Togolu sf. Togo halkından olan.
Toharca is. 1. Orta Asya'da kullanılmış olan eski bir Hint-Avrûpa dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
toht is. hlk. Çoban köpeklerinin boynuna takılan dikenli demir halka, tasma.
tohum is. Far. tuhm 1. bot. Bitkilerde döllenme sonunda yumurtacıktan oluşan ve yeni bir bitki oluşmasını sağlayan tane. 2. mec. Soy sop, döl, nesil, sülale: Tohumu kurudu. 3. mec. Ortaya bir sonuç çıkaran, bir sonucun oluşmasına sebep olan şey: "Ruhuna ve hafızasına serpilen bu tohumlar onda zamanla çiçeklerini açar ve meyvelerini verir." -A. Ş. Hisar. 4. Spermatozoit. tohuma kaçmak şaka 1) üreme veya üretme gücü kalmamak; 2) yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak: "Şimdi saçlarının tepeden döküldüğüne bakarak üzülüyor, arada bir, tohuma kaçıyoruz artık diye hayıflandığı da oluyordu." -H. Taner, tohumu dökülmek geçirdiği büyük bir korku dolayısıyla dölden kesilmek.
→ tohum zan, buğdaysı tohum, keten tohumu, nifak tohumu
tohumcu is. Tohum yetiştiren veya satan kimse.
tohumculuk, -ğu is. Tohum yetiştirme veya satma işi.
tohumlama is. Döllemek işi.
tohumlamak (-İ) 1. Döllemek. 2. Dişi bir hayvanı, erkeğinden alınan tohumla yapay olarak döllemek.
tohumlanma is. Tohumlanmak işi.
tohumlanmak (nsz) Tohumlu duruma gelmek.
tohumlu sf. 1. Tohumu olan. 2. Tohumla üreyen.
→ tohumlu bitkiler, açık tohumlular, çıplak tohumlular, kapalı tohumlular
tohumlu bitkiler ç. is. bot. Bitkiler dünyasının büyük bir şubesi, çiçekli bitkiler.
tohumluk, -ğu is. 1. Tohum saklanan yer: Patates tohumluğu. 2. sf. Tohum için ayrılan: Tohumluk buğday.
tohum zarı is. bot. Tohumu dıştan sararak onu koruma altına alan zar.
tok sf 1. Açlığını gidermiş, doymuş, aç karşıtı: "Tok açın hâlinden anlamaz." -Atasözü. 2. Sık ve kalın dokunmuş (kumaş). 3. Kalın ve gür (ses): "Biraz tok, biraz derinden gelen bir sesle..." -Y. Z. Ortaç. 4. mec. Sevgi, sevecenlik, başarı, para, mal vb. şeyleri elde etmiş ve bunlara kavuşmuş ölan.. tok evin aç kedisi gereksinimi olmadığı hâlde açgözlülük eden. tok karınla doymuş olarak, tok karnına yemekten sonra. tok tutmak açlığı uzun süre giderme veya doyurma özelliği olmak.
→ tokgözlü, tok sözlü, tok tok, gönlü tok, gözü tok, karnı tok
toka (I) is. (to'ka) 1. Kemer, kayış, ayakkabı vb.nin iki ucunu birbirine bağlamaya, bunları istenilen genişlikte tutmaya yarayan, türlü biçimlerde tutturmalık. 2. Kadınların saçlarını tutturmaya yarayan, bazen de süs olarak kullanılan araç: "Bir de sahte taşlı bir toka takmış saçlarına." -Ç. Altan.
toka (II) is. İt. tocca 1. El sıkışma. 2. İçki içerken birinin şerefine, sağlığına kadeh tokuşturma. toka etmek 1) el sıkışmak: "Çımacı İzzetle iki ellerini birbirine uzatarak bayramlaşır gibi toka ederler." -S. F. Abasıyanık. 2) den. karşılıklı iki parçayı getirip birbirine dayamak; 3) kadeh tokuşturmak; 4) argo vermek: "Hüseyin'e ne verdin? -Ona on beş lira toka ettim." -S. F. Abasıyanık.
tokaç, -cı is. Çamaşır yıkarken kullanılan, tahtadan, yassı tokmak.
tokaçlama is. Tokaçlamak işi.
tokaçlamak (-i) Çamaşırı tokaçla dövmek.
tokaçlanma is. Tokaçlanmak işi.
tokaçlanmak (nsz) Çamaşır tokaçla dövülmek.
tokalaşma is. Tokalaşmak işi.
tokalaşmak (nsz, -le) Birbirinin elini sıkmak, el sıkışmak: "Yalnız rüyalarında birbirlerinden bir lahza ayrılıp tokalaşıyorlardı." -S. F. Abasıyanık.
tokalı sf. Tokası olan, toka takılmış olan: "Başına, altın kaplama tokalı, yana sarkan çuha püsküllü bir şapka giymiş." -M. Ş. Esendal.
tokasız sf. Tokası olmayan.
tokat, -di (I) is. İnsana el içi ile vuruş, şamar, beşkardeş, tokat atmak (veya patlatmak) 1) el içi ile vurmak; 2) argo dolandırmak. tokat aşk etmek hızla vurmak: "Sandalyeyi elinden alıp iki tokat aşk etti." -S. F. Abasıyanık. tokat aşk eylemek hızla vurmak. tokat yemek 1) kendine tokat vurulmak: "Tokadı yiyince okur, şimdi tokadı yer ama sonra bana dua eder." -M. Ş. Esendal. 2) mec. yenilgiye uğramak: "Acısını unutamayacakları bir tokat yediler halktan." -N. Cumalı. 3) argo dolandırılmak.
→ sille tokat, Osmanlı tokadı
tokat, -di (II) is. hlk. 1. Hayvan ağılı: "Yaşlıcaydı, fakat birkaç köyde tarlası tokadı vardı. " -Halikamas Balıkçısı. 2. Tarla, bahçe veya mandıra kapısı.
tokatçı is. argo Dolandırıcı.
tokatçılık, -ğı is. Dolandırıcılık.
Tokat kebabı is. Tokat yöresine özgü, domates, biber, patlıcan ve etle Özel fırınlarda yapılan bir kebap türü.
tokatlama is. Tokatlamak işi.
tokatlamak (-i) 1. Tokat atmak: "Adamı tokatlasalar ... daha fazla bir şey yapmış sayılmazlardı. " -T. Buğra. 2. argo Bir kimseyi dolandırmak, hile yoluyla parasını almak.
tokatlanma is. Tokatlanmak işi.
tokatlanmak (nsz) Tokat atılmak.
tokatlatma is. Tokatlatmak işi.
tokatlatmak (-i) Tokatlama işini yaptırmak.
tokgözlü is. Gözü malda olmayan, gözü tok, açgözlü karşıtı.
tokgözlülük, -ğü is. Tokgözlü olma durumu, açgözlülük karşıtı: "Iclal tiksintiye benzer bir tokgözlülükle: -Bilsin ki süsüne aldanıp da ben böyle şeyleri asla ağzıma koymam." -Ö. Seyfettin.
toklu is. zool. Bir yıllık kuzu.
tokluk, -ğu is. Tok olma durumu.
→ gözü tokluk, gönül tokluğu, boğaz tokluğuna
tokmak, -ğı is. 1. Ağaçtan yapılmış iri çekiç: "Hallaç geniş, kocaman tırnaklı elleriyle hâlâ tokmak sallıyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Kapıya asılı duran ve kapıyı çalmaya yarayan, türlü biçimlerde metal parça. 3. Kapı kolu yerinde bulunan ve kapıyı açmaya yarayan topuz: "Kapının tokmağını çevirdi, kapı kilitli değildi, açılıverdi." -Ç. Altan. 4. Dibekte dövme işi için kullanılan ağaçtan araç. 5. Davul vb. vurmalı çalgıları çalmakta kullanılan ve çalgının bir parçası olan araç: "Alın tokmağı vurun davula, sabahın ilk saatlerinde sesi başka çıkar." -H. Taner, tokmak gibi tıkız etli. tokmak tokmak etli, kalın.
