-uz bk. -iz/-iz vb. (II).
uz (I) sf. 1. İyi, güzel: "Az olsun, uz olsun." -Atasözü. 2. İşe yatkın, becerikli, mahir.
→ eli uz
uz (II) zf. Masallarda az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik tekerlemesinde "uzak anlamında kullanılan bir söz.
→ uzgören, uzgörür
uza devim is. psikol. Fiziksel etkili medyumların gerçekleştirdiği öne sürülen olaylardan biri olan, nesnelerin dokunulmaksızın hareket edişi, telekinezi.
uza duyum is. psikol. Telepati.
uzak, -ğı sf. 1. Gidilmesi çok süren, çok ötelerde bulunan, ırak, yakın karşıtı: "Mualla, uzaklardan bir ses duyar gibi oldu." -P. Safa. 2. Arada çok zaman bulunan: Uzak bir gelecekte neler olacağı bilinmez. 3. Eli, gücü veya hükmü yetişmez: O böyle işlerden pek uzaktır. 4. İhtimali az olan: Ben bu işi çok uzak görüyorum. 5. Ayrı, birbiriyle yakın İlgisi olmayan: "Ne iyi! Sizinle birlikte uzak şeylerden bahsedebileceğiz." -P. Safa. 6. is. Uzak yer: Fazla uzağa gitme, uzak durmak yaklaşmamak, karışmamak, uzak düşmek uzak olmak, uzak bulunmak: "Ben uzak düşmemeye çalışır, karşılarında bir yere ilişirdim."-Y'. Z. Ortaç, uzağı görmek ileride ne olacağını kestirmek, uzaklara gitmek 1) konudan ayrılmak; 2) gözleri dalmak, dalıp gitmek, uzaktan 1) uzak yerden: "Merak bu ya, bir gün uzaktan seyredeceğim bizim takımı." -Y. Z. Ortaç. 2) uzak olarak, uzaktan bakmak (veya seyirci kalmak) seyirci gibi davranıp karışmamak. uzaktan merhaba yakın ahbaplık bulunmadığını veya istenmediğini anlatan bir söz.
→ uzak akraba, uzak benzeşme, uzak benzeşmezlik, Uzak Doğu, uzak göçüşme, tızak görüş, uzak metatez, uzaktan kumanda, uzaktan uzağa, uzaktan yakından, yedi gömlek uzak
uzak akraba is. Yakınlığı, İlgi derecesi az olan akraba: "Uzak akrabamdan bir köylü gelip beni aldı." -R. H. Karay.
uzak benzeşme is. dbl. Bir kelimede bir sesin uzakta bulunan başka bir sesi etkilemesi: Etmek > ekmek, tepme > tekme gibi.
uzak benzeşmezlik, -ği is. dbl. Bir kelimede yan yana bulunmayan iki aynı sesten birinin değişikliğe uğraması: Kehribar > kehlibar, fincan > filcan gibi.
Uzak Doğu öz. is. Asya'nın doğu ve güneydoğusu.
uzak göçüşme is. dbl. Yan yana bulunmayan ünsüzlerin yer değiştirmesi, uzak metatez: ödünç > öndüç, lanet > nalet, zerdali > zeldari vb.
uzak görüş is. İleride olabilecekleri düşünme ve sezme.
uzak görüşlü sf. Uzak görüş sahibi olan (kimse).
uzak görüşlülük, -ğü is. İleride, gelecekte olabilecekleri düşünme ve sezme gücü.
uzaklanma is. Uzaklanmak durumu veya biçimi.
uzaklanmak (nsz) Nazlanmak: "... hatta bun-. dan bir böbürlenmek vesilesini çıkardığım anlatan bir gülümsemeyle sanki tekrar etsinler diye uzaklamrdı." -H. Z. Uşaklıgil.
uzaklaşılma is. Uzaklaşılmak durumu.
uzaklaşılmak (-den) Uzaklaşmak işi yapılmak.
uzaklaşma is. Uzaklaşmak durumu.
uzaklaşmak (-den) 1. Bir şeyden, bir yerden veya kimseden ayrılıp uzağa gitmek: "Yürüyüp gittiğini görmemek için uzaklaştı." -R. H. Karay. 2. mec. Yabancılaşmak, ilgisi azalmak: "Bu genç kız yaşasaydı, sevdiği çıdamın günden güne kendisinden uzaklaştığını görecekti." -R. N. Güntekin.
