-tü bk. -di / -di vb.
tü ünl. bk. tüh.
tüberkülin is. Fr. tuberculine tıp Veremi teşhis ve tedavide yararlanılan, verem mikrobu kültüründen elde edilen bir sıvı.
→ tüberkülin testi
tüberkülin testi is. tıp Bir kimsede tüberküloz bulunup bulunmadığını anlamak amacıyla deri altına tüberkülin aşılama.
tüberküloz is. (tüberküloz) Fr. tuberculose tıp Verem: Akciğer tüberkülozu. Kemik tüberkülozu.
tüccar is. Ar. tüccar Ticaret yapan, ticaretle uğraşan kimse, tacir: "Ova köylerinde sözü geçen bir koyun tüccarı ile orada buluşacaktı. " -T. Buğra.
tüccarlaşma is. Tüccarlaşmak işi veya durumu.
tüccarlaşmak (nsz) 1. Tüccar durumuna gelmek. 2. Tüccar gibi davranmak.
tüccarlık, -ğı is. Tüccar olma durumu: "Birkaç devlet bu memlekette adam tüccarlığına başladığı zaman altına avuç açanlar çok olur." -F. R. Atay.
tüf is. Fr. tufjeol. Yanardağların püskürttüğü kül, kum ve lav parçacıklarından oluşan, çoğunlukla açık renkli, hafif gözenekli bir tür çökelti taşı.
tüfek, -ği is. Far. tufeng Savaş veya avda kullanılan, uzun namlulu ateşli silah, tüfek atmak tüfekle ateş etmek, tüfek patlamaksızın çarpışma olmaksızın, tüfek çatmak ask. askerlerin dinlenme sırasında tüfeklerini, dipçikleri üzerinde üçerli olarak birbirine dayamak: "Tüfekleri çatar çatmaz ordayım." -B. S. Erdoğan.
→ tüfekhane, eski tüfek, kaval tüfek, makineli tüfek, pompalı tüfek, top tüfek, ağız tüfeği
tüfekçi is. 1. Tüfek yapan, onaran veya satan kimse. 2. tar. Padişah ve sarayı korumakla görevli olan. 3. tar. Savaş gereçleri, silah yapımı ve onarımı ile uğraşan asker sınıfından olan kimse.
tüfekçilik, -ği is. 1. Tüfek yapma veya onarma işi. 2. Tüfek satıcılığı.
tüfekhane is. (tüfekha:ne) Far. tufeng + hâne Tüfek yapılan yer.
tüfeklik, -ği is. 1. ask. Kışla gibi yerlerde tüfekleri düzenli bir biçimde koymak için yapılmış yer. 2. Tüfek kılıfı.
tüh ünl. 1. "Vah vah" anlamında pişmanlık bildiren bir seslenme sözü, tü. 2. "Yazıklar olsun" anlamında bir seslenme sözü.
-tük bk. -dik/-dikvb.
tükenik, -ği sf. 1. Bitmiş, tükenmiş. 2. zf. Çok azalmış bir biçimde: "Uzaklarda coşkun akan Ravi Çayı, suyunu kumluk vadilere içire içire, Lahor'a yorgun ve tükenik gelirmiş." -F. R. Atay.
tükeniş is. Tükenme işi veya biçimi.
tükenme is. Tükenmek işi.
tükenmek (nsz) 1. Bitmek, sona ermek, kalmamak; "Vaktiyle yaşamış olan büyük musiki ustaları nesillerinin artık tükenmiş olduğu da söylenirdi." -A. Ş. Hisar. 2. mec. Güçsüzleşmek, bitkinleşmek, yılgınlaşmak: "İnsan sevdiği birini tükenmiş görmek istemez." -O. V. Kanık. 3. mec. Verimliliğini yitirmek, söyleyecek sözü kalmamak; "Yalnız kendi tecrübelerini yazmaya kalkan romancı çabuk tükenir." -H. E. Adıvar.
tükenmez sf. 1. Tükenmeyen, bitmeyen: "Bu engin ruh, bu tükenmez azim, Türk milletinin varlık sebebidir." -R. E. Ünaydın. 2. mec. Sonsuz: "Ben bihaberim kendi tükenmez elemimden." -Y. Z. Ortaç. 3. is. Tükenmez kalem. 4. is. hlk. Bir kapta ekşitilen ve alındıkça su eklenerek çoğaltılan üzüm veya üzüm, elma, armut karışımı bir tür içecek. 5. is. hlk. Peynirli bir tür çorba.
→ tükenmez kalem
tükenmez kalem is. Ucunda küçük bir bilyesi bulunan ve içi özel bir mürekkeple dolu ince bir borucuktan oluşan bir kalem türü, tükenmez.
tükenmezlik, -ği is. Tükenmez olma durumu.
tükenmişlik, -ği is. Gücünü yitirmiş olma, çaba göstermeme durumu.
tüketici is. 1. Mal ve hizmetlerden yararlanan, satın alıp kullanan, tüketen kimse, yoğaltıcı, müstehlik, üretici karşıtı: "Devlet tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alır." - Anayasa. 2. mec. Bitiren, mahveden.
