-tı bk. -di/-di vb.

tıbben zf (tı'bben) Ar. tıbben Tıpla ilgili olarak, tıbba göre.

tıbbi sf. (tıbbi:) Ar. tibbi Tıpla ilgili, hekimlikle ilgili.

tıbbiye is. Ar. tibbiyye esk. Doktor yetiştiren öğretim kuruluşu, tıp fakültesi.

tıbbiyeli is. Tıp fakültesinde okuyan öğrenci: "Nevzat tıbbiyeli arkadaşlarını da alır getirir." -M. Yesari.

tıfıl is. Ar. tifl 1. Küçük çocuk. 2. sf. hlk. Zayıf, ufak tefek.

tıgala is. bot. esk. Hekimlikte kullanılan, sütleğengillerden bir bitkinin verdiği zamk ve Özsu.

tığ (I) is. Far. tiğ 1. Dantel veya yün örmekte kullanılan, ucu çengelli kısa şiş: "Maviş Hanım'in elinde tığ, pencerenin önüne o-turmuş, sabırla dantel üretir, görmüyor mu?" -A. İlhan. 2. Biz (II). 3. Demirci ve tesviyecilerin delikleri büyütmek veya eşit duruma getirmek için kullandıkları takım. tığ gibi ince, zayıf, sağlam ve çevik (kimse): "Böyle kibar, yakışıklı, tığ gibi kocayı rüyada görsen inanmazdın." -S. M. Alus.

tığ (II) is. Far, tiğ esk. Kılıç.

tığlık, -ğı is. İçine tığ konulan kutu veya kap.

-tık bk. -dik / -dik vb.

tık is. İnce ve küçük bir nesne ile sert bir yere vurulduğunda çıkan ses.

tık tık

tıka basa zf. Çok sıkıştırarak, hiç boş kalmayacak biçimde, iyice dolarak: "Kompartıman tıka basa doluydu." -A. Gündüz, tıka basa doldurmak doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, tıka basa yemek mideye sıkıntı verecek kadar çok yemek.

tıkaç, -cı is. Herhangi bir şeyin delik veya ağzını tıkamaya yarayan nesne.

kulak tıkacı

tıkaçlama is. Tıkaçlamak işi.

tıkaçlamak (-i) Tıkaçla tıkamak.

tıkaçlanma is. Tıkaçlanmak işi.

tıkaçlanmak (nsz) Tıkaçlama işi yapılmak.

tıkaçlı sf Tıkacı olan, tıkaçlanmış.

tıkaçsız sf Tıkacı olmayan, tıkaçlanmamış.

tıkalı sf. Kapanmış, herhangi bir şeyin geçmesine imkân vermeyen, tıkanmış.

kulağı tıkalı

tıkama is. Tıkamak işi: "Saçını çekip burnuna pamuk tıkamaya uğraşıyorlardı." -H. Taner.

tıkamak (-i, -e; -i) 1. Bir şeyin ağzını, deliğini, içine konulan veya dışarıdan uygulanan bir nesneyle kapamak: "Camına vurdular, açtı, Ahmet kızın ağzına bir mendil tıkadı." -S. F. Abasıyanık. 2. Yol, su, geçit vb. şeyleri bir engelle işlemez, akmaz, geçilmez duruma getirmek.

tıkamalı sf. Tıkaması olan, tıkaçlı.

tıkanık, -ğı sf. 1. Tıkanmış olan: "Her adımın bir merdiven basamağındaki boğuk ve tıkanık gürültüsü kulağında sonu gelmeyen bir akisle uzuyordu." -P. Safa. 2. Konuşmama durumu: "Hasan durgun, tıkanıktı: Susuyor, susuyordu." -R. H. Karay.

tıkanıklık, -ğı is. 1. Tıkanık olma, iyi işleyememe durumu. 2. Soluğun kesilir gibi olması.

damar tıkanıklığı

tıkanma is. Tıkanmak işi.

tıkanmak (nsz) 1. Tıkama işine konu olmak: Lavabo tıkandı. 2. İştahı kalmayıp yemek yiyememek. 3. Soluk alamamak, soluğu kesilmek: "Hâlâ tıkanmış, boğulmuş gibi kesik kesik nefes alan Lale'ye bir kere daha baktı. " -Ö. Seyfettin.

tıkatma is. Tıkatmak işi.

tıkatmak (-i, -e) Tıkama işini yaptırmak.