uzaklaştırılma is. Uzaklaştırılmak işi veya durumu.
uzaklaştırılmak (-den) 1. Uzaklaşması sağlanmak. 2. Görevden alınmasını sağlamak.
uzaklaştırma is. Uzaklaştırmak işi: "Okuldan uzaklaştırma cezasının da bir anlamı kalmamıştı artık benim için." -Ö. Seyfettin.
uzaklaştırmak (-den, -i) 1. Uzağa götürmek: "Seni filan yere elçi göndermeye, hatta seni bir müddet buradan uzaklaştırmaya karar verdik." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Çıkarmak, ayırmak. 3. mec. Yabancılaştırmak, ilgisiz bırakmak: "Sen onu bozmak, işten uzaklaştırmak, züppeleştirmek için bilmezlikle elinden geleni yaptın." -M. Ş. Esendal.
uzaklık, -ğı is. 1. Uzak olma durumu, ıraklık: "Duvarın yüzünde birbirine otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı." -H. R. Gürpınar. 2. mat. İki nokta arasmdaki uzay ölçümü, mesafe.
→ açısal uzaklık, başucu uzaklığı
uzak metatez is. dbl. Uzak göçüşme.
uzaksama is. Uzaksamak işi, istibat.
uzaksamak (-i) Uzak saymak, istibat etmek.
uzaktan kumanda is. 1. Televizyon, müzik seti vb. aletleri, otomobil, oyuncak otomobil vb. araçları belli bir uzaklıktan çalıştırmaya yarayan kablosuz alet. 2. mec. Kişiyi veya grubu dışarıdan yönlendirme, uzaktan kumanda etmek kişiyi veya grubu dışarıdan yönlendirmek.
uzaktan kumandalı sf. Uzaktan kumandası olan.
uzaktan kumandasız sf. Uzaktan kumandası olmayan.
uzaktan uzağa sf. 1. İlgisi az olan: "Aralarına uzaktan uzağa gözümün ısırdığı birkaç tuluat aktörü karışmıştı." -R. N. Güntekin. 2. zf. Çok uzakta: "Uzaktan uzağa arkamdan iki gölge peydahlandı." -H. R. Gürpınar. 3. zf. Biraz, az buçuk, tam değil: "Mızıkaların çaldığı kantolar arasında uzaktan uzağa tanıdığı havalar da vardı." -R. N. Güntekin.
uzaktan yakından zf. Herhangi bir bakımdan ilgili bir biçimde: "Buranın beyleri uzaktan yakından birbirinin hısımlarıdır." -M. Ş. Esendal.
uzam is. fel. 1. Algılanan nesnelerin temel niteliği. 2. Bir nesnenin uzayda kapladığı yer, vüsat.
uzama is. Uzamak durumu: "Seyahatin uzaması ihtimali de çoktur." -R. H. Karay.
uzamak (nsz) 1. Uzun duruma gelmek, boyu büyümek: "Kısa boylu Japon cinsi bile sporla üç parmak uzadı." -A. Haşim. 2. Çok zaman tutmak, uzun sürmek: "Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil!" -S. F. Abasıyanık.
→ uzun uzadıya
uzanılma is. Uzanılmak durumu.
uzanılmak (nsz) Uzanma işi yapılmak.
uzanım is. 1. Nitelik, özellik, ölçü, boyut. 2. fiz. Titreşim durumunda bulunan bir noktanın, herhangi bir anda titreşim merkezinden uzaklığı. 3. astr. Yerden herhangi bir gezegene ve güneşe uzanan iki doğrultu arasındaki açı.
uzanış is. Uzanma durumu veya biçimi.
uzanma is. Uzanmak durumu.