→ tüketici sayacı
tüketicilik, -ği is. Tüketici olma durumu.
tüketici sayacı is. Harcanmak üzere tüketim mahalline sevk edilen gazı ölçmekte kullanılan cihaz.
tüketim is. 1. Tüketme işi. 2. Üretilen veya yapılan şeylerin kullanılıp harcanması, yoğaltım, istihlak, üretim karşıtı.
→ ticari tüketim
tüketme is. Tüketmek işi.
tüketmek (-i) 1. Kullanarak, harcayarak yok etmek, bitirmek, yoğaltmak: "Titreyen elleri baş ucundaki sürahiye gide gele içindeki suyu tüketmişti." -E. E. Talu. 2. Güçsüzleştirmek, bezdirmek. 3. Yürüyerek aşmak, bitirmek.
tükürme is. Tükürmek işi.
tükürmek (-i) 1. Tükürüğü ağız içinden dışarıya atmak: "Ötekiler, pis bir şeye dokunmuş gibi yere tükürdüler." -H. E. Adıvar. 2. Ağzındakini dudakları arasına getirip dışarı vermek: Çocuk, mamasını tükürüyor. 3. Ağız yoluyla dışarı çıkarmak: Kan tükürmek. Balgam tükürmek. 4. mec. Küfür, öfke ve tiksinti bildiren deyimlerde kullanılan bir fiil: Ağzına tükürmek, içine tükürmek, tükürdüğünü yalamak tkz. verdiği sözden benliğini küçülterek geri dönmek.
tükürük, -ğü is. Tükürük bezlerinin ağza akan salgısı, tükürüğünü yutmak imrenip ağzı sulanmak.
→ tükürük bezleri, tükürük hokkası, tükürük otu
tükürük bezleri ç. is. anat. Dil, çene ve kulak altında bulunan, tükürük salgılayan üç çift bez.
tükürük hokkası is. esk. İçine tükürülen kap.
tükürükleme is. Tükürüklemek işi.
tükürüklemek (-i) Tükürükle ıslatmak.
tükürüklenme is. Tükürüklenmek işi.
tükürüklenmek (nsz) Tükürükleme işine konu olmak.
tükürük otu is. bot. Zambakgillerden, 20-30 cm yükseklikte, küçük, beyaz veya sarı çiçekli, otsu ve çok yıllık bir bitki (Ornithogalum umbellatum).
tül is. Fr. tulle 1. Çok ince gözenekli pamuk, ipek veya sentetik dokuma. 2. sf. Bu dokumadan yapılmış: "Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül perdeliydi." -A. Haşim.
tülbent, -di is. Far. ter-bend 1. İnce ve seyrek dokunmuş, hafif ve yumuşak pamuklu bez: "Orta hâili hanımlar renkli yeldirmeler giyerler ve beyaz tülbent başörtüleri örtünürlerdi." -A. Ş. Hisar. 2. Bu bezden yapılmış baş örtüsü: "Mürüvvet bacı, limon küfü tülbendini düşmesin diye bir ucundan ısırmış, elinde süzgeçle çıkageldi." -A. İlhan.
tülbentçi is. Tülbent satan kimse.
tülbentçilik, -ği is. Tülbentçi olma durumu.
tüllenme is. Tüllenmek işi.
tüllenmek (nsz) Tül görünümü almak: "Tüllenen mağribî, akşamları sarsam yarana." -M. A. Ersoy.
tülü is. zool. Uzun tüylü, özel güreşlerde yararlanılan erkek deve.
tüm (I) is. 1. Bir şeyin bütünü, tamamı, hepsi: Parasının tümünü kaybetti. 2. sf. Yarım olmayan, bütün, eksiksiz.
→ tümamiral, tüm başkalaşma, tüm başlılar, tümgeneral, tüm kirpikliler, tüm sayı, tüm tanrıcı, tümevarım
tüm (II) is. hlk. Tümsek.
tümamiral, -li is. (tü'mamiral) ask. Deniz kuvvetlerinde, rütbesi tuğamiralle koramiral arasında bulunan amiral.
tümamirallik, -ği is. 1. Tümamiral rütbesi. 2. Tümamiralin makamı ve görevi.
tüm başkalaşma is. zool. Böceklerde, kurtçuk ve koza evresi geçiren başkalaşma türü: Kelebekler, sinekler tüm başkalaşma gösteren böceklerdendir.
tüm başlılar ç. is. zool. Kemikleri kıkırdak olan, solungaç yarıkları bir deri kıvrımı ile örtülü omurgalı balıklar takımı.
tümbek, -ği is. hlk. Tümsek.
tümce is. dbl. Cümle.
→ ara tümce, iç tümce, temel tümce, yan tümce, yalın tümce, olumlu tümce, olumsuz tümce
tümden zf. (tü'mden) Tümüyle, bütünüyle.
→ tümdengelim
tümdengelim is. fel. Tümel bir önermeden tikel bir önermeye, yasalardan olaylara, etkenden etkiye geçme yolu, talil, dedüksiyon.
tümel sf. fel. ve man. 1. Belli bir sınıfa bağlı bireylerin hepsini içine alan, külli. 2. Bütün kapsamıyla alınmış olan (önerme), külli, tikel karşıtı.