→ tokmakbaş, kapı tokmağı
tokmakbaş is. Kaya balığı.
tokmakçı is. hlk. Jigolo.
tokmaklama is. Tokmaklamak işi.
tokmaklamak (-i) Tokmakla vurmak.
toksikolog, -ğu is. Fr. toxicologue Toksikoloji ile uğraşan kimse.
toksikoloji is. Fr. toxicologie tıp Zehirle, onların organizmaya olan etkileriyle ve zehirlerin belirlenmesiyle uğraşan bilim dalı.
toksikolojik, -ği sf. Fr. toxicologique tıp Toksikoloji ile ilgili.
toksikoman sf. Fr. toxicomane Dıştan sağlanan her türlü maddeye, özellikle toksit bir maddeye karşı fiziksel ve ruhsal bir bağımlılık duyan, vücudunda bu maddenin yarattığı olağanüstü etkilerin arayışı içinde olan kişi.
toksikomani is. Fr. toxicomanie Uyuşturucu madde tutkunluğu.
toksin is. Fr. toxine biy. Canlı organizmalarda görülen zehir.
tok sözlü sf. Hatır ve gönül dinlemeden, hiçbir şeyden çekinmeden konuşan: Böyle zamanlarda, onun ne kadar aksi ve tok sözlü olduğunu gayet iyi anlamıştı." -R. N. Güntekin.
tok sözlülük, -ğü is. Tok sözlü olma durumu.
tok tok zf Kalın ve gür sesle: "Birdenbire doktora dönerek tok tok konuşmaya başladı." -T. Buğra.
tokurcun is. Dokurcun: "Harmanı kaldırdım birazı kaldı / Tokurcun şalvarım al kanla doldu." -Halk türküsü.
tokurdama is. Tokurdamak işi.
tokurdamak (nsz) Hava, suyun içinde kabarcıklar durumunda yükselirken ses çıkarmak.
tokurdatma is. Tokurdatmak işi.
tokurdatmak (-i) Tokurdama işini yaptırmak: "O gece oynayacağı oyunun dehşetini unutup gitmiş, Çekirge'de nargile tokurdatıyordu."-T. Buğra.
tokurtu is. Tokurdama sesi.
tokuşma is. Tokuşmak işi.
tokuşmak (nsz, -le) 1. İki şey birbirine çarpmak, çarpışmak. 2. Kafa kafaya vuruşmak.
tokuşturma is. Tokuşturmak işi.
tokuşturmak (-i, -le) Birbirine dokundurmak, çarpıştırmak: "Limonata bardaklarım içki kadeh? gibi tokuşturarak fevkalade neşeleniyor görünür." -R. N. Güntekin.
tokuz sf. Sık ve kalınca, tok (kumaş).
tokyo is. (to'kyo) Jap. Genellikle plastikten yapılmış bir tür terlik.
tol is. hlk. 1. Taş kemer veya taş kemerlerle yapılmış ev, oda, kapı vb. şey. 2. Yayla veya bahçe kulübesi. 3. Küçük köy: "Bu demir yolu, bu yana gidersen derenin boyuna alır, iner Kara Hasan toluna." -M. Ş. Esendal.
tolerans is. Fr. tolerance 1. Hoşgörü, müsamaha. 2. tek. İşlenmiş bir parçanın yapım ölçüsünde olabilecek özür payı.
toleranslı sf. Hoşgörülü, müsamahalı.
toleranssız sf. Hoşgörüsüz, müsamahasız.
toleranssızlık, -ğı is. Hoşgörüsüzlük, müsamahasızlık.
tolga is. Miğfer.
tolgalı sf. Tolgası olan: "Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!" -Y. K. Beyatlı.
tolgasız sf. Tolgası olmayan.
tolkşov is. İng. talk-show bk. söz gösterisi.
tolüen is. Fr. toluene kim. Maden kömürü katranında benzinle birlikte bulunan, eritici ve leke çıkarıcı olarak kullanılan, yanabilir sıvı hidrokarbür, CH.
tomahavk is. İng. tomahawk ask. 1. Amerikan yapısı güdümlü füzelerinin bir türü. 2. Kuzey Amerikalı Kızılderililerinin kullandığı savaş baltası.
tomak, -ğı is. 1. Ağaçtan yapılmış top. 2. Ağaçtan yapılmış gürz. 3. esk. Bir tür kaim ve ağır çizme.
tomar is. Ar. fümâr 1. Dürülerek boru biçimi verilmiş deri, kâğıt. 2. ask. Topun içini silmekte kullanılan, ucu fırçalı çubuk. 3. Yığın, küme.
→ bir tomar
tombak, -ğı is. Fr. tombac 1. Kuyumculukta kullanılan, % 80 bakır, % 20 çinkodan oluşan sarı renkli alaşım. 2. sf. Bu alaşımdan yapılmış: Tombak leğen.
tombala is. (to'mbala) Fr. tombola 1. Torbadan numaralı taşlar çekilerek üzerinde numara yazılı kâğıtlarla oynanan bir talih oyunu. 2. Tombala kartında bütün numaraların doldurulmasıyla kazanılan en büyük ödül: "Sokarım elimi bu torbaya, çekerim 77 numarayı, çinko, 19 numarayı, tombala!" -S. F. Abasıyanık. tombala çekmek tombala oynamak: "Komşularınızda ya da dostlarınızda konken oynadınız, tombala çektiniz." -H. Taner.
tombalacı is. Tombala çektirerek para kazanan kimse.
tombalacılık, -ğı is. Tombalacının işi.
tombalak, -ğı sf Kısa boylu, şişman, tıknaz ve tombulca: "O, o zaman vara yoğa gülen tombalak bir çocuktu." -R. N. Güntekin.
tombaz is. 1. Irmaklarda işleyen, altı düz kayık. 2. Üzerinde köprü kurulan, altı düz kayık biçiminde duba.
tombik, -ği (I) is. zool. Kuzey Afrika kıyılarında avlanan bir çeşit orkinosun yavrusu, tombilya.
tombik, -ği (II) sf. Küçük ve şişman (çocuk).
tombilik, -ği is, zool. Küçük ton balığı: 10-15 kg arasındaki orkinoslar, tombiliklere oranla çok daha güçlü balıklardır.
tombilya is. zool. Hemen hemen 200 kg'Iık orkinos yavrusu, tombik.
tombul sf. 1. Yuvarlak: "Altı tombul, boynu ince boş likör şişesi, koltuğun dibinde duruyordu." -Ç. Altan. 2. Şişman, etine dolgun: "içeride tombul yanakları kızarmış, ter içinde tıknaz bir kadın kıvranıyordu." -S. F. Abasıyanık.
tombulca sf. Biraz tombul.
tombullaşma is. Tombullaşmak işi.
tombullaşmak (nsz) Tombul duruma gelmek, şişmanlamak.
tombulluk, -ğu is. Tombul olma durumu.
tomografi is. Fr. tomographie Bir organ veya organizma kesitinin röntgenle filmini çekme yöntemi.
tomruk, -ğu is. 1. Kesilmiş ağacın silindir biçimindeki gövdesi. 2. İşlenmek veya biçilmek için hazırlanmış taş kütlesi: Mermer tomruğu. 3. Tomurcuk. 4. esk. Tutukevi. tomruğa atmak tutukevine koymak, tomruğa vermek işkence aracına suçlunun ayaklarını geçirmek.
→ salma tomruk, baca tomruğu
tomruklama is. Tomruklamak işi veya durumu.
tomruklamak (-i) Tomruk durumuna getirmek.
tomruklanma is. Tomruklanmak işi.
tomruklanmak (nsz) Tomruk durumuna gelmek.
tomurcuk, -ğu is. bot. 1. Bir bitkinin üzerinde bulunan ve İleride sap, çiçek veya yaprak verecek olan filiz. 2. Çiçek açacak gonca: "Birden yaban güllerinin dikenli dallarında tomurcuklar çatlıyor." -A. İlhan.
→ baca tomurcuğu, tepe tomurcuğu
tomurcuklanma is. 1. Tomurcuklanmak işi. 2. mec. Baş vermek, meydana çıkmaya hazır olmak: "İkisi arasında başlayan bu ilgi, tomurcuklanma eğilimi gösterince babanın ve çevresinin de destekledikleri düşünülebilir. " -H. Taner.
tomurcuklanmak (nsz) Tomurcuk oluşmak: "Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı." -H. Taner.
tomurma is. Tomurmak işi veya durumu.
tomurmak (nsz) hlk 1. Ağacı dibinden kesmek. 2. Ağaç ve asmalarda filiz vermek üzere gözler kabarmak, tomurcuklanmak: "Ağaçlar çiçekliydi, çoğunda meyveler tomurmuştu." -T. Dursun K. 3. Şişip kabarmak.
ton (I) is. Fr. tonne 1. Bir metre küp hacminde ve + 4 °C'deki an suyun ağırlığı. 2. Bin kilogramlık ağırlık birimi, tonla pek çok: Bizde ondan tonla var.
ton (II) is. Fr. ton 1. müz. İnsan veya çalgı sesinin yükseklik, alçaklık derecesi: Sesinin tonunda siteminin şiddetini azaltan bir yumuşama vardı." -N. Ataç. 2. Konuşmada sesin duyguları belirtecek biçimde çıkması: "Bunun farkında olmadan, üstelik de hiç istemeden İçli bir tonla söylemiş olacağım." -H. Taner. 3. Bir rengin koyuluk veya açıklık derecesi: "Siyah ve beyazın tonlarını son derece hünerle kaynaştırır." -Y. Z. Ortaç. 4. dbl. Ses titreşimlerinin yükselip açılması, titrem.