uzanmak (-e) 1. Boylu boyunca yatmak: "Nevin evde biraz uzanıp dinlenmezse hastalanacaktı sanki." -S. F. Abasıyanık. 2. Gitmek: "Öğleden sonra Şişli'den Beyoğlu'-na kadar uzandım." -Y. K. Beyatlı. 3. Bir alana yayılmak: "Sokağın dibinden gelen bir elektrik lambasının türeye litreye uzanan ışığında, bu iki gölgenin umumi şekilleri görülüyor." -P. Safa. 4. Bir şey boyunca sıralanmak: "İncecik ırmaklar vardı ki, kenarları boyunca uzanan sazlıkları arasından pembe tüylü flamingolar gezinirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Yetişmek, ulaşmak: "Kedi, uzanamadığı ciğere murdar der." -Atasözü. 6. Vücudunu yöneltmek veya vücuduyla birlikte kolunu uzatmak: "Cici Bey balkondan ablasının penceresine bir daha uzandı." -H. R. Gürpınar.
uzantı is. 1. Bazı nesnelerin herhangi bir yerinde görülen uzamış bölüm. 2. Ana konumdaki bir bütünün, özün veya durumun, kendisinden ayrı görülen, ancak aynı yapısal Özellikleri içeren parçası: "Bu mutluluğu uzatmak, onun uzantısı ile kanınıza dolan sıcaklığı uzun süre muhafaza etmek istiyorsunuz. " -H. Taner.
uzatılma is. Uzatılmak işi veya durumu.
uzatılmak (nsz) Uzatma İşi yapılmak.
uzatım is. Uzatma işi: Süre uzatımı.
uzatış is. Uzatma işi veya biçimi: "Kelepçeli ellerini jandarmaya uzatışını hiçbir zaman unutmayacağım." -N. Cumalı.
uzatma is. 1. Uzatmak işi, temdit. 2. Sıhhi tesisatçılıkta kısa boruları uzatmak için kullanılan, kısa boru parçası. 3. den. Bir ucu kıyıya bağlı durumda denize uzatılıp bırakılarak kullanılan balık ağı. 4. dbl. Ünlülerin uzun söylenişi. 5. sp. Oyun içerisindeki duraklama dakikaları. 6. sp. Eşit sayılarla biten bir elemeli oyunu, kazananın belli olması amacıyla, kurallarına uygun olarak belli bir süre daha sürdürmek, uzatmaları oynamak 1) bir görevde son zamanlarını yaşamak; 2) sp. oyunda uzatma dakikalarını oynamak; 3) mec. ölmek üzere olmak.
→ uzatma işareti
uzatma işareti is. dbl. Düzeltme işareti.
uzatmak (-i) 1. Uzamasına sebep olmak, uzamasını sağlamak: Saç uzatmak. Tırnak uzatmak. 2. Başı, kolları veya bacakları bir yere yöneltmek: "Koğuşun açık duran kapısından hastalar başlarını uzatıp koridordakilere, yerde duran sedyeye bakıyorlar." -M. Ş. Esendal. 3. Bir şeyi vermek için birine yöneltmek: "Şu köşe rafında toz şeker kutusu var, uzatıver bana." -A. Gündüz. 4. Germek: İp uzatmak. 5. (nsz) Konuşmayı sürdürmek: "Her iki odadan üçer beşer kişi lakırtıyı uzattılar." -M. Ş. Esendal. 6. Vermek, göndermek: Can, topu Zekiye uzattı.. 7. Süreyi artırmak, temdit etmek: "Meclis, olağanüstü hâl süresini değiştirebilir, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine ... süreyi uzatabilir..." -Anayasa, uzatmayalım kısacası: "Uzatmayalım, bir tazminat lafıdır tutturdu."-S. F. Abasıyanık.
uzatmalı sf. Süresi uzatılan: Uzatmalı maç.
→ uzatmalı çavuş, uzatmalı nişanlı, uzatmalı sevgili
uzatmalı çavuş is. hlk. Uzman çavuş.
uzatmalı nişanlı is. Nişanlılık süresi gereğinden çok uzamış olan kadın veya erkek.
uzatmalı sevgili is. Evlenmeye karar veremeyip çok uzun süre sevgili olarak kalan kimseler.
uzay is. astr. 1. Bütün varlıkların içinde bulunduğu sonsuz boşluk, feza, mekân. 2. Bütün gök cisimlerinin içinde bulunduğu sınırsız boşluk.