→ tümel kavram, tümel önerme
tümel kavram is. man. Kapsamına aldığı bütün nesneleri gösteren kavram.
tümeller ç. is. Cins, tür, ayrım, özellik ve ilineği içeren kavramlar.
tümel önerme is. man. Konunun kapsamına giren bütün bireyler için belli bir şey bildiren önerme, tikel önerme karşıtı.
tümen is. 1. ask. Tugayla kolordu arasında yer alan birlik, fırka: "Cehennem içinde boğuşan tümenin kurtuluşu demek olan bu haber onun tunçtan yüzünü değiştirmiyor." -H. E. Adıvar. 2. ask. esk. On bin erden oluşan asker kuvveti. 3. esk. Büyük küme, yığın. 4. sf. esk. On bin.
→ tümen tümen
tümen tümen zf. Pek çok.
tümevarım is. fel. Teklik olandan, özel olandan genel olana giden, tek tek olgulardan genel önermelere varan yöntem, istikra, endüksiyon.
tümgeneral, -li is. (tü'mgeneral) ask. Kara ve hava kuvvetlerinde, rütbesi tuğgeneralle korgeneral arasında bulunan general, ferik (II).
tümgenerallik, -ği is. 1. Tümgeneralin rütbesi. 2. Tümgeneralin makamı ve görevi.
tüm kirpikliler ç. is. zool. Kirpikli bir hücrelilerin alt sınıfı.
tümleç, -ci is. 1. Tümleyen şey, mütemmim. 2. dbl. Genellikle fiilin anlamını çeşitli yönlerden tamamlayan, herhangi bir isim durumunda bulunan, edat alan isim veya tamlama, meful, mütemmim.
→ çıkmalı tümleç, dolaylı tümleç, düz tümleç, edatlı tümleç, ilgeçli tümleç, kalmalı tümleç, ortak tümleç, yönelmeli tümleç, edat tümleci
tümleme is. Tümlemek işi.
tümlemek (-i) Tüm durumuna getirmek, tamamlamak, ikmal etmek.
tümlenme is. Tümlenmek işi.
tümlenmek (nsz) Tüm durumuna gelmek.
tümler sf. Tümleyen, mütemmim.
→ tümler açı
tümler açı is. mat. Bir dar açıyı dik açı değerine çıkaran açı.
tümleşik, -ği sf Bütünleşik.
tümör is. Fr. tumeur tıp Ur.
tümörlenme is. Tümörlenmek işi veya durumu.
tümörlenmek (nsz) Tümör durumuna gelmek.
tümörleşme is. Tümörleşmek işi veya durumu.
tümörleşmek (nsz) Tümör durumuna gelmek.
tüm sayı is. Bir derneğin, örgütün bütün üyelerinin oluşturduğu toplam üye sayısı.
tümsek, -ği is. 1. Küçük tepe, tüm (II), tümbek: "Sazlarla, kamışlarla örtülü bir tümseği atladım. Kıyıdayım." -O. V. Kanık. 2. Çıkıntılı yer, kabarıklık, şişkinlik: "Bu uzun hayalden birdenbire önümde bir tümsek beni uyandırdı." -H. E. Adıvar.
tümsekleşme is. Tümsekleşmek işi veya durumu.
tümsekleşmek (nsz) Tümsek durumuna gelmek.
tümsekti sf. 1. Tümseği olan. 2. fiz. Dışbükey.
tümselme is. Tümselmek işi veya durumu.
tümselmek (nsz) Tümsek olmak.
tüm tanrıcı sf. fel. Tüm tanrıcılık yanlısı, kamu tanrıcı, panteist.
tüm tanrıcılık, -ğı is. Tanrı ile evreni bir kılan, her şeyi tanrı olarak gören öğretilerin genel adı, kamu tanrıcılık, panteizm.
tümür is. anat. Bağırsakların iç yüzeylerinde bulunan pürtüklerin adı.
tün is. esk. Gece.
→ tünaydın, güntün eşitliği
tünaydın ünl. Genellikle öğleden akşama kadar söylenen selamlama sözü.
tünek, -ği is. Kuşların, evcil kanatlıların üzerinde tünedikleri dal veya sırık: "Gümüş kafeslerde cennet kuşları ve abanoz tüneklerde papağanlar." -A. Gündüz.
tünekleme is. Tüneklemek işi.
tüneklemek (nsz) Tünemek.
tünel is. İng. tunnel 1. Bir yandan öbür yana geçebilmek için yer altında, genellikle dağların içinde açılan yol: "Dağların içinde bir tren gidiyor. Baki Tam tünele girmek üzere. " -S. F. Abasıyanık. 2. Çevresi kapalı yol: "Polisler, fotoğrafçılar çıkış tüneline doğru birikirler." -H. Taner, tünel geçmek argo aklını yaptığı işe vermemek.