tıkılma is. Tıkılmak işi.

tıkılmak (nsz) 1. Tıkma İşi yapılmak: "Bütün vücudu sanki ziftten bir kılıf içine tıkılmış gibi idi."-Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Dar, sıkıntılı bir yerde bulunmak, sıkışmak: "Mecliste altmış kişi bir odaya tıkıldık." -Y. Z. Ortaç. 3. Tutukevine konmak: "Dama tıkıldım, ama temyizde beraat ettim." -A. Gündüz.

tıkım is. Ağzın alabileceği büyüklükte lokma.

tıkımlanma is. Tıkımlanmak işi veya durumu.

tıkımlanmak (nsz) Çok çabuk ve ne bulursa yemek.

tıkınma is. Tıkınmak işi.

tıkınmak (nsz) tkz. 1. Eline geçen yiyeceği oburca yemek: "Vebali boynuna, bunların karınlarına sığdırdıklarım bir insan tıkınamaz." -H. R. Gürpınar. 2. Yemek yemek.

ıkına tıkına

tıkır is. 1. Tıkırdayan, birbirine vuran, çarpan şeylerin çıkardığı ses. 2. argo Para. tıkırı yolunda olmak (veya gitmek) varlıklı olmak, hâli vakti yerinde olmak, tıkırını yoluna koymak geçim düzenini iyi olarak sağlamak.

tıkır tıkır

tıkırdama is. Tıkırdamak işi.

tıkırdamak (nsz) "Tıkır tıkır" ses çıkarmak, tıkırtı yapmak: "Radyatörün üzerine bırakılmış küçük kutudaki su kaynıyor, kutu fıkırdıyordu. " -S. F. Abasıyanık.

tıkırdatma is. Tıkırdatmak işi.

tıkırdatmak (-i) 1. Tıkırdamasını sağlamak, tıkırdamasına sebep olmak. 2. Yemeği bir taşım kaynatmak.

tıkırında zf Yolunda, düzen içinde, tıkırında gitmek işler yolunda ve düzenli gitmek: "Arkadaş, her iş her zaman tıkırında gitmez ö/"-Halikarnas Balıkçısı.

işi tıkırında

tıkırtı is. Tıkırdayan bir şeyin çıkardığı ses: "Ansızın arkasında bir tıkırtı duydu." -Ö. Seyfettin.

tıkır tıkır zf. Düzenli bir biçimde, hiç ara vermeden, aksamadan: "Bu ideal kocalar, eşref saatleri tıkır tıkır işletmesini bilen kadınların kocalarıdır." -Ş. Rado.

tıkışık, -ğı sf. Tıkışmış olan.

tıkışıklık, -ğı is. 1. Tıkışık olma durumu: "Sınırsız bir kazanç hırsının beton tıkışıklığı ile rezil ettiği Anadolu sahilinin böyle bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı." -H. Taner. 2. Bir yerde aşırı kalabalık olma durumu, izdiham: "Tombul sevgilim hep gülümsüyor. Belki bu kadar tıkışıklık olmasa kalkıp yanıma da gelecek." -H. Taner.

tıkışma is. Tıkışmak işi.

tıkışmak (nsz, -le) Birlikte bir yere tıkılmak: Altı kişi bir arabaya tıkıştılar.

tıkış tıkış zf. Dopdolu, sıkışık bir durumda.

tıkıştırma is. Tıkıştırmak işi.

tıkıştırmak (-i, -e) 1. Hiç boş yer kalmayacak biçimde doldurmak, gelişigüzel koymak, tıka basa sokmak: Bavula her şeyi tıkıştırdım. 2. (-İ, nsz) Acele ile birine bir şeyi yedirmeye çalışmak veya iyice çiğnemeden yutarak yemek.

tıkız sf. 1. Tıknaz: "İkisi de tıkız ve aynı boyda. " -H. Taner. 2. Çok sıkıştırılmaktan veya çok sıkı doldurulmaktan katılaşmış, sıkı: Bu yastık pek tıkız olmuş. 3. Yoğunluğu çok, katı: Tıkız hamur.

tıkızlaşma is. Tıkızlaşmak işi.

tıkızlaşmak (nsz) Tıkız duruma gelmek.

tıkızlık, -ğı is. Tıkız olma durumu.

tıklama is. Tıklamak işi.

