uvertür is. Fr. ouverture 1. müz. Operada, perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça. 2. Pokerde oyuna başlayabilmek için gerekli el: "Uvertürün nedir?" -Y. Z. Ortaç. uvertür yapmak tkz. bir şeye giriş niteliğinde söz söylemek veya davranışta bulunmak.
uvunmak (nsz) hlk. bk. uğunmak.
uyak, -ğı is. ed. Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren heceler veya aynı görevde olmayan, ses bakımından benzeşen ek, kafiye.
→ yarım uyak
uyaklı sf. ed. Uyağı bulunan, kafiyeli, mukaffa.
uyaksız sf. ed. Uyağı bulunmayan, kafiyesiz.
uyaksızlık, -ğı is. Uyaksız olma durumu, kafiyesizlik.
uyandırma is. 1. Uyandırmak işi. 2. psikol. Anıları zihinde yeniden canlandırma.
uyandırmak (-i) 1. Uyanmasına yol açmak: "Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı." -S. F. Abasıyanık. 2. Çıra, lamba, soba vb. ışık veren şeyleri yakmak, tutuşturmak. 3. mec. Üstü küllenmiş ateşi yeniden canlandırmak. 4. mec. Herhangi bir sebeple demekteki üyeliğin dondurulmasından vazgeçerek çalışmalara katılmasına İzin vermek. 5. mec. Aklını başına toplamasını sağlamak.
uyanık, -ğı sf. 1. Uyanmış, uyumamış, bidar: "Uyuyor mu uyanık mı kestiremiyor, uykuyla uyanıklığın sınırlarını bulamıyordu." -A. İlhan. 2. mec. Açıkgöz, kurnaz, cingöz: "Ayrıca son derece zeki ve uyanık bir genç hz vardı." -H. Taner. 3. mec. Yapacağı İşi bilen, dikkatli ve tetikte olan, müteyakkız. 4. mec. Bilgisizlikten kurtulmuş, bilgili: "Zeki ve uyanık kişilerle dostluk kadar iyi bir şey olamaz." -S. Birsel.
→ uyur uyanık
uyanıklaşma is. Uyanıklaşmak işi veya durumu.
uyanıklaşmak (nsz) Uyanık duruma gelmek.
uyanıklık, -ğı is. Uyanık olma durumu: "O devri, ilk uyanıklık devri olduğu için hiç unutmaz." -H. E. Adıvar.
uyanış is. 1. Uyanma durumu veya biçimi: "Parasız adamın sabahleyin bir acı, zehirli uyanışı vardır, ölümden beterdir." -R. H. Karay. 2. Uyanma, intibah. 3. Avrupa'da özellikle İtalya'da XV. yüzyılda başlayan genel sosyoloji ve felsefe öğretileri bütünü, Rönesans. 4. mec. Bilgisizlikten kurtulma durumu: "Bazı uyanış ve toparlanış belirtileri meydana getirmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
uyanma is. Uyanmak durumu, intibah.
uyanmak (nsz) 1. Uyku durumundan çıkmak. 2. Bitkiler canlanıp yeşermeye başlamak: "Tomurcuklar patlamış, tabiat iyiden iyiye uyanmıştı." -B. Felek. 3. Belirmek, ortaya çıkmak, depreşmek: "Leman Hanım'ın seni sevdiğini söyleyince sende de ona karşı bir meyil uyandığından eminim." -R. N. Güntekin. 4. mec. Gerçekleri anlar, kavrar duruma gelmek. 5. mec. Bilgisizlikten kurtulmak.
uyaran is. 1. Uyarma işini yapan kimse veya şey, münebbih. 2. Bir uyarım, bir tepki yaratan herhangi bir güç, uyarıcı. 3. sf. Organizmada uyarım yaratan, uyarıcı: Kahve uyaran maddelerden biridir.
uyarcı is. Uygun davranışta bulunan, uyumlu görünen kimse.
uyarcılık, -ğı is. Uyarcı olma durumu.
uyarı is. 1. Herhangi bir konu, soran üzerine ilgi çekme, ikaz, ihtar, tembih: "Kentin yaşlılarının da düşüncelerini aldılar. Onların uyarılarına uydular." -H. Taner. 2. biy. Organizmada uyarım yaratan güç.
→ kesin uyarı
uyarıcı sf. Uyarma özelliği olan, uyaran, münebbih: Uyarıcı öğüt.
uyarıcılık, -ğı is. Uyarıcı olma durumu.
uyarılma is. Uyarılmak işi.
uyarılmak (nsz) 1. Uyarma işine konu olmak: "Onun uyarılmaması, samimiyetin sürmesi Ankara için de çok yararlı olabilirdi." -T. Buğra. 2. hlk. Uyandırılmak.
uyarım is. biy. 1. Bir uyaran karşısında organizmanın gösterdiği tepki, tembih. 2. Bir uyarma sebebiyle herhangi bir kasta, salgı bezinde olan açık veya gizli değişme.
