üs

üs, -ssü (I) is. Ar. uss mat. Bir kuvvete yükseltilmiş bir sayının üzerine yazılan ve kaçıncı kuvvete yükseltildiğini gösteren sayı: 53 anlatımında 3 rakamı üstür.

üs, -ssü (II) is. Ar. uss 1. esk. Kök, asıl, temel, esas. 2. Bazı görevleri yürütebilmek amacıyla kurulan, özel yapıları, donatımları, atölyeleri, onarım yerleri, servis alanları olan, sürekli veya geçici olarak konaklamlan yer: "Memleket sağlam bir hareket üssü hâlinde kalmalıdır." -F. R. Atay. 3. ask. Harekâtın yürütülebilmesi için gerekli birliklerin, her türlü gereçlerin tamamlandığı, teçhizatın toplandığı, dağıtıldığı bölge: "Mühimmat depolarının ve üslerin arasında, herkesin istifadesine ve zevkine açıktır." -F. R. Atay.

deniz üssü, hava üssü, uzay üssü

üsalize is. bk. üst alize.

üsbitken sf. bk. üst bitken.

üsçavuş is. bk. üstçavuş.

üsçene is. bk. üst çene.

üsderi is. bk. üst deri.

üsdudak, -ğı is. bk. üst dudak.

üsera ç. is. (üsera:) Ar. userâ esk. Esirler, köleler: "Bulgarlara esir düşüp fedakâr emirberi Hasan Çavuşun marifetiyle üsera karargâhından firar edişi." -H. Taner.

üsküfü. Yun. tar. Yüksek aşamadaki yeniçeri subaylarının giydikleri, yarısı arkaya sarkan uzun bir sarık.

üsküre is. hlk. Topraktan veya madenden yapılmış çorba tası, çukur çanak.

üslenme is. Üslenmek işi.

üslenmek (-e) Bir yeri kendine üs seçerek orada yerleşmek.

üslup, -bu is. (üslû:p) Ar. uslüb 1. Anlatma, oluş, deyiş veya yapış biçimi, tarz: "Akşam içinde en büyük üstatların eserleri kadar mükemmel ve muhteşem olan tabiat bize bir eda ve üslup dersi verir." -A. Ş. Hisar. 2. Bir sanatçıya, bir çağa veya bir ülkeye özgü teknik, renk, biçimlendirme ve söyleyiş özelliği, biçem, stil: "Bu üslup ruhumun yazıma akseden haletini gösteriyor." -R. H. Karay. 3. ed. Sanatçının görüş, duyuş, anlayış ve anlatıştaki özelliği veya bir türün, bir çağın kendine özgü anlatış biçimi, biçem, tarz, stil: "Üslup beyan aynıyla insandır." -Y. K. Beyatlı.

süslü üslup, yalın üslup, telgraf üslubu

üslupçu is. Üslubu beğenilen yazar.

üslupçuluk, -ğu is. ed. Üsluba gösterilen aşırı özen.

üsluplaştırma is. Üsluplaştırmak işi.

üsluplaştırmak (-i) Doğal biçimlerin görünüş özelliklerini yitirmeden yalınlaştırılması ile motif oluşturmak.

üsluplu sf Üslubu olan: "On dokuzuncu asırda aşk, ömrünü üsluplu salonlarda geçirir oldu."-F. R.Atay.

üslupsuz sf. Üslubu olmayan: "Arpa ambarlarım andıran üslupsuz kiliseler, başları düşük zayıf semerli beygirler." -Ö. Seyfettin.

üslupsuzluk, -ğu is. Üslupsuz olma durumu.

üssubay is. ask. bk. üstsubay.