tıklamak (-i) 1. Bir yere vurarak "tık" sesi çıkarmak. 2. Bilgisayarda, ağ sayfalarında bağlantılara ulaşmak amacıyla fare ile düğmeye veya bağlantı adresine dokunmak.

tıklanma is. Tıklanmak işi.

tıklanmak (nsz) Tıklama işine konu olmak.

tıklatma is. Tıklatmak işi.

tıklatmak (-i) "Tık" sesi çıkararak hafifçe vurmak: Kapıyı tıklattı.

tıklım tıklım sf. 1. Çok kalabalık, ağzına kadar dolu: "Mal müdürlüğünün küçük ama tıklım tıklım dolu salonunda çıt çıkmıyordu. " -T. Buğra. 2. zf Hiç boş yer kalmayacak biçimde: "Alt katlar tıklım tıklım eşyalarla dolu mağazalardan ibaretti." -S. F. Abasıyanık.

tıkma is. Tıkmak işi.

tıkmak, -ar (-i, -e) 1. İterek, zorla, aceleyle sokmak: "Her birinin ağzına avucundaki et parçasını tıktı."-F. R. Atay. 2. tkz. Sokmak: "Hesap kitap, müfettiş derken Aslan'ı kafese tıkmışlar." -M. Ş. Esendal.

tıka basa

tıknaz sf. Şişmanca, toplu, kısa ve kalın yapılı, tıkız: "O yuvarlak ve dazlak kafalı, tıknaz bir adamdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

tıknazlık, -ğı is. Tıknaz olma durumu.

tıknefes sf Ar. dik + nefes Herhangi bir sebeple solunum sıkıntısı olan, güçlükle kesik kesik nefes alari: "Yoksa bu tozu dumana katarak yaralı yaban domuzu gibi kaçan canavara yetişmek tıknefes lalanın kârı değildi. " -R. N. Güntekin. tıknefes olmak nefesi tıkanmak, nefes nefese kalmak, nefes darlığı olmak.

tıknefeslik, -ği is. Tıknefes olma durumu.

tıksırık, -ğı is. Tıksırırken çıkan ses.

öksürük tıksırık

tıksırıklı sf 1. Tıksırığı olan. 2. mec. Rahatsız.

aksırıklı tıksırıklı, öksürüklü tıksırıklı

tıksırma is. Tıksırmak işi.

tıksırmak (nsz) Ağız kapalıyken hafifçe aksırmak.

tık tık zf "Tık" sesi çıkararak.

tılsım is. Ar. tılısm 1. Doğaüstü işler yapabileceğine inanılan güç: "Hele bu Cumhuriyet sözünü ne seviyor, nasıl sihirli bir deyim, her şeyi bir anda değiştiriverecek bir tılsımmış gibi tekrarlıyor." -A. İlhan. 2. Büyülü olduğuna inanılan muska vb. şey. 3. mec. Çare, önlem, kuvvet: "Bu insanlar, hastalık ve acı, görünmez bir canavar gibi yerlerinden kaptı mı, çantaya tılsım gibi bakarlar. " -R. N. Güntekin.

tılsımlı sf Tılsımı olan: "Tılsımlı kapılarına el sürmedim." -F. R. Atay.

tımar (I) is. Far. timâr esk. 1. Yara bakımı. 2. Ağaç bakımı: "Merkeplere atladılar, şeftali bahçelerinden geçtikten sonra tımar görmemiş sık, gür bir ayvalığa daldılar." -R. H. Karay. 3. Binek hayvanlarının kıllarını, derisini temizleme: "Tımar tam bir saat sürüyor, yarım saat hayvanın, bir tarafı, yarım saat öbür yanı." -Yi. Taner, tımar etmek 1) yaralara bakmak, iyileştirmek; 2) binek hayvanlarının kıllarını, derisini temizlemek: "Arabacı atları tımar ediyordu." -A. Gündüz.

tımarhane, deve tımarı

tımar (II) is. tar. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılarda, belirli görev ve hizmet karşılığında kişilere verilen, yıllık geliri 3.000-20.000 akçe olan toprak.

tımarcı (I) is. 1. Tımar yapan kimse. 2. esk. Pansumancı: "Çırpınmamam için tımarcı kollarımı, hasta bakıcı kız başımı tuttu." -P. Safa.

tımarcı (II) is. Tımar sahibi.

