umacı is. Öcü: "Özellikle cinden, periden, umacıdan çok korkardım." -H. E. Adıvar. umacı gibi korkunç ve çirkin görünüşlü.
umar is. Çare.
umarsız sf. Çaresiz, çıkar yolu olmayan: "... bir yalıya yaslanıp Sait için umarsız gözyaşları dökmeye vakit bulalım." -S. Birsel.
umarsızlık, -ğı is. Umarsız olma durumu, çaresizlik.
umde is. Ar. 'umde esk. İlke, prensip: "Dilenecek bir insan vaziyetine gelmemek, işte umde budur." -F. R. Atay.
umdurma is. Umdurmak işi veya durumu.
umdurmak (-i) Umma durumunu yaratmak, ummasını sağlamak.
umma is. Ummak İşi: "Kız kardeşinden imdat ummanın faydasızlığını görünce şu cevabı verdi."-P. Safa.
ummak, -ar (-i) 1. Bir şeyin olmasını istemek, beklemek: "Umarım ki siz de mayıs hakkındaki bu sevgimi benimle paylaşırsınız." -B. Felek. 2. Sanmak, tahmin etmek: "Tereyağı kokusu olmadığını kuvvetle umduğum bir yağ kokusu." -S. F. Abasıyanık. ummadığın taş baş yarar küçük veya önemsiz şeyler de çoğu kez büyük etkiler yapabilir.
umman is. (-ma:nı) Ar. 'umman coğ. esk. Okyanus.
umran is. (umra:n) Ar. 'umrân esk. bk. ümran.
umre is. Ar. 'umre Hac mevsimi dışında Kabe'yi ve Mekke'nin öbür kutsal yerlerini ziyaret etme.
umu is. Umut, istek, arzu.
umulma is. Umulmak durumu.
umulmak (nsz) Umma durumu yaratılmak veya umma durumuna konu olmak: "Ne kadar beklenmez, umulmaz iş varsa benim karşıma çıkıyor." -P. Safa.
umum sf. (-mu:mu) Ar. 'umûm 1. Bütün, tüm, kamu: "Onun umum kumandanlığı, boş çöller içinde bedevi şeyhlerine verilen fahri paşalıklar gibi bir şey idi." -F. R. Atay. 2. zm. Herkes, halk, ahali: "Üçü de kısa bir boyun kırışıyla umumu selamladılar." -P. Safa.
→ umumhane, umum müdür
umumhane is. (umumhaıne) Ar. 'umûm + Far. hâne esk. Genelev.
umumi sf. (umu:mi:) Ar. 'umûmi Genel.
→ umumi af, umumi coğrafya, umumi efkâr, umumi heyet, umumi kâtip, umumi kongre, umumi vekâletname, müddeiumumi
umumi af, -ffı is. esk. Genel af.
umumi coğrafya is. esk. Genel coğrafya.
umumi efkâr is. esk. Kamuoyu: "Meclisin çoğunluğu bu devrede ittihatçı idi ve harbe girdikleri için umumi efkâr onların aleyhindeydi. " -H. E. Adıvar.
umumi heyet is. esk. Yönetim kurulu.
umumi kâtip, -bi is. esk. Genel sekreter.
umumi kongre is. esk. Genel kongre.
umumi vekâletname is. esk. Genel vekâletname.
umumiyet is. (umu:miyet) Ar. 'umümiyyet Genellik.
umumiyetle zf. (umu:miye'tle) Genellikle.
umum müdür is. esk. Genel müdür: "... bütün işleri yoluna girenler ona teşekkür ederler, muvaffak olamayanlar da: Ne yapalım, reis çok uğraştı ama umum müdüre söz geçiremedi derler." -Y. K. Karaosmanoğlu.
umum müdürlük, -ğü is. Genel müdürlük.
umur ç. is. (umu:r) Ar. umur 1. Aldırış etme, önem verme: Kim aldırır? Annesi umurumda mıydı benim?" -A. İlhan. 2. esk. İşler: "Artık siyaset ve hükümet umurunu erbabına bırak!" -Y. K. Karaosmanoğlu. umur görmek 1) önemli görevlerde bulunmuş olmak; 2) çok deneyimi olmak, umurumda değil "beni ilgilendirmiyor" anlamında söylenen bir söz. umurumun teki bir işe hiç ilgi gösterilmediğini anlatan bir söz. umurunda olmamak aldırmamak: "Gece partileri için arkadaşlarını buldu mu, artık dünya istediği gibi dönsün, umurunda olmazdı."'-A. Ş. Hisar.
