-tu bk -di / -di vb.
tu ünl. (tu:) Tuh: Tu, böyle mi olacaktı!
→ tu kaka
tuba is. (tu'ba) Fr. tuba Üzerinde pistonlar bulunan, bakırdan nefesli çalgı.
Tuba öz. is. (tu:ba:) Ar. tübü Cennette bulunduğuna inanılan, kökü yukarıda, dallan aşağıda büyük bir ağaç.
tubeless sf. İng. tubeless bk. içsiz.
tufan is. (tu:fa:n) Ar. tüfân 1. Nuh Peygamber zamanında yağan ve bütün dünyayı su altında bırakan şiddetli yağmur. 2. mec. Şiddetli yağmur. 3. mec. Çok yoğun veya şiddetli şey: "Bu heyecan tufanı içinde hiçbir muayyen şekli göremiyordu." -Ö. Seyfettin.
→ kahkaha tufanı
tufeyli sf. (tufeyli:) Ar. tufeyli esk. 1. Asalak. 2. Salaş, virane, yıkık: "Onu tamir ve takviye ettirdiler, etrafını kaplayan tufeyli yapıları yıktırarak ortaya çıkardılar." -Y. K. Beyatlı.
tufeylilik, -ği is. Tufeyli olma durumu.
tugay is. ask. Alayla tümen arasındaki askerî birlik.
tuğ is. 1. Bazı kuşların tepelerinde bulunan uzunca tüy, sorguç. 2. tor. Padişahların ve vezirlerin başlarına taktıkları başlıkların ön tarafında bulunan tüy veya püskül biçimindeki süs.
tuğamiral, -li is. (tu'ğamiral) ask. Deniz kuvvetlerinde, rütbesi albay ile tümamiral arasında bulunan amiral.
tuğamirallik, -ği is. 1. Tuğamiral rütbesi. 2. Tuğamiralin makamı ve görevi.
tuğbay is. (tu'ğbay) ask. esk. Tugay komutanlığı yapan albay.
tuğbaylık, -ğı is. esk. Tuğbayın görevi.
tuğcu is. esk. Osmanlı döneminde savaşlarda padişahın tuğlarım taşıyan kimse.
tuğgeneral, -li is. (tu'ğgeneral) ask Kara ve hava kuvvetlerinde, rütbesi albay ile tümgeneral arasında bulunan general, liva, mirliva.
tuğgenerallik, -ği is. 1. Tuğgeneral rütbesi, mirlivalık. 2. Tuğgeneralin makamı ve görevi, mirlivalık.
tuğla is. (tuğla) Yun. Balçığın kalıplara dökülüp güneşte kurutulduktan sonra özel ocaklarda pişirilmesiyle yapılan ve duvar örmekte kullanılan yapı malzemesi: "Tuğla büyüklüğünde bir delikten aydınlık giriyordu içeri."-Ç. Altan.
→ tuğla harmanı, ateş tuğlası
tuğlacı is. Tuğla yapan veya satan kimse.
tuğlacılık, -ğı is. Tuğla yapıcılığı veya satıcılığı.
tuğla harmanı is. Tuğla yapılan yer: "Kâğıthane yolundaki tuğla harmanlarından gelen dumanlar ... biraz günlük, biraz öd ağacı ve biraz da ölüm kokardı." -A. Ş. Hisar.
tuğlu sf Tuğu olan.
tuğra is. tar. 1. Osmanlı padişahlarının imza yerine kullandıkları, özel bir biçimi olan sembolleşmiş İşaret. 2. Tura. tuğra çekmek Osmanlı İmparatorluğunda ferman, berat ve resmî belgelere tuğra koymak.
tuğrakeş is. (tuğrakeş) T. tuğra + Far. -keş tar. Nişancı.
tuğrakeşlik, -ği is. 1. Tuğrakeş olma durumu. 2. Tuğrakeşin görevi.
tuğralı sf. Tuğrası olan.
tuğrik, -ği is. Moğolistan'da kullanılan bir para birimi.
tuğrul is. zool. Çakırdoğan.
tuğyan is. (tuğya:n) Ar. tuğyan esk. Akarsuyun taşması, kabarması, tuğyan olmak taşmak, coşmak.
tuh ünl. "Yazıklar olsun, vah vah" anlamlarında bir söz, tu: Tuh sana! Böyle mi yapacaktın?
tuhaf sf. Ar. tuhaf 1. Acayip: "Nahit'in onda hiç görmediği bir tuhaf hâli vardı." -T. Buğra. 2. Şaşılacak, garip. 3. Güldürücü: "Kibirli, alıngan olmayan, tuhaf ve nükteli bir adammış." -A. Ş. Hisar. 4. Gülünç: Bu kıyafetle tuhaf oluyorsun. 5. Anlaşılmaz: Tuhaf çocuk, günü gününe uymuyor. 6. ünl. Şaşılacak, garip anlamında bir seslenme sözü: "Tuhaf. Her yerde olduğunun aksine, burada şehirden uzaklaştıkça binaların güzelliği artıyor." -A. Haşim. (bir) tuhaf olmak 1) garip, alışılmamış olmak: "Hatta onun başına gelen şeyler de ekseriya böyle tuhaf olurmuş." -A. Ş. Hisar. 2) mec. şaşırmak, ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek. (bir şey birinin) tuhafına gitmek o şeyi tuhaf bulmak: "Ömründe bu kadar tuhafına giden söz işitmemiş olduğunu söylerdi." -A. Ş. Hisar.
→ işin tuhafı
tuhafiye is. (tuha:fıye) Ar. tuh,afiyye Çorap, mendil, eldiven gibi giyim ile kurdele, dantel gibi giysi süsüne yarar şeyler.
→ tuhafiye dükkânı
tuhafiyeci is. Tuhafiye satan kimse.
tuhafiyecilik, -ği is. Tuhafiye satma işi.
tuhafiye dükkânı is. Tuhafiye satılan dükkân.
tuhaflaşma is. Tuhaflaşmak işi.
tuhaflaşmak (nsz) 1. Tuhaf olmak, tuhaf duruma gelmek. 2. Şaşırmak: "Cilalı parkelere serili yol halıları üzerinde yürürken tuhaflaştı." -R. H. Karay. 3. Başkalaşmak, huyu değişmek.
tuhaflık, -ğı is. 1. Tuhaf olma durumu, yabansılık, garabet. 2. Tuhaf davranış: "Zaten ayrılması sırasında elimi sıkışı, yüzüme bakışı, acelesi ve tuhaflığı bir vedaya benziyordu." -R. H. Karay, tuhaflık etmek güldürecek şeyler yapmak.