→ anlatım tonu
tonaj is. Fr. tonnage 1. Bir taşıtın alabildiği ton miktarı. 2. den. Bir ticaret gemisinin iç hacminin hesaplanmasıyla bulunan taşıma kapasitesi.
tonalite is. Fr. tonalite müz. Belirli bir tonda yazılmış müzik parçasının niteliği: "Üslubunun minör tonalitesini insanlara yönelik güler yüzlü iç açıcı bir majör tonalite ile değiştirecekti." -H. Taner.
ton balığı is. Uskumrugillerden, boyu 2,5 m kadar olabilen, eti yenir bir balık, istavrit azmanı, orkinos (Thunnus).
toner is. İng. tunner Bilgisayar yazıcısı veya fotokopi makinesinde kullanılan toz durumundaki mürekkep.
tonga is. (to'nga) argo Hile, düzen, tuzak. tongaya basmak (veya düşmek) kendisini kötü bir duruma düşürmek için hazırlanan bir düzene uğramak, tuzağa düşmek: "Fakat insan salim kafayla bir dakika düşündü mü tongaya bastığını anlar." -R. N. Güntekin.
tonik, -ği is. Fr. toniaue 1. tıp Organları uyaran ve güçlendiren ilaç. 2. Bazı içkilere katılan sıvı madde. 3. Cilt bakımında kullanılan, yüze ve boyna sürülen losyon.
tonilato is. (tonilâ:to) İt. tonnellata den. Gemilerin alabileceği yükü belirtmekte kullanılan, bir tona eşit birim: Bu gemi iki bin tonilatodan fazla alamaz.
tonilatoluk, -ğu sf. Herhangi bir tonilato hacminde olan: Üç bin tonilatoluk bir gemi.
tonluk, -ğu sf. Herhangi bir ton hacminde olan: Üç tonluk kamyon.
tonlulaşma is. dbl. Ünsüzlerin boğumlanması sırasında, ciğerlerden gelen havaya ses tellerinin titreşerek ton vermesi.
tonlu ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havaya ses tellerinin titreşip ton vermesiyle boğumlanan ünsüz türü, ötümlü ünsüz, yumuşak ünsüz: b, c, d, g, ğ, j, ı, m, n, v, y, z.
tonlu vurgu is. dbl. Hem yüksek hem yeğin hem de dinamik vurgu.
tonmayster is. Alm. Tonmeister Radyo veya televizyonda ses sorumlusu, ses yönetmeni.
tonoz is. Yun. mim. 1. Tuğla ve harçla örülmüş, alttan obruk, yarım silindir biçiminde tavan örtüsü. 2. Bir kemerin aralıksız devam etmesiyle oluşan örtü biçimi.
→ ağ tonoz
tonsuzlaşma is. dbl. Ses tellerinin ciğerlerden gelen havayı titreştirmemesi ve ton vermemesi.
tonsuz ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havanın ses tellerinde titreşime uğramadan ve ton almadan boğumlanması ile oluşan ünsüz, ötümsüz ünsüz, sert ünsüz: ç, f h, k, p, s, ş, t.
tonton is. tkz. Sevimli, hoş kimse.
Tonya yağı is. Besin değeri yüksek, hafif ve hoş kokulu, koyu sarı renkli bir tür tereyağı, Trabzon yağı.
top is. 1. Birçok spor oyununda kullanılan, türlü büyüklükte, genellikle kauçuktan yapılmış yuvarlak nesne: "Havası boşalmış bir futbol topu..." -A. Gündüz. 2. Bazı aletlerde bulunan toparlağımsı parça: Kantarın topu. Duvar saatinin topu. 3. Kumaş, kâğıt gibi şeylerin belli miktardaki bağı, ferde: Bir top basma, iki top ipekli. 4. Kumaş, kâğıt vb. şeylerin düzenli bir yığın durumuna getirilmiş bağı: Kâğıt topları. 5. sf. Yuvarlak biçimde olan, toparlak: "Bunlardan sonra top sakallı, çocuk yüzlü Şaban'ın dizi en çok sevdiği yerdi." -H. E. Adıvar. 6. zf. Tamamen, bütünüyle. 7. argo Homoseksüel erkek. 8. ask. Gülle veya şarapnel atan büyük, ateşli silah: "Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor / Barbaros belki donanmayla seferden geliyor." -Y. K. Beyatlı. top atmak argo 1) batkınlığa uğramak, iflas etmek; 2) sınıfta kalmak, top etmek bir şeyi yığın durumuna getirmek, top gibi gürlemek gürültülü bir biçimde bağırmak veya konuşmak, top gibi patlamak birden gelen şaşırtıcı ve ürkütücü haber duyulmak. top sürmek sp. kısa vuruşlarla, topu kaçırmadan karşı takımın kalesine veya potasına doğru götürmek, top top 1) top biçiminde, yuvarlak yuvarlak; 2) birçok top olarak, top yapmak sp. topu rakibe kaptırmadan takım oyuncuları arasında dolaştırmak, topa daha uzun süre sahip olmak, topa tutmak 1) üzerine topla ateş etmek: "İngilizlerin topa tuttuğu yerlere gidip bir saat kadar muhtelif çapta birçok mermi ölçtüm." -F. R. Atay. 2) mec. kötü eleştiri amaçlı saldırmak, (bir şeyin) topu 1) tümü, hepsi; 2) yalnızca, olup olacağı, topu atmak argo 1) iflas etmek: "Biz kim oluyoruz ki veresiye verelim, iki günde topu atarız." -M. Ş. Esendal. 2) sınıfta kalmak, topu dikmek 1) ayakla topu hızlı bir biçimde havaya doğru atmak; 2) mec. ölmek.
→ top ağaç, top altı, top arabası, top atımı, top çam, topçeker, tophane, top kandil, top mermisi, top patlıcan, top sağır, top sakal, top sürme, top tekniği, top toplayıcı, top tüfek, topyekûn, top zambak, ağırtop, altıntop, armut top, dönen top, duran top, tortop, tüylü top, uçan top, yumru top, yüzer top, alan topu, ayak topu, bayram topu, bilardo topu, cila topu, dağ topu, duvar topu, el topu, güneştopu, havan topu, iftar topu, kantar topu, kartopu, masa topu, ramazan topu, sahra topu, salkım topu, sepet topu, su topu, topu topu, yumru topu, yumruk topu
topaç, -cı is. 1. Çevresine ip sarılıp birden bırakılarak veya kamçı ile vurularak döndürülen koni biçiminde ucu sivri oyuncak. 2. Kurşun borunun ağzını genişletmekte kullanılan bir tür ağaç tıkaç. 3. Kayık küreğinin toparlakça yeri. 4. Toparlak sepet veya küçük küfe. topaç gibi vücutça toplu ve sağlıklı (çocuk).
topaççı is. Topaç yapan veya satan kimse.
top ağaç, -cı is. bot. Gövdesi yüksekçe bir yerden kesilerek dallandırılan ağaç.
topak, -ğı is. 1. Yufka açmak için avuç içinde yuvarlak bir biçim verilen hamur parçası. 2. Bu biçim verilmiş şey: "Daha gün doğmadan anası yayığın ilk tereyağı topağını ona verirdi." -Y. Kemal. 3. Hayvanlarda, parmakların ardında topuğu andıran çıkıntı. 4. hlk. Şişe veya kadeh.
topaklama is. Topaklamak işi.
topaklamak (-i) Toz veya küçük parçalar durumundaki bir şeyi kütle veya yığın biçiminde birleştirmek.
topaklanma is. Topaklanmak işi.
topaklanmak (nsz) Topak durumuna gelmek.
topaklaşma is. 1. Topaklaşmak durumu. 2. fiz. Bir bütünü oluşturan parçacıkların bir araya toplanması sonucu oluştuğu durum.
topaklaşmak (nsz) 1. Topak durumunu almak. 2. fiz. Madde topaklaşmaya uğramak veya yüz tutmak.
topaklaştırmak (-i) Bir maddenin, bir cevherin en küçük parçalarını birbirine yapışık duruma getirmek.
topal sf. 1. Bacağındaki sakatlık sebebiyle seker gibi veya iki adımda bir, bir yana eğilerek yürüyen (insan veya hayvan): "Bu sabah, yolda bizim topal postacıya rast geldim. " -Y. Z. Ortaç. 2. mec. Ayaklarından biri kısa olan (nesne): Topal masa. topal eşekle kervana katılmak (veya karışmak) ikz. yetkisi ve yeteneği olmadığı hâlde önemli bir işe katılmaya yeltenmek.
→ kör topal
topalak, -ğı is. bot. Hünnapgillerden, yapraklarından yeşil boya çıkarılan bir bitki (Rhamnus clorophorus globosus).
topallama is. Topallamak işi.
topallamak (nsz) 1. Bacağındaki sakatlık sebebiyle seker gibi veya iki adımda, bir yana eğilerek yürümek: "Öyle topallar gibi değil ama bir garip yürüyordu." -Ç. Altan. 2. mec. İşler gerektiği gibi yürümemek, aksamak.
topallayış is. Topallama işi veya biçimi.
topallık, -ğı is. Topal olma durumu.
top altı is. 1. Kale toplarının koruması altındaki yer. 2. Bir şehrin yakın çevresi.
top arabası is. ask. Sahra topunun oturtulmuş bulunduğu tekerlekli taşıt: "Her tarafı top arabası ile geziyorduk." -F. R. Atay.
toparlacık, -ğı sf (topa'rlacık) 1. Pek yuvarlak, yusyuvarlacık. 2. Kısa boylu ve şişman (kimse).
toparlağımsı .sf. Top biçiminde olan.
toparlak, -ğı is. 1. Top cephanesi taşıyan araba. 2. sf. Top biçiminde olan, yuvarlak, kürevi: "Çehre toparlak, kaşlar incecik, ağız iri, yanaklar fazla etli ve gözler çekik." -R. H. Karay.
