uç, -cu is. 1. Genellikle uzun bir nesnenin incelerek biten son ve sivri noktası: "Bu resmin iki gözü bir makasın ucu ile oyulmuştu." -A. Gündüz. 2. Uzun bir şeyin baş veya son noktası. 3. Bir şeyin kenarı: "Kırk kişilik bir masanın bir ucunda, üç kişiyiz." -R. H. Karay. 4. Bir uzaklığın son noktası: "İstikbal bu yolun ucundan bir güneş gibi doğuyor." -F. R. Atay. 5. Bir şeyin başı, tepesi: "Ayaklarının ucuna basarak beşiğin yanına geldi." -H. E. Adıvar. 6. tar. Türk devletlerinde genellikle sınır boylarındaki eyalet ve sancak. 7. esk. Sebep: Tamahı ucundan belaya uğradı, uç vermek 1) çıban baş vermek; 2) ortaya çıkmak; 3) bitki bitmek, sürmek; 4) gelişme, büyüme başlangıcı göstermek: "Günbegün artmada dert ile gamım / Uç verdi yaralar sıralandı gel." -Bayburtlu Zihni, ucu bucağı olmamak (veya görünmemek) çok geniş olmak: "Ucu bucağı görünmeyen okyanusların karanlık dalgaları üzerinde avare yüzen bir çöp gibi yalnız." -P. Safa. ucu (herhangi birine) dokunmak birine olumsuz etkisi veya zararı gelmek, ucu ortası belli olmamak iş neresinden başlanacağı kestirilemez durumda olmak, ucunda (bir şey) bulunmak kötü bir şeye sebep olmak: "Ne yapalım, ucunda ölüm yok yal" -M. Yesari. (bir işin veya bir şeyin) ucundan tutmak 1) bir şeyle meşgul olmak, katkı sağlamak, yardımcı olmak: "Ömür boyu hiçbir işin ucundan tutmamış insanlar için bile bir yaşlılık fonu düzenlenmiş." -H. Taner. 2) mec. bir işi yeterince İlgilenmeden, Önemsemeden yapmak, ucunu bulmak sona erdirmek, kolayını bulmak, (bir işin) ucunu kaçırmak iş çıkmaza girmek.
→ uç beyi, uç uca, uçkurutan, uçtan uca, ucu ucuna, artı uç, aşın uç, eksi uç, ileri uç, orta uç, ileri uç oyuncusu, ayakucu, ayak ucu, başucu, cirit ucu, dünyanın Öbür ucu, göz ucu, ipucu, işin ucu, tokmak ucunda
uçak, -ğı is. Kanatlarının altına havanın yaptığı basınç yardımıyla yükselip ilerleyebilen motorlu hava taşıtı, tayyare.
→ uçak alanı, uçaksavar, dolmuş uçak, tepkili uçak, avcı uçağı, bombardıman uçağı, deniz uçağı
uçak alanı is. Alan.
uçaksavar is. ask. Hava hedeflerine karşı kullanılan silahlara verilen genel ad.
uçan daire is. Ne olduğu, nereden geldiği bilinmeyen, başka gezegenlerden uçup gelerek dünyamızda görüldüğü sanılan, yassı yuvarlak biçimde uçan araç.
uçan kale is. ask. Stratejik amaçlarla İkinci Dünya Savaşı'nda kullanılmış olan Amerikan ağır bombardıman uçağı.
uçan kefal, -li is. zool. bk. uçar kefal.
uçan top is. sp. Voleybol.
uçar sf. Uçan, uçucu, uçara atmak uçmakta olan kuşa tüfek atmak.
→ uçar kefal
uçarı sf. 1. Kişi ele avuca sığmaz (kimse): "Ben azami derecede haşarı ve uçarı bir çocuktum." -Y. K. Beyatlı. 2. Kendini çeşitli eğlencelere vermiş (kimse), sefih: "Yazar dediğin biraz uçarı, serseri mizaç olmalı değil midir? " -H. Taner.
uçarılık, -ğı is. Uçarı olma durumu veya uçarı davranış, sefahat: "Böyle bir uçarılıkta bulundukça hemen ardından acı bir pişmanlık duyar." -H. R. Gürpınar.
uçar kefal, -li is. zool. Turna balığıgillerden, kefale benzer, uzun kanatlı, eti beğenilen bir balık (Exocoetus).
uç beyi is. tar. Uçların sivil ve askerî yönetiminden sorumlu olan görevli.
uç beyliği is. 1. Uç beyinin görevi veya makamı. 2. Uç beyinin yönetimi altındaki sancak.
uçkun is. hlk. Ateşten fırlayan ve etrafa saçılan kıvılcım.
