kullanıldığında bir şeyin veya bir kimsenin kötü bir sonuca uğrayacağını anlatan bir söz: Vay hâline! vay anam, vay anasını! (veya vay canına!) tkz. şaşma, öfke duygusu anlatan bir söz: "Vay anasını, amma dolaştık bugün." -A. İlhan, vay sen misin? herhangi bir söz veya davranışın öfke yarattığını anlatan bir söz.
vaybabamcı is. Yaygaracı.
vaybabamcılık, -ğı is. Vaybabamcı olma durumu.
vayvaycı is. Yaygaracı, mızmız.
vayvaycılık, -ğı is. Yaygaracılık.
vaz is. Ar. vaz' 1. Konma, konulma. 2. Birine ayırma, ona ait olma.
→ vazedilmek, vazetmek, vazıhamil, vazolunmak
vazedilme is. Vazedilmek durumu.
vazedilmek (nsz) Ar. vaz' + T. edilmek 1. Ortaya konulmak. 2. Yerleştirilmek.
vazelin is. Fr. vaseline kim. Ham petrolden çıkarılan, merhem ve kremlerde kullanılan ve 31 °C'de eriyen bir tür mineral yağ.
vazelinleme is. Vazelinlemek işi veya durumu.
vazelinlemek (-i) Vazelin sürmek.
vazelînli sf. İçinde vazelin olan: "... soğuktan çatlamış eller vazelinli ılık suda yumuşatılıyor..." -R. N. Güntekin.
vazelinsiz sf. İçinde vazelin bulunmayan.
vazetme is. Vazetmek işi.
vazetmek, -der (-i) Ar. vaz' + T. etmek esk. Koymak: "Dünyaya ilk defa olmak üzere monogaminin temel taşını vazettiler." -Ö. Seyfettin.
vazgeçilme is. Vazgeçilmek işi veya durumu.
vazgeçilmek (nsz) Far. vaz + T. geçilmek Vazgeçme işi yapılmak, feragat edilmek: "Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır." -Anayasa.
vazgeçirme is. Vazgeçirmek İşi veya durumu.
vazgeçirmek Far. vaz + T. geçirmek Vazgeçme işini yaptırmak.
vazgeçme is. Vazgeçmek durumu.
vazgeçmek (-den) Far. vâz + T. geçmek 1. Kendi hakkı saydığı bir şeyi artık istemez olmak. 2. Eskiden beri yapmakta olduğu bir şeyi artık yapmaz olmak: İçki alışkanlığından vazgeçtim. 3. Niyetten veya karardan dönmek, caymak.
vazgelme is. Vazgeçme.
vazgelmek hlk. Vazgeçmek.
vazıh sf. (va:zıh) Ar. vazih esk. Açık, aydın, belli, vazıh olmak açık durumda bulunmak, anlaşılır biçimde görünmek: "Bir sözü ve bir fikri sevmeniz için onun mutlaka vazıh olması lazım gelmez." -A. Ş. Hisar.
vazıhamil, -mli is. Ar. vaz' + hami esk. Doğurma.
vazııkanun is. (va:zı'ıka:nu:n) Ar. vâzi' + kânun huk. esk. Yasa koyucu.
vazife is. (vazi:fe) Ar. vazife 1. Ödev: "Simdi artık vazife bitmiş, gülüp eğlenmeye sıra gelmiştir." -R. N. Güntekin. 2. Görev: "Nedim bugün vazifesine geç geldi." -A. Gündüz. 3. esk. Günlük ücret, yevmiye, vazife etmek görev bilmek, vazife görmek bir görevi yerine getirmek, sürdürmek: "Geçici Bakanlar Kurulu, seçim süresince ve yeni Meclis toplamncaya kadar vazife görür." -Anayasa, vazifesi mi? umurunda değil: Biz burada beklemişiz, onun vazifesi mi? (bir kimse) vazifesinden olmak görevini yitirmek.
→ vazife aşkı, vazife kurbanı, vazife şehidi, ahlaki vazife, son vazife, vatani vazife
vazife aşkı is. Mesleğe olan tutkunluk.
vazife kurbanı is. Görev başında şehit olan kimse.
vazifelendirilme is. Vazifelendirilmek işi.
vazifelendirilmek (nsz, -e) Vazife verilmek, görevlendirilmek, ödevlendirilmek.
vazifelendirme is. Vazifelendirmek işi.
vazifelendirmek (-i) 1. Ödevlendirmek. 2. Görevlendirmek.
vazifeli sf 1. Ödevli. 2. Görevli: "Bu sırada vazifeli polisler, şehrin her köşesinde işbaşında idiler." -H. Taner.
vazifesiz sf. Ödevi, görevi olmayan.
vazifesizlik, -ği is. Vazifesiz olma durumu.
vazife şehidi is. Görev başında şehit olan kimse.
vazifeşinas sf. (vazi:feşina:s) Ar. vazife + Far. -şinâs esk. Ödevine, işine bağlı.
vaziyet (I) Ar. vai'iyyet 1. Konum: Kasaba coğrafi vaziyeti yüzünden lodosu, poyrazı pek az tutan bir limanda kurulmuştur. 2. Durum, tavır, hâl: "Vaziyetimi söyleyiniz, hemen gelir beni kurtarır." -A. Gündüz, vaziyet almak 1) belli bir durum veya davranış biçimini benimsemek, tavır almak, tavır takınmak: "işgalden sonra Rumların bize karşı nasıl bir vaziyet aldıklarım da pekâlâ biliyorduk." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) karşı çıkmak, vaziyeti kurtarmak herhangi bir güç durumdan sıyrılmak: "Karısı ve arkadaşı da bir müddet sustular, galiba bir şeyler düşündüler. Vaziyeti yine genç diplomat kurtardı." -R. H. Karay, vaziyeti takınmak herhangi bir tavır takınmak.
→ esas vaziyet, durum vaziyeti
vaziyet (II) is. Ar. vaz' + yed El koyma, vaziyet etmek el koymak.
vazo is. (va'zo) ît. vaso Çiçek koymak için kullanılan, cam, toprak, porselen, maden vb. maddelerden ve çeşitli madenlerden yapılan, türlü boyut ve biçimlerde olabilen derin kap.
vazolunma is. Vazolunmak işi veya durumu.
vazolunmak (nsz) Ar. vaz' + T. olunmak Konulmak: "... Türk milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya onun eliyle vazolunan bu Anayasa..." -Anayasa.