üst is. 1. Bir şeyin yukarı, göğe doğru olan yanı, fevk, alt karşıtı: "Köyün üst tarafında, saman, taş ve yangın arasında, üstü sazlarla örtülmüş bir kulübenin Önünde ateş yanıyor." -H. E. Adıvar. 2. Bir şeyin görülen yanı, yüzü: "Bu sefer taşın üstünden inip yere oturdu." -M. Ş. Esendal. 3. Bir şeyin dış yüzü, yüzey: "Ağzında lokmayı birdenbire yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde gezdiriyordu." -Ö. Seyfettin. 4. Giyecek, giysi: Üstünü değiştirmek. 5. Birine göre yüksek aşamada olan kimse, mafevk. 6. Vücut, beden. 7. Artan, geriye kalan bölüm: "Bir liranın üstü olarak uşağın getirdiği yetmiş beş kuruşu masanın üstünden kaldırmaz. " -A. Ş. Hisar. 8. İlgilenilen, üzerinde durulan konu. 9. sf. Birkaç şeyden birbirine göre yukarıda olan: "Kadınların beni böyle göz hapsine almaları yüzünden üst düğmelerimi gevşetemiyordum." -R. N. Güntekin. 10. sf Öte, arka: "Ben onu Şehzade Camisi'nin üst yanında, sokak içi, eski ahşap bir evde tanıdım." -Y. Z. Ortaç. 11. sf. Sınıflamalarda temel olarak alınan bir tipe göre ileri derecede olan: Üst makam. Üst rütbedekiler. (bir yerin) üst başı yukarı yanı, yukarıda olan bölümü: "... önlerine katıp köyün üst başındaki pınar yerine çıktılar. " -M. Ş. Esendal. üst çıkmak (veya gelmek) yenmek, üste vermek fazladan vermek, ödemek: "Üste çok şeyler vererek çalışmaya hazırdır." -T. Buğra, üste çıkmak 1) suçlu olduğu hâlde karşısındakini suçlamak; 2) zeytinyağı gibi üste çıkmak. üstü kalsın hesaptan arta kalan az miktardaki paranın alınmaması, bahşiş olarak bırakılması sırasında söylenen bir söz. üstüme (veya üstümüze veya üstünüze) sağlık (veya iyilik sağlık veya şifalar) 1) "Tanrı esirgesin, üstümden ırak" anlamlarında bir iyi dilek sözü; 2) şaşma, şaşkınlık belirtmek için kullanılan bir söz; 3) kötü bir durumdan söz ederken konuşanın dinleyene söylediği iyi dilek sözü. üstünde durmak bir işe önem vermek, bir işle yakından ve sürekli ilgilenmek. üstünde hakkı olmak birinde emeği, iyiliği, hakkı bulunmak: "Hanımının, çocuklarının üstünde bunca yıllık hakkım var, diye ağlamaya başladı." -R. N. Güntekin. üstünde kalmak 1) mal, artırma sonucunda bir kimsenin olmak: "Mal üstünde kalınca da, herkes gibi sevinmedi, böbürlenmedi." -H. Taner. 2) suçlanmak: "Behiç'le Siyret benden gizlediler, kabahat bizim üstümüzde kalır." -P. Safa. üstündeki üstünde, başındaki başında üstündekinden başka hiçbir şey kalmadan: "Karanfil, üstündeki üstünde, başındaki başında sokağa kovulmuş." -Ö. Seyfettin, üstünden akmak bir durumu çok belli olmak, üstünden atmak bir şeyi ödev olarak kabul etmemek. üstünden dökülmek giysi, giyecek bol ve biçimsiz olmak, yakışmamak, (birinin) üstünden geçmek ırzına geçmek, üstünden (şu kadar zaman) geçmek aradan herhangi bir zaman geçmek, üstüne alınmak 1) bir davranışın kendisine karşı olduğunu sanarak tedirgin olmak, alınmak; 2) bir işi yapmaya söz vermek, ödev alınmak: "Her biri, ayrı bir defter sayfasının gözden geçirilmesini üstüne aldı." -P. Safa. (birinin) üstüne atmak bir suçu birine yüklemek, üstüne basmak 1) yerinde bir düşünce ileri sürmek: "Ne iyi söylediniz, dedi; ne iyi üstüne bastınız." -F. R. Atay. 2) iyice belirtmek: Üstüne basa basa olmaz, dedi. (birinin) üstüne başına etmek kaba ağır bir biçimde sövmek, (bir şeyin) üstüne bir bardak (soğuk) su içmek alay o işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, o işten vazgeçmek, üstüne çekmek üzerine almak, muhatap olmak: "Hâlâ eski zenginliğinin hasedini üstüne çeker ve eski terekelerinin veraset vergilerini Öder." -B. Felek. üstüne çevirmek üstüne geçirmek, üstüne düşmek bir kimseyle veya bir şeyle çok ilgilenmek: "Biz de hani üstüne düşüp düzeltecek yerde, Atatürk'ün Osmanlıcayı Türkçeleştirmek hususundaki güzel arzusunu bugünkü uydurma dilcilik gayretine alet etmişiz." -B. Felek, üstüne bir iki güneş doğmak hlk. sabah yataktan geç kalkmak. (karısının) üstüne evlenmek karısı varken bir kadınla daha evlenmek: "Fakat hanımefendi, bugün İstanbul'da karısının üstüne evlenmiş kaç erkek var?" -H. C. Yalçın, üstüne fenalık gelmek aşırı derecede sıkılmak, pek bunalmak: "Bütün kan başıma çıktı, üstüme bir fenalık gelir gibiydi." -M. Ş. Esendal. üstüne geçirmek 1) bir malın tapusunu kendi adına yazdırmak; 2) evlat edinmek, (bir şeyin) üstüne gelmek bir şey yapılırken veya konuşulurken çıkagelmek. üstüne gitmek karışmak: "Hancı kırda yatıyormuş, üstlerine gidememiş. Karıyı gözünün önünde kesmişler de üstüne gidememiş." -M. Ş. Esendal. (birinin) üstüne kalmak güçlükler birinin omuzlarına yüklenmek: "O giderse bütün yük kızın üstüne kalacak." -M. Ş. Esendal. üstüne güneş doğmamak güneş doğmadan önce kalkmak. (birinin) üstüne gül koklamamak sevdiği birinden başkasını sevmemek, üstüne kapanmak aralıksız çalışmak: "Nevin tercüme etmeye hazırlandığı romanın üstüne kapandı." -S. F. Abasıyanık. üstüne koymak katmak, eklemek, üstüne kuş kondurmak olağanüstü, görülmemiş bir katkı, süs veya hizmet yapmak: "Tahta döşetmek değil ya, üstüne bir de kuş kondurursan, yine de burada oturulmaz." -M. Ş. Esendal. üstüne olmamak daha üstü, iyisi bulunmamak: "İngiliz gemisi üstüne gemi olmaz." -M. Ş. Esendal. üstüne oturmak 1) üzerine oturmak; 2) tkz. hakkı yokken bir şeyi kendisine mal etmek: "Bunların nesi yoksa ele geçirip sonra da üstüne oturmak mümkün." -E. E. Talu. üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi tembel, uyuşuk, cansız, miskin. üstüne perde çekmek isteyerek örtmek, gizlemek, (birinin) üstüne sevmek birini severken bir başkasını daha sevmek: "Sanki ben sizin üstünüze birini sevmişim, herkese rezil olmuşum, siz de onu duymuşsunuz." -M. Ş. Esendal. (bir şeyin) üstüne titremek 1) üzerine titremek; 2) sevgi, özen göstermek: "... ve topu topu beş bin lirayı bulan bu tasarrufun üstüne titreyip durmaktaydı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. üstüne toz kondurmamak bir şeyin kusurlu olabileceğini kabul etmemek, üstüne tuz biber ekmek üzüntüyü, kusuru artıracak durum yaratmak, (bir şeyin) üstüne üstüne gitmek çekinmeden sonucu tehlikeli olabilecek bir şeyle uğraşmak, yılmamak. üstüne varmak 1) bir şey yapmasını baskı yaparak istemek: "Bir gün o kadar üstüne vardılar ki, Resul Efendi zıvanadan çıktı." -Y. Kemal. 2) saldırmak; 3) kadın evli bir erkekle evlenmek, üstüne vazife olmamak (veya değil) görevi olmamak, o görev kendini ilgilendirmemek: "Hiç de değil, üstümüze vazife olmayan şeylere ne karışalım." -P. Safa.