→ toparlak hesap, toparlak rakam, toparlak sayı
toparlakça sf. Toparlağa yakın bir biçimde olan.
toparlak hesap, -bı is. Yuvarlak hesap.
toparlak rakam is. Yuvarlak sayı.
toparlak sayı is. Yuvarlak sayı.
toparlama is. Toparlamak işi.
toparlamak (-i) 1. Bir araya getirmek, toplu bir duruma sokmak: "Sonra müsveddeleri toparlayıp yatmaya gitti." -H. Taner. 2. Neler üzerinde durulacağım hatırlayıp bir araya getirmeye çalışmak: "Düşünüyorum efendim, dedim. Yazacaklarımı toparlıyorum." -H. Taner. 3. Şaşkın durumdan kurtulup kendine gelmek. 4. Çekidüzen vermek: Odayı toparladı.
toparlanış is. Toparlanma işi.
toparlanma is. Toparlanmak işi.
toparlanmak (nsz) 1. Toparlama işine konu olmak veya toparlama işi yapılmak. 2. Para yönünden durumunu düzeltmek. 3. Sağlığı düzelmek. 4. Bir işi, bir hareketi yapmaya hazır duruma gelmek: "Can havliyle silkinip toparlanarak ve bütün bağlarından sıyrılarak birdenbire ayağa kalkıvermiş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
toparlayıcı krem is. Esnekliğini yitirmiş cildi sıkıştırıp düzelten krem türü.
topatan is. bot. Güzel kokulu, san renkte, uzunca bir kavun türü.
top atımı is. ask. Top atma işi veya biçimi.
topaz is. Fr. topaze min. Alüminyum silikatı ve florinden oluşan, kahverengi veya soluk sarı renkte değerli taş.
topbaş is. bot. Anadolu'da özellikle Tokat yöresinde yetiştirilen açık renkli, orta boy yapraklı ve tatlı içimli bir tür tütün.
topbaş balık, -ğı is. zool. Kefal.
top çam is. bot. Toplu ve düzenli çam türü.
topçeker is. 1. ask. Ağır top taşıyan küçük savaş gemisi, gambot. 2. sf Top çeken (hayvan veya araç).
topçu is. 1. ask. Topların kullanılışı, bakımı üzerine yetiştirilen asker sınıfı: Piyade ile topçu kıtaları arasında ilerliyoruz." -A. Gündüz. 2. Futbolcu. 3. argo Sınıfta kalmış öğrenci.
→ su topçu
topçuluk, -ğu is. Topçu olma durumu.
tophane is. (tophame) T. top + Far. hâne tar. 1. Top yapılan, top dökülen yer. 2. Topçu askerinin eğitildiği yer.
topik, -ği is. Erm. Tahin, nohut, patates ve soğanla yapılan meze.
top kandil is. Birçok kandilin birleştirilmesiyle yapılmış avize.
topla is. Üç parmaklı dirgen.
toplaç, -cı is. fiz. Elektrik dinamolarında, hareketli bölümün üzerindeki iletken devrelerde oluşan akımı toplayıp tek bir devreye veren araç, kolektör.
toplam is. mat. Toplama işleminin sonucu, mecmu, yekûn.
toplama is. 1. Toplamak işi: "Yarışırcasına para toplamaya başladılar." -H. E. Adıvar. 2. Kalın bazlamaya benzer bir çeşit tandır ekmeği. 3. sf. Değişik parçaların bir araya getirilmesiyle oluşmuş: Toplama bilgisayar. 4, mat. Sayıları veya nicelikleri birbirine ekleyip toplamını bulma işlemi, cem.
→ toplama işareti, toplama kampı, veri toplama
toplama işareti is. mat. Toplama işlemini gösteren "+" işareti.
toplamak (-i) 1. Bir araya getirmek: "Şairin bütün eserlerim, bütün hatıralarını toplayacak." -O. S. Orhon. 2. Devşirmek: Kırlardan çiçek topladık. 3. Devşirip kaldırmak: Sofrayı toplamak. Yatakları toplamak. 4. Dağınıklıktan kurtarmak: Bu odayı biraz toplamak gerek. 5. Bir araya getirmek, düzene sokmak, düzeltmek: "Uzun yağlı saçlarını parmaklarıyla taradı, kalpağının altında topladı." -M. Ş. Esendal. 6. Artırıp biriktirmek: Epey servet toplamış. 7. Hizmete çağırmak: Asker toplamak. 8. Vergi veya bağışı verecek olanlardan almak. 9. (nsz) Şişmanlamak, kilo almak. 10. (nsz) Çıban, yara irinlenmek. 11. mat. Sayıları veya nicelikleri birbirine ekleyip toplamını bulmak.
→ akımtoplar, top toplayıcı
toplama kampı is. Savaşta, düşman milletten sivil halkın, savaş tutsaklarının veya siyasi tutukluların topluca tutuldukları yer, temerküz kampı: "Gerçi birçok arkadaşları gibi toplama kamplarında çürüyüp gitmemişti, sağdı, sağlamdı." -H. Taner.
toplanan is. mat. Toplama işleminde toplamı oluşturan sayılardan her biri.
toplanık, -ğı sf. Toplantı durumunda bulunan.
toplanılma is. Toplanılmak işi.
toplanılmak (nsz) 1. Toplama işi yapılmak: Eşyalar toplanıldı. 2. Kişiler bir araya gelmek: "Akşam büyük bir salonda toplanıldı." -S. F. Abasıyanık.
toplanış is. Toplanma işi veya biçimi.
toplanma is. Toplanmak işi.
toplanmak (nsz) 1. Toplama işine konu olmak: Ağaçtaki meyveler toplandı. 2. Toplantı yapmak. 3. Kendine çekidüzen vermek. 4. Şişmanlamak: "Kısacık boylu, kara kuru Nadir Hanım'ın yerinde şimdi şişman denilecek kadar etlenmiş, toplanmış, yağlanmış bir hanım var." -M. Ş. Esendal.
toplantı is. 1. Birden çok kimsenin türlü amaçlarla bir araya gelmesi, içtima: "Komisyon toplantısı bitsin de görürsünüz." -M. Ş. Esendal. 2. Bir gündem üzerinde görüşmek amacıyla ilgililerin katılmasıyla yapılan birleşim. 3. Bir meclisin bir yıl içindeki birleşimlerinin tümü. 4. Toplanma, bir araya gelme, kabarıklık oluşturma: "Gür kaşları başlangıçlarında kıvrık toplantılar yaparak incele incele uçlarında büsbütün sivrilirdi." -H. Z. Uşaklıgil.
→ toplantı salonu, toplantı yeri, bilimsel toplantı, basın toplantısı, doruk toplantısı, yuvarlak masa toplantısı, zirve toplantısı, zümre toplantısı
toplantı salonu is. Toplantıların yapıldığı geniş mekân.
toplantı yeri is. Toplantının yapıldığı yer veya merkez.
toplardamar is. anat. Kanın, vücudun her yanından kalbe gitmesine yarayan damar, verit.
toplaşık, -ğı sf. Bir araya getirilmiş, toplu hâle getirilmiş.
toplaşma is. Toplaşmak işi.
toplaşmak (nsz) 1. Toplanmak: "Erkeklerde merak daha fazlaydı.-Acep ne biçim karıymış ki bu ... diye toplaştıkları dere boyunda konuşurlar." -R. H. Karay. 2. Top durumuna gelmek.
toplatılma is. Toplatılmak işi.
toplatılmak (nsz) 1. Toplama işi yaptırılmak: "Şimdi hemen, ne kadar zengin varsa, hepsi bir binada toplatılacaktı." -Ö. Seyfettin. 2. Yakalanan şeyler satıcılardan alınmak.
toplatma is. Toplatmak işi.
toplatmak (-i, -e) Toplama işini yaptınnak.
toplayış is. Toplama işi veya biçimi.
toplu sf. 1. Topu olan: Toplu tabanca. 2. Hep bir arada, toplanmış: "Yol, toplu yaşamanın doğurduğu bir gereksinmeyi karşılamak için yapılır." -N. Cumalı. 3. Düzene konmuş: Toplu bir oda. 4. Topunu, tamamını, bütününü içine alan: Toplu bir bakış. 5. Vücutça dolgun: "Boyum uzun olmadığından mı nedir, büsbütün toplu gösteriyorum." -A. İlhan.
