ülen is. hlk. Ulan: "Ülen, haddim bilmez bastıbacak, emir vermek sana mı kaldı?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
üleş is. Pay.
üleşilme is. Üleşilmek işi.
üleşilmek (nsz) Üleşme işi yapılmak.
üleşme is. Üleşmek işi.
üleşmek (nsz, -le) Bölüşmek, paylaşmak.
üleştirilme is. Üleştirilmek işi.
üleştirilmek (nsz) Üleştirme işi yapılmak.
üleştirim is. 1. Üleştirme. 2. Toplumsal ürünün ticari etkinlikler aracılığıyla tüketicilere dağıtılması.
üleştirimli sf. Üleştirime ilişkin.
→ üleştirimli tüze
üleştirimli tüze is. fel. Ödül ve cezanın herkesin hakkına göre üleştirilmesi temeline dayanan tüze.
üleştirme is. Üleştirmek işi, bölüştürme, dağıtma, tevzi.
→ üleştirme sıfatı
üleştirmek (-i, -e) 1. Pay ederek dağıtmak, bölüştürmek. 2. Herkesin payını kendisine vermek, bölüp dağıtmak, tevzi etmek.
üleştirme sıfatı is. dbl. Paylaştırma kavramı veren sıfat. Türkçede bu kavram -ar, -er, -şer ekiyle sağlanır: Otuzar kitap. Birer elma. ikişer kalem. Altışar lira gibi.
ülfet is. Ar. ülfet esk. 1. Alışma, kaynaşma. 2. Tanışma, görüşme: "Temiz ve metin bir insan olduğu ilk ülfetinden anlaşılırdı." -Y. K. Beyatlı. 3. Dostluk, ahbaplık: "Ülfet belalı şey fakat uzlet sıkıntılı / Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı." -Y. K. Beyatlı. ülfet etmek tanışmak, görüşüp konuşmak, sohbet etmek: "Kendilerine bir kimse bulunamıyor ki, ülfet etsinler." -E. E. Talu.
ülger is. Kadife, şeftali vb.nin üzerinde bulunan ince tüy.
ülke is. 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket: "Artık vatan toprağı, Rumeli'deki hudutlarından Anadolu'daki hudutlarına kadar yekpare bir ülke olmuştur." -Y. K. Beyatlı. 2. Devlet: "Vicdan hürriyetine riayet eden tek ülke Osmanlı İmparatorluğu idi." -F. R. Atay. 3. Herhangi bir özelliği yönünden düşünülen bölge: "Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş ülkelerini tek tek geziyorum." -H. Taner, ülke açmak bir ülkeyi savaşarak almak, fethetmek.
→ ülke coğrafyası, Ülkeler arası, ülkeler coğrafyası, başülke, eksen ülke, merkezî ülke, sanayi ülkesi,, bağlantısız ülkeler, bloksuz ülkeler, üçüncü dünya ülkeleri
ülke coğrafyası is. coğ. Ülkeler coğrafyası.
ülkeler arası is. İki veya daha çok ülke arasında oluşan durum.
ülkeler coğrafyası is. coğ. Yeryüzündeki değişik yerlerin olaylarıyla coğrafya arasındaki ilintiyi araştıran ve coğrafyanın en geniş kolunu oluşturan bilim dalı, ülke coğrafyası.
Ülker öz. is. astr. Boğa burcunda, yedi yıldızdan oluşan takım, Süreyya.
ülkesel sf. Ülkeye ilişkin.
ülkesellik, -ği is. Ülkeye ilişkin olma durumu.
ülkü is. 1. Amaç edinilen, ulaşılmak istenen şey, ideal: "Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür." -Atatürk. 2. İnsanı duyular dünyasının üstüne yükselten ve hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek olan, yalnızca erişilmesi istenen amaç olarak kalan kılavuz ilke, örnek yargı ölçüsü, mefkure, ideal: "Bu yarının dünyasını, insanlığım düzenleyecek ülkünün sahipleri!" -H. E. Adıvar. 3. fel. Gerçekte olmayıp yalnız düşüncede tasarım biçiminde var olan, yalnızca düşünce ile kavranabilen şey, ideal.
ülkücü sf. Bir ülküye çıkar gütmeden bağlı olan, idealist: "Bunların aralarında ülkücü ve vatanlarını canlarından bin kat fazla seven gazeteciler, yazarlar vardı." -T. Buğra.
ülkücülük, -ğü is. Bir ülküyle belirlenmiş olan, bu ülküye çıkar gütmeden bağlı kalan yaşama biçimi ve dünya görüşü.
ülküdaş is. Aynı ülküye bağlı olanlardan her biri.
ülküdaşlık, -ğı is. Ülküdaş olma durumu.
ülküleştirilme is. Ülküleştirilmek işi.
ülküleştirilmek (nsz) Ülküleştirme işi yapılmak.
ülküleştirme is. Ülkü durumuna getirme, idealleştirme, idealizasyon.
ülküleştirmek (-i) Ülkü durumuna getirmek, idealleştirmek.
ülküsel sf. Ülkü ile ilgili, ideal.
ülser is. Fr. ulcere tıp Sindirim organlarında ve özellikle mide İle onikiparmak bağırsağında görülen yara, karha: "Midesindeki ülsere salık verilmiş birkaç kocakarı ilacı her zaman iyi gelmez." -S. F. Abasıyanık.
ültimatom is. Fr. ültimatom 1. Bir devletin başka bir devlete verdiği ve hiçbir tartışma veya karşı koymaya yer bırakmaksızın, tanıdığı sürede isteklerinin yerine getirilmesini istediği nota. 2. Uyulması gereken kuralları kesin bir dille anlatma, ültimatom vermek nota vermek, istekleri sert bir biçimde bildirmek: "Ankara'dakilere şöyle bir ültimatom vermekten doğrusu kendisini alamamıştı." -A. İlhan.
ültimatomsu sf. Ültimatomu andıran, ültimatoma benzeyen, ültimatom gibi: "Bugün, sanırım akşama doğru partiden ültimatomsu bir tebliğ alacaksın." -Y. K. Karaosmanoğlu.
ülüş is. sos. esk. Kesilen hayvanın etinden alınan pay.