→ uzay adamı, uzay eğrisi, uzay gemisi, uzay geometri, uzay hukuku, uzay istasyonu, uzay kapsülü, uzay pilotu, uzay savaşı, uzay taşı, uzay uçuşu, uzay üssü
uzay adamı is. astr. Uzay gemisini uzayda yöneten kimse, astronot, kozmonot.
uzay adamlığı is. Uzay adamı olma durumu.
uzaycı is. Uzayda araştırma yapılmasını düzenleyen ve yerden uzay gemisi ile ilişki kuran, onu yöneten kimse.
uzaycılık, -ğı is. 1. Uzaya araçlarla gitme işi. 2. Uzaycının yaptığı iş. 3. Uzayla ilgili olma: ... uzaycılığın serüvenine çok meraklıyım.
uzay eğrisi is. mat. Bütün noktaları aynı düzlem üzerinde bulunmayan eğri.
uzay gemisi is. astr. Uzaya gitmek İçin yapılmış taşıt, mekik.
uzay geometri is. mat. Hacimli biçimleri inceleyen geometri.
uzay hukuku is. huk. Uzay yolculuklarını ele alan uluslararası gelenek hukuku.
uzay istasyonu is. astr. Uzay çalışmalarının yapıldığı merkez.
uzay kapsülü is. astr. Uzay gemilerinde, oldukça dar ve hafif, füzenin gürültüsüne ve hava ile sürtünmeden doğan sıcaklığa karşı yalıtılmış kapalı yer.
uzaylı sf. Uzayda yaşadığı varsayılan (canlı). uzay pilotu is. astr. Uzay araçlarını kullanan pilot.
uzay savaşı is. 1. Uzay çalışmalarında öne geçme yarışı. 2. ask. Uzayı ele geçirmek için modern tekniğin imkânlarını askerî amaçlarla kullanarak üstünlük sağlama mücadelesi.
uzay taşı is. astr. Gök taşı.
uzay uçuşu is. astr. Uzay gemisi ile dünyadan uzaklaşıp uzaya çıkma.
uzay üssü is. astr. Uzay istasyonu.
uzgören sf. Uzgörür.
uzgörür sf. Gerçeği önceden görebilen.
uz iletişim is. Sembol, haber, yazı, resim veya her çeşit bilginin tel, radyo, optik vb. elektromanyetik sistemlerle iletilmesi, yayımı veya alınması, telekomünikasyon.
uzlaşı is. Uzlaşma, uyuşma.
uzlaşıcı is. Uzlaşma sağlayan kimse.
uzlaşıcılık, -ğı is. Uzlaşıcı olma durumu.
uzlaşılma is. Uzlaşılmak işi.
uzlaşılmak (nsz) Uzlaşma işi yapılmak.
uzlaşım is. Uzlaşma.
uzlaşma is. Uzlaşmak durumu, uyuşma: "Yoksa mutlu bir şansla bir uzlaşma olacak, bu da yumuşak bir tasfiyeye İmkân bırakacak mıydı? " -T. Buğra.
uzlaşmacı is. 1. Uzlaşma sağlayan kimse. 2. Uzlaşmacılıktan yana olan kimse.
uzlaşmacılık, -ğı is. Çıkarlarından, düşüncelerinden ödünler vererek uzlaşma sağlama siyaseti.
uzlaşmak (nsz) Aralarındaki düşünce veya çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşmak, karşılıklı anlaşmak ve mutabık kalmak, antant kalmak: "O vakit politika ile mücerret ilmi birbiriyle gayet kolay uzlaşır şeyler sanıyordum." -R. N. Güntekin.
uzlaşmalı sf. Aralarında uzlaşma bulunan.
uzlaşmaz sf. Uzlaşmayan, uzlaşma yanlısı olmayan: Uzlaşmaz bir tutum.
uzlaşmazlık, -ğı is. Anlaşmaya, uzlaşmaya yanaşmama durumu.
uzlaştırıcı is. Uzlaşmayı sağlayan kimse, ara bulucu.
uzlaştırıcılık, -ğı is. Ara buluculuk.
uzlaştırma is. Uzlaştırmak işi.
→ uzlaştırma kurulu
uzlaştırmak (-i) Uzlaşmalarını sağlamak.
uzlaştırma kurulu is. Toplu sözleşme görüşmelerinde tarafların uyuşmazlığa düşmeleri durumunda, uzlaşma sağlamak amacı ile grev ve lokavt kanununa göre oluşturulan, kararlarının yaptırım gücü olmayan kurul.
uzlet is. Ar. 'uzlet esk. Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama: "Ülfet belalı şey fakat uzlet sıkıntılı / Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı." -Y. K. Beyatlı.
uzluk, -ğu is. Ustalık, işinin eri olma durumu, hazakat, ehliyet.