→ toplu çalışım, toplu çalışma, toplu durum, toplu iğne, toplu konut, toplu sözleşme, toplu tabanca, toplu tartışma, toplu taşıma, derti toplu
topluca sf. (toplu'ca) 1. Vücutça biraz dolgun: Topluca bir genç. 2. zf. Toplu olarak.
toplu çalışım is. Toplu çalışma.
toplu çalışma is. Bir konu, bir iş için gerçekleştirilen birlikte çalışma, toplu çalışım,
toplu durum is. Genel görünüm, konjonktür.
toplu iğne is. Başında küçük bir toparlak bulunan iğne.
toplu konut is. Önceden planlanmış belli bir yerleşim bölgesinde vatandaşa devletin açtığı kredi yardımları ve katkılarıyla oluşturulan yapılar bütünü.
topluluk, -ğu is. 1. Nitelikleri bakımından bir bütün oluşturan kimselerin hepsi, toplum, camia, cemiyet: "Bu müşterek duygu ve anlayış birçok zevkleri birleştirir ve bir topluluk meydana getirirdi." -A. Ş. Hisar. 2. Aynı yerde bulunan insan kalabalığı. 3. Vücudun dolgun olma durumu. 4. Sanatçı grubu. 5. muz. Müzik eserlerini birden fazla ses veya sazla seslendirmek için oluşturulan grup, ansambl: "Çok sayıda amatör topluluk sahneledi Nalınlar'ı." -N. Cumalı.
→ topluluk adı, topluluk eki, topluluk ismi, topluluk sayısı, gezici topluluk, otsu topluluk, bitki topluluğu
topluluk adı is. dbl. Birlik kavramı taşıyan topluluğa verilen ad, topluluk ismi: Ordu, alay, tabur, sürü gibi.
topluluk eki is. dbl. İsimlerde sayı bakımından topluluk ve birliktelik gösteren ek.
topluluk ismi is. dbl. Topluluk adı.
topluluk sayısı is. Topluluğu meydana getiren sayı.
toplum is. sos. 1. Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet: İlkel toplum. 2. Topluluk.
→ toplum bilimci, toplum bilimi, toplum dışı, toplum felsefesi, toplum içincilik, toplum polisi, toplum yapısı, toplumlar arası, ilkel toplum, sivil toplum kuruluşu, sivil toplum örgütü, uygulamalı toplum bilimi, bilgi toplumu
toplum bilimci is. sos. Toplum bilimi bilgini, içtimaiyatçı, sosyolog.
toplum bilimcilik, -ği is. sos. İnsan hayatındaki bütün olayları yalnızca toplumsal yapı ve kuruluş biçimleriyle açıklama eğilimi.
toplum bilimi is. sos. Toplumun oluşum, işleyiş ve gelişim yasalarını İnceleyen bilim dalı, içtimaiyat, sosyoloji.
toplum bilimsel sf. sos. Toplum bilimiyle ilgili olan.
toplumcu is. sos. Toplumculuktan yana olan kimse veya görüş, sosyalist.
→ toplumcu gerçekçi
toplumcu gerçekçi is. ed. ve fel. Toplumcu gerçekçilik yanlısı olan kimse.
toplumcu gerçekçilik, -ği is. 1. ed. Toplumsal olayları ve ilişkileri toplum bilimi açısından ele alarak hem gerçekçilik hem de gelişme süreci İçinde irdeleyen roman türü. 2. fel. Toplumsal olayları ve ilişkileri toplum bilimi açısından ele alarak hem gerçekçilik hem de gelişme süreci içinde irdeleme.
toplumculuk, -ğu is. sos. Toplumsal refahı devlet inisiyatifinin getireceğini savunan, işçilerin yönetime katılmalarına ağırlık veren, hür teşebbüsü devletin ve sendikaların baskısı altında tutmaya çalışan, telkin ve propagandalarını eğitim, tarım ve vergi reformları üzerinde yoğunlaştıran siyasi öğreti, sosyalizm, erkincilik karşıtı.
toplumdaş is. Aynı topluma bağlı bireylerin her biri.
toplum dışı sf. Toplumun dışında kalan.
toplum felsefesi is. Toplumcu görüşe dayalı düşünce ve değerlendirme.
toplum içincilik, -ği is. fel. İnsanın kendisini evrenin merkezi sayma görüşü.
toplumlar arası sf. Toplumları ilgilendiren.
toplumlaşma is. Toplumlaşmak durumu.
toplumlaşmak (nsz) Toplum durumuna gelmek.
toplumlaştırma is. Toplumlaştırmak işi.
toplumlaştırmak (-i) Toplumculuk İlkeleri çerçevesinde topluma mal etmek.
toplum polisi is. Toplumsal olayları izlemek ve denetlemek amacıyla oluşturulmuş polis birimi ve polisiye güç.
toplumsal sf. Toplumla ilgili, topluma İlişkin, içtimai, sosyal.
→ toplumsal bilim, toplumsal bunalım, toplumsal bütünleşme, toplumsal çözülme, toplumsal davranış, toplumsal dayanışma, toplumsal değer, toplumsal değişme, toplumsal denge, toplumsal farklılaşma, toplumsal gelişine, toplumsal ilişki, toplumsal yapı, toplumsal yardım
toplumsal bilim is. sos. Toplum bilimi.
toplumsal bunalım is. psikol. Toplumun genel olarak İçinde bulunduğu sıkıntılı durum.
toplumsal bütünleşme is. sos. 1. Toplumda amaçların izlenmesinde beliren duygu ve davranışlardaki birlikteliğin geliştirilmesi. 2. Ortaklaşa amaçların izlenmesinde duygu ve davranışlarda ortak ölçümün geliştirilmesi.
toplumsal çözülme is. sos. Birbirine bağlı kişiler veya gruplar arasında amaca ulaştıracak görevlerin yapılamaması sebebiyle İlişkilerin bozulması.
toplumsal davranış is. psikol. Toplumun değişik türlerinde ve bireyleri arasında sağlanan iletişim etkinliği ve ilişkileri.
toplumsal dayanışma is. sos. Toplumun kurum ve kuruluşlarıyla ortak değerlerde birleşmesi ve birlikte hareket etmesi.
toplumsal değer is. sos. Toplumun her katmanı tarafından benimsenen ve savunulan değer.
toplumsal değişme is. sos. Toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik gelişme ve değişmelere paralel olarak gösterdiği eğilim.
toplumsal denge is. sos. Bir toplumun başlıca kesimlerinin geniş Ölçüde bir uyum içinde bulunmasını sağlayan toplum ve kültür bakımından bütünleşme.
toplumsal farklılaşma is. sos. Kişi veya gruplarda farklı özelliklerin topluca meydana getirilmesi, tanınması ve benimsenmesi.
toplumsal gelişme is. sos. Toplumun bütün olarak değişmesi ve gelişmesi.
toplumsal ilişki is. sos. Toplumun değişik öğelerinin karşılıklı etkileşimi ve ilişkisi.
toplumsallaşma is. sos. Bireyin kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye hazırlanması, toplumla bütünleşmesi süreci, sosyalleşme.
toplumsallaşmak (nsz) Birey kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye hazırlanmak, toplumla bütünleşmek, sosyalleşmek.
toplumsallaştırma is. ekon. 1. Toplum yararına çalışır duruma getirme, sosyalizasyon. 2. psikol. ve eğt. Toplumun değer yargılarına uygun duruma getirme, sosyalizasyon.
toplumsallaştırmak (-i) 1. Toplum yararına çalışır duruma getirmek. 2. Toplumun değer yargılarına uygun duruma getirmek.
toplumsal yapı is. sos. Sosyal yapı.
toplumsal yardım is. sos. 1. Toplum bireyleri arasında ve toplumlar arasında kurulan yardımlaşma. 2. Toplumsal içerikli yardım.
toplum yapısı is. Sosyal hayattaki irili ufaklı pek çok sayıda sosyal grubun meydana getirdiği yapı.
toplu sözleşme is. îş kanununa göre, işverenle bir yerde çalışan işçiler arasındaki çalışma şartlarını ve ücretleri düzenlemek amacıyla, işçilerin bağlı olduğu sendika ile işveren arasında belli bir süre İçin imzalanan anlaşma.
toplu tabanca is. Mermileri şarjöre değil bir eksen etrafında dönen top içerisine yerleştirilen tabanca.
toplu tartışma is. Forum.
toplu taşıma is. Bir şehir halkının ulaşım gereksiniminin, çok sayıda insan taşımaya elverişli büyük taşıma araçlarıyla karşılanmasını sağlayan ulaşım sistemi.
toplu taşımacılık, -ğı is. Toplu taşıma yapma durumu.
top mermisi is. ask. Top ile atılan sivri uçlu, silindir biçiminde mermi.
topoğraf is. Fr. topographe Topografya uzmanı.
topoğrafik, -ği sf. Fr. topographioue Topografyaya ait olan.
→ topoğrafik harita
topoğrafik harita is. coğ. Topografya haritası.
topografya is. (topografya) İt. topografia coğ. Bir kara parçasının doğal engebe ve özelliklerini kâğıt üzerinde çizgilerle gösterme işi.