tımarhane is. (tımarhaıne) Far. timâr + hâne Akıl hastanesi: "Hemen o zaman kendisini bir tımarhaneye kapatmaktan başka çare yokmuş." -S. F. Abasıyanık.

tımarhane kaçkını

tımarhane kaçkını is. Delice işler yapan kimse.

tımarhanelik, -ği sf Tımarhaneye kapatılmasını gerektirecek kadar akıl hastası olan: "Demek Özdemir, eskiden beri tımarhanelik bir adamdı." -S. F. Abasıyanık.

tımarlama is. Tımarlamak işi veya durumu.

tımarlamak (-i) Tımar etmek.

tımarlı (I) sf. 1. Tımar edilmiş (binek hayvanı). 2. Bakılmış, tedavi edilmiş (yara veya hasta). 3. Bakılmış, işlenmiş (ağaç, toprak vb.).

tımarlı (II) is. tar. Tımar (II) sahibi olan kimse.

tım tıkız sf Çok tıkız.

tın is. Tınlayan şeyin çıkardığı ses, tınlama sesi.

tınaz is. 1. Dövülerek savrulmaya hazırlanan ekin yığını. 2. Yığın: "Bu surattan kurtulmak İçin kalkıyor, kitap tınazları arasından, ikisini görebileceği bir yer seçiyor." -A. İlhan.

tınaz makinesi

tınaz makinesi is. Tınaz durumundaki ekinleri savurarak yabancı nesneleri ayıran makine.

tıngadak zf. (tı'ngadak) Birdenbire, aniden ses çıkararak: Sahan tıngadak düştü.

tıngıldama is. Tıngıldamak durumu veya biçimi.

tıngıldamak (nsz) Tıngırdamak.

tıngıldatma is. Tıngıldatmak işi.

tıngıldatmak (-i) Tıngırdatmak.

tıngır is. 1. Metal bir nesne sert bir yüzeye düştüğü zaman çıkan ses. 2. sf. Parasız, züğürt. 3. sf. Boş. 4. argo Para: "Tıngırın varsa, uçlan dedi." -S. F. Abasıyanık. tıngır elek tıngır saç, elim hamur karnım aç çalışmalarımla başkalarına yarar sağlıyorum ancak bundan kendim yararlanmıyorum. tıngırı yolunda kazancı iyi.

tıngır mıngır, tıngır tıngır

tıngırdama is. Tıngırdamak işi.

tıngırdamak (nsz) Metal nesneler kuru bir ses çıkarmak.

tıngırdatma is. Tıngırdatmak işi.

tıngırdatmak (-i) 1. Tıngırtı çıkarmak. 2. Çalgıyı biraz çalabilmek.

tıngır mıngır zf. 1. Kum, çınlamalı ve yankılı bir sesle. 2. Yavaş, düzenli bir biçimde.

tıngırtı is. Tıngırdayan şeyin çıkardığı ses.

tıngır tıngır sf. 1. Bomboş (yer): "Bu, Gelibolu'daki tıngır tıngır boş, eğreti eşyalı evden çok başka bir evdi." -H. E. Adıvar. 2. zf. Birbirine çarpan metal eşya sürekli ses çıkararak.

tını is. 1. müz. Türlü müzik araçlarının verdiği sesleri birbirinden ayırt etmeyi sağlayan ses özelliği, 2. fiz. Bir cismin titreşiminden çıkan sesi, başka nitelikteki bir cismin aynı yükseklikte çıkan sesinden ayırt ettiren özellik, tınnet: "Sesinin eşsiz esnekliği ve tınısı ile etkili bir Türkçe konuşma ustasıdır." -H. Taner. 3. mec. Söyleniş biçimi, vurgusu: "Bu cümlenin tınısında ufak bir böbür sezer gibi oldum." -H. Taner.

tınlama is. Tınlamak İşi: "Seslerindeki o küçümseyen tınlama, bakışlarının sürekli oynaklığı, başlarını şöyle geriye atışları, hatta gülümseyişleri."-A. İlhan.

tınlamak (nsz) "Tın" sesi biraz sürüp gitmek, çınlamak.

tınla m ah sf. 1. "Tın" sesi çıkaran: "... eczacı ihsan Bey'in tamburundan ağır tınîamalı birtakım sesler geliyordu." -A. İlhan. 2. Ahenkli, ritmik.

tınlatıcı is. Tınlatma özelliği olan nesne.

tınlatma is. Tınlatmak işi.