-tukbk. -dik/-dikvb.
tu kaka is. argo Berbat, kötü, fena durumda olduğu belirtildiğinde kullanılan bir söz. tu kaka etmek (veya edilmek) hafife alıp bir kenara itmek, önem vermemek, kötülemek: "Tu kaka edilen eserler de er geç eski tahtlarına geçer otururlar." -H. Taner.
tul, -lü is. (tu.i) Ar. tülastr. esk. 1. Boylam. 2. mat. Uzunluk.
→ tul derecesi
tulani sf. (tu:lâ:ni:) Ar. tülüni esk. Uzunluğuna, uzunlamasına olan, boyuna.
tul derecesi is. astr. Boylam.
tulu is. (tulü:) Ar. tulü' esk. Güneşin doğması, doğuşu.
tuluat is. (tulû:a:t) Ar. tulü'ât Yazılı metni olmayan, kararlaştırılmış taslağı, yerine, zamanına göre oyuncular tarafından, sahnede yakıştırılan sözlerle tamamlanan oyun, doğaçlama, tuluat yapmak doğaçlama yapmak.
→ tuluat tiyatrosu
tuluatçı is. tiy. Tuluat yapan sanatçı: "Hasan, bu sefer kendisine ancak seyyar tuluatçıların arasında bir yer bulabildi." -O. C. Kaygılı.
tuluatçılık, -ğı is. Tuluatçı olma durumu.
tuluat tiyatrosu is. Önceden yazılmış metne dayanmayan, taslağı önceden kararlaştırılmış olan halk tiyatrosu.
tuluk, -ğu is. hlk. Tulum: "Kar tuluğundan çıkarılıp sıcak yapağıya sarıldığı zaman Adil Gazi biraz konuşabiliyordu," -N. Araz.
tulum is. 1. Bazı yiyecek ve içecekler için koruyucu kap olarak kullanılan, önü yarılmadan bütün olarak yüzülmüş hayvan derisi. 2. Gövdesi bu deriden yapılmış üflemeli çalgı, gayda: "Ben zatınıza tulum şişirmesini öğreteyim, siz de bana kemançeyi öğretin. " -O. C. Kaygılı. 3. Tüp. 4. Göğüs ve pantolon bölümü bitişik giysi: "Zayıf vücuduna tulum bol geliyordu." -S. F. Abasıyanık. 5. sf. mec. Şişman, tombul: "Bir şeyim yok doktor, bu yaşta annem gibi tulum olacak değilim ya!" -H. E. Adıvar. tulum çıkarmak 1) hayvanın derisini yarmadan çıkarmak; 2) çoğunluk sistemine dayalı seçimlerde bir partinin listesindeki bütün adaylar seçimi kazanmak, (bir işte) tulum çıkmak amacını eksiksiz elde etmek. tulum gibi her yanı şiş, şişman.
→ tulum peyniri, uyku tulumu, yağ tulumu
tulumba is. (tulu'mba) İt. tromba 1. Sıvıları alçak yerlerden çekmeye veya yüksek yerlere çıkarmaya yarayan araç: "Bir yandan kollu tulumbadan ağır ağır su çekip sağda solda çelimsiz gök kuşakları yaratarak bahçeyi suluyor." -A. İlhan. 2. Otomobil lastiği, futbol topu vb. şeyleri şişirmeye veya herhangi bir sıvıyı sıkmaya, bir şey üzerine püskürtmeye yarayan araç: Lastik tulumbası. Flit tulumbası.
→ tulumba kolu, tulumba tatlısı, emme basma tulumba, karga tulumba, alavere tulumbası, boşluk tulumbası, su tulumbası, yangın tulumbası
tulumbacı is. esk. 1. Mahallelerde bulundurulan yangın tulumbalarını, yangın olan yerlere götüren ve orada yangının söndürülmesine yardım eden kimse: "Eski tulumbacıların bir koşuş tarzı vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Tulumba yapan, satan veya onaran kimse. 3. mec. Külhanbeyi.
tulumbacılık, -ğı is. 1. Tulumbacı olma durumu: "Yaşının ilerlemesinden dolayı mahalle tulumbacılığı reisliğinden çekilmiş." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Külhanbeylik.
tulumba kolu is. Tulumbadan su çıkarmak için tulumbaya basmayı sağlayan uzun demir kol.
tulumba tatlısı is. Özel bir makinede ince, uzun, oluklu bir biçim verilmiş hamur tatlısı.
tulumcu is. Tulum çalan kimse.
tulumcuk, -ğu is. 1. anat. İç kulakta, yarım daire kanallarına bağlı küçük kese. 2. bot. Bitkilerde yüzmeyi kolaylaştıran, tulum biçiminde küçük kese.
tulumlular ç. is. zool. Gömleklilerden, vücutları torba biçiminde kalın bir gömlekle örtülü olan deniz hayvanları takımı, tulumsular.
tulum peyniri is. Tuluma basılarak yapılan bir tür beyaz peynir: "Tulum peyniri odanın içini kokutmuştu." -S. F. Abasıyanık.
tulumsular ç. is. zool. Tulumlular.
tulup, -bu is. hlk. Atılmış, eğrilmeye hazırlanmış, top biçiminde yün veya pamuk.
tulyum is. Fr. thulium kim. Atom numarası 69, atom ağırlığı 168,9, yoğunluğu 9,3 olan, yaklaşık 1500 °C'de eriyen nadir element, tulyum (simgesi Tm).
tumağı is. hlk. İngin, nezle, dumağı, nevazil.
tuman is. hlk. Don, şalvar.
tumba is. (tu'mba) İt. tombo 1. den. Altüst etme, olma. 2. Çocuk dilinde, yatağa atlama. tumba etmek den. 1) sandalı, omurgası yukarı gelecek biçimde çevirmek; 2) araba veya vagonu ters çevirerek boşaltmak.
tumbadız sf. hlk. Kısa ve şişman.
tumşuk, -ğu is. zool. Papağan, kartal vb. kuşların kemerli gagası.
tumturak, -ğı is. Far. tumturak esk. 1. Gösteriş, debdebe. 2. Gerekli olmadığı hâlde kulağa hoş gelen, gösterişli kelimeler kullanma. tumturak yapmak vurgulamak, önemini belirtmek, etkili olmasını sağlamak: "Hecelerimiz de, telaffuzda tumturak yapmak için lastik gibi çekilir." -Y. K. Beyatlı.
tumturaklı sf. Anlama bir şey katmayan, bir anlam bildirmeyen ancak kulağa hoş gelen, gösterişli: "Yüzlerce garson ve aşçı, adları tumturaklı aşlar pişiriyorlardı." -Halikarnas Balıkçısı.
tun is. Far. tün hlk. Gizli yer, köşe bucak. tundan tuna atmak bir kişiyi uzaklara sürüp dolaştırmak.