üstüne yaptırmak üstüne geçirmek: "Ev galiba halasınındı, ama. Emin üstüne yaptırmıştı."-S. F. Abasıyanık. üstüne yatmak hakkı yokken bir şeyi kendine mal etmek, bir şeyi alıp vermemek: "Bunlar eşeğin büsbütün üstüne mi yatmak istiyorlar?" -M. Ş. Esendal. üstüne yıkmak (veya yıkılmak) 1) kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkalarına yüklemek (veya kendisi yüklenmek): "Tek tuk torunlar doğmaya, yetişmeye başlamış, kendi havalarında olan genç babalar, cahil anneler bu çocukların bütün yükünü onunla karısının üstüne yıkmışlar." -R. N. Güntekin. 2) kendi suçunu başkasına yüklemek (veya başkasının suçu üstüne kalmak; 3) yamamak (veya yamanmak): "Kız belli ki seni gözüne kestirmiş. Üstüne yıkılmak istiyor." -E. Bener. üstüne yok bundan daha iyisi olamaz, hepsinden İyisi bu: "Güner desinler, bir ev döşemiş, üstüne yok." -A. İlhan, (kendi) üstüne yormak alınmak, üstüne yüklenmek 1) saldırmak; 2) mec. ısrar etmek, üstüne yürümek korkutmak, yıldırmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak: "Bir gün üstüme yürüdü, sen benim kâğıtlarımı karıştırıyorsun, beni polise gammazlıyorsun diye." -A. İlhan, üstünü (veya üstüne) görmek gebeyken aybaşı olmak, üstünüze afiyet (veya sağlık) hastalıktan söz ederken karşısındakinin o hastalığa tutulmaması dileğiyle söylenen söz: "Üstünüze afiyet diyordu, kolunda bir romatizma hasıl oldu." -A. Ş. Hisar.