→ zaman tüneli
tüneme is. Tünemek işi.
tünemek (nsz) 1. Kuşlar, kanatlı evcil hayvanlar, uyumak için bir dala veya sırığa konmak: "Bir sene evvel kargaların tünediği çınara, şimdi bir bülbül konmuş ötüyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Tabure, yüksekçe iskemle vb. üzerine oturmak: "Athena, gidip taburelerden birine tünedi." -A. İlhan.
tünme is. Tünmek işi.
tünmek (nsz) hlk. Hava kararıp gece olmak.
tüp is. Fr. tube 1. Laboratuvarlarda türlü işlerde kullanılan, bir ucu kapalı cam boru. 2. İçine krem, diş macunu, ilaç vb. maddeler konulan, bir ucu burgu kapaklı, plastik veya metal bora: "Tüpte kalan iki üç taneyi de yol ihtiyatı olarak zorla kendisine kabul ettirdim." -R. N. Güntekin. 3. Akışkan maddelerin konulduğu, genellikle silindir biçiminde, içi boş, ağzı özel tapalı kap: Gaz tüpü.
→ tüp bebek, tüp gaz, tüp geçit, dalgıç tüpü, deney tüpü, neon tüpü, piknik tüpü, östaki tüpü
tüp bebek, -ği is. Üreme organlarındaki rahatsızlıklar yüzünden ana rahminin dışında yumurtanın döllenmesi ve sonra ana rahmine yerleştirilmesi sonucunda doğan bebek.
tüpçü is. Tüp gaz satan kimse.
tüpçülük, -ğü is. Tüp gaz satıcılığı.
tüp gaz is. İçine yüksek basınçla sıvılaştırılmış petrol gazı ve bütan gazı doldurulan, ısıtmada ve mutfakta kullanılan tüp.
tüp geçit, -di is. 1. Nehirlerin, kanalların iki yakasını su altından bağlayarak ulaşımı sağlayan yol. 2. Büyük caddelerde yayaların karşıdan karşıya geçişini kolaylaştırmak amacıyla yolu üstten birbirine bağlayan kapalı yaya geçidi.
tüpleme is, Tüplemek işi.
tüplemek (-i) Tüpe yerleştirmek, doldurmak.
tüplü sf 1. Tüpü olan. 2. Tüp içinde yetiştirilen: Tüplü fidan.
tüplük, -ğü is. Laboratuvarlarda cam tüpleri koymaya yarayan tahta veya metal tabla.
-tür (I) bk.-dır/-dir vb. (I).
-tür- (II) bk. -dır- / -dir- vb. (II).
tür is. 1. Çeşit, cins: Yazı türleri. 2. biy. Ortak özellikleri olan bireylerin tamamı, cinslerin ayrıldığı bölüm: Aslan ve insan türleri. 3. fel. Kendi içinde bir birim olan ve üzerinde cins kavramının bulunduğu mantıksal kavram: Parça bütünün, cins türün yerine geçti mi daralma olur. Hayvan canlı varlık karşısında türdür, aslan karşısında cinstir. 4. sf. Türlü: Bu tür davranışlar.
→ alt tür, kelime türü, nazım türü, sözcük türü
türap, -bı is. (türa:p) Ar. turâb esk. Toprak, toz.
türban is. Fr. turban İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan bir tür baş örtüsü.
türbe is. Ar. türbe Genellikle ünlü bir kimse için yaptırılan ve içinde o kimsenin mezarı bulunan yapı: "Çekirge'de Hüdavendigâr türbesini ziyaret ettim." -A. Haşim.
→ türbe eriği
türbedar is. (türbedaır) Ar. türbe + Far. -dür esk. Türbede hizmet gören, türbeyi bekleyen kimse, türbe bekçisi: "Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına / Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem." -M. A. Ersoy.
türbe eriği is. bot. Gülgillerden, kırmızı, tatlı, küçük çekirdekli, etinden kolay sıyrılabilen bir erik çeşidi.
türbin is. Fr. türbine fiz. Su, buhar, gaz gibi herhangi bir akışkanın hareket enerjisiyle ve birtakım özel düzenler yardımıyla dönerek çalışan araç.
→ su türbini
türbülans is. (türbülâns) Fr. turbulence 1. Rüzgârın beklenen hızından farklı bir biçimde ve beklenmeyen yönlerden gelen şiddetli hava akımı. 2. Ters akıntı, çevrinti. 3. Karmaşa, türbülansa girmek çalkantılı hava içerisinde güçlükle yol almak.
türdeş sf. Türleri bir olan.
türdeşlik, -ği is. Aynı türden olma durumu, soydaşlık.
türe is. Adalet.
türedi is. 1. Kendisinden umulmayan bir biçimde sivrilmiş ve hakkı olmayan bir duruma gelmiş kimse: "Attığı temeller üzerine ancak bir sonradan görme türedi evi kurulabilirdi." -M. Ş. Esendal. 2. sf. Nereden geldiği, nasıl ortaya çıktığı belirsiz, gerçek bir değeri olmayan: Ama bu türedi akımları sevmemekle kalmaz..." -A. Ş. Hisar.
türel sf. Türe ile ilgili olan, hukuki.
türeme is. 1. Türemek işi. 2. dbl. Aynı kökten çıkma, iştikak.