→ topografya haritası
topografya haritası is. coğ. Büyük ölçekli olan ve yeryüzü biçimlerini ayrıntılarıyla gösteren harita, topoğrafik harita.
topoloji is. Fr. topologie Geometrik cisimlerin nitelikleriyle İlgili özelliklerini ve bağıl konumlarını, biçim ve büyüklüklerinden ayrı olarak alıp inceleyen geometri dalı.
topolojik, -ği sf. Fr. topologiaue Topoloji ile ilgili olan.
toponimi is. Fr. toponymie db. Yer adı bilimi.
top patlıcan is. bot. Yuvarlak ve etli patlıcan türü.
toprak, -ğı is. 1. Yer kabuğunun, toz durumuna gelmiş türlü kütle kırıntılarıyla, çürümüş organik cisimlerden oluşan ve canlılara yaşama ortamı sağlayan yüzey bölümü: Kara toprak. Kireçli toprak. Killi toprak. 2. Ülke: "Bu toprak bizimdir, İçinde yabancının işi yok." -R. E. Ünaydın. 3. Arazi, tarla: Köylüye toprak dağıtmak. 4. sf. Topraktan yapılmış: "İki toprak duvarın birleştiği bir girintide diz üstü büzülmüş görünüyor." -M. Ş. Esendal. 5. jeol. Kara: Toprağa ayak basmak, toprak çekmek 1) bir yerdeki toprağı başka bir yere taşımak; 2) mec. ölmek. toprak doyursun gözünü gözünü toprak doyursun, toprak olmak 1) ölümünün üzerinden çok zaman geçtiği İçin artık çürümüş olmak, toprağa karışmış olmak; 2) Ölmek: "Boş saatlerde, şimdi ikisi de toprak olan iki dostumla sanat tartışmaları yapıyorduk" -Y. Z. Ortaç, toprak paklar bir kimsenin yaptığı kötülükler ancak Ölmesiyle son bulur, toprağa bakmak ölümü yakın görünmek, toprağa düşmek ölüp gömülmek: "Bu sabah hesap ettim, küçüğüm toprağa düşeli tam yetmiş üç gece olmuş." -R. N. Güntekin. toprağa vermek ölüyü gömmek. toprağı bol olsun Müslüman olmayanlar için "ruhu sükûn içinde olsun" anlamında söylenen bir söz: "On dakikaya kalmadan adamcağız sizlere ömür! -Toprağı bol olsun diyeceksiniz." -R. Erduran. toprağı çekmiş sürekli olarak yaşadığı yerden kısa bir süre kalmak üzere gittiği başka bir yerde ölenler için söylenen bir söz. toprağına ağır gelmesin bir ölünün aleyhinde konuşulduğunda kullanılan bir söz.
→ toprakbastı, toprak bilimi, toprak boya, toprak çimento, toprak hukuku, toprak kayması, toprak köleliği, toprak kölesi, toprak rengi, toprak sıçanı, çiğ toprak, eski toprak, et toprak, taş toprak, toz toprak, yağlı toprak, funda toprağı, Moskof toprağı, pekmez toprağı, saksı toprağı, vakıf toprağı
toprakbastı is. Ayakbastı.
toprak bilimci is. Toprak bilimi uzmanı, pedolog.
toprak bilimi is. Toprakların fiziksel, kimyasal, biyolojik vb. özelliklerini inceleyen bilim, pedoloji.
toprak boya is. 1. İçinde demir oksidi bulunan renk, kiremit kırmızısı. 2. Minerallerden elde edilen boyar madde.
toprakçıl is, zool. Toprakta yaşayan hayvan türü.
toprak çimento is. Çimento ve su katılarak sıkıştırılmış toprak.
toprak hukuku is. huk. Toprak üzerindeki mülkiyet rejimini, toprağın işletilmesiyle İlgili hususları düzenleyen hukuk.
toprak kayması is. jeol. Yağışların etkisiyle toprağın alt tabakalarının gevşemesi sonucu üst tabakanın yerinden oynayarak hareket etmesi, kayşa, göçü, heyelan.
toprak köleliği is. Toprağa bağlı kölelik düzeni.
toprak kölesi is. Toprağa bağlı köle.
topraklama is. 1. Topraklamak işi. 2. Elektrik devresinde veya elektrikle çalışan bir araçta bir ucu toprakla birleştirme işi.
topraklamak (-i) Üzerini toprakla örtmek.
topraklandırma is. Topraklandırmak işi: "O gün bugün çiftçiyi topraklandırma komisyonları işlerini sürdürürler." -N. Cumalı.
topraklandırmak (-i) Bir kimseyi işletip geçinmesi için toprak sahibi yapmak: Köylüyü topraklandırmak.
topraklaşma is. Topraklaşmak işi veya durumu.
topraklaşmak (nsz) Toprak durumuna gelmek.
topraklı sf. 1. İçine toprak karışmış. 2. Ekecek toprağı olan (köylü).
toprak rengi is. 1. Toprağın sarı veya yeşile çalan rengi: "Duvarlar, bütün ışıkları yutuyor, halkın üstüne bir toprak rengi dökülüyor. " -M. Ş. Esendal. 2. sf. Bu renkte olan.
topraksı sf. Toprağı andıran.
toprak sıçanı is. zool. Toprağın altında yaşayan bir sıçan türü.
topraksız sf. 1. İçinde toprak bulunmayan. 2. Ekecek toprağı olmayan (köylü).
top sağır is. Tam sağır: "Beethoven sağırlığa doğru gitmektedir, yarın top sağır olacağını biliyor: Genç kızı sakat varlığına bağlamaktan ürküyor." -R. H. Karay.
top sakal is. 1. Çene bölgesinde yusyuvarlak düzeltilip kesilmiş olan, uzun ve gür sakal. 2. sf. Uzun ve gür sakalı alttan yusyuvarlak düzeltilip kesilmiş olan (kimse).
top sakallı sf. Top sakalı olan: "O yuvarlak ve dazlak kafalı, top sakallı bir adamdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
top sürme is. sp. Topu kısa aralıklarla sürükleyerek veya yere vurarak karşı tarafın kalesine veya potasına doğru götürme.
toptan sf. (to'ptan) tic. Büyük ölçüde, çok miktarda yapılan (alışveriş), perakende karşıtı: "Mahalle halkının şehirden toptan aldıklarını taşıyan ... pazar kayıkları gider gelirdi"-A. Ş. Hisar.
toptancı is. Toptan satış yapan tüccar.
→ sebze meyve toptancısı
toptancılık, -ğı is. Toptan alışveriş tüccarlığı.
top tekniği is. sp. Oyuncunun topla dilediği gibi oynayabilmesi, topu kullanabilme becerisi.
top toplayıcı is. Maçlarda oyun sahasının dışına çıkan topları getiren kimse, iki buçukluk.
top tüfek, -ği is. Türlü silahlar.
topu zm. Hepsi: "Sarf edilen gayretlerin topu, halkımıza turizmin önemini, yararlarını belletmeye yönelmiş görünüyor." -N. Cumalı.
topuk, -ğu is. anat. 1. Ayağın yuvarlakça olan alt bölümü: "Topuklarına kadar uzun saçları vardı." -M. Ş. Esendal. 2. Ökçe: "Sıska kız, alışık olmadığı yüksek topuklarla yürümeye çalışıyordu." -Ç, Altan. 3. mdn. Belli bir amaçla kazılmaksızın asıl yerinde bırakılan kömür bloku veya cevher kütlesi, topuk çalmak yürürken ayakların iç kemikleri birbirine çarpmak, topuk kapmak dalmak. topuklarına kadar aşık kemiklerine kadar: Topuklarına kadar çamura batmış. topuk vurmak ask. selamlamadan önce ayak topuklarını yan yana getirmek.
→ topuk demiri, topukdöven, topuk kemiği, kuyu topuğu
topuk demiri is. Kapı menteşelerinin altta kalan erkek bölümü.
topukdöven is. Etekleri yere kadar uzanan kadın giysisi.
topuk kemiği is. anat. Ayağın alt ve arka kısmında bulunan kemik.
topuklama is. Topuklamak işi.
topuklamak (-i) 1. Hayvanı topukla dürtmek. 2. argo Bir taşıtın hızını artırmak.
topuklu sf Yüksek ökçeli: Topuklu ayakkabı.
topuksuz sf Ökçe yüksekliği az olan: Topuksuz ayakkabı.
topur is. hlk. 1. Kestanenin dikenli olan dış kabuğu. 2. Fındığın dışındaki yeşil kabuk.
toput is. kim. Çökelti.
topu topu zm. 1. Tamamı, hepsi: "Bir o, bir ben zaten topu topu ikimizdik erkek olarak." -H. Taner. 2. zf. Aşağı yukarı, hemen hemen.
topuz is. Ar. debbüs 1. Ucu top biçiminde eski bir silah. 2. Top biçiminde toplanmış saç: "Saçlar, sımsıkı taranmış, fırçalanmış, ensesinde bir topuz yapılmıştı." -H. E. Adıvar. 3. Bir şeyin elle tutulabilen çıkıntısı: "Kapıya doğru yürüdü. Evvela anahtarı, sonra topuzu çevirdi." -P. Safa. topuz gibi kısa ve tıknaz (kimse).
topuzlu sf. Topuzu olan.