üst alize, üst baş, üst bitken, üstçavuş, üst çene, üst deri, üst deri altı, üst diş, üst dudak, üst geçiş, üstgeçit, üst güverte,, üst insan, üst kat, üst küme, üst perdeden, üst sınıf, üstsubay, üst tabaka, üst tarafı, üstü kapalı, üst üste, üstyapı, altüst, en üst düzey, astsubay kıdemli üstçavuş, akşamüstü, arka üstü, ayaküstü, baş üstü, baş üstü dolabı, bayramüstü, bireyüstü, böbrek üstü bezi, deneyüstü, dizüstü, diz üstü, dizüstü bilgisayar, doğaüstü, duyuüstü, gerçeküstü, ikindiüstü, insanüstü, kalburüstü, kıçüstü, masaüstü, masaüstü yayıncılık, normalüstü, olağanüstü, öğleüstü, rüzgâr üstü, sırtüstü, suçüstü, suçüstü mahkemesi, tabiatüstü, tepe üstü, tepeüstü, yer üstü, yol üstü, yüzüstü, başüstüne

üstadane zf. (üsta:da:ne) Far. ustâd - Far, -âne Üstatça: "Gayet muntazam ve üstadane bir takip planı yapmıştım." -R. N. Güntekin.

üst alize is. coğ. Alizelere karşıt olarak her iki yarı kürede Ekvator bölgelerinden kutuplara doğru 3-10 km yükseklerde esen yel.

üstat, -di is. (-a:dı) Far. ustâd 1. Bilim veya sanat alanında üstün bilgisi ve yeteneği olan kimse: "Koca üstat hemen rasttan bestelediği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı." -A. Gündüz. 2. ünl tkz. Genellikle erkekler arasında senli benli konuşmada kullanılan bir seslenme sözü: Üstat! Nasılsınız?

üstatça zf. (üsta'tça) Üstat gibi, üstadın yaptığına benzer, üstadane.

üstatlık, -ğı is. Üstat olma durumu.

üst baş is. Giyecekler, giysiler: "Mendilimle üstümü başımı sildim." -Ö. Seyfettin, (birinin) üstü başı dökülmek giyecekleri çok eski olmak, üstünden başından akmak durumu çok anlaşılan: "Üstünden başından itina akan bir yolcudan yol sorulabilir mi? " -S. F. Abasıyanık.

üst bitken sf bot. Başka bir bitkinin üzerinde biten, ancak asalak olmayan (bitki), epifit.