→ tun tun
tunç, -cu is. 1. Koyu kızıl renkte olan, bakır, çinko ve kalay alaşımı, bronz: "Başında kalpak tunçtan bir miğfer gibi duruyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. sf. Bu alaşımdan yapılmış olan.
→ tunç bilekli, tunç kafiye
tunç bilekli sf. Kolu, bileği çok güçlü.
tunç kafiye is. ed. Dize sonundaki kelimelerin son harfleri arasında üç sesten fazla ses benzeşmesiyle veya biri diğerinin içinde bir kelime oluşturacak tarzda yapılan uyak.
tunçlama is. Tunçlamak işi.
tunçlamak (-i) Tunç durumuna getirmek: "Güneşin tunçladığı yanakları solgun ve dudakları etrafında derin ıstırap hatları var." -H. E. Adıvar.
tunçlaşma is. Tunçlaşmak işi.
tunçlaşmak (nsz) Tunç rengini almak.
tunçlaştırma is. Tunçlaştırmak işi.
tunçlaştırmak (-i) 1. Bir sembolü tunçtan yapılmış bir heykelle canlandırmak. 2. Tunç rengi kazandırmak.
→ turp filizi, turp otu, turp salatası, karaturp, kırmızıturp, yabani turp, bayır turpu, yaban turpu
turp filizi is. Turp rengi.
turpgiller ç. is. bot. îki çeneklilerden, turp, hardal, lahana, karnabahar, kaşık otu vb. bitkileri içine alan geniş bir familya.
turp otu is. bot. Turp cinsi bir ot.
turp salatası is. Turpun rendelenmesi ile yapılan salata.
turşu is. Far. turşi Tuzlu suda, sirkede bırakılarak özel bir kıvama getirilmiş sebze veya meyve, turşu gibi olmak çok yorgun düşmek, turşu kurmak (veya yapmak) turşuluk sebze veya meyveleri kavanoz, fıçı vb.ne yerleştirmek, turşu olmak 1) yiyecek bozulmak, ekşimek; 2) mec. güçsüzleşmek, bitkinleşmek. turşusu çıkmak 1) çok yorulmak: "Bütün gün çocukların peşinde koşmaktan turşusu çıkmış ihtiyar lalanın karanlık bir köşede horladığı işitiliyordu." -R. N. Güntekin. 2) ezilmek, parçalanmak: Portakalların turşusu çıkmış, turşusunu kurmak "bir şeyin elden çıkarılması gerektiği hâlde buna bir türlü kıyamamak" anlamında kınama yollu söylenen bir söz: "Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Turşunu kuracak değiliz ya!" -H. R. Gürpınar. turşuya dönmek çok yorulmak, bitkinleşmek: "Pazartesi günleri üst üste iki dersi olduğundan salıları turşuya dönüyordu." -H. Taner.
→ turşu balığı, turşu suyu, biber turşusu, üzüm turşusu
turşu balığı is. Turşusu kurulan balık türü.
turşucu is. Turşu yapan veya satan kimse: "Bir turşucunun yanında çalışıyordum." -Ç. Altan.
→ turşucu dükkânı
turşucu dükkânı is. Turşu satılan dükkân.
turşuculuk, -ğu is. Turşu yapma veya satma işi.
turşulaşma is. Turşulaşmak işi veya durumu.
turşulaşmak (nsz) İyice ezilmek, turşu gibi olmak.
turşuluk, -ğu sf. Turşu yapmaya elverişli: Turşuluk biber. Turşuluk hıyar.
turşu suyu is. Turşunun olması ile birlikte ekşimsi ve kekremsi tadı olan su.
turta is. (tu'rta) İt. torta Üzeri yufka kaplı, meyveli veya kakaolu bir pasta çeşidi.
turuncu is. Far. turunç + Ar. -i 1. Turunç rengi, kızıl sarı renk. 2. sf. Bu renkte olan.
turunculaşma is. Turunculaşmak işi.
turunculaşmak (nsz) Turuncu bir renge girmek: Ufuk turunculaştı.
turuncumsu sf. Rengi turuncuyu andıran, turuncuya benzeyen, turuncumtırak.
turuncumtırak, -ğı sf. Turuncumsu.
turunç, -cu is. Far. turunç bot. 1. Turunçgillerden, bütün Akdeniz ülkelerinde yetişen, kışın yaprağını dökmeyen bir ağaç, narenç (Citrus aurantium amara). 2. Bu ağacın portakala benzeyen, suyu acımtırak meyvesi.
turunçgiller ç. is. bot. Sedef otugillerin, turunç, portakal, limon, mandalina vb.ni içine alan bir alt familyası, narenciye.
tuş (I) is. Fr. touche 1. Piyano, org vb. müzik aletleriyle daktilo, hesap makinesi, bilgisayar ve telefon gibi makinelerde parmak vurulan yerlerin adı: "Piyanonun tuşlarından, kemanın tellerinden uçan sesler, İnsana, insan olmanın mutluluğunu tattırır." -Y. Z. Ortaç. 2. Yağlı boya ressamlığında fırçadaki boyanın tuvale sürülüş biçimi. 3. sp. Eskrimde kılıcın ucunun karşı oyuncunun göğüs ve karın bölgesini koruyan özel giysinin bir bölümüne değmesi.
tuş (II) is. sp. Güreşte oyun sırasında iki omzun aynı anda yere değmesiyle oluşan yenilgi. tuşa getirmek 1) güreşte hasmı sırtüstü yere sermek; 2) mec. yenmek, mağlup etmek.
tuşe is. Fr. toucher Dokunuş, dokunma, tuşe etmek dokunmak, değmek.
tuşlama is. Tuşlamak işi veya durumu.
tuşlamak (I) (-i) Telefonun tuşlarına basmak.
tuşlamak (II) (-i) sp. Güreşte tuşa getirmek, tuşla yenmek, tuş etmek.
tutacak, -ğı is. Sıcak mutfak araçlarını tutmakta kullanılan, birbirine şeritle bağlı bez çifti, tutaç, tutak.
tutaç, -cı is. 1. Laboratuvar maşası. 2. Tutacak.
tutak, -ğı is. 1. Bir şeyin tutulacak yeri: Saban tutağı. Bıçak tutağı. Kılıç tutağı. Tüfek tutağı. 2. Tutacak. 3. Kabza. 4. Maşa, kerpeten vb. araçların tutmaya yarayan kanatlarından her biri. 5. Bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirilen kimse, tutu, rehine.
tutam (I) sf. Avuç içi veya parmak uçlarıyla tutulabilen miktarda olan: "Öksüzün cebindeki son tutam tütünü sardılar, sıra ile üçer nefes çektiler." -R. H. Karay.