uyarınca zf. (uyarı'nca) Gereğince, mucibince: Kanunlar uyarınca.
uyarış is. Uyarma işi veya biçimi: "O susuyor, ben bunu Kâmuran'ın yüzüne bakmak için bir uyarış sayıyordum." -H. E. Adıvar.
uyarlama is. 1. Uyarlamak işi, adaptasyon. 2. ed. Bir eseri çevrildiği dilin, konuşulduğu toplumun yaşayışına, inançlarına uyarlama. 3. sf. Uyarlanmış, adapte.
uyarlamak (-i, -e) 1. Birbirine herhangi bir bakımdan uyar duruma getirmek, intibak ettirmek. 2. Edebî eserleri, sinema, tiyatro, radyo ve televizyonun teknik imkânlarına uygun duruma getirmek, adapte etmek. 3. Bir yabancı eseri, kişi ve yer adlarını değiştirerek yerli bir eser durumuna getirmek, adapte etmek.
uyarlanma is. Uyarlanmak işi.
uyarlanmak (nsz, -e) Uyarlama işi yapılmak.
uyarlayıcı is. 1. Uyarlama işini yapan kimse. 2. Adaptör.
uyarlık, -ğı is. Uygun olma durumu, uygunluk: "Ben o aralık -üçü yirmi geçiyor- deyivermiştim. Bu uyarlığa önce kimse şaşmadı." -H.Taner.
uyarma is. 1. Uyarmak işi, ihtar, tembih: "Uyarma ve kınama cezalarıyla ilgili planlar hariç, disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz." -Anayasa. 2. biy. Bir duyu organını, bütün bir sinir düzenini, kendi dışındaki bir nesne veya durumun bir tepkide bulunmaya yöneltmesi.
→ uyarma komutu
uyarmak (-i) 1. Bir kimseye bir davranışta bulunmamasını söylemek, ikaz etmek: "Mustafa Kemal Paşa gittikten sonra gelen mebuslar beni uyarıyorlardı." -F. R. Atay. 2. Görevini gereği gibi yapmayan kimseye nasıl davranması gerektiğini hatırlatmak, İhtarda bulunmak. 3. biy. Bir canlının herhangi bir organını dıştan bir etki ile görev yapmaya zorlamak. 4. hlk. Öğütle yola getirmeye çalışmak. 5. hlk. Uyandırmak: "Demek oluyor ki, İş dönüp dolaşıp büyük halk kitlelerini uyarmaya dayanıyor." -H. Taner.
uyarma komutu is. sp. Jimnastikteki komutun alıştırma için uyarıcı nitelikteki İlk ve uzunca bölümü.
uyarsız sf. Uygun davranışta bulunmayan, uyumlu görünmeyen (kimse).
uyartı is. hlk. 1. Uyarmak için söylenen söz, uyan, İhtar. 2. Uyaran kimse veya şey.
uydu is. asir. 1. Bir gezegenin çekiminde bulunarak onun çevresinde dolanan daha küçük gezegen, peyk: Ay, yerin uydusudur. 2. Türlü amaçlarla yerden fırlatılan ve genellikle kapalı bir yörünge çizerek yer çevresinde dolanan araç. 3. sf. mec. İşlerini ve davranışlarını daha güçlü birinin isteğine uyduran (devlet, kurum, kişi).
→ uydu kent, yapma uydu
uydu kent is. mim. Ana kente bağlantılı olarak kurulan ve onun yükünü azaltmak amacıyla çevresinde oluşturulan yerleşim yeri.
uydulaşma is. Uydulaşmak durumu.
uydulaşmak (nsz) Uydu durumuna gelmek.
uydulaştırma is. Uydulaştırmak durumu.
uydulaştırmak (-i) Uydu durumuna getirmek.
uyduluk, -ğu is. Uydu olma durumu, peyklik.
uydurma is. 1. Uydurmak işi. 2. sf. Gerçek dışı, uydurulmuş olan, yalan, sahte, asılsız, düzme, palavra, mürettep: "Atatürk'ün Osmanlıcayı Türkçeleştirmek hususundaki güzel arzusunu bugünkü 'uydurma dilcilik' gayretine alet etmişiz." -B. Felek.
uydurmaca sf. Düzmece, sahte, yalan yanlış (bilgi, haber).
uydurmacı is. Uyduran kimse, palavracı.
uydurmacılık, -ğı is. Uydurmacının işi.
uydurmak (-i, -e) 1. Uymasını sağlamak: "Gözlerini kilidi sökülmüş ve büyümüş anahtar deliğine uydurdu." -P. Safa. 2. (-i) Hayal gücünden yararlanarak gerçek dışı bir şey söylemek, yakıştırmak: "Terzinin kendi sözünü yanlış anlamış olduğu hikâyesini uydurmuş olmalıydı." -A. Ş. Hisar. 3. (-i) tkz. Elde etmek, sağlamak, bulmak. 4. kaba Cinsel birleşmede bulunmak, becermek.