→ türeme ünlü, türeme ünsüz, iç türeme, isimden türeme, isimden türeme isim, ön türeme, ses türemesi, ünlü türemesi, ünsüz türemesi
türemek (nsz) 1. Oluşmak, ortaya çıkmak, meydana çıkmak, parçalanıp çoğalmak, üremek: "Halide Hanım'ın hikâyesinden sonra türeyen bugünkü Turan lokantaları, Turan berberleri, Turan ocakları bütün payitahtı sarmış." -Y. K. Beyatlı. 2. dbl. Bir kökten çıkmak.
türeme ünlü is. dbl. Kelimenin aslında bulunmayan, iç veya ön seste beliren ünlü: azm > azim, Rum > Urum, gepgenç > gepegenç gibi.
türeme ünsüz is. dbl. Kelimenin aslında bulunmayan, ön veya iç seste beliren ünsüz: urmak > vurmak, ayva > hayva, fıat > fiyat gibi.
türemiş fiil is. dbl. Yapım eki ile türetilmiş fiil: baş-la-mak, güzel-le-ş-mek, dur-ak-la-mak gibi.
türemiş isim, -smi is. dbl. Yapım ekiyle türetilmiş isim: süz-geç, baş-lık, doğ-um, durak, geç-it gibi.
türemiş kelime is. dbl. Yapım ekiyle türetilmiş kelime: süz-geç, ver-gi gibi.
türemiş sıfat is. dbl. Yapım ekiyle türetilmiş sıfat: akıl-lı (çocuk), sarı-şın (kız) gibi.
türemiş zarf is. dbl. Yapım ekiyle türetilmiş zarf: ilk-in, akşam-leyin, gelmeksizin, sü-rünür-cesine gibi.
türetici sf Türeten: Sıfat (üretici bir ek.
türetme is. dbl. 1. İsim ve fiillerin kök veya gövdelerine yapım eki getirilerek kelime kurma, iştikak: Göz-lük-çü, söyle-n-ti, sevgi gibi. 2. Bilinen bazı şeylerden yararlanarak düşünce gücüyle yeni bir şey bulma, ihtira.
→ türetme eki
türetme eki is. dbl. İsim veya fiil köklerine getirilerek yeni söz varlıkları yapan ek.
türetmek (-i) Oluşturmak, ortaya çıkarmak, yaratmak, meydana çıkarmak.
türev is. 1. Türemiş veya üretilmiş şey. 2. dbl. Yapım ekiyle kurulmuş kelime, müştak: Sev-gi, sev-in-mek, göz-lük gibi. 3. kim. Bir madde üzerinde yapılan kimyasal işlemler sonucu elde edilen bir başka madde. 4. mat. Değişken artması sıfıra giderken, fonksiyonun artmasının değişken artmasına oranının limiti.
türeyiş is. Türeme işi veya biçimi.
Türk öz. is. 1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse: "Ne mutlu Türküm diyene!" -Atatürk. 2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse: "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur." -M. E. Yurdakul.
→ Türk aksağı, Türk biberi, Türk Cumhuriyetleri, Türk eli, Türk kahvesi, Türkkâri, türkkıyması, türkkupası, Türk meşesi, Göktürk, Göktürk harfleri, yeni Türk harfleri, Ahıska Türkleri, Mesket Türkleri
Türk aksağı is. müz. Klasik Türk müziğinde bir küçük usul.
Türk biberi is. Kırmızıbiber.
Türk Cumhuriyetleri ç. öz. is. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Türk soylu Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan devletleri.
Türkçe öz. is. (Tü'rkçe) 1. Genel Türk dili: "Türk yavrusu hıçkırıklarını zapt edemeyerek Türkçe 'ben Bulgarca bilmem' dedi." -Y. K. Beyatlı. 2. Türkiye Türkçesi.
→ Batı Türkçesi, Doğu Türkçesi, Kuzey Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesi
Türkçeci öz. is. 1. Okullarda Türkçe dersi veren öğretmen. 2. Türkçecilik ilkesini benimsemiş kimse.
Türkçecilik, -ği öz. is. Türk dilini yabancı kurallardan ve kelimelerden arındırma akımı.
Türkçeleşme is. Türkçeleşmek İşi veya durumu.
Türkçeleşmek (nsz) Türkçe niteliğini kazanmak.
Türkçeleştirme is. Türkçeleştirmek işi.
Türkçeleştirmek (-i) 1. Türkçeleşmesini sağlamak. 2. Yabancı dilden Türkçeye çevirmek.
Türkçesi is. (Tü'rkçesi) 1. Yabancı dildeki bir sözün Türkçe karşılığı. 2. zf. mec. Açık söylemek gerekirse, açıkçası: Türkçesi, sen bu işi beceremedin.
Türkçü öz. is. Türkçülük akımını benimseyen kimse.
Türkçülük, -ğü öz. is. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında ortaya çıkan, Osmanlılık ve İslamcılık akımları karşısında bütün Türklerin tek vatanda ve tek bayrak altında birleştirilmesini amaçlayan akım.
Türk eli is. Türklerin yaşadığı toprak.
Türki sf. (türki:) T. Türk + Ar. 4 esk. 1. Türkle ilgili. 2. Türkçe.
Türkistanlı öz. is. Türkistan halkından olan.
Türkiyat öz. is. (-ya:ti) T. Türk + Ar. -iyyât Türklük bilgisi.
Türkiye Türkçesi öz. is. Türkiye'de, Balkanlarda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde, Irak ve Suriye'nin bazı bölgelerinde kullanılan Türk dili.