→ topuzlu kilit
topuzlu kilit, -di is. Kilit sistemini bünyesinde bulunduran kapı kolu.
topyekûn zf (topyekû:n) T. top + Ar. yekûn Eksiksiz, toplam, toplu olarak: "Batı diplomasisi, topyekûn, nice acı dersler gördü, nice çetin imtihanlardan geçti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
top zambak, -ğı is. Zambak.
tor (I) is. hlk. Sık gözlü ağ.
tor (II) sf hlk. 1. Toy, İşe alışkın olmayan, yabani: 7b?- hayvan. 2. Olgunlaşmamış, ham. 3. mec. Görgüsüz, çekingen, utangaç, acemi.
tor (III) is. Fr. mat. Bir dairenin kendi düzleminde bulunan fakat merkezinden geçmeyen bir doğru çevresinde dönmesiyle oluşan cisim.
torak, -ğı is. Kömürleştirilecek ağaç veya pişirilecek tuğlalarla dolu olan ve dışı çamur ile sıvanan kümbet.
toraman sf İri yapılı (genç).
torba is. 1. Genellikle pamuk ve kıldan dokunmuş, türlü boy ve biçimde, ağzı büzülüp bağlanabilen araç: "Cüzdanı bir meşin torbaya sarmış, torbayı gömleğimin içine bağlamıştım." -R. N. Güntekin. 2. Naylon torba, poşet. 3. Er bezi, husye, testis. torbada keklik ele geçirilmesi, elde edilmesi kolay olan, çantada keklik, torbaya koymak tkz. sağlamak.
→ torba çay, torba kadro, torba yoğurdu, ağ torba, ip torba, kâğıt torba, buz torbası, çöp torbası, kum torbası, sidik torbası, yem torbası
torba çay is. Sallama çay.
torba kadro is. Gereğinde yetkilinin uygun göreceği yerlerde ve miktarlarda kullanılmak İçin saklı bulundurulan kadroların tümü.
torbalama is. Torbalamak işi.
torbalamak (-i) Torbaya koymak, torba biçimine getirmek.
torbalanma is. Torbalanmak işi.
torbalanmak (nsz) 1. Torbalama işi yapılmak. 2. Gevşeyip sarkmak: Yanakları torbalandı.
torbalı sf. Torbası olan.
→ ip torbalı
torbasız sf. Torbası olmayan.
torba yoğurdu is. Torbaya konup süzdürülen yoğurt.
toreador is. Fr. toreadore 1. Boğa güreşçisi. 2. Arenada boğa güreşine katılan herkes.
torero is. İsp. torero Arenada boğalarla mücadele eden kimse, boğa güreşçisi.
torik, -ği is. Yun. zool. İri palamut balığı (Palemye sarda).
torlak, -ğı sf. 1. Genç, toy. 2. Henüz evcilleşmemiş, alışmamış (hergele). 3. is. Derviş.
torluk, -ğu is. Toyluk, acemilik.
torna is. (torna) ît. torna Ağaç veya metal eşyaya yuvarlak bir biçim vermek için kullanılan çarklı tezgâh.
tornacı is. Torna işi yapan kimse, torna işçisi: "Ben mis gibi tornacıyım. Sanatımı bırakamam. " -S. F. Abasıyanık.
tornacılık, -ğı is. Torna işçiliği veya zanaatçılığı.
tornado is. (torna'do) İsp. tornado coğ. Batı Afrika kıyılarında esen çok kuvvetli kiklon.
tornalama is. Tornalamak işi.
tornalamak (-i) Torna ile işlemek.
tornalanma is. Tornalanmak işi.
tornalanmak (nsz) Torna ile işlenilmek.
tornalatma is. Tornalatmak işi.
tornalatmak (-i) Tornadan geçirtmek, torna yaptırmak.
tornalı sf 1. Tornada işlenmiş. 2. Tornalanmış parçalarla yapılmış: Tornalı masa.
tornavida is. (tornavi'da) İt. torna-vite Vidaları söküp takmakta kullanılan, ucu düz veya yıldız biçiminde alet.
tornet is. Fr. tournette Bilyeli tekerlekler ve küçük bir sandıktan oluşan basit taşıma aracı.
tornistan is. (to'rnistan) Ing. turn-stern 1. den. Geminin pervanesini ters yönde çevirme. 2. hlk. Ters yüz etme. tornistan etmek 1) den. gemi geri dönmek; 2) hlk. bir giyeceği ters yüz etmek.
torpido is. (torpi'do) İng. torpedo den. 1. Torpido bot: "Torpido ile hücum edip de Frenk zırhlısını batıranlar içinde Ahmet de vardı." -A. Gündüz. 2. Torpido gözü.
→ torpido bot, torpido gözü
torpido bot is. (torpi'dobot) İng. torpedo-boat den. Torpil atmaya yarar, küçük ve çok hızlı giden savaş gemisi, torpido.
torpido gözü is. Otomobillerde, içinde sürücü için gerekli şeylerin bulunduğu kapaklı küçük bölme, torpido.
torpil is. Fr. torpille 1. den. Savaş gemilerinde su altı silahı olarak kullanılan büyük bomba. 2. mec. Bir kimseyi kayırma işi. 3. mec. Bir kimseyi kayırıcı kimse, arka.
→ torpil balığı
torpil balığı is. zool. Tırpanayı andıran ve başındaki bir organdan elektrik çıkararak başka balıkları öldüren, yavru doğurucu bir balık, uyuşturan balığı (Raia torpedo).
torpilci is. Torpil ile uğraşan kimse.
torpilcilik, -ği is. Torpilcinin işi.
torpilleme is. Torpillemek işi.
torpillemek (-i) 1. Torpille batırmak. 2. argo Sınıfta kalmak.
torpillenme is. Torpillenmek işi.
torpillenmek (nsz) Torpilleme işi yapılmak..
torpilli sf. 1. Torpili bulunan. 2. mec. Kayıranı olan.
torpilsiz sf 1. Torpili olmayan. 2. zf Torpil olmaksızın.
tortop sf. (to'rtop) Bütünüyle top biçiminde (olan), tortop olmak top biçimine girmek: "Çocuklar köşede bir hasırın üstünde tortop olmuşlardı." -R. N. Güntekin.
tortu is. Far. durdi 1. kim. Çökelti: Perver'in getirdiği su içinde fazla tortu görerek bardağı rıhtımın taşına attı. 2. mec. Bir şeyin bayağı, işe yaramaz duruma gelmiş olanı: "Babam isyanla bulanmış ruhunun bütün tortularını bana bırakıp gitmiştir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3- mec. Bir topluluğun soysuzlaşmış üyeleri. 4. mec. Kalıntı: "Baş ağrısı ile kalkmanız da olası. Her eğlencenin o kadar tortusu olacak artık." -H. Taner.
tortul sf. 1. Tortu niteliğinde olan. 2. Tortullaşma sonucu oluşmuş: Tortul kütle.
→ tortul bilimi
tortulanma is. Tortulanmak işi.
tortulanmak (nsz) Tortu durumuna gelmek.
tortulaşma is. 1. Tortulaşmak durumu: "Mehtap, artık yalnız küçük bir koyun içinde tortulaşmaya başladı." -R. E. Ünaydın. 2. zool. Deniz, göl, akarsu veya karalarda katı maddelerin çökelmesi olayı, sedimantasyon.
tortulaşmak (nsz) 1. Tortu durumuna gelmek. 2. Sıvının dibinde tortu oluşmak.
tortul bilimi is. Yer biliminin tortulları inceleyen kolu, sedimantoloji.
tortullaşma is. Tortulaşma.
tortullaşmak (nsz) Tortulaşmak.
tortulu sf. Tortusu olan.
tortusuz sf. Tortusu olmayan.
torum is. hlk. Deve yavrusu.
torun is. 1. Bir kimseye göre çocuğunun çocuğu: "Onun torunu koşarak yanına gelir, yüzünü, gözlerini öper!" -A. Ş. Hisar. 2. Aynı soydan gelenler: "... mademki hepimiz Adem'le Havva'nın torunlarıyız..." -A. İlhan. torun torba (veya tosun) sahibi olmak evlat ve torunları olmak, torunlar sonraki döller, kuşaklar.
toryum is. (to'ryum) Fr. thorium kim. Atom numarası 90, atom ağırlığı yaklaşık 232 olan, yoğunluğu 112,6 olan, 1700 °C'de eriyen, kurşun renginde, havada bozulmaz, atom enerjisi kaynağı olarak kullanılan radyo etkin bir element (simgesi Th).
tos is. Alın veya boynuzla vuruş, tos vurmak alın veya boynuzla vurmak, süsmek: Bir tos vurduğu gibi, kapıyı darmadağın ederek fırlıyor.
tosbağa is. hlk. Kaplumbağa: "Çölde karıncalar tosbağayı taşır, bunlar nedir ki diye bir yalan uyduruyor, oğluna yutturuyordu." -R. H. Karay.
toslama is. Toslamak işi.
toslamak (-i) 1, Tos vurmak: Koç çocuğu tosladı. 2. (-e) Taşıt ön kısmını bir yere veya bir başka taşıta hafifçe çarpmak. 3. mec. Önündeki cismi görmeyerek hızla ona çarpmak. 4. argo Para vermek: "Beyoğlu'na çıkmadan rejisör ona bir elli kâğıt tosladı." -A. İlhan.
toslaşma is. Toslaşmak işi.
toslaşmak (nsz) Birbirine tos vurmak.
tost is. İng. toast İçine peynir, sucuk vb. konularak özel makinesiyle gevretilip kızartılmış ekmek.