uydurmasyon sf. tkz. Uydurulmuş: "Emine ona hiç manası olmayan uydurmasyon bir Çingenece ile takıldı." -O. C. Kaygılı.
uyduruk, -ğu sf. Aslı olmayan, uydurma şey, sania: "Liseyi zar zor bitirmiş, uyduruk işlerde yıllarca sürünmüştü." -S. Dölek.
uydurukçu sf Bazı şeyleri uydurarak anlatan.
uydurukçuluk, -ğu is. Uydurukçu olma durumu.
uydurulma is. Uydurulmak işi.
uydurulmak (nsz) Uydurma işi yapılmak: "Bu, üyelik verilebilmesi için uydurulmuş nazik bir sebeptir."-S. F. Abasıyanık.
uygar sf. 1. Fikir, sanat ve endüstri alanlarında çok büyük bir gelişme göstermiş olan, medeni, mütemeddin. 2. Kültürlü, eğitimli, görgü kurallarına uyan, medeni (kimse): "Ona layık, uygar bir eş olmak için bütün aklını seferber ettiği ortadadır." -H. Taner.
uygarlaşma is. Uygar duruma gelme, medenileşme, temeddün.
uygarlaşmak (nsz) Uygarlığa erişmek, medenileşmek.
uygarlık, -ğı is. 1. Uygar olma durumu, medeniyet, medenilik. 2. Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet: "Gerçekten, uygarlık nimetlerinin gençlere bir faydası oldu ama, daha çok bundan büyükler istifade ediyor." -H. E. Adıvar.
uygulama is. 1. Uygulamak İşi, tatbikat, tatbik, pratik. 2. Kuramsal bir bilgiyi, ilkeyi, düşünceyi herhangi bir alanda hayata tatbik etme, tatbik: "Bir çeşit uygulama oluyordu yazdıkları." -N. Cumalı.
uygulamak (-i) 1. Kuramsal bir bilgiyi, ilkeyi, düşünceyi herhangi bir alanda hayata geçirmek, tatbik etmek: "Bu yeni yaşam üslubunu şimdiden uygulamak için somut eylemlere geçiyorlar." -H. Taner. 2. (-i, -e) Üst üste getirmek, üstüne koymak, tatbik etmek: İki üçgeni birbirine uygulamak.
uygulamalı sf. Yalnız düşünce alanında kalmayıp işe dönüşen, tatbikî, pratik, amelî.
→ uygulamalı bilimler, uygulamalı dil bilimi, uygulamalı ruh bilimi, uygulamalı toplum bilimi
uygulamalı bilimler ç. is. Uygulamaya ağırlık veren bilim dalları.
uygulamalı dil bilimi is. db. Dil biliminin uygulamalı araştırmaya yönelik bilim dalı.
uygulamalı ruh bilimi is. psikol. Ruh biliminin insan üzerinde gerçekleştirmeye yönelik psikolojik araştırmalarını konu alan bilim dalı.
uygulamalı toplum bilimi is. sos. Toplum biliminin uygulamaya yönelik araştırma dalı.
uygulanabilirlik, -ği is. Yapılabilirlik.
→ uygulanabilirlik raporu
uygulanabilirlik raporu is. Yapılabilirlik raporu.
uygulanış is. Uygulanma işi veya biçimi.
uygulanma is. Uygulanmak işi.
uygulanmak (nsz) Uygulama işine konu olmak.
uygulayıcı is. Uygulayan, gereğini yapan, tatbikatçı.
→ fizik tedavi uygulayıcısı
uygulayıcılık, -ğı is. Uygulayıcı olma durumu.
uygulayım is. 1. Fizik, kimya, matematik vb. bilimlerden elde edilen verileri iş ve yapım alanında uygulama, teknik. 2. sf. Bu uygulamaya ilişkin. 3. Genel anlamda bir işin doğru yolu yordamı, yöntemi.
→ uygulayım bilimi
uygulayım bilimi is. 1. İş veya yapım kollarında kullanılan bilimsel ve teknik yöntemleri, araç ve gereci kapsayan bilgi, teknoloji. 2. Bilim ve uygulayımın verilerini işe, yapıma yansıtma bilgisi.
uygulayımcı is. 1. Uygulayımla ilgili herhangi bir alanda bilgi ve becerisi olan kimse, tekniker, teknikçi, teknisyen, teknokrat. 2. Bilimsel, teknik bilgi ve verileri, işe ve yapıma dönüştüren kimse.
uygulayımcılık, -ğı is. Uygulayımcı olma durumu.