→ umurgörmüş
umurgörmüş sf. 1. Önemli görevlerde bulunmuş (kimse). 2. Görgülü, olgun (kimse). 3. Deneyimi çok olan.
umursama is. Umursamak durumu.
umursamak (-i) Aldırış etmek, önem vermek: "Politikayı zerre kadar umursadığı yoktu." -T. Buğra.
umursamaz sf Umursamayan, aldırış etmeyen.
umursamazca zf. (umursama'zca) Umursamaz bir biçimde.
umursamazlık, -ğı is. Umursamama, aldırış etmeme durumu: "Bütün yüzlerde gördüğüm ifade sadece bir umursamazlıktan ibaret kalmıştı."'-Y'. K. Karaosmanoğlu.
umursanma is. Umursanmak durumu.
umursanmak (nsz) Umursama durumuna konu olmak.
umut, -du is. 1. Ummaktan doğan güven duygusu, ümit: "Bu umudum, şimdi yavaş yavaş ölüyor." -H. E. Adıvar. 2. Bu duyguyu veren kimse veya şey: "Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir." -F. R. Atay. umut beslemek bir şeyin olabileceğini beklemek, ummak, umut etmek ummak, umut kesmek 1) umudunu kesmek; 2) bir şeyin artık gerçekleşemeyeceği İnancına varmak, ummaz olmak: "Senden umutlarını kesmişler, sağ olsun da 'zararı yok, yazmasın diyorlar." -S. F. Abasıyanık. umut vermek bir kimsede umut uyandırmak, bir kimseye güven vermek. umuda düşmek gerçekleşeceğine inanmak, umut etmek, umudunu kesmek umut kalmayacak duruma gelmek: "Aradan dört beş yıl geçince bir yerden de haber gelmeyince sağlığından umutlarını kesmişler. " -M. Ş. Esendal. umudunu kırmak güvenini sarsmak: "... onun bu sözleri de umutlarımı biraz daha kırdı ama susmak istemedim." -A. İlhan.
→ umut ışığı, umut kapısı
umut ışığı is. Umutlandıncı belirti: "Bir tek sığınacak yer, bir tek umut ışığı, kurtuluş yolu vardı." -Y. Kemal.
umut kapısı is. İstenilen, arzu edilen bir şeyin gerçekleşmesi beklentisiyle özlenen durum.
umutlandırma is. Umutlandırmak işi.
umutlandırmak (-i) Umut vermek, umutlanmasına yol açmak, ümitlendirmek: "Daha sonra bir iki dalga daha onu umutlandırarak sahile attı." -M. N. Sepetçioğlu.
umutlanma is. Umutlanmak durumu.
umutlanmak (nsz) Bir şeyin olmasını inançla . beklemek, ümitlenmek.
umutlu sf. Umudu olan, umut besleyen, ümîtli: "Bazı defa umutluyuz, bazen umutsuz... Bazı kere de o fena görüyorsa ben iyiye yürüyorum." -R. H. Karay.
umutsuz sf. 1. Umudu olmayan, hiç umudu kalmayan, ümitsiz, nevmit: "Pamuk tarlaları kavrulmuş, çocuklar hasta, kadınlar güçsüz, erler umutsuzdu." -N. Araz. 2. Düzeleceği veya iyileşeceği sanılmayan, ümitsiz: Hasta umutsuz. Umutsuz bir durum.
umutsuzluk, -ğu is. Umutsuz olma durumu, ümitsizlik, meyusiyet: "Orta sınıf yarı umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler." - F. R. Atay. umutsuzluğa düşmek (veya kapılmak) hiç umudu kalmamak, güveni sarsılmak, olumsuzluğa sürüklenmek, umutsuzluğa düşürmek umut vermemek, güvenini sarsmak, olumsuzluğa sürüklemek: "Yoksa gönlümüzü kırmaktan, bizi umutsuzluğa düşürmekten bir şey kazanılmaz. " -S. F. Abasıyanık.