→ tutam tutam, bir tutam
tutam (II) is. ekon. Bankacılıkta kullanılan, borsada kota alabilmek için gerekli asgari şirket sermayesi veya pay, hisse, parti (II), lot.
tutamaç, -cı is. 1. Bir şeyin tutulup çekilecek yeri. 2. Tutunacak yer, tutamak. 3. Telgraf veya elektrik direklerine rahat çıkmayı sağlayan ve ayağa takılan mahmuzlu araç.
tutamaçtı sf. Tutamacı olan: "Ayağına geçirdiği tutamaçlı demirlerle tahta elektrik direklerine tırmanıp sigortaları değiştirmesi heyecan vericiydi." -A. Kutlu.
tutamak, -ğı is. 1. Tutamaç: Viraj tutamağı. 2. mec. Tutunacak, dayanacak, güvenecek şey.
tutamaksız sf. Tutunacak, dayanacak, güvenecek şeyi olmayan.
tutamlama is. Tutamlamak işi.
tutamlamak (-i) Bir tutam almak.
tutamlık, -ğı sf. Bir tutam kadar.
tutam tutam sf. Tutulacak kadar birçoğu bir arada olan: "Şakaklardan dökülen tutam tutam kıvırcıklar başının genel görünüşünü gösterişli bir saç ve renk yığını hâline sokuyordu. " -H. E. Adıvar.
tutanak, -ğı is. 1. Meclis, kurul, mahkeme vb. yerlerde söylenen sözlerin olduğu gibi yazıya geçirilmesi, zabıt, zabıtname. 2. Bir durumu tespit eden veya edenler tarafından imzalanan belge, zabıt varakası. 3. Birçok kimsenin imzaladığı rapor, mazbata.
→ seçim tutanağı, sözleşme tutanağı
tutar is. 1. Nicelik bakımından bir şeyin bütünü. 2. Para miktarı, meblağ.
→ asgari tutar
tutarak, -ğı is. hlk. Sara. tutarağı tutmak huysuzluğu depreşmek, aşırı istekte bulunmak: "... fakat babamın kimseye gidecek hâli yok. Rakı tutarağı tutunca pantolonunu bile satıyor." -H. E. Adıvar.
tutarga is. hlk. Sara.
tutarık, -ğı is. hlk. Sara.
tutarıktı sf. Saralı.
tutarlı sf. Aralarında çelişki bulunmayan, her bakımdan uyumlu, insicamlı.
tutarlık, -ğı is. 1. Uygunluk, insicam. 2. ed. Anlatımın konuyla bağdaşması, İnsicam.
tutarlılık, -ğı is. Tutarlı olma durumu, insicamlılık: "Bu örnekleri sırf tutarlılıkları bakımından takdir etmemek haksızlık olur." -H. Taner.
tutarsız sf. Tutarlı olmayan, aralarında çelişki bulunan, insicamsız: "Tutarsız her olayı, her davranışı alaturkadır diyerek Doğuya yükledik."-N. Cumalı.
tutarsızlık, -ğı is. Tutarsız olma durumu, insicamsızlık: "Asıl umutsuzluğa düşüren, senin bu tutarsızlığın, bir dediğin bir dediğini tutmuyor." -A. İlhan.
tutkal is. Deri, kıkırdak vb. hayvansal maddelerden elde edilen, katılaşıp sertleşme özelliğiyle tahta, kâğıt vb. yapıştırmaya yarayan madde, tutkal gibi sırnaşık ve yapışkan (kimse).
→ tutkal şerbeti, ince tutkal, plastik tutkal, balık tutkalı, boncuk tutkalı, glüten tutkalı, kaurit tutkalı, kazein tutkalı, lastik tutkalı
tutkalcı is. Tutkallama işiyle uğraşan işçi.
tutkalcılık, -ğı is. Tutkalcının işi.
tutkallama is. Tutkallamak işi.
tutkallamak (-i) Tutkal sürmek, tutkalla yapıştırmak.
tutkallanma is. Tutkallanmak durumu.
tutkallanmak (nsz) Tutkallı duruma gelmek.
tutkallı sf. 1. Tutkal sürülmüş. 2. İçinde tutkal bulunan: "Ellerime sıvaşan ince, nefis kokulu ve tutkallı sütü hissetmekteyim." -R. H. Karay.
tutkalsız sf 1. Tutkal sürülmemiş. 2. İçinde tutkal bulunmayan.
tutkal şerbeti is. İçine çok az eritilmiş tutkal katılan ılık su.
tutku is. 1. İrade ve yargıları aşan güçlü bir coşku, ihtiras. 2. Güçlü istek ve eğilimin yöneldiği amaç. tutkuya kapılmak aşırı istek ve eğilim içinde olmak.
tutkulaşma is. Tutkulaşmak işi.
tutkulaşmak (nsz) Tutku durumuna gelmek: "Bütün gönüllerde aynı güçle tutkulaşan amaç, Türkiye'nin kurtuluşu, bağımsızlığa kavuşmasıydı." -T. Buğra.
tutkulu sf. Tutkusu olan, ihtiraslı.
tutkun sf. 1. Gönül vermiş, meftun, meclup: "Kapıda bekleşen tutkunlarından bir tanesinin arabasına atladığı gibi, ortadan kayboluyordu. " -E. E. Talu. 2. Bir şeye alışma, bağlanma, düşkün olma: "Ben yine eskisi gibi tutkunum tiyatroya." -N. Cumalı. tutkun olmak âşık olmak, sevdalanmak: "Yaş farkına rağmen birbirlerine nasıl da tutkun olduklarını anlayarak şaşıyordu." -R. H. Karay.
tutkunluk, -ğu is. Tutkun olma durumu, meftuniyet, meftunluk: "Batı medeniyetinin en incelmiş etiketine tutkunluk derecesinde saygı gösteren bir adam olarak ortaya çıkar. " -A. Ş. Hisar.
tutkusal sf. Tutkulu, aşırı bağlı veya düşkün: "... bazıları insanları cinsel ve tutkusal kaymalarıyla ele alıp işleyen eserleri dudak bükerek eleştiriyorlar." -A. İlhan.
tutkusuz sf. Tutkusu olmayan, ihtirassız.
tutma is. 1. Tutmak işi. 2. Destekleme. 3. Yanaşma. 4. sp. Markaj.