uygun sf. 1. Yakışır, yaraşır, uz, mutabık, mütenasip: "Rıza Efendi'de yerine, zamanına ve konusuna uygun hikâyeler vardır." -T. Buğra. 2. Elverişli, yarar, müsait, muvafık. 3. mec. Orantılı, oranlı, uygun bulmak yakışır, yaraşır görmek; "O zaman da haydutlar rıhtım kapısına daha önce gitmeyi uygun buldular." -T. Buğra, uygun düşmek yakışmak, yaraşmak, elverişli olmak: "Umduk, bekledik, düşündük. Hangi şey umduğumuza uygun düştü?" -Y. K. Karaosmanoğlu. uygun gelmek 1) yakışmak, yaraşmak; 2) elverişli olmak; 3) uymak: "Bu, bizim kızın yaradılışının, ablamın koyduğu yeni töreye uygun gelmeyişidir." -M. Ş. Esendal. uygun görmek yakışır, yaraşır görmek, elverişli bulmak: "işte Ahmet Kerim, ilk bakışında Ömer Beyefendi'nin bu eserini yırtıp sepete atmak üzereyken bu ihtimale dayanarak onun gazeteye konulmasını uygun görmüştü." -Y. K. Karaosmanoğlu. uygun olmak 1) bağdaşmak: "Doğru oraya gitmiş olsaydınız herhalde uygun olurdu." -S. F. Abasıyanık. 2) sakıncalı görülmemek.
→ uygun adım, uygun katmanlaşma, en uygun, işe uygun, sağlığa uygun
uygun adım is. sp. ve ask. Adım atışta birliği gerektiren grup yürüyüş türü.
uygun katmanlaşma is. jeol. Bir katman oluşturan tortuların dümdüz ve birbirine paralel olarak yığılması.
uygunluk, -ğu is. 1. Uygun olma durumu, yakışık, mutabakat, mukarenet. 2. Bir elçinin bir ülkeye atanmasından önce o ülkeden istenen uygun görme yazısı, agreman. 3. dbl. Özne ile yüklemin veya bazı dillerde olduğu gibi sıfat ile ismin, cins ve sayı bakımından birbirine uyması: Öğretmen geldi. Öğrenciler ödevlerini yapmışlar gibi.
→ genel uygunluk, genel uygunluk bildirimi, gerçeğe uygunluk, işe uygunluk, sağlığa uygunluk
uygunsuz sf. 1. Uymayan, yakışık almayan, yaraşmayan, münasebetsiz: "Uygunsuz dediğim vakalardan biri bir salon oyunu yüzünden çıkmıştır." -R. N. Güntekin. 2. Kötü davranışlarda bulunan, çirkin hareketleri olan: "Birtakım uygunsuz, meymenetsiz heriflerle geziyormuş." -H. Taner.
→ uygunsuz kadın
uygunsuz kadın is. Kötü yola sapmış kadın: "Bu oğlan bir kadın seviyor, çok uygunsuz kepaze bir kadın." -H. R. Gürpınar.
uygunsuzluk, -ğu is. 1. Yakışmayan davranış, uymazlık, yakışıksızlık: "Arkadaşlarının birçok yolsuzluklarını, uygunsuzluklarını hoş görmeye mecburdur." -R. N. Güntekin. 2. Kötü durum, kötü davranış.
Uygur öz. is. 1. tar. Orta Asya'da büyük bir devlet ve uygarlık kurmuş, yazılı anıtlarla sanat eserleri bırakmış olan bir Türk kolu ve bu koldan olan kimse. 2. Doğu Türkistan'da yaşayan Türk soylu halk ve bu halktan olan kimse.
→ Uygur harfleri
Uygurca öz. is. (uygu'rca) 1. Eski Uygur Türkçesi. 2. Uygur Türkçesi. 3. sf Bu Türkçeyle yazılmış olan.
Uygur harfleri ç. is. Uygurlara özgü, VIII. yüzyıldan sonra kullanılan harfler.
uyku is. 1. Dış uyaranlara karşı bilincin, bütünüyle veya bir bölümünün yittiği, tepki gücünün zayıfladığı ve her türlü etkinliğin büyük ölçüde azaldığı dinlenme durumu: "Rahat bir uyku uyumuştum." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Çevrede olup bitenin farkında olmama, gaflet, aymazlık. 3. mec. Doğada görülen sükûnet durumu: Kış süresince uykuda olan ağaçlar, baharla birlikte uyandı, uyku basmak (veya bastırmak) çok uykusu gelmek: "İkimiz de esniyorduk, uyku bastırıyordu." -O. C. Kaygılı, uyku çekmek iyice uyumak, uyku dağıtmak uyumasına engel olmak: Uykumu dağıtmak için birkaç fincan kahve içtim, uyku durak yok (veya uyku nedir bilmeden) dinlenme imkânı yok (veya bulamadan), uyku gözünden akmak çok uykusu gelmek: "Yorgunsun, uyku gözlerinden akıyor." -A. Gündüz. uyku kestirmek kısa bir süre uyumak: "Ben de bu sayede biraz uyku kestirip kuvvetimi telafi ettim." -A. Gündüz, uyku tutmamak uyuyamamak: "İkisini de uyku tutmamıştı. Yan yana uzanmış, yorganı çenelerine kadar çekmiş, gözleri sonuna kadar açık dertlerine yanmışlardı." -A. İlhan, uyku vermek (veya getirmek) uyuma isteği duyurmak, uyutucu Özelliği olmak: "Sıkılıyorum, uyku veriyor