Türk kahvesi is. Cezve ile kısık ateşte, şekerli veya sade olarak pişirilen kahve.
Türkkârisy: (Türkkâ.ri:) T. Türk+ Far. -kârı Türk yapımı, Türk yapısını andıran: "Yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk." -Y.K. Beyatlı.
türkkıyması is. Yumuşak, esnek ve dayanıklı bir tür sünger, ipek süngeri, türkkupası.
türkkupası is. Türkkıyması.
Türkleşme is. Türkleşmek işi veya durumu.
Türkleşmek (nsz) Türk olmak, Türk dilini ve Türklüğü benimsemek: "Evet, kırk seneden beri Türkçe merhale merhale Türkleşiyor." -Y. K. Beyatlı.
Türkleştirme is. Türkleştirmek işi veya durumu.
Türkleştirmek (-i) Türk dilini ve Türklüğü benimsetmek, Türkleşmesini sağlamak.
Türklük, -ğü öz. is. 1. Türk olma durumu. 2. Türklerin meydana getirdiği topluluk: "Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır." -Atatürk.
→ Türklük bilgisi
Türklük bilgisi is. Türk dili, tarihi, edebiyatı ve halk bilimi araştırmalarını konu edinen bilim dalı, Türkoloji, Türkiyat.
Türkmen öz. is. Türkmenistan Cumhuriyeti'nde ve Irak'ta yaşayan Türk soyundan bir halk ve bu halktan olan kimse.
Türkmence öz. is. (türkme'nce) 1. Türkmen Türkçesi. 2. sf Bu Türkçeyle yazılmış olan.
Türk meşesi is. Ülkemizde yetişen bir meşe türü (Quercus cerr'ts).
Türkolog, -ğu öz. is. (Türkolog) Fr. tureologue Türkoloji bilgini.
Türkoloji öz. is. (Türkoloji) Fr. tureologie Türklük bilgisi.
Türkolojik, -ği sf. Fr. turcologique Türkoloji İle ilgili.
türkü is. Türk + Ar. -i ed. Hece ölçüsüyle yazılmış ve halk ezgileriyle bestelenmiş manzume: "Kulak ver ki havasında bahçemizin / Gök maviliğinden, dal yeşilliğinden / Bir türkü söylenmede kendiliğinden." -C. S. Tarancı. türkü çağırmak türkü söylemek. türkü söylemek ezgisiyle bir türküyü seslendirmek: "İçeride bir yandan türkü söylüyor, bir yandan da iş yapıyordum." -P. Safa. türkü tutturmak türkü söylemek: "Dikişine başlarken güzel bir türkü tutturmuştu." -R. Enis. türkü yakmak türkü sözünü bestelemek. (birinin) türküsünü çağırmak bir kimsenin hoşuna gidecek biçimde söz söylemek veya davranışta bulunmak: "Azizim, biz kimsenin arabasında kimsenin türküsünü çağırmayız, kendi havamızı mırıldanırız. " -S. F. Abasıyanık.
→ köy türküsü
türkücü ıs. Türkü söyleyen kimse.
türkücülük, -ğü ıs. Türkücünün işi.
türküleme ıs. Türkülemek işi veya durumu.
türkülemek (-i) Türküsünü söylemek, türkü yakmak: "Kara sevdalarım türkülüyor uzaklarda / Çıplak kalan ağaçlar, sürüşüz çoban ve deniz." -A. M. Dranas.
türküleşme is. Türküleşmek durumu.
türküleşmek (nsz) Türkü durumuna gelmek: "Yıllardan beri vakalar türküleşmiyor. Caz ve radyo türküyü öldürdü." -R. H. Karay.
türküleştirme is. Türküleştirmek işi veya durumu.
türküleştirmek (-i) Türkü durumuna getirmek.
Türkvari sf. (türkva:ri:) T. Türk + Far. -varî esk. Türk tarzı içeren, Türk işi olan: "Bütün içi, kubbelerinden zeminine kadar Türkvari şal nakışlarıyla bezenmişti." -R. E. Ünaydın.
türlü sf 1. Çok çeşitli özellikleri olan, çeşit çeşit, muhtelif. 2. ıs. Çeşit veya çeşitleri toplayan daha geniş bir bölüm. 3. is. Çeşitli sebzelerle pişirilen yemek. 4. zf Herhangi bir yolda, herhangi bir biçimde: "Klasik şiirin yıkıldığından beri, şiiri, bin kişi bin türlü tarif ediyor." -Y. K. Beyatlı.