uçkur is, 1. Şalvarı bele bağlamak veya torba, kese vb. şeylerin ağzını büzmek için bunlara geçirilen bağ: "O sabah evvela pijamanın uçkuru kördüğüm oldu." -B. Felek. 2. mec. Cinsel duygu veya ilişki: "Doktorlar falan filan hap, banyo ve uçkur perhizi tavsiye etmiş." -B. Felek, uçkur çözmek tkz. harama uçkur çözmek, uçkuruna gevşek olmak iffetine bağlı olmamak, uçkuruna sağlam tkz. iffetine bağlı, namuslu.
uçkurlu sf. Uçkuru olan: "Hademeler, uzun uçkurlu donlarıyla sersemce durmuş bakıyorlar." -M. Ş. Esendal.
uçkurluk, -ğu is. 1. Uçkur geçirilen katlanmış kenar. 2. Bayrağın arka kenarında bulunan ve içinden İp geçirilip tutturulan beyaz bezden kenarlık. 3. Uçkur geçirmeye yarayan çubuk.
uçkursuz sf. Uçkuru olmayan.
uçkurutan is. bot. Turunçgillerden, Özellikle limonlarda gelişerek dal uçlarının kurumasına yol açan ve birkaç yıl içinde ağacın ölmesine sebep olan bir tür mantar.
uçlanma is. Uçlanmak durumu.
uçlanmak (nsz) 1. Uçlu duruma gelmek. 2. argo Vermek: "Tıngırın varsa, uçlan, dedi." -S. F. Abasıyanık.
uçlu sf. 1. Ucu olan, ucu çıkan: "Bu iki uçlu davanın ise bence bîr tek hedefi vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Filtreli (sigara).
uçma is. Uçmak işi.
uçmak, -ğı (I) is. Soğd. uştmah din b. esk. Cennet.
uçmak, -ar (II) (nsz) 1. Kuş, kanatlı böcek vb. hareketli kanatlan yardımıyla havada düşmeden durmak, havada yol almak: "Biraz havalanıp bir başka kayaya kadar uçtu. " -S. F. Abasıyanık. 2. Uçak vb. araçlar özel mekanizma ile yerden yükselmek, havada yol almak. 3. Sıvı, gaz veya buhar durumuna geçmek. 4. Rengi solmak: "Rengi birdenbire uçtu." -P. Safa. 5. Rüzgâr veya başka bir itici güçle yerinden ayrılıp uzağa gitmek: Bu gece tahta perde uçmuş. 6. Yüksek yerden düşmek veya yuvarlanmak. 7. Belirmek: "Sakalı yeni çıkmış, yüzünde çocukça ifadeler uçuyordu." -S. F. Abasıyanık. 8. Patlayıcı madde ile parçalanmak. 9. Uçar gibi dalgalanmak: "Elleri trençkotunun cebinde, gözlerini karşı kıyıya dikmiş, saçları savrulurcasına geriye uçuyor. " -A. İlhan. 10. Çok hızlı gitmek: "Hele bir asfalta çıkalım görürsünüz bey, derdi. Uçar bu bizim külüstür." -R. N. Güntekin. 11. Hava yolu ile gitmek: Yarın istanbul'a uçuyorum. 12. mec. Yok olmak, ortadan kaybolmak: "Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi." -S. F. Abasıyanık. 13. mec. Çok sevinmek. 14. argo Keyif verici veya uyuşturucu madde aldıktan sonra hayal âlemine dalıp gitmek. 15. şaka Aşırılmak: Bizim kitaplar uçmuş. 16. din b. Dinî inanışa göre ruh ölümden sonra göğe yükselmek, uçan kuşa borcu olmak pek çok kişiye borçlu olmak: "Ben kimsenin hususi hayatına karışmayı asla sevmem ama, şu Şahin Paşa, uçan kuşa borcu olduğunu herkes bilirken nasıl oluyor da kumarda bu kadar para kaybediyor." -A. Ş. Hisar, uçan kuştan medet ummak çok sıkıntıda kalıp en ufak bir yardımın herhangi bir yerden gelmesini beklemek, sıkıntılı bir durumdan kurtulmak için her türlü çareye başvurmak: "O birkaç gün İçinde uçan kuştan medet umdum." -R. N. Güntekin. uçup gitmek kaybolmak, yok olmak: "Sağıma baktım. İhtiyar yoktu. Güneşin ilk ziyalarıyla beraber kaybolan hayalet gibi sanki silinmiş, uçmuş gitmişti."-Ö. Seyfettin.
→ uçan daire, uçan kale, uçan kefal, uçan top, uçuç böceği, uçtuuçtu
uçman is. Pilot.
uçsuz sf. Ucu olmayan: "Geçen günlerim bana dalgaları sayılmayan uçsuz bir deniz gibi göründü." -H. E. Adıvar.