→ aktutma, deniz tutması
tutmaç, -cı is. hlk. Dört köşe kesilmiş küçük hamur parçalarından yapılan yoğurtlu çorba.
tutmak, -ar (-i) 1. Elde bulundurmak, ele almak: "Kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. " -Ö. Seyfettin. 2. Ele geçirmek, yakalamak: "Evvela bu terbiyesiz köpeği tuttu, bağladı." -Ö. Seyfettin. 3. Avlamak: "Dalyan işletiyorum, tuttuğumuz balığı tekrar denize döküyoruz." -R. H. Karay. 4. Yanında bulundurmak, alıkoymak: Siz gelinceye kadar çocuğu ben tutarım! 5. Hürriyetinden yoksun bırakıp bir yere kapamak, tevkif etmek: "Vahşidir, hiçbir zaman onu kafeste tutmak mümkün değildir." -S. F. Abasıyanık. 6. Kaplamak: "Tabanı otuz, otuz beş metre kadar tutan bir eşkenar üçgen biçimindedir." -T. Buğra. 7. Kırağı, çiğ veya kar bir yüzeyde görünür durumda olmak, kalmak: "Şu yağan kar bir tutsun, seyreyle sen ertesi gün çocukları." -S. F. Abasıyanık. 8. Denetimi ve yetkisi altına almak. 9. Desteklemek, birinden yana çıkmak. 10. Benimsemek, beğenmek: "Ama öylelerini de çevresinde kimse sevmemiş, tutmamıştır. " -T. Buğra. 11. Gereğini yapmak, yerine getirmek: Verdiği sözü tutmuş, vaktinde gelmişti. 12. Uygun gelmek, çelişmez olmak: "Bir talih eseri olarak ondan gelen cevap benim kendi bulduklarımı tuttu." -R. N. Güntekin. 13. Hizmetine almak veya kiralamak: "Burada bir kat tuttum. Yazı geçireceğim. " -P. Safa. 14. Bir işe herhangi bir anlayışla girişmek: Yapıyı geniş tuttu. 15. Girişmek, yapmak: "Askerden sonra ne iş tutacağını bilmemek kahrediyordu Yusuf'u." -S. F. Abasıyanık. 16. Beddua, dua, ah vb. etkisini göstermek, gerçekleşmek, yerine gelmek, varmak: "Avradın ilenci tutarsa senin iki gözün kör olacak." -M. Ş. Esendal. 17. Ağrımak, sancımak, musallat olmak: "... poker oynanıyor. Yenilirse kızıyor. Başı tutuyor, komşu doktorun hizmetçisini çağırıp çenesini ovduruyor." -M. Ş. Esendal. 18. Ulaşmak, varmak: "Hayvanlar, Bağdat Caddesi'ni tutmuş, çalakamçı ilerliyor." -S. M. Alus. 19. Para toplamı ...-e varmak: Aldığım şeyler bin lira tuttu. 20. Uğramak: Vapur İzmir'i tutmayacakmış. 21. Herhangi bir durumda bulundurmak: "Seksen bir yaşında da olsa çalışmak insanı zinde tutuyor. " -H. Taner. 22. Varsaymak, farz etmek: "Haydi tutalım babasının bir günahı vardı, çekti." -M. Ş. Esendal. 23. (-i, -e) Hedef olarak almak: Taşa tutmak. 24. (-i, -e) Alacağa veya vereceğe saymak: On bin lirayı borcunuza tuttum. 25. (-i, -e) Yaklaştırmak: "Biraz toz olsa mendilini burnuna tutar." - A. Ş. Hisar. 26. Kullanmak: Yaşmak tutmak. Ustura tutmak, 27. Bağlamak: "Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım." -B. S. Erdoğan. 28. (nsz) Beklenen sonucu vermek: "Toprağa atılan her tohum bir ümittir. Tohum ya tutar ya tutmaz. Ya yeşerir ya yeşermez." - Ş. Rado. 29. (nsz) İş görebilmek: "Eli ayağı tutsun, açlıktan ölmesin, yeterdi ona." -T. Buğra. 30. (nsz) Sürmek, zaman almak: Bu iş iki saat tuttu. 31. (nsz) Yapışarak veya sokularak çıkmaz olmak: Boya tutmadı. Çivi iyi tuttu. 32. Giyinmesine yardım etmek: "Kucaklaşma sahanlıkta başlar ve ayakkabılarını çıkarıp karısının tuttuğu terliklerini giyene kadar Serdar'ın kolları boynunda kalır." -T. Buğra. 33. Sunmak: Konuklara şeker tutmak. 34. İşgal etmek. 35. İzlemek: "Tepeden inince Değirmendere'ye hâkim bir iz tutacaksınız." -R. H. Karay. 36. Bırakmamak: "Baba sesini çıkarmadı, hatta öksürüğünü bile galiba tuttu." -P. Safa. 37. Yönelmek: "Oyuncular ağır ağır soyunma odasının yolunu tuttular." -H. Taner. 38. Sarmak, bürümek: "Hey başları duman tutmuş dağlar, hey!" -Halk türküsü. 39. Asılmak, kuvvetlice sarılmak: "Üç kişi tutarlarmış da onu pencerenin önünden çekemezlermiş. " -P. Safa. 40. Bir kimsenin yerini almak: "Bak azizim, dedim, ben senin yerini tutamam." -Y. K. Karaosmanoğlu. 41. Otobüs, vapur, uçak vb. dokunmak, hasta etmek. 42. Herhangi bir durumda kalmasını sağlamak: Kapıyı açık tutmayın. 43. Bir yerde kalmasını sağlamak. 44. Yemek hafifçe yanmak. 45. Bir sanat eseri geniş ilgi görmek. 46. Biriktirmek, tasarruf etmek: "Sen metelik tutuyorsun gibi geliyor bana. Ay başına kadar bana ödünç versene." -M. Ş. Esendal. 47. Askerlikte, bankacılıkta durdurmak, blokaj. 48. Başlamak: "Kadınların başında gördüğünüz bürümcükten, iç çamaşırlarından tutunuz da entarilik kaba pamuklulara kadar hepsi Osmanlı malı idi." -F. R. Atay. 49. Bir şey düşünmek: Herkes aklından bir sayı tutsun. 50. sp. Markaja almak, tut kelin perçeminden tkz. çözümü güçlük gösteren bir durum karşısında söylenen bir söz. tut ki varsay ki. ...-i tutmak bir işi yapacağı ve göreceği o zamana rastlamak: Geleceği tutmak. Gideceği tutmak. tuttuğu dal elinde kalmak dayandığı, güvendiği kimse veya şey önemini yitirerek işe yaramaz duruma gelmek, tuttuğunu koparmak becerikli olmak, giriştiği her işte başarı sağlamak.