→ bin türlü, bir türlü, bu türlü, envaitürlü
türüm is. 1. Varlıkların oluşumu. 2, fel. Bütün var olanların Allah'tan, ondan hiçbir şey eksiltmeksizin çıkması.
türümcülük, -ğü is. fel. Evrenin türüm ile ilgili olarak oluştuğunu ileri sürenlerin öğretisi.
türüz otu is. bot. Hanımeligillerden, sarı, kırmızı çiçekli, güzel kokulu ve tırmanıcı bir süs bitkisi (Leonicerajaponica).
tütme is. Tütmek işi.
tütmek (nsz) 1. Duman veya buhar çıkarmak: "Dumanı tütmekte olan bir vapuru görerek artık yerine dönmeyi akıl etti." -H. Taner. 2. Dumanı geri vermek: "Kahvelerin içi tüten ocakla göz gözü görmez bir hâldeydi." -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Yaşamak, varlığını sürdürmek: "Yurdumun üstünde tüten en son ocak." -M. A. Ersoy. 4. hlk. İyi veya kötü kokmak.
tütsü is. 1. Dinî törenlerde çevrenin güzel kokmasını sağlamak, büyü veya İlaç yapmak amacıyla yakılan kokulu madde: "Arziya Hanım da perilerle mutat olan konsültasyonu yaptıktan sonra bana bir tütsü verdi. Nazar değmiş olduğunu ve fazla çalıştırmamalarını tavsiye etti." -H. Taner. 2. argo İçki. tütsü yapmak 1) dinî törenlerde kokulu madde yakmak; 2) et, balık vb. yiyecekleri dumana tutmak.
→ tütsü gözü
tütsü gözü is. Çadırlarda duman çıkmasını sağlayan delik: "Yalnızca tütsü gözü denilen duman deliği açık olduğundan, karın beyazlığı çadırı ısıtıyordu." -N. Araz.
tütsüleme is. Tütsülemek işi.
tütsülenıek (-i) 1. Türlü amaçlarla bir yeri tütsü dumanıyla doldurmak, tütsü yapmak. 2. Et, balık vb. yiyecekleri odun veya saman dumanına tutmak. 3. argo İçki içmek, sarhoş olmak: "Mutlaka bu akşam düğün şerefine o da kafayı tütsülemış olacak." -P. Safa.
tütsülenme is. Tütsülenmek işi.
tütsülenmek (nsz) 1. Tütsüleme işi yapılmak: "Miniminiyken o da benim gibi özellikle tütsülenmiştir." -R. H. Karay. 2. mec. Tütsüye benzeyen dumana tutulmak: "Bir kömür dumanıyla tütsülendi akşamlar." -F. N. Çamlıbel.
tütsülü sf. 1. Tütsü yapılmış (yer, kimse veya yiyecek). 2. argo Bulanık, karışık: "Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının / Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın." -M. A. Ersoy.
tütsülük, -ğü is. Tütsü kabı, buhurdan, buhurluk.
tüttürme is. Tüttürmek işi.
tüttürmek (-i) 1. Tütmesini, duman çıkarmasını sağlamak, duman çıkarmak. 2. Sigara, pipo içmek: "Sigaramı tüttürürken hep o geçmiş günlerin garip hatıraları başımda uzanır." -H. E. Adıvar.
tütün is. 1. bot. Patlıcangillerden, birleşiminde nikotin bulunan, otsu bir bitki (Nicotiana tabacum). 2. bot. Bu bitkinin kurutulup kıyılarak sigara biçiminde veya pipoyla içilen yaprağı: "Elinin tersiyle yeleğine düşen tütün küllerini silkti." -M. Ş. Esendal. 3. hlk. Duman: "Tütün kokuyorsun diye beni iter." -H. E. Adıvar. tütün içmek tütünü yakıp dumanını içine çekmek, tütünü (veya dumanı) tepesinden çıkmak bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, tütününü tüttürmek ev ve aile düzeninin sürmesini sağlamak: "Ben rahmetlinin tütününü tüttürmek için o rahatlığı da teptim." -A. Sayar.
→ tütün balığı, tütün rengi, yaprak tütün, yavaş tütün, ağız tütünü, nargile tütünü
tütün balığı is. zool. Tütsü ile kurutulmuş balık.
tütüncü is. Tütün yetiştiren veya satan kimse: "Bir tütüncüye girip bir yaprak sigarası daha aldı." -S. F. Abasıyanık.
tütüncülük, -ğü is. Tütün yetiştiriciliği veya satıcılığı.
tütünlük, -ğü is. 1. Tütün ekilen yer, tütün tarlası. 2. Hayvanın sırt bölgesinden çıkarılan pastırmalık et. 3. Sırtın kuyruğa yakın yerinden yapılmış en gevrek pastırma.
tütün rengi is. 1. Kurutulmuş tütünün rengi olan koyu pas rengi, taba. 2. sf. Bu renkte olan.
tüvana sf. (tüva:na:) Far. tevânâ esk. Kuvvetli, dinç, canlı: "Ortada birtakım genç, tüvana adamlar soyunmuş, dokunmuş duruyorlar. " -M. Ş. Esendal.
tüveyç, -ci is. Ar. tuveyc bot. esk. Çiçek tacı.
tüvit, -di is. Fr. tweed 1. Taranmış yünden yapılan, çoğu iki renkte, spor giyecekler yapımında kullanılan kumaş türü. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: Tüvit tayyör.