→ tost ekmeği, tost makinesi
tostçu is. Tost yapan veya satan kimse.
tostçuluk, -ğu is. Tostçunun işi.
tost ekmeği is. Tost yapmada kullanılan ekmek.
tost makinesi is. Tost yapmaya yarayan, elektrikle ısıtılan araç.
tostoparlak, -ğı sf. (to'stoparlak) Bütünüyle toparlak: "Ali Efendi yelek cebinden tostoparlak bir kâğıt parçası çıkardı." -S. F. Abasıyanık.
tosun is. 1. Danalıktan yeni çıkmış genç boğa. 2. mec. Sağlıklı, tıknaz delikanlı: "Yanında oturan nefer, tosun bir oğlan; ona dik dik bakıyor, kızıyor gibi görünüyor." -M. Ş. Esendal. tosun gibi tıknazca ve gürbüz.
tosuncuk, -ğu is. Olağandan daha iri doğmuş çocuk.
total, -li is. Fr. total Bütünsel.
totalitarizm is. Fr. totalitarisme Totaliter rejim ve kuram.
totaliter sf. Fr. totalitaire Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan (devlet düzeni), bütüncül.
totem is. Fr. totem İlkel toplumlarda topluluğun ondan türediği sanılan ve kutsal sayılan hayvan, ağaç, rüzgâr vb. herhangi bir doğal nesne, ongun.
totemcilik, -ği is. sos. Bir toteme inanma üzerine kurulu toplumsal bir birlik, dinî uygulama biçimi, ongunculuk.
totemizm is. Fr. totemisme sos. Totemcilik.
toto (I) is. tkz. Kıç, popo.
toto (II) is. Spor toto.
→ gol toto, spor toto
toy (I) sf. Gençliği sebebiyle görgüsüz ve beceriksiz olan, çaylak: "Meslektaşlarım, kim bilir, beni ne kadar bilgisiz ve toy bulacaklardı?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
toy (II) is. esk. Ziyafet: Ve tamam kırk gün kırk gece toy, düğün edip almış oğluna.
toy (III) is. zool. Toygillerden, böcek ve tane ile beslenen, eti için avlanan, kızıl tüylü bir kuş (Otis tarda).
toyaka is. Bükerek germek için iki kat edilmiş bir ipin ucuna geçirilen tahta parçası.
toyca zf (to'yca) Toy bir biçimde, toya yakışır biçimde, acemice.
toycu is. Toy veren kimse, düğüncü.
toydan is. zool. Toy kuşunun iri bir türü.
toyga is. Toyga çorbası.
→ toyga çorbası
toyga çorbası is. Yoğurtla yapılan bir tür çorba, toyga.
toygar is. zool. Tarla kuşu.
→ tepeli toygar
toygiller ç. is. zool. Kuşlar sınıfının, örnek hayvanı toy olan bir takımı.
toyluk, -ğu is. Toy (I) olma durumu veya toyca davranış, acemilik: "Biz size göstereceğiz, dedi. Toyluğuna verdim." -S. F. Abasıyanık. toyluk etmek toyca davranışta bulunmak.
toynak, -ğı is. zool. At, eşek vb. tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
toynaklılar ç. is. zool. At, eşek, su aygırı gibi parmakları toynak biçiminde olan memeli hayvanlar takımı.
toz (I) is. bk. Töz.
toz (II) is. 1. Çok küçük ve hafif parçacıklara bölünmüş toprak: "Bu talihsiz taşra kentinde, yolun iki yanındaki yeşilleri tozdan yitmiş ağaçlara bakmak insanı daha bir yalmz kalmışlık duygusu içinde bırakıyor." -R. N. Güntekin. 2. Çok küçük parçacıklara bölünmüş olan herhangi bir madde: "Bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozlan kalıyor." -M. Ş. Esendal. 3. sf. Bu durumda olan: Toz boya. Toz biber, toz almak bir yerin tozunu temizlemek, toz etmek ezip harap etmek, ortadan kaldırmak. toz kondurmamak bir şeyde herhangi bir kusurun varlığını kabul etmemek, bir şeyi kusursuz göstermek, toz koparmak toz kaldırmak, toz olmak 1) toz durumuna gelmek; 2) argo kaybolup gitmek, kaçmak, uzaklaşmak, tozdan dumandan ferman okunmamak ortalık çok karışık olmak, tozu dumana katmak 1) ortalığı altüst etmek: "Uzaktaki yoldan açık bir otomobilin tozu dumana katarak kasabaya geldiği görüldü." -H. Taner. 2) toz kaldırarak hızla gitmek veya kaçmak: "Bu tozu dumana katarak kaçan canavara yetişmek tıknefes lalanın kârı değildi." -R. N. Güntekin. tozunu almak (veya atmak veya silkelemek veya silkmek) 1) bir şeyi silerek tozdan temizlemek; 2) tkz. dövmek, hırpalamak.
→ toz bezi, toz boya, toz bulutu, toz duman, toz fırçası, tozkoparan, toz maskesi, tozpembe, toz sabun, toz şeker, toz toprak, bıçkı tozu, bulaşık tozu, çiçek tozu, davultozu, kabartma tozu, kulaktozu, kurtayağı tozu, limon tozu-, Oltu tozu, sabun tozu, süt tozu, zımpara tozu
tozan is. 1. İncecik toz tanesi, zerre, molekül. 2. Tozu çok olan yer.
tozarma is. Tozarmak işi.
tozarmak (nsz) Toz durumuna girmek, tozlaşmak.
toz bezi is. Toz almakta kullanılan bez.
toz boya is. Sulandırılarak kullanılan, çeşitli renkte toz durumundaki boya.
toz bulutu is. Havada oluşan yoğun toz.
toz duman is. Yerden kalkarak havayı kaplayan yoğun toz: "Toz duman içinde gidiyoruz. " -A. Gündüz.
toz fırçası is. Toz almak veya tozu temizlemek için kullanılan yumuşak kıllı fırça.
tozkoparan sf Çok rüzgârlı (yer).
tozlanma is. 1. Tozlanmak işi. 2. biy. Tozlaşma.
tozlanmak (nsz) Tozlu olmak, üstüne toz konmak.
tozlaşma is. 1. Tozlaşmak işi. 2. biy. Erkek organlardaki çiçek tozunun, rüzgâr veya böceklerin aracılığıyla çiçeklerin tepeciğine konması, döllenme, tozlanma, alogami.
tozlaşmak (nsz) Toz durumuna girmek, tozarmak.
tozlaştırma is. Tozlaştırmak işi.
tozlaştırmak (-i) Toz durumuna getirmek.
tozlu sf Toza bulanmış veya tozu olan: "Çöl gibi tozlu yol bitmiyordu." -Ö. Seyfettin.
tozluk, -ğu is. Pantolonun paçasını tozdan korumak için ayakkabının üzerine geçirilip düğmelenen veya dizden aşağı uzanarak ayağm üstünü örten dar paçalık, getr.
toz maskesi is. Doğal afet zamanlarında enkazın kaldırılması sırasında kullanılan, tozdan koruyan maske.
tozpembe is. 1. Açık pembe renk. 2. sf Bu renkte olan. (ortalığı) tozpembe görmek aşırı iyimser olmak: "Fakat aynı adamın bütün sıkıntılarına rağmen, kara ufukları tozpembe gördüğü ... anlar da vardır." -Ş. Rado.
toz sabun is. Toz durumuna getirilmiş sabun.
toz şeker is. Ufak billur biçiminde şeker.
toz toprak, -ğı is. Toz ve toprak yığını: "... yere dökülmüş küçük mozaikler gibi toz toprağın içinde sönüp sönüp parlıyor." -R. H. Karay.
tozuma is. Tozumak işi.
tozumak (nsz) Toz havalanarak çevreye yayılmak: "Herif süpürge ile fesini süpürüp de şak şak eline vurdukça un çuvalı gibi tozuyordu. " -A. Rasim.
tozuntu is. Tozumakla havaya kalkıp uçan tozlar.
tozutma is. Tozutmak işi.
tozutmak (-i) 1. Toz kaldırmak, çevreye toz yaymak. 2. Kar, toz gibi savurmak. 3. Böbürlenmek, yüksekten konuşup söylediği sözü yerine getirmemek, palavra atmak, mangalda kül bırakmamak. 4. mec. Aklını yitirmek: "Hangi doktor hastasına resmen sen tozutuyorsun dostum, demiştir?" -H. Taner.