→ uçsuz bucaksız
uçsuz bucaksız sf. 1. Sonu görülmeyecek kadar geniş olan: "Şehir, uzaktan bir dağın eteğinde uçsuz bucaksız bir bahçe gibi görünüyor." -R. N. Güntekin. 2. Çok fazla, pek çok.
uçtan uca zf. Bir baştan bir başa: "Biz bu yolları uçtan uca yaylılarla birkaç defa aşmıştık." -B. R. Eyuboğlu.
uçtuuçtu is. Birkaç kişi arasında oynanan ve uçmayan şeyleri de uçar gibi göstererek şaşırtma temeline dayanan bir çocuk oyunu.
uç uca zf. Bir şeyin son noktasıyla, ikinci bir şeyin baş noktasını birbirine ekleyerek: "Efendi buncağızların ayakta geldikleri yolu uç uca eklesen kaç Göztepe tutar bilir misin sen?" -R. N. Güntekin. uç uca gelmek ancak yetişmek.
uçucu sf. 1. Uçma yeteneği veya özelliği olan. 2. Buhar veya gaz durumuna geçebilen. 3. is. Pilot.
uçuculuk, -ğu is. 1. Uçucu olma durumu. 2. Pilotluk.
uçuç böceği is. zool. Uğur böceği.
uçuk, -ğu (I) sf. 1. Uçmuş, soluk: "Parasızın yürüyüşü sürtük, gözleri süzük, rengi uçuk, sesi bozuktur." -R. H. Karay. 2. Açık (renk): "Uçuk siyah renkli çarşaf pelerinin önü açık..." -P. Safa. 3. Hafif, belirsiz: "Ruhsar Hanım uçuk bir gülümsemeyle kapıya süzüldü gitti, birkaç saat içinde birkaç yıl daha yaş lanıvermiş kadıncağız." -A. İlhan. 4. Deli dolu.
→ uçuk kaçık
uçuk, -ğu (II) is. tıp Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.
uçuk kaçık, -ğı sf. Deli dolu.
uçuklama is. Uçuklamak işi.
uçuklamak (nsz) Uçuk (II) oluşmak: "Dudaklarım uçuklamış da kurumuş yaraları tekrar açılmışçasına acıdı." -R. H. Karay.
uçuklaşma is. Uçuklaşmak durumu.
uçuklaşmak (nsz) Rengi soluklaşmak.
uçukluk, -ğu is. Uçuk olma durumu: "Gözlerinin rengi fark edilemeyen uçukluğu beni titretti." -H. C. Yalçın.
uçun is. Bayrağın uçkurluk karşısındaki kenarı.
uçurma is. Uçurmak işi.
uçurmak (-i) 1. Uçma işini yaptırmak: Uçurtmayı uçurmak. 2. Kesip ayırmak, koparmak: "Kelleni uçurmadıklarına şükür... Geçmiş olsun!" -R. H. Karay. 3. Hızlı götürmek, hızlı sürmek: "Arabayı, kuvvetli atlar tenha yolda uçuruyordu." -Ö. Seyfettin. 4. argo Gizlice alıp gitmek.
uçurtma is. 1. Uçurtmak işi. 2. Üzeri renkli kâğıtlarla kaplanmış, genellikle çokgen biçimindeki bir gövde ve süslü bir kuyruktan oluşan, sicimle bağlanarak rüzgâr yardımıyla uçurulan bir çeşit oyuncak: "Uçurtmalar biraz gök, açık hava ve rüzgâr ister." -A. Ş. Hisar.
→ şeytan uçurtması
uçurtmak (-i, -e) Uçma işini yaptırmak, uçmasına yol açmak.
uçurulma is. Uçurulmak işi.
uçurulmak (nsz) Uçurma işi yapılmak.
uçurum is. 1. Dik ve derin yamaç: "Üç arkadaş, arabanın gidebileceği bütün köyleri, dereleri, uçurumları aradılar." -A. Gündüz. 2. mec. Felaketli sonuç: "Bir gün bencileyin, bir uçuruma yuvarlanırsanız, artık her şey burada bitti, sanmayınız." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Büyük fark, ayrılık: "Karargâhla siper arasındaki derin uçurumu bu kadar yakından sezmemiştim." -F. R. Atay. uçurumun kenarından dönmek büyük bir tehlikeden son anda kurtulmak.
uçurumlaşma is. Uçurumlaşmak işi veya durumu.
uçurumlaşmak (nsz) Uçurum durumuna gelmek.
uçuş is. Uçma işi veya biçimi: "Koca mermi bölüğün siperine doğru istikamet aldı, havadan onun uçuşunu takip eden gözler iri dairelerle açılmıştı." -F. R. Atay.
→ uçuş kartı, kör uçuş, yalama uçuş, gece uçuşu, kuş uçuşu, uzay uçuşu
uçuş kartı is. Yapılacak uçak yolculuğuyla ilgili uçuş saati, koltuk numarası vb. bilgilerin bulunduğu kart.
uçuşma is. Uçuşmak durumu.
uçuşmak (nsz) 1. Hep birlikte uçmak: "Hava gazı fenerinin ışığının uzayıp azaldığı yerlerde gölgeler uçuşur." -H. R. Gürpınar. 2. Havada gidip gelerek dolaşmak: "Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Kendini duyurmak.