üstçavuş is. ask. Orduda astsubaylığın ikinci aşaması olan, çavuşla başçavuş arasındaki görevli.

astsubay kıdemli üstçavuş, kıdemli üstçavuş

üstçavuşluk, -ğu is. Üstçavuş olma durumu veya üstçavuşun rütbesi.

üst çene is. 1. anat. Çenenin üst bölümü, üst dudağın bulunduğu yöndeki çene. 2. Mengenenin V biçimli, üzerinde yiv ve setler bulunan çenesi.

üst deri is. anat. 1. Deriyi oluşturan iki tabakadan dışta olanı, epiderm. 2. bot. Yüksek bitkilerde bütün bölümleri sararak onları dış etkilerden koruyan renksiz, saydam, bir hücreli tabaka, epiderm.

üst deri altı

üst deri altı is. anat. Üst derînin altında bulunan hücre katmanı.

üst diş is. Üst damak üzerinde sıralanan dişlerin her biri.

üst dudak,, -ğı is. anat. 1. Dudaklardan üstte bulunanı. 2. zool. Eklem bacaklı hayvanlarda ağız parçalarını Örten bir uzantı, karından bacaklılarda ağız bölgesinin dış yanı.

üste zf. Fazladan, ayrıca, üste vermek bir şeyi başka bir şeyle değiştirirken fazladan vermek. üste vurmak 1) fiyatı artırmak; 2) eklemek, katmak, üstesinden gelmek başarmak, becermek: "Evvel Allah, sen bu işin üstesinden gelirsin." -N. Cumalı.

üstecilik, -ği is. hlk. Üstelik.

üsteğmen is. (ü'steğmen) ask. Orduda rütbesi teğmenle yüzbaşı arasında olan subay.

üsteğmenlik, -ği is. Üsteğmen olma durumu, üsteğmenin görevi veya makamı.

üstel sf. mat. Üstü olan.

üsteleme is. Üstelemek işi, tekit: "Yahya Kemal abartmayı, listelemeyi Doğuluların bir kusuru olarak görür." -S. Birsel.

üstelemek (nsz) 1. Bir düşünce veya istek üzerinde durmak, direnmek, ısrar etmek, tekit etmek: "Ahmet Kerim bu yeni tutumun sebebim mutlaka öğrenmek istedi ve o kadar üsteledi ki Samım cevap vermek zorunda kaldı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. (-i) Hastalık yeniden ortaya çıkmak, depreşmek: Sıtması üsteledi. 3. (-i) Bir isteği, bir buyruğu tekrarlamak, tekit etmek. 4. (-e) Bir şeyin üstüne eklenmek, katılmak, inzimam etmek: Sıkıntıya bir de hastalık üsteleyince.

üstelenme is. Üstelenmek işi.

üstelenmek (nsz) Üsteleme işine konu olmak.

üstelik, -ği is. 1. Üste verilen şey, fark: Saatimi bu kalemle değiştirdim, bin lira da üstelik aldım. 2, sf. Güçlü, kuvvetli, sağlam: "Benim sesim ondan daha üsteliktir!" -O. C. Kaygılı. 3. zf Ayrıca, bir de, bundan başka: "Üstelik bu sene dimağımda büyük bir yorgunluk duyuyorum." -A. Ş. Hisar.

üstenci is. Yüklenici.

üstencilik, -ği is. Yüklenicilik, müteahhitlik.

üstenme is. Üstenmek işi, taahhüt, angajman: "Kimseyle bu türlü alışverişim yoktu. Kimsenin üslenmesi, girdisi çıktısı, alacağı, borcu ile uğraşmak istemiyordum." -N. Cumalı.

üstenmek (-i) Bir iş yapmayı üstüne almak, taahhüt etmek.

üst geçiş is. astr. Bir yıldızın ufuk üzerinde en yüksek noktaya geçiş durumu, yücelim.

üst geçit, -di is. Trafik akımını kesmemek için bir yolun üstünden geçirilen köprü biçiminde üstü açık yol.

üst güverte is. den. Gemilerde güvertenin yüksekte kalan bölümü.

üst insan is. Görüş, irade vb. nitelikleri yüksek, yetenek ve erdemleri herkesten üstün olan insan, dâhi: Atatürk bir üst insan örneğidir.

üst kat is. Bulunulan yere göre bir üst daire ve bölüm.