tınlatmak (-i) Tınlamasına yol açmak.

tınma is. Tınmak işi veya durumu.

tınmak, -ar (nsz) tkz. 1. Önemsemek, önem vermek, takmak. 2. Ses çıkarmak, tınmamak 1) önem vermemek, ilgilenmemek, aldırış etmemek: "Adam hiç tınmadı, cıgarasından derin bir soluk aldı." -A. İlhan. 2) ses çıkarmamak: "Onun tınmadığını görünce elini boru yapıp bağırdı." -H. Taner.

tınmaz melaike

tınmaz melaike is. Kendi hâlinde, sessiz kimse.

tınnet is. (tınnet) Ar. tınnet esk. 1. Tınlama, çınlama, 2. fiz. Tını.

tıntın sf. 1. Boş, bomboş. 2. mec. Bilgisiz, cahil.

tıp, -bbı is. Ar. tibb Hastalıkları iyileştirmek, hafifletmek veya önlemek amacıyla başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümü, hekimlik, tababet: "İlk önceleri tıp literatürüne dair bazı Fransızca kitaplar da getiriyordum." -R. N. Güntekin.

adli tıp

tıpa is. (tı'pa) Tapa.

tıpalama is. Tapalama.

tıpalamak (-i) Tapalamak.

tıpalanma is. Tapalanma.

tıpalanmak (nsz) Tapalanmak.

tıpalı sf Tapalı.

tıpasız sf. Tapasız.

tıpatıp zf. (tıpatıp) Tastamam, eksiksiz, tamamen, her bakımdan uygun, upuygun, birbirinin aynı bir biçimde: "Şu dedim bu dedim, hiçbirisi tıpatıp uymadı." -S. F. Abasıyanık.

tıpırdama is. Tıpırdamak işi.

tıpırdamak (nsz) 1. Yürürken tıpır tıpır ses çıkarmak. 2. Hafif hafif vurmak: Kuşun yüreği tıpırdıyor.

tıpırdatma is. Tıpırdatmak işi.

tıpırdatmak (-i) Yürürken vea parmakları bir yere vururken "tıpır tıpır" diye ses çıkarmak: Parmak uçlarını masanın üstünde tıpırdattı.

tıpırtı is. Tıpırdayan şeyin çıkardığı ses, tıpırdama sesi: "Ürkek ayak tıpırtıları kesilip hepsi de çıktıktan sonra Küçük Ağa belli belirsiz 'of çekerek doğruldu." -T. Buğra.

tıpır tıpır zf. Hafif ve düzenli biçimde ses çıkararak.

tıpışlama is. Tıpışlamak işi.

tıpışlamak (-i) hlk. Çocuğu uyutmak veya susturmak için arkasına yavaş yavaş vurmak, tapıklamak.

tıpış tıpış zf. Kısa adımlarla çabuk yürüyerek: Çocuk tıpış tıpış geldi, tıpış tıpış yürümek 1) kısa adımlarla çabuk yürümek; 2) mec. ister istemez bir yere gitmek veya bir yerden ayrılmak.

tıpı tıpına zf. Tastamam, aynen: "İşte bu kadın tıpı tıpına onun kapağındaki resme benziyordu. " -H. Taner.

tıpkı is. (tıpkı) 1. Bir şeyin eşi, benzeri, aynı. 2. zf. Tıpatıp, aynı, tamamıyla: "Saffet Hanım tıpkı kendisini görmeden tahmin etmiş olduğum gibiydi." -A. Ş. Hisar, tıpkı tıpkısına tam benzer durumda: "İnsanlarla hayvanlar ara sıra ahlakça birbirine ne kadar tıpkı tıpkısına benziyorîardı." -H. R. Gürpınar.

tıpkıbasım, tıpkıçekim

tıpkıbasım is. Bir yazı, desen, tablo vb.nin fotoğrafından kalıp çıkarılarak yapılan aynı basımı, faksimile.

tıpkıçekim is. 1. Bir yazı, kitap veya biçimin fotoğraf yoluyla kopyasını çıkarma yöntemi, fotokopi. 2. Bu yöntemle elde edilen kopya, fotokopi.

tıpkısı is. Aynı.

tıpkısının aynısı

tıpkısının aynısı sf. Tıpatıp, tastamam, her bakımdan uygun.

tıp tıp zf. Küçük ve hafif bir biçimde: Yüreği tıp tıp atıyor. Su tıp tıp damlıyor.