→ el uzluğu
uzman is. 1. Belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan kimse, mütehassıs, kompetan: "Biz de, işte para kazanmanın, iyi yaşamanın uzmanıyız dostum." -H. Taner. 2. Bilirkişi.
→ uzman çavuş, uzman doktor, uzman hekim, başuzman, beslenme uzmanı, diyabet uzmanı, diyet uzmanı, ekoloji uzmanı, elçilik uzmanı, fizik tedavi uzmanı, hesap uzmanı, ışın tedavi uzmanı, iç hastalıkları uzmanı, renk uzmanı, tedavi uzmanı
uzman çavuş is. ask. Lise ve dengi okullardan mezun olduktan sonra özel bir eğitim sonunda başarılı olarak astsubaylıktan bir alt basamaktaki asker rütbesini alan kimse, uzatmalı çavuş.
uzman doktor is. tıp Bir tıp dalında gerekli ihtisası görüp uzmanlık belgesini alan doktor, uzman hekim.
uzman hekim is. tıp Uzman doktor.
uzmanlaşma is. Uzman durumuna gelme.
uzmanlaşmak (nsz) Uzman durumuna gelmek, uzman olmak.
uzmanlık, -ğı is. Uzman olma durumu, uzmanın görevi, mütehassıslık, ihtisas.
→ başuzmanlık
uzo is. Yun. Yunan rakısı.
uzun sf. 1. İki ucu arasında fazla uzaklık olan, kısa karşıtı. 2. Başlangıcı ile bitimi arasında fazla zaman aralığı olan, çok süren: "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece." -Âşık Veysel. 3. zf. Ayrıntılı, derinlemesine: "Uzun düşündüğünü unuttuğu ve düşüncelerinin yönünü kaybettiği bir anda yemeğe çağırdılar." -H. E. Adıvar. uzun etmek 1) tartışmayı sürdürmek: "Pek canım istiyor, uzun etme!" -P. Safa. 2) aşırı gitmek. uzun kulaktan haber almak uzaktan uzağa haber almak, uzun lafın (veya sözün) kısası kısacası, özet olarak: "Uzun lafın kısası, eleştirmeci okuyucuya faydalı, edebiyata faydalı bir yazıcıdır." -S. F. Abasıyanık. uzun oturmak hlk. 1) uzanarak oturmak, yarı yatmış durumda oturmak; 2) şaka yatmak.
→ uzun araç, uzun atlama, uzun bacaklılar, uzun boylu, uzunçalar, uzun çizgi, uzun dalga, uzun diş, uzun don, uzuneşek, uzun etek, uzun far, uzun hava, uzun hayvan, uzun hece, uzun hikâye, uzun kafalı, uzun kulaklı, uzunkuyruk, uzun levrek, uzun ömürlü, uzun öykü, uzun sesli, uzun uzadıya, uzun uzun, uzun ünlü, uzun vokal, uzun yol sürücüsü, uzun yol şoförü, dili uzun, eli uzun, kolu uzun
uzun araç, -cı is. Normal bir yük aracından daha uzun olan, çok eşya taşımak için kullanılan taşıt.
uzun atlama is. sp. Vücudun, bacakların sıçrama gücü ile yerden kesilerek alabildiğine uzağa konması.
uzun bacaklılar ç. is. zool. Sulak yerlerde yaşayan, uzun bacaklı kuşlar takımı.
uzun boylu sf. 1. Boyu uzun olan. 2. mec. Uzun süre: "Karakolda uzun boylu sıkıştırdılar. " -S. F. Abasıyanık. 3. zf. mec. Derinlemesine, ayrıntılarıyla.
uzunca sf. 1. Biraz uzun. 2. zf Uzun olarak, bol zamanlı: "Ben uzunca kalacağım için aylık olarak tutmuştum odamı." -E. Bener.
uzunçalar is. müz. 1. Üzerine seslerin düşük devirle kaydedildiği büyük boyutlu plak. 2. Bir sanatçının eserlerinin bir bölümünün yer aldığı kaset, albüm.