üst küme is. sp. İçinde bulunulan lig maçlarının bir üst ligi.

üstlenim is. Üstlenme işi.

üstlenme is. Üstlenmek işi, deruhte.

üstlenmek (-i) Üstüne almak, yüklenmek, deruhte etmek: "Bir çocuk sahibi olmak, büyük bir sorumluluk üstlenmektir." -H. Taner.

üstlü sf. Üstü olan.

altlı üstlü

üstlük, -ğü is. 1. Üst olma durumu. 2. En üste giyilen uzunca giysi.

üstüne üstlük

üst perdeden zf. Yüksekten, üst perdeden konuşmak üstünlük taslayarak söz söylemek.

üst sınıf is. Bir üst sınıf veya ileri sınıf.

üstsubay is. ask. Binbaşı, yarbay ve albay rütbesindeki subaylara verilen genel ad.

üstsüz sf. Belden üst kısmında giysi olmayan.

üst tabaka is. sos. İleri gelenler sınıfı.

üst tarafı is. Sonucu.

üstten zf. Derinleştirmeden, yüzeysel olarak.

üstübeç, -ci is. Boyacılıkta kullanılan zehirli, bazik kurşun karbonat: "Gündüz yüzünün kızıllığını örtmek için sürdüğü kalın pudra tabakası âdeta bir üstübeç maskesini hatırlatıyordu. " -H. E. Adıvar.

üstübeç macunu

üstübeç macunu is. Üstübeç veya tutkaldan, dövülmüş tebeşir tozu ile hazırlanan onarma macunu.

üstü kapalı sf. Açık ve kesin olmayan: "Onu yumuşatacağına, daha fazla alaycı yaptı; oldukça üstü kapalı bir sesle..." -H. E. Adıvar.

üstün (I) sf 1. Benzerlerine göre daha yüksek bir düzeyde olan, onları geride bırakan: "Zekâsının işlek, hatasız ve çok üstün olduğunu bir daha anlıyorum." -R. H. Karay. 2. Birine veya bir şeye göre nitelik bakımından daha yüksek, daha elverişli olan, faik: "El elden üstündür ta arşa kadar." -Atasözü, üstün bulmak (veya görmek) bir şeyi veya kimseyi başkasından daha değerli bulmak veya görmek, üstün olmak (veya gelmek) 1) benzerlerinden daha yüksek düzeyde olmak: "Aşk, hayatın bütün zevklerine üstün gelen ruhani bir varlıktır." -A. Ş. Hisar. 2) bir kimseden veya bir şeyden daha yüksek, daha değerli olmak: "Aliço'nun bir gömlek üstün olduğu iyice belirlenmiştir." -S. Birsel, üstün tutmak bir kimseye, bir şeye başkasından daha çok değer vermek.

üstün yapım, üstün zekâ

üstün (II) is. Arap harfli metinlerde bir ünsüzün a, e seslerinden biriyle okunacağını gösteren işaret, fetha.

üstüne zf. 1. İlişkin, üzerine, dair: "Arkadaşım aşk ve evlilik üstüne konuşulacak şeyler bulmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Hesabına: "Kahveci içilen kahveleri Esat Ağanın üstüne yazıyor." -M. Ş. Esendal. 3. ...-e göre, uygun olarak: "Paris'eyazıldı. Oradan ölçü üstüne gönderdiler, insan Paris'e kendi gidip diktirmeli." -M. Ş. Esendal. 4. ...-den sonra: "Ben rakının üstüne şarap içmem diyecek oldu." -H. Taner. 5. Kendinden önce gelen sözün ikileme biçiminde anlamını pekiştirmek ve sıklığını İfade etmek İçin kullanılan bir söz: "Memleketten mektup mektup üstüne para istemiyorlardı o sıralarda..." -S. F. Abasıyanık..

üstüne üstlük, başüstüne

üstüne üstlük zf. Fazla olarak, artırarak.

üstünkörü zf. (üstü'nkörü) İnceliklerine inmeden, özen göstermeden, gelişigüzel, şöyle bir, baştan savma: "Annesiyle bir hafta evvel yaptığı görüşmeyi üstünkörü anlattı."-S,. F. Abasıyanık.