-tır (I) bk. -dır/-dir vb. (I).

-tır- (II) bk. -dır- / -dir- vb. (II).

tır is. (Transport International Road sözünün kısaltması) Genellikle uluslararası kara yolu taşımacılığında kullanılan, dingil sayısı fazla olan uzun kamyon.

tırabzan is. Far. dâr-bezîn Merdiven korkuluğu: "Fakat tırabzandan aşağıya sakın bakmayın, başınız döner."-W. F. Ozansoy.

tırabzan babası

tırabzan babası is. 1. Merdiven başlarında bulunan, parmaklığı desteklemeye yarayan, kalın, yuvarlak taşlı dayanak. 2. mec. Babalık ödevini yapmayan kimse.

tırak is. Kırılan kuru bir şeyin çıkardığı ses.

tırık tırak

tıraş is. Far. terâş 1. Saç veya sakalı kesme işi, yülüme: "Tıraştan sonra da bıyık, sakal yerleri belli olurdu." -M. Ş. Esendal. 2. Erkek saçını belli bir biçim vererek kesme: Asker tıraşı. 3. Kesilme ve kazınma zamanı gelmiş saç ve sakal: Üç günlük tıraşıyla hasta yatıyordu. 4, Bir şeyin üzerindeki pürüzleri alma, belli bir biçim vermek için yontma. 5. argo Yalan, asılsız, bıktırıcı söz: Bırak tıraşı, doğru konuş, tıraş etmek 1) tıraş işini yapmak; 2) argo bıkkınlık verecek kadar uzun konuşmak, tıraş olmak erkek saçını, sakalını kesmek veya berberde kestirmek: "Ve hele kaybedilecek zaman yüzünden ya tıraş olmaya ya da temizlenmeye vakit kalmazsa..." -A. Ş. Hisar, tıraşa tutmak argo birini bıkkınlık verici uzun konuşmalarla oyalamak, tıraşı gelmek (veya uzamak) saçı, sakalı tıraş edilecek duruma gelmek.

tıraş bıçağı, tıraş fırçası, tıraş köpüğü, tıraş kremi, tıraş losyonu, tıraş makinesi, tıraş sabunu, tıraş tası, dikine tıraş, elmastıraş, heykeltıraş, kalemtıraş

tıraş bıçağı is. Erkeklerin yüzlerindeki kılları kesmek için kullandıkları, çelikten yapılmış ince bıçak, jilet, ustura.

tıraşçı is. argo 1. Yalan, asılsız, bıktırıcı sözlerle karşısındakini rahatsız eden kimse, palavracı. 2. Karşısındakini bıktırıncaya kadar lafa tutma huyu olan kimse.

tıraş fırçası is. Sakal tıraşı olurken yüze sabun sürmeye yarayan fırça.

tıraş köpüğü is. Tıraş olmayı kolaylaştıran özel hazırlanmış köpük.

tıraş kremi is. Tıraştan sonra deriyi yumuşak tutmak için sürülen krem.

tıraşlama is. Tıraşlamak işi.

tıraşlamak (-i) 1. Bir şeyin üzerindeki pürüzleri almak, yontmak. 2. Saç, sakal vb.ni seyreltmek, kazımak, tıraş etmek. 3. argo Bıkkınlık verecek kadar uzun, asılsız, abartılı konuşmak.

tıraşlanma is. Tıraşlanmak işi.

tıraşlanmak (nsz) Tıraşlama işi yapılmak.

tıraşlı sf. 1. Tıraş olmuş, sakalını tıraş etmiş: "Matbaa makinisti bıyıkları tıraşlı da çenesinin ucunda sanki alay olsun diye bırakılmış bir sakalı var. "-M. Ş. Esendal. 2. Tıraşı uzamış. 3. Yontulmuş.

tıraş losyonu is. Tıraştan sonra deriyi canlandırıcı, özel kokulu kolonya.

tıraş makinesi is. Tıraş etmeye yarayan araç veya aygıt.

tıraş sabunu is. Tıraşr kolaylaştırmak, sert kılları yumuşatmak İçin kullanılan sabun.

tıraşsız sf 1. Saçı veya sakalı uzamış, tıraşı gelmiş. 2. Yontulmamış (taş vb. sert nesne).