→ vurtut, çultutmaz, yantutmaz
tutmalık, -ğı is. 1. Tutmaya yarayan nesne. 2. sp. Krampon.
tutsak, -ğı is. 1. ask. Savaşta ele geçen düşman, esir. 2. sf. Gitmesine, serbestçe hareketine engel olunan. 3. mec. Bir şeye veya bir kimseye çok bağlı, kendisini bir şeyin etkisinden kurtaramayan kimse: "Her insan kendi kuruluşuna uygun bir romantizmin tutsağı." -A. İlhan.
tutsaklık, -ğı is. Tutsak olma durumu, esirlik, esaret.
tutsak pazarı is. esk. Tutsakların köle gibi alınıp satıldığı yer, esir pazarı: "Sanki tutsak pazarında üzerinde pazarlık yapılan satılık bir halayık gibi susmuştu." -H. E. Adıvar.
tutturabildiğine zf. Kabul ettirebildiğince, belli bir fiyatı olmaksızın (satış).
tutturaç, -cı is. Bir şeyin bağlanıp tutturulduğu nesne.
tutturgaç, -cı is. Kâğıtları birbirine tutturmak için kullanılan telden yapılmış araç, ataş.
tutturma is. Tutturmak işi.
tutturmak (-i, -e) 1. Tutmasını sağlamak. 2. (-i) Bir işe başlayıp sürdürmek, bir şeyi yapmakta olmak: "Urumeli Hisarı'na oturmuşum / Oturmuş da bir türkü tutturmuşum. " -O. V. Kanık. 3. (nsz) Aklına koyup direnmek, ısrar etmek: "Sakal diye tutturmuş, başka laf dinlemiyor." -M. Ş. Esendal. 4. (-i, -e) Çivi, toplu iğne, çengelli iğne vb. ile iliştirmek, bağlamak. 5. Hedefe vardırmak, değdirmek, isabet ettirmek: "Taşı fırlattı ama tutturamadı." -Halikarnas Balıkçısı. 6. Takip etmek: "Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahalle kahvesinin kapısı önüne kadar geldi." -M. Ş. Esendal.
tutturmalık, -ğı is. Kopça, toka, düğme gibi iki şeyi birbirine tutturmaya yarayan nesne.
tutturuş is. Tutturma işi veya biçimi.
tutu is. tic. Rehin, ipotek, tutuya bırakmak rehin olarak vermek, tutuya koymak rehine koymak.
tutucu is. 1. Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumlan değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse, muhafazakâr. 2. sp. Durmalı çıkışlarda, bisikletçiye yardım eden kişi.
tutuculaşma is. Tutuculaşmak işi veya durumu.
tutuculaşmak (nsz) Tutuculuk yapmak.
tutuculuk, -ğu is. 1. Tutucu olma durumu. 2. Özellikle siyasal ve toplumsal düzeni olduğu gibi sürdürme görüşü, tutumu, anlayışı, muhafazakârlık.
tutuk, -ğu sf. 1. Akıcı, rahat konuşamayan. 2. Eski işlevini göremez duruma gelmiş: "Geçen gün beni dövdüler. Boynum, omuzlarım hâlâ tutuk." -A. İlhan. 3. Kısılmış, tutulmuş, kesik: "Ağır ağır ve tahtalar arasında boğulan tutuk akislerle yükseliyordu." -P. Safa. 4. Tutuklu. 5. Kapalı, tıkalı. 6. Sıkıntılı: "Bu tutuk hava içinde saat ona doğru Meclisin zili uzun uzun çaldı." -R. E. Onaydın. 7. mec. Durgun, çekingen, sıkılgan.
→ tutukevi, dili tutuk
tutukevi is. Tutukluların kapatıldığı yer, kodes, tomruk, tevkifhane, tutuklama is. Tutuklamak işi, tevkif: "Muhalefeti ortadan kaldırmaya niyetli olan Damat Ferit Paşa'nın ilk işi bir sürü yeni tutuklamalar oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ gıyabi tutuklama
tutuklamak (-i) Kanun yoluyla hürriyeti kısıtlayarak bir yere kapatmak, tevkif etmek, tutuklanış is. Tutuklanma işi veya biçimi, tutuklanma is. Tutuklanmak işi: "Babasının tutuklanmasıyla tayinin geri kalması kaygısı artık var değil. " -H. E. Adıvar. tutuklanmak (nsz) Tutuklama işine konu olmak.
tutuklatma is. Tutuklatmak işi. tutuklatmak (-i) Tutuklama işini yaptırmak.
tutuklu is. Kanun yoluyla hürriyetlerinden alıkonularak bir yere kapatılan kimse, mevkuf: "Girip çıkan resmîler, siviller, elleri bağlıya da çözük tutuklular..." -Ç. Altan.
tutukluk, -ğu is. 1. Tutuk olma durumu: "Bu, onca sosyal uzviyet üzerinde, beyni durduran, kulakları tıkayan, gözlere perde çeken, dile ve ellere inmeli bir adam tutukluğunu veren bir darbe idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Düzgün işlememe durumu: Motor tutukluk yapıyor, tutukluk yapmak silah çalışmaz olmak.
→ dili tutukluk, dil tutukluğu, kas tutukluğu
tutukluluk, -ğu is. Tutuklu olma durumu, mevkufıyet.
tutuksuz sf. 1. Tutuklanmadan yargılanan. 2. zf Tutuklanmadan.
tutuksuzluk, -ğu is. Tutuksuz olma durumu.
tutulma is. 1. Tutulmak İşi, popülarite. 2. astr. Bir gök cisminin, araya başka bir cismin girmesiyle bütününün veya bir bölümünün görünmez duruma gelmesi olayı.
→ ay tutulması, gün tutulması, güneş tutulması
tutulmak (nsz) 1. Tutma işi yapılmak veya tutma işine konu olmak: "Bir yazıhane kiralanmış, aylıkla bir otomobil tutulmuştu." -E. E. Talu. 2. Ay ve güneş tutulma olayına uğramak. 3. Ünlü olmak, meşhur olmak. 4. Tutuk duruma gelmek. 5. Bir organı işleyemez olmak: "Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu." -F. R. Atay. 6. (-e) Birine tutkun olmak, sevmek. 7. (-e) Bir işe veya birine canı sıkılmak: "Sen filozof geçinen ukala bir adama benzersin. Bak, ben böyle şeylere fena tutulurum." -H. Taner. 8. Yakalanmak: "Hastalığa tutulduğu sıralarda bir sabun fabrikasında çalışıyordu." -N. Curnalı.
tutulmaz sf. Yakalanmaz, ele avuca gelmez.
tutulmazlık, -ğı is. Tutulmaz olma durumu: "Bunların tutulmazlığının sırrını da vermeden..." -H. Taner.
tutulmuş sf. 1. Engellenmiş. 2. Ele geçirilmiş.