üstünleşme is. Üstünleşmek durumu.

üstünleşmek (nsz) Üstün duruma gelmek: "Uzun ve boğum boğum kollarında kılıç, kocaman ellerinde yay üstünleştikçe üstünleşiyor." -T. Buğra.

üstünlük, -ğü is. Üstün olma durumu, faikiyet, rüçhan: "Bunlar kendilerini kıskançlık gibi, üstünlük gibi, gençlik hislerine kaptıran hanımlardı." -A. Ş. Hisar.

üstünlük derecesi, üstünlük duygusu, üstünlük karmaşası, üstünlük kompleksi, geçiş üstünlüğü

üstünlük derecesi is. dbl. En, çok zarfıyla sıfat veya başka zarfların nitelik ve nicelik bakımından kazandıkları en üstün anlam: En güzel çocuk sendin. Bu konuda söylenecek çok söz var.

üstünlük duygusu is. psikol. Kişinin kendini bazı yönlerden veya genellikle insanların çoğundan üstün görmesi, üstünlük kompleksi.

üstünlük karmaşası is. psikol. Üstünlük kompleksi.

üstünlük kompleksi is. psikol. Üstünlük duygusu: "Yürekli bir soylunun üstünlük kompleksi sergilenir bu oyunda." -H. Taner.

üstünseme is. Üstünsemek işi veya durumu.

üstünsemek (-i) Üstün, iyi, yeğlenir olduğuna inanmak: "Belki de loşluğu üstünseyen Zeyno, mumu yakmış, yorganın üstünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı." -H. E. Adıvar.

üstün yapım is. sin. Çok büyük giderlerle çevrilen, kalabalık oyunculu, göz kamaştırıcı süs ve giysili, büyük reklamlarla piyasaya sürülen, ancak sanat yönünden genellikle büyük bir değer taşımayan film.

üstün zekâ is. Çabuk, iyi, kıvrak bir zekâ.

üstün zekâlı sf Üstün zekâya sahip olan.

üstün zekâlılık, -ğı is. Üstün zekâlı olma durumu.

üstüpü is. Yun. Gemi kalafatında, İşliklerde, buharlı makinelerde, temizlik işlerinde, otomobilcilikte kullanılan didümiş kendir: "Usta ellerinin yağını üstüpüye silerken soruyor. " -Z. Selimoğlu.

üstüpüleme is. Üstüpülemek işi.

üstüpülemek (-i) Üstüpü ile silmek veya temizlemek.

üst üste sf 1. Birbirinin üstüne konulmuş: "Bir gün üst üste yığılmış paketleri göstere-: rek -Buyurun dediler, hepsi hazır." -Y. Z. Ortaç. 2. Çok kalabalık, sıkışık. 3. zf. Birbiri arkasından: "Üst üste her akşam, erken saatlerde kahveye gelmeye başladı." -S. F. Abasıyanık.

üstüvane is. (üstüvaıne) Ar. üstüvane esk. Silindir: "Heybeden yapılmış partal yelekti, şahmerdan makinesinin üstüvanesine sarılmış demir telin ucuna geçti." -S. F. Abasıyanık.

üstüvani sf. (üstüvatni:) Ar. ustuvâni esk. Silindir biçiminde olan.

üstyapı is. 1. mim. Altyapı üzerine kurulan, oturmaya veya üretime yarayan yapıların tümü. 2. sos. Altyapı üzerinde oluşan kültür, din, sanat, felsefe, bilim,.ülkü, siyasal kurumlar gibi toplumsal değerleri İçeren genel kavram, altyapı karşıtı: "Ahlakla her şeyin çözümlenemeyeceğini, ahlakın bir üstyapı olduğunu bilenlerdenim." -H. Taner. 3. Demir yolculukta toprak düzleme hattının ve köprü, kemer vb. sanat eserlerinin üstünde yapılan ve demir yolu hattının döşenmesini amaçlayan etkinliklerin tümü. 4. fiz. Bir alaşımın mikroskop kullanmadan çıplak gözle incelenen yüzeysel tabakalarından anlaşılabilen genel yapısı.

üstyapısal sf. Üstyapı ile ilgili.