uzun çizgi is. Karşılıklı konuşmada, konuşanın değiştiğini göstermek için kullanılan noktalama İşaretinin adı, konuşma çizgisi, tire (II) (- ).
uzun dalga is. fiz. Dalga boyu 1000-2000 m arasında değişen radyo dalgası.
uzun diş is. tek. Boruları döndürmeden eklemeyi sağlayan ve bir ek bileziğiyle bir ters somunu alacak uzunlukta açılmış vida.
uzun dişli sf. Tamahkâr, açgözlü, hırslı: "İhtirasları olanaklardan yüksek, uzun dişli bir kesim var ki, din iman tanımaz." -A. İlhan.
uzun don is. Paçaları diz altına kadar inen bir don türü.
uzuneşek, -ği is. Eğilmiş ve biri ötekinin arkasına tutunmuş birkaç kişinin üzerinden atlanılarak oynanan bir oyun.
uzun etek, -ği is. 1. Eteği uzun olan giysi, maksi. 2. mec. Şapşal, sallapati.
uzun far is. Uzun mesafeyi aydınlatma gücüne sahip otomobil farı.
uzun hava is. müz. Türk halk müziğinde, belirli bir karakteri olmayan, bölgesel öğelerin etkisi altında gelişerek özellik kazanmış türkü.
uzun hayvan is. Yılan.
uzun hece is. dbl. İçinde uzun ünlü bulunan hece: Adet, kâtip gibi.
uzun hikâye is. ed. Ayrıntılı olayları ve kişi kadrosu geniş olan hikâye türü, uzun öykü.
uzun kafalı sf. anat. Kafatasının ön art ekseni, yan eksenine göre uzun olan, dolikosefal.
uzun kulaklı is. Eşek.
uzunkuyruk, -ğu is. zool. İskete kuşunun bir türü.
uzunlamasına zf. Uzunluğuna.
uzun levrek, -ği is. zool. Kemirici balıklar takımından, 50-100 cm boyunda, Avrupa tatlı sularında yaşayan etçil ve yırtıcı bir balık (Lucioperca sandra).
uzunluk, -ğu is. 1. Bir şeyin bir uçtan öbür uca kadar olan uzaklığı. 2. mat. İki nokta arasmdaki yer aralığının Ölçümü, tul. 3. Bir yüzeyin iki temel boyutundan en büyük olanı, boy, en karşıtı: "Üç buçuk metre uzunluğunda bir kalas bu!, getir." -H. R. Gürpınar. 4. Yazının, sözün kapsam yönünden genişliği. 5. Süre yönünden uzun olma durumu.
→ uzunluk ölçüsü, dalga uzunluğu, vurgu uzunluğu
uzunluk ölçüsü is. mat. Uzunluğu ölçmek için kullanılan metre, yarda vb. herhangi bir birim.
uzun ömürlü sf. Yaşadığı süre çok uzun olan.
uzun öykü is. ed. Uzun hikâye.
uzun sesli is. dbl. Uzun ünlü.
uzun uzadıya zf Uzatarak, derinleştirerek, genişleterek, ayrıntılarıyla: "Şeyhler izin alarak bir çadıra çekildiler, uzun uzadıya konuştular." -R. H. Karay.
uzun uzun zf. 1. Uzun süre, uzun olarak, uzunca: "En mutlu bakışımla uzun uzun seyrettim. " -R. N. Güntekin. 2. Uzatarak.
uzun ünlü is. dbl. Ses süresi uzun olan ünlü, uzun sesli, uzun vokal: Âlem, âdet gibi.
uzun vokal, -li is. dbl. Uzun ünlü.
uzun yol sürücüsü is. Uzun mesafeli hatlarda mal nakliyatı yapan ve araba kullanan sürücü.
uzun yol şoförü is. Uzun yol sürücüsü.
uzuv, -zvu is. Ar, 'uzv 1. onat. Organ, üye. 2. Unsur: "Aruz, şiir lisanımızın vücudunda bel kemiği gibi esaslı bir uzuvdur." -Y. K. Beyatlı.
uzvi sf. (uzvi:) Ar. 'uzvi esk. Organik.
→ uzvi kimya
uzvi kimya is. kim. Organik kimya.
uzviyet is. Ar. 'uzviyyet anat. esk. Organizma: "Dilyaşayan bir uzviyettir." -B. Felek.