bu tür konuşmalar artık bana." -A. İlhan, (bir iş) uykuda olmak yürütülmemek, olduğu gibi durmak, uykusu açılmak (veya dağılmak) uykulu durumu geçmek: "Aşağıdan bir şeyler dedilerse de, uykusu açılmış olan nöbetçi hekim anlayamadı. " -M. Ş. Esendal. uykusu ağır olmak uykudan zor uyanmak, uykusu başına sıçramak 1) uyuyamadığı için sersemleşmek; 2) uykusunu iyi alamadığından hırçınlaşmak: "Eğer bu patırtıdan, ikinci uykusu başına sıçrayan imam aşağı koşmasa, iki kadın, avluda, saç saça, baş başa dövüşeceklerdi. " -H. E. Adıvar. uykusu bölünmek yeterince uyumadan uyanmak veya uyandırılmak. uykusu derin olmak uykusu ağır olmak, uykusu gelmek uyuma isteği duymak. uykusu kaçmak 1) uyumak amacıyla yatmışken herhangi bir sebeple uyuyamamak: "Bir olta nasıl yapacağım diye uykularım kaçtı." -S. F. Abasıyanık. 2) kaygılanmak, tedirgin olmak, uykusunu almak uykusunu tam olarak uyumak, uykuya dalmak uyumaya başlamak: "... bir an evvel eve yetişmek ve esvaplarını çıkarmadan yüzükoyun yere atılıp rüyasız bir uykuya dalmak istiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. uykuya varmak 1) uyumak: "Yemek biter bitmez Ali sol elini yastık yaptı, hemen uykuya vardı." -Y. Kemal. 2) mec. sükûnet, sessizlik, hareketsizlik İçine girmek: "Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan uykuya varmışlardı." -R. H. Karay. uykuya yatmak uyumak için yatmak.
→ uyku hastalığı, uyku ilacı, uyku saati, uyku semesi, uyku sersemi, uyku seti, uyku takımı, uyku tulumu, uykusu ağır, uykusu hafif, ağır uyku, daluyku, deliksiz uyku, derin uyku, ebedî uyku, hafif uyku, gaflet uykusu, kış uykusu, kuş uykusu, öğle uykusu, tavşan uykusu, tilki uykusu, yaz uykusu
uykucu is. Uykuyu seven, çok uyuyan kimse.
uykuculuk, -ğu is. Uykucu olma durumu.
uyku hastalığı is. tıp Normalden çok uyuma hastalığı.
uyku ilacı is. Rahat uyuyabilmek için kullanılan ilaç: "Yorgunluk ona bir uyku ilacı gibi tesir etmişti." -Ö. Seyfettin.
uykulu sf. 1. Uyku gereksinimi olan veya sezilen: "Gözleri her zaman uykuludur." -S. F. Abasıyanık. 2. zf Uyku sersemi olarak.
→ uykulu uykulu
uykuluk, -ğu is. 1. Kasaplık hayvanların timüs ve pankreas bezlerine verilen ortak ad. 2. hlk. Kundaktaki çocukların avucunda biriken kir. 3. hlk. Karaciğer. 4. hlk. Dalak.
uykulu uykulu zf. Uykudan yeni kalkmış, uyku sersemliği üzerindeyken.
uyku saati is. Yatma ve uyuma vakti.
uyku semesi is. Uyku sersemi.
uyku sersemi is. Uyku sersemliği: "Uyku sersemi, kendini toplayamıyor, yüzüme afal afal bakıyor." -S. M. Alus.
uyku sersemliği is. Uykunun verdiği ağırlık ve baş dönmesi.
uyku seti is. Uyku takımı.
uykusu ağır sf. Uyurken kolayca uyanmayan, derin uyuyan (kimse): "Kızcağızın uykusu ağır olduğundan başında top alsalar uyanmazmış." -H. Taner.
uykusu hafif sf. Küçük bir sesten hemen uyanan (kimse): "Uykum çok hafiftir." -S. F. Abasıyanık.
uykusuz sf. 1. Uyumamış veya uykusunu alamamış. 2. zf. Uyumadan, uykusunu almadan: "Dün geceyi uykusuz geçirdiği odaya dönmek fikri onu âdeta ürkütüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. uykusuz kalmak uyuyamamak: "Benim de mi düşüncelerim olacaktı / Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım?"-O.V. Kanık.
uykusuzluk, -ğu is. Uyku uyuyamama veya uyumamış olma durumu: "Salih, yarı uykusuzluktan, yarı telaş ve endişeden kısılan bir sesle bana şöyle demişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
uyku takımı is. Çarşaf, yastık kılıfı, nevresim ve yorgandan oluşan yatak eşyası.
uyku tulumu is. 1. Uyurken içine girilen tulum biçimindeki yatak. 2. mec. Çok uyuyan kimse.
uylaşım is. Saymaca bir şey benimsemek için yapılan anlaşma.
uylaşma is. Uylaşmak İşi veya durumu.
uylaşmak (nsz, -le) hlk. Birbiriyle uyuşmak, uzlaşmak, anlaşmak.
uyluk, -ğu is. anat. Kalçadan dize kadar olan bacak bölümü: "Kalçalarının ve uyluklarının her basamakta aldığı şekil, kalbinde dayanılmaz heyecanlar alevlendiriyordu." -Ö. Seyfettin.