→ tutulmuş para
tutulmuştuk, -ğu is. Tutulmuş olma durumu.
tutulmuş para is. Kontrol altına alınmış para, bloke para.
tutulu sf. 1. Tutulmuş: "Bizim takımda bütün yerler evvelden tutulu idi." -H. Taner. 2. tic. Tutu olarak alınmış.
→ tutulu satış
tutulum ıs. astr. Bir yıl boyunca güneşin gök küresi üzerinde çizdiği çemberin sınırladığı daire, ekliptik.
tutulu satış ıs. tic. Bir taşınmazın ipotek edilmek suretiyle uzun vadeli krediyle satın alınması.
tutuluş is. Tutulma işi veya biçimi.
tutum ıs. 1. Tutulan yol, davranış: "Anlayışsızlıklarınız ve yanlış tutumlarınız yüzünden beni inatçı sanıyorsunuz." -T. Buğra. 2. Para veya herhangi bir şeyi dikkatli kullanma, idare, idareli tüketme, iktisat, tasarruf, ekonomi.
tutumlu sf. Aşırı harcamalardan kaçınan, idareli, muktesit: "Ayşe hesabını kitabım bilir, tutumlu bir ev kadınıydı." -Halikarnas Balıkçısı.
tutumluluk, -ğu is. Tutumlu olma durumu.
tutumsuz sf. Aşırı harcamalar yapan, savurgan, müsrif.
tutumsuzluk, -ğu ıs. Tutumsuz olma durumu, israf.
tutunma ıs. Tutunmak işi.
tutunmak (-e) 1. Tutup bırakmamak, dayanmak, sarılmak veya asılmak: "Evinin bahçesinin kapısını açtım ve kapanmayan panjurlarına tutunarak odasına girdim." -M. Ş. Esendal. 2. Aynı yerde ve durumda kalmak, direnmek, dayanmak: Düşman ordusu ordumuz karşısında tutunamadı. 3. Kendini kabul ettirmek, kendine bir yer sağlamak. 4. Kendi üzerine koymak, kullanmak: Yaşmak tutunmak. Sülük tutunmak. 5. Sataşmak, çıkışmak: "... anam sabahleyin evine giden Naime adındaki kıza tutunmuş. İkisini de ağlatıncaya kadar söylemiş." -M. Ş. Esendal. tutunacak dalı olmak (veya olmamak) güveneceği bir kimse veya şey bulunmak (bulunmamak).
tutunuş ıs. Tutunma işi veya biçimi.
tuturuk, -ğu is. hlk. 1. Ateş tutuşturacak çalı, çırpı, yonga vb. şeyler. 2. sf. Çok ekşi.
tutuş ıs. Tutma işi veya biçimi.
tutuşma ıs. Tutuşmak işi.
tutuşmak 1. Birbirini tutmak, birbirine ilişip dokunmak. 2. (-e) Bir işe başlamak, girişmek: "İki ordu bir harbe daha tutuştular." -F. R. Atay. 3. (nsz) Yanmaya başlamak, ateş almak: "Bu fenerleri birbirine bağlayan çiçekli askılardaki küçük lambalar tutuştu." -H. C. Yalçın. 4. (nsz) Kızarmak, kızıllaşmak: "Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri / Koyu bir kırmızılık gökten ayırmada yeri."-Y. K. Beyatlı.
tutuşturma is. Tutuşturmak işi.
tutuşturmak (-i, -e) 1. Tutuşmalarını veya tutuşmasını sağlamak: "Mutfakta maltız zaten yanmaktadır, anne iki gözlü ocağı da tutuşturuyor." -T. Buğra. 2. Karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin ansızın vermek: "Kadın mutfaktan alıp geldiği fileyi erkeğin eline tutuşturdu." -N. Cumalı. 3. mec. Coşturmak, çok heyecanlandırmak: "Saz sesleri... eski hislerimizin küllerini savurur, gizli ateşlerini üfler ve içimizde tekrar tutuştururdu." -A. Ş. Hisar.
tutya is. (tu'tya) Ar. tütiyâ kim. esk. 1. Çinko. 2. Sürme.
Tuvaca is. Tuva Türkçesi.
tuval, -li is. Fr. toile 1. Üzerine resim yapılan, gerdirilmiş keten, kenevir veya pamuklu kaba kumaş. 2. Bu kumaşın üzerine yapılmış tablo.
tuvalet is. Fr. toilette 1. Yıkanma, tıraş olma, giyinme, süslenme, taranma işi: "Başımı, tuvaletimi ve makyajımı bile ezbere yapacağım, aynada kendi yüzümü görmeyeceğim. " -P. Safa. 2. Abiye: "Asıl mühimi oyun için bir giyecek şey, yeni, açık bir tuvalet." -T. Buğra. 3. Vücut temizliği ve bakımı için gereken nesne. 4. Sidik veya dışkı. 5. İnsanın dışkısıyla idrarını boşalttığı yer, abdesthane, ayakyolu, yüznumara, hela, kenef, memişhane, kademhane: "Nerede ise herkesi belediyenin tuvalet çukurlarına kadar takip edeceksiniz." -F. R. Atay. tuvalet (veya tuvaletini) yapmak sidik veya dışkıyı vücuttan dışarı atmak.