tüy is. 1. İnsan ve hayvan derisi üzerinde bulunan ince kıl: "İnce güzel kaşlarının ortasında iki tüyü her zamanki gibi tersine dönmüş." -H. E. Adıvar. 2. Kuşların gövdesini Örten ince ve tel gibi uzantıların her biri veya tamamı. 3. Bazı bitki ve meyvelerle bazı dokumalar üzerinde görülen ince, kısa, yumuşak ve sık uzantılar, tüy atmak hayvan tüyünü değiştirmek, (üzerine) tüy dikmek tkz. kötü bir durum almış bir işi büsbütün kötü bir duruma sokmak: "Otelin kapıcısı yalan söylemekte tüy dikiyordu." -S. F. Abasıyanık. tüy düzmek 1) hayvanın tüyü düzelmek; 2) tkz. iyi bir yaşayışa kavuştuğunu belirtecek biçimde güzel giyinmek: "Akıllı kız Güner, ortaya çıkalı ne kadar oldu, daha dün bir bugün iki, baksana iyice tüyü düzmüş." -A. İlhan, tüy gibi çok hafif: "Adamlar yüz kiloluk bir yükü tüy gibi kaldırırlar..." -B. Felek, tüyleri diken diken olmak (veya etmek) 1) üşümekten veya korkmaktan vücuttaki kılların dipleri kabarıp kıllar dikilmek: "Büyük hanım, daha fazla korkuyor, tüyleri diken diken oluyordu." -R. N. Güntekin. 2) mec. korkmak, tiksinmek: "Ne vahşi, ne korkunç; insanın tüylerini diken diken eden bir ölü sessizliği var." -O. V. Kanık, tüyleri ürpermek kötü bir olay, soğuk, gıcıklanma vb. sebeplerle korku veya tiksinti duymak: "Görünce tüyleri ürperir, şeytan görmüş gibi kızar." -Ö. Seyfettin, tüyüne dokunmamak dokunacak, zarar verecek en ufak bir davranışta bulunmamak.
→ tüy ağırlık, tüy sıklet, tüy tüs, tüyü bozuk, ayva tüyü, devetüyü, deve tüyü, kuş tüyü, tavus tüyü, bez tüyler, emici tüyler
tüy ağırlık, -ğı is. Tüy sıklet.
tüydürme is. Tüydürmek İşi veya durumu.
tüydürmek (-i) argo 1. Çalmak, aşırmak. 2. Uzaklaştırmak.
tüylendirme is. Tüylendirmek işi.
tüylendirmek (-i) Tüylenmesine yol açmak.
tüylenme is. Tüylenmek işi.
tüylenmek (nsz) 1. Tüy çıkmak, üzerinde tüyler oluşmak. 2. mec. ve tkz. Para sahibi olmak.
tüylü sf. 1. Tüyü olan: "İki dakika içinde etrafıma, ayağımın altındaki tüylü halıya baktım." -Ö. Seyfettin. 2. is. Uzun tüyleri olan kilim.
→ tüylü dalak otu, tüylü meşe, tüylü top
tüylü dalak otu is. bot. 10-40 cm yüksekliğinde, yatık veya dik, gri veya beyaz tüylü, çok yıllık bir dalak otu türü, acı yavşan (Teucrium polium).
tüylü meşe is. bot. Yaprakları tüylü olan bir meşe türü.
tüylü top is. sp. Tenise benzeyen ve bir tür tüylü topla oynanan oyun, badminton.
tüyme is. Tüymek işi veya durumu.
tüymek, -er (nsz) argo Kaçmak: "Bir bahane icadıyla şuradan beş on gün için tüyemez miyiz?"-E. E. Talu.
tüyo is. Fr. tuyau 1. Sınavda başkasından yardım görme veya bir kaynaktan yararlanma, kopya. 2. Herhangi bir konuda verilen gizli bilgi. 3. sp. Yarış öncesinde belirlenen veya tahmin edilen yarışmacı hakkında verilen gizli bilgi, tüyo vermek herhangi bir konuda gizli bilgi vermek.
tüy sıklet is. sp. 1. 57 kiloda dövüşen boksör, tüy ağırlık. 2. En az kilo ile yarışa sokulan at. 3. sf. mec. Zayıf, çelimsiz.
tüysüz sf. 1. Tüyü olmayan: "Tüysüz kollarında bir adale hareketi görülüyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Henüz bıyığı, sakalı çıkmamış.
tüy tüs is. Tüy: "Şu yüzünde tüy (üs olmayan, başı açık evrak okuyan delikanlı mı?" -R. H. Karay.
tüyü bozuk, -ğu is. alay Sarışın veya saç rengi açık ve bozuk olan (kimse).
tüze is. Hukuk.
→ üleştirimli tüze
tüzel sf. huk. 1. Hukukla ilgili, hukuki, hukuksal. 2. Hükmi.
→ tüzel kişi, tüzel kişilik
tüzel kişi is. huk. Hukuk bakımından tek bir kişi sayılan birçok kişilerin veya malların topluluğundan doğan, tek bir kişi sayılan varlık.
tüzel kişilik, -ği is. huk. Tüzel kişi olma durumu, hükmi şahsiyet.
tüzük, -ğü is. Herhangi bir kurumun veya kuruluşun tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri sırasıyla gösteren maddelerin hepsi, nizamname, statü.
→ iç tüzük
tvist is. Fr. twist 1. Özellikle gençler arasında 1961 yılında yaygınlık kazanan çok hızlı ritmi olan bir dans. 2. Bu dansın müziği.