→ uyluk kemiği
uyluk kemiği is. anat. Uyluğun iskeletini oluşturan kemik.
uyma is. Uymak işi, intibak, riayet, tebaiyet, tevafuk: "Bu karşılaştıklarına uyma yeteneği, en çok kocasıyla ilişkilerinde görünüyordu. " -N. Cumalı.
uymaca sf. Uyuşma, uzlaşma.
uymacılık, -ğı is. sos. Yürürlükteki kurum, ölçüt veya şartlara, kesin olmayan katı kalıplara, eleştirici bir değerlendirme yapmaksızın uyma, konformîzm.
uymak, -ar (-e) 1. Ölçüleri birbirini tutmak: Ayakkabı ayağına iyi uydu. 2. Renk, biçim vb. yönünden birbirini tutmak, uygun düşmek: Kravat ceketine uymuş. 3. Zevke, anlayışa uygun düşmek: Sizin tutumunuz bizim görev anlayışımıza uyuyor. 4. Bir inanca, bir anlayışa, bir duruma veya egemen bir güce uygun davranışta bulunmak: "Şu acayip sevdaları bırak, muhite uy, zamana uy, hayatım mükemmel kazanırsın." -P. Safa. 5. Bağlı kalmak, tabi olmak: Birtakım kayıt ve şartlara uymak zorundaydı. 6. Uygun düşmek, münasip olmak: "Her cihette birbirine uyacak kadın erkek bulmak dünyada kabil değildir."-H. C. Yalçın.
uymaz sf. Aykırı, başka türlü, mugayir.
uymazlık, -ğı is. Aykırılık, başkalık, mugayeret.
uyruk, -ğu is. 1. huk. Bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olma durumu, tebaa. 2. mec. Bir kimsenin etkisi altında olma durumu, körü körüne bağlanma, gözü kapalı inanma. uyruğuna girmek 1) bir devletin yönetimini kabul etmek; 2) mec. bir kimsenin etkisi altında kalmak, ona bağlanmak: "Kimsenin uyruğuna girmeyen, küçük, iddiasız ama özgür bir yaşamla yetindi." -H. Taner.
uyruklu sf. Bir devletin yönetimi altında olan: Türkiye Cumhuriyeti uyruklu kimseler.
uyrukluk, -ğu is. Bir kimsenin bir devlete uyruk olma durumu, tabiiyet: Bu adamın uyrukluğu anlaşılamadı.
uyruksuz sf. Herhangi bir devletin uyruğunda olmayan.
uyruksuzluk, -ğu is. Uyruksuz olma durumu.
uysal sf Başkalarına kolayca uyabilen, sözlerini dinleyip karşı gelmeyen, yumuşak başlı: "Kadın uysal olduğu zaman kuvvetlidir." -A. Gündüz.
uysalca zf. (uysa'lca) Uysal bir biçimde.
uysallaşma is. Uysallaşmak durumu.
uysallaşmak (nsz) Uysal duruma gelmek, uysal olmak.
uysallık, -ğı is. 1. Uysal olma durumu: "İki derin ve çocuk gibi siyah gözleri, kalın tüylü kaşları altından uysallıkla bakıyor." -H. E. Adıvar. 2. Uysalca davranış: "Hemen göze çarpan bir kırıtkanlık ve uysallık vardı. " -F. R. Atay.
uyuklama is. Uyuklamak durumu.
uyuklamak (nsz) Oturduğu yerde hafif uykuya dalmak, ımızganmak: Kızım, uyukluyorsun, dadım git bul, seni yatırsın, haydi..." -P. Safa.
uyulma is. Uyulmak işi veya durumu.
uyulmak (nsz) Uyma işi yapılmak: "Yapılacak seçimlerde, bu Anayasa'nın kabul ettiği esasa ve sıraya uyulur." -Anayasa.
uyum is. 1. Bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk: "Gerçekten de sonsuz bir sessizlik, bir uyum, bir şiir sarmıştı ortalığı." -N. Araz. 2. biy. Bir cismin görüntüsünü tam ağ tabaka üzerine düşürebilmek için göz merceğinin dışbükeylik derecesini çoğaltıp azaltması olayı, mutabakat. 3. dbl. Bir kelimede ünlülerin veya ünsüzlerin birbirlerini ünlü ve ünsüz uyumlarına bağlı olarak etkilemeleri, benzeşmeleri: ev-lilik, ara-larında; okul-umuz, okul-ları; sımf-tan; açık-ça vb.