→ tuvalet ispirtosu, tuvalet kâğıdı, tuvalet masası, tuvalet sabunu, tuvalet takımı, alafranga tuvalet, alaturka tuvalet
tuvaletçi is. Tuvalet işleten kimse.
tuvaletçilik, -ği is. Tuvaletçi olma durumu.
tuvalet ispirtosu is. kim. Hekimlikte, temizlik amacıyla kullanılan binde 966'sı saf, geri kalanı su olan ispirto.
tuvalet kâğıdı is. Tuvalette temizlenmek için kullanılan, özel olarak hazırlanmış ince kâğıt.
tuvalet masası is. Kadınların süslenmek, taranmak, makyaj yapmak amacıyla kullandıkları aynalı bir tür masa.
tuvalet sabunu is. Tuvalette temizlik İçin kullanılan sabun.
tuvalet takımı is. Tuvalet veya makyaj malzemeleri bulunan çanta veya kutu.
tuyuğ is. ed. Mâni (II) biçiminde aruzla yazılmış manzume.
tuz is. kim. 1. Kokusuz, suda eriyen, yiyecekleri korumada ve tatlandırmada kullanılan billursu madde. 2. Bir asitteki hidrojenin yerini bir bazın almasıyla oluşan birleşim, sodyum klorür (NaCl). (bir şeye) tuz biber ekmek üzüntüyü, kusuru artıracak durum yaratmak, tuzla buz etmek cam türünden şeyleri onarılmayacak biçimde kırmak, paramparça etmek, tuzla buz (veya tuz buz) olmak cam türünden şeyler onarılamayacak biçimde kırılmak, dağılmak, paramparça olmak: "Küçük votka kadehleri, mermi ıslıklarıyla aynalara çarpıp tuzla buz oluyorlar. " -A. İlhan, (bir şeyde) tuzu olmak katkısı olmak.
→ tuz ekmek düşmanı, tuz ekmek hakkı, tuz ruhu, tuzu kuru, iyotlu tuz, bakır tuzu, bulaşık makinesi tuzu, ingiliz tuzu, kaya tuzu, limon tuzu, sofra tuzu
tuzak, -ğı is. 1. Kuş veya yaban hayvanlarını yakalamaya yarayan araç veya düzen. 2. mec. Birini güç ve tehlikeli bir duruma düşürmek için kurulan düzen, komplo: "Onun bana gönderdiği mektuplar filan hep tuzak, hep birer şantajdan ibaretti." -O. C. Kaygılı. 3. ask. Bubi tuzağı, tuzak kurmak 1) bir şeyi yakalamak İçin tuzak hazırlamak; 2) mec. birini güç ve tehlikeli bir duruma düşürmek için düzen hazırlamak, komplo kurmak: "... bütün işi pişirmiş, tuzağı kurmuş, son darbeyi indirmek üzere idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. tuzağa düşmek birileri tarafından hazırlanan kötü bir duruma uğramak, oyuna gelmek: "Sana bir tuzak kursak, sen o tuzağa düşmezsin ey oğul!" -S. Çokum.
→ bubi tuzağı
tuzakçı is. Tuzak kuran kimse.
tuzakçılık, -ğı is. Tuzakçı olma durumu.
tuzaklama is. Tuzaklamak işi veya durumu.
tuzaklamak (-İ) Tuzak kurmak, tuzağa düşürmek.
tuzaklanma is. Tuzaklanmak işi veya durumu.
tuzaklanmak (nsz) Tuzak durumuna getirilmek: Tuzaklanmış mayın.
tuzcu is. Tuz satan kimse.
tuzcul sf. Tuzlu toprakları seven (bitki).
tuzculuk, -ğu is. Tuzcu olma durumu.
tuz ekmek düşmanı is. İyilik gördüğü kimseye hainlik yapan, aldığı yardımı inkâr eden kimse, nankör: "Böyle mübarek bir gecede bu tuz ekmek düşmanının velinimetinin evinde yaptığı hırsızlık besbelli dokunmuştu. " -R. N. Güntekin.
tuz ekmek hakkı is. Birinin ekmek yedirip iyilik ettiği kimse üzerindeki hakkı.
tuzla is. (tu'zla) 1. Kıyılarda, tava denilen havuzlara deniz veya göl suyu akıtıldıktan sonra kurutularak tuz çıkarılan yer, memleha. 2. hlk. Davarlara kırda tuz verilen düz, taşlık ve kayalık yerler. 3. hlk. Tuzlak.
tuzlak, -ğı sf. hlk. Otları tuzlu olan veya hiç ot bitmeyen, çorak, verimsiz (yer).
tuzlama is. 1. Tuzlamak işi. 2. İşkembe ile yapılan bir tür yemek. 3. sf Tuzlanarak hazırlanan: Tuzlama balık.
tuzlamak (-i) Tuza yatırmak veya üstüne tuz ekmek, tuzlayayım da kokmayasın (veya kokma) hlk. birine, düşüncesinde aldandığını ve aklının bir şeye ermediğini anlatmak için söylenen bir söz.
tuzlanma is. Tuzlanmak işi.
tuzlanmak (nsz) Tuzlama işi yapılmak.
tuzlayış is. Tuzlama işi veya biçimi.
tuzlu sf. 1. Tuzu olan: "Dudaklarımda Boğaz havasının tuzlu lezzetiyle uyandım." -Y. Z. Ortaç. 2. Yapılışında tuz bulunan, tuzu çok olan: Bu yemek tuzlu olmuş. 3. mec. Çok pahalı, tuzluya mal olmak (veya oturmak veya patlamak) çok para vererek satın almak, çok pahalı gelmek: "Bu eğlenti bize biraz tuzluya mal oldu." -E. E. Talu. "... kendisine tuzluya patlamıştı." -Halikarnas Balıkçısı.
→ tuzlu balgam, tatlısı tuzlusu
tuzlu balgam is. tıp esk. 1. Birtakım deri hastalıklarının ortak adı. 2. hlk. Egzama.
tuzluk, -ğu is. 1. İçine tuz konulan kap. 2. anat. Atlarda gözün üstündeki, insanlarda köprücük kemiğinin ardındaki çukur yer. 3. hlk. Otlayan hayvanların tuz gereksinimini karşılamak üzere, öğütülmüş kaya tuzlarının, yağmurdan korunmasını ve hayvanların rahatça yararlanmasını sağlayan üstü kapalı yer.
→ çobantuzluğu, kadıntuzluğu
tuzluluk, -ğu is. 1. Tuzlu olma durumu. 2. kim. Bir litre suda erimiş bulunan tuzların gram olarak belirlenmesi.
tuzlumsu sf Tuzluyu andıran, tuzluya benzeyen, tuzlu gibi.
tuz ruhu is. kim. Hidroklorik asit.
tuzsu sf. Tuzu andıran, tuza benzeyen, tuz gibi, tuzumsu.
tuzsuz sf. 1. Tuzu olmayan veya tuzu az olan. 2. mec. Tatsız şakalar yapan (kimse).
→ tatsız tuzsuz
tuzsuzluk, -ğu is. Tuzsuz olma durumu.
tuzu kuru sf Bir işten zarar görmeyen, kazancı yolunda olan (kimse): O tuzu kuru, güvenli hayat, yerini bir çekişmeye bırakmıştır.
tuzumsu sf. Tuzsu.