→ ön uyum, büyük sesti uyumu, büyük ünlü uyumu, küçük sesli uyumu, küçük ünlü uyumu, sesli uyumu, ses uyumu, sessiz uyumu, ünlü uyumu, ünsüz uyumu, vokal uyumu
uyuma is. Uyumak durumu.
uyumak (nsz) 1. Uyku durumunda olmak: "Su uyur, düşman uyumaz." -Atasözü. 2. Ilaç etkisiyle ağrı duymayacak kadar derin uykuya dalmak: Hasta uyuyunca ameliyata alınacak. 3. mec. İşlem görmemek, durgun kalmak, el sürülmemek: "Bu eski gururu ta canevinde uyurmuş meğer." -T. Buğra. 4. mec. Çevresindeki olayları fark etmemek, görmemek: "Ben de sizler gibi adam olurdum, okurdum; okumak bilsem okurdum da uyumazdım." -S. F. Abasıyanık. uyuyan yılanın kuyruğuna basmak kötü bir kimsenin yeni bir kötülük yapmasına fırsat vermek.
uyumlu sf. Uyumu olan, ahenkli, mevzun: "Kadından anladığı, uyumlu arkadaşlık, çıtkırıldım olmamak, güzel, alımlı olmaktı." -N. Cumalı.
uyumluluk, -ğu is. Uyumlu olma durumu.
uyumsuz sf. Uyumu olmayan, ahenksiz.
uyumsuzluk, -ğu is. Uyumsuz olma durumu, ahenksizlik.
→ ses uyumsuzluğu
uyunma is. Uyunmak durumu.
uyunmak (nsz) Uyuma işi yapılmak: Bu saatte uyunur mu?
uyuntu sf. hlk. Uyuşuk, tembel, miskin.
uyur sf. 1. Uyuyan. 2. Durgun (su).
→ uyurgezer, uyur göz, uyur uyanık
uyurgezer sf. Uykusu sırasında konuşan, yürüyen (kimse), sairfılmenam.
uyurgezerlik, -ği is. Uyurgezer olma durumu.
uyur göz is. bot. Normal durumlarda sürmeyip uyur vaziyette kalan, fakat gerektiğinde sürerek dal, yaprak oluşturan tomurcuk.
uyur uyanık zf. Yan uyur yarı uyanık, yarı uykulu bir biçimde: "Uyur uyanık bir gece geçirdim." -Y. Z. Ortaç.
uyuşkan sf. Herkesle veya her şeyle kolayca uyuşabilen.
uyuşma (I) is. Uyuşmak (I) işi.
uyuşma (II) is. Uyuşmak (II) işi, mutabakat, antant: "... hayvanlar, bitkiler, böcekler, çocuklar doğa ile uyuşma İçindedirler." -N. Cumalı.
uyuşmak (I) (nsz) Soğuk, basınç vb. yüzünden vücudun bir yerinde, duygu ve hareket geçici olarak azalmak: "Öğle yemeğinden sonra sinirlerim uyuştu, ufak bir uyku kestireyim, diye kompartımanımda uzandım." -A. Haşim.
uyuşmak (II) (nsz, -le) 1. Her konuda birbirine uymak, İmtizaç etmek: "Oraya gidip yerleşmek, uyuşmak ve yaşamak gerekir." -H. Taner. 2. (nsz) Bir iş, düşünce, görüş vb. üzerinde anlaşmaya varmak, uzlaşmak, mutabık kalmak: "Edirne dayanıp dururken biz İstanbul'da düşmanla pazarlık edeceğiz, uyuşacağız öyle mi?" - Y. K. Karaosmanoğlu.
uyuşmazlık, -ğı is. 1. Uyuşmama durumu: "Zamanı ve ortamı ile uyuşmazlığı buradan geliyordu." -H. Taner. 2. dbl. Kelimede, yan yana gelen iki hecede bazı seslerin bulunmayışı. Örnek olarak Türkçede son sesi -k olan bir kelimeye -k ile biten bir ek getirildiğinde ilk -k sesi düşen küçükcük > küçücük gibi. uyuşmazlık çıkmak anlaşmazlık olmak, ihtilaf doğmak: "Toplu iş sözleşmesi sırasında uyuşmazlık çıkması hâlinde işçiler grev hakkına sahiptirler." -Anayasa.
→ uyuşmazlık mahkemesi
uyuşmazlık mahkemesi is. huk. Üyeleri Danıştay ve Yargıtayca seçilen ve çeşitli mahkemeler arasında çıkan görev ve hüküm uyuşmazlıklarını kesin olarak çözmeye yetkili olan mahkeme.
uyuşturan balığı is. zool. Torpil balığı.
uyuşturma is. Uyuşturmak işi.
→ sınırlı uyuşturma
uyuşturmak (I) (-i) Uyuşmasını sağlamak, hissedemez duruma getirmek: "Ruhumu serinletecek, beynimi uyuşturacak bir masal anlat!"-K. H.Karay.
uyuşturmak (II) (-i, -le) Anlaşmalarını sağlamak.
uyuşturucu sf. 1. Uyuşturma özelliği olan, uyuşturan (madde), narkotik. 2. Hareketten, gereği gibi düşünmekten alıkoyan: "Bizim kafamızı kaynatan yeni fikirler, onun için kafa uyuşturucu bir kulak uğultusu idi." -F. R. Atay.
→ uyuşturucu madde
uyuşturuculuk, -ğu is. Uyuşturucu olma durumu.
uyuşturucu madde is. kim. Morfin, kokain, eroin, afyon, esrar gibi duyulara uyuşukluk veren madde: "Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden ... korumak için gerekli tedbirleri alır." -Anayasa.
uyuşturulma is. Uyuşturulmak işi veya durumu.
uyuşturulmak. (I) (nsz) Uyuşturma işi yapılmak, hissedemez duruma getirilmek: "Şimdi kamarasında sinir buhranları arasında kıvranan yahut Sedol iğnesiyle uyuşturulup baygın yatan başka bir Nilgün vardı." -R. H. Karay.
uyuşturulmak (II) (nsz) Anlaşmaları sağlanılmak.
uyuşuk, -ğu sf. 1. Duymaz ve hareket edemez duruma gelmiş, uyuşmuş: "Terli, sıcak, uyuşuk vücudu, yatağın çukuruna yapışmış, kımıldayamıyor bile." -P. Safa. 2.. mec. Gevşek, tembel, sünepe, uyuntu.
uyuşukluk, -ğu is. Uyuşuk olma durumu: "Öyle bir uyuşukluk içindeydim ki kalkıp gidemiyordum." -S. F. Abasıyanık.
uyuşum is. 1. Uyuşma durumu, uyuşurluk: "Bir uyuşuma varmanın tadım çıkara çıkara güneşli kaldırımda yürüyordu." -M. N. Sepetçioğlu. 2. sin. ve TV İki çekim arasında hareket, anlam, ışık, dekor, donatım, oyun bakımlarından aykırılık olmama durumu.
uyuşurluk, -ğu is. Uyuşum.
uyutma is. Uyutmak işi.
uyutmak (-i) 1. Uyumasını sağlamak, uyur duruma getirmek. 2. mec. Acı, keder vb.ni hafifletmek: "Yeisimi uyutmak için dimağımı tarih okumakla yoruyorum." -R. N. Güntekin. 3. mec. İlgi konusu olmaktan çıkarmak, unutturmak. 4. mec. Aldatmak, kandırmak: "Bugün yarın diye uyuttun durdun beni." -A. İlhan.
uyutucu sf. Uyku veren, uyku getirici.
uyutuculuk, -ğu is. Uyutucu olma durumu.
uyutulma is. Uyutulmak işi.
uyutulmak (nsz) Uyutma işine konu olmak.
uyuyuş is. Uyuma durumu veya biçimi.
uyuz is. tıp 1. Uyuz böceğinin, üst derinin altına girerek yaptığı kaşındırıcı, bulaşıcı bir deri hastalığı. 2. sf. Bu hastalığa tutulmuş olan: "Uyuz köpekler gibi ne arkadan geliyorsun?" -S. Birsel. 3. mec. Hareketli, canlı olmayan, uyuşuk, pısırık, miskin kimse: "Bu uyuz, can acısından bağıracaktı, ağzı açıldı; ama sesi çıkmadı." -M. Ş. Esendal. uyuz etmek tiz. sinirlendirmek: "Ne söyleyeceksen söyle Allah aşkına, uyuz etme insanı." -A. İlhan, uyuz olmak 1) uyuz hastalığına yakalanmak; 2) mec. birine, bir şeye sinirlenmek.
→ uyuz böceği, uyuz ilacı, uyuz merhemi, uyuz otu, uyuz sineği
uyuz böceği is. zool. Uyuz böceklerinden, uyuz hastalığına yol açan örümceğimsilere Örnek tür (Sarcoptes scabiei).
uyuz böcekleri ç. is. zool. Memelilerde ve kuşlarda asalak olarak yaşayan, uyuz hastalığına yol açan böcekler familyası.
uyuz ilacı is. Uyuz hastalığına karşı koruyucu olarak kullanılan bir tür ilaç.
uyuzlaşma is. Uyuzlaşmak işi.
uyuzlaşmak (nsz) 1. Tüyleri döküldüğü için çirkin bir görünüş almak: Kedi uyuzlaştı. 2. mec. Beceriksizleşmek, pısırıklaşmak. 3. mec. Kılıksızlaşmak.
uyuzlu sf. Uyuz hastalığı olan (kimse), uyuz: "Uyuzlunun bilekleri cılk yara içindeydi." -S. F. Abasıyanık.
uyuzluk, -ğu is. 1. Uyuz olma durumu. 2. mec. Beceriksizlik, pısırıklık. 3. mec. Parasızlık.
uyuz merhemi is. Uyuz için kullanılan bir tür merhem.
uyuz otu is. bot. Hekimlikte uyuza karşı kullanılan çiçekli bitki, kum otu (Scabiosa rotata).
uyuz sineği is. zool. Kın kanatlılardan, tarıma zararı dokunan böceklerle beslenen bir sinek (Cicindela).