tıraş tası is. Tıraş suyunun konulduğu, içinde tıraş bıçağının, fırçanın çalkalandığı metal veya plastik tas.

tırhallı sf. Aynı şartlar altında bulunanların aynı durumda olduklarını anlatmak için söylenen tırhallı, hep bir hâili deyiminde geçen bir söz: "Hem yalnız bu değil, hepsi böyle, tırhallı, bir hâili..." -M. Ş. Esendal.

tırık, -ğı is. Bir nesnenin art arda iki yere çarpmasından çıkan ince ve kuru ses: Kapı tırık diye kapandı.

tırık tırak

tırık tırak zf. Art arda gelen kuru ve hafif bir biçimde ses çıkararak.

tırıl sf. tkz. 1. Çıplak ve zayıf. 2. mec. Parasız, züğürt: "Validenin hâli malum ... O benden tırıl..."-E. E. Talu.

tırıllama is. Tırıllamak işi.

tırıllamak (nsz) tkz. Çıplak veya parasız kalmak.

tırmk is. Sert bir yüzeye çarpan para vb. metal bir nesnenin çıkardığı ses.

tırıs is. Atın kısa adımlarla hızlı yürüyüşü: "Hafif tırıs üzere yürüyen hayvanı âdeta dörtnala koşturmaya başlıyordu." -M. Ş. Esendal. tırıs gitmek koşmaya yakm hızlı yürümek, (at) tırısa kalkmak tırıs gitmeye başlamak.

tırıs tırıs

tırıs tırıs zf. 1. Hızlı bir biçimde. 2. Utanmış, mahcup bir biçimde: "Sakatlanıp tedavi gören oyuncu topallaya topallaya yeniden sahaya girince bizimkine tırıs tırıs yine kalenin arkasını boylamak düşerdi." -H. Taner.

tırıvırı is. den. Misina ağından çeşitli boyutlarda Örülmüş, ucuna kurşun ağırlık takılan av malzemesi.

tın vırı sf. argo 1. Değersiz, boş. 2. Aptal, bön.

tırkaz is. hlk. Kapı mandalı, sürgü.

tırkazlama is. Tırkazlamak işi.

tırkazlamak (-i) hlk. Tırkazı sürmek.

tırkazlanma is. Tırkazlanmak işi.

tırkazlanmak (nsz) hlk. Tırkazlama işi yapılmak.

tırkazlatma is. Tırkazlatmak işi.

tırkazlatmak (-i) hlk. Tırkazlama işini yaptırmak, sürgületmek.

tırmalama (-i) Tırmalamak işi.

tırmalamak (-i) 1. Tırnaklarıyla çizmek veya hırpalamak, tırnaklamak: "Böyle çöktüğüm yerde, tahtaları tırmalayarak ne kadar ağladım." -Y. Z. Ortaç. 2. mec. Rahatsız etmek: "Sualler gece geç vakte kadar ... kafasını tırmaladı durdu." -T. Buğra.

göktırmalayan, gök tırmalayıcı

tırmalanma is. Tırmalanmak işi.

tırmalanmak (nsz) Tırmalama işine konu olmak.

tırmananlar ç. is. zool. Tırmanıcılar.

tırmanıcı sf Tırmanma özelliği olan: Tırmanıcı bitki.

tırmanıcılar ç. is. zool. İki parmağı öne, iki parmağı arkaya dönük tırmanma özelliği olan gugukgiller, papağangiller vb. kuşlar takımı.

tırmanıcılık, -ğı is. Tırmanıcı olma durumu.

tırmanış is. Tırmanma işi veya biçimi.

tırmanma is. 1. Tırmanmak işi. 2. sp. Kendine özgü araçlardan yararlanarak vücudu, kollarla çekerek yukarı doğru yer değiştirme. 3. ask. Atom silahlarının gücünün önüne geçilmez, önlenemez bir biçimde hızlanmasını belirten terim. 4. mec. Bir durumun, bir olgunun giderek güç kazanması, etkisini artırması, güçlenmesi.

tırmanma şeridi

tırmanmak (-e) 1. El ve ayaklarıyla tutunarak veya tırnaklarını iliştirerek dik bir yere çıkmak: "İçeride yer bulamayanlar, kahvenin yıkık duvarına tırmanıyorlardı." -H. Taner. 2. Yokuş, merdiven vb. çıkmak: "Yokuşu biraz daha tırmandılar." -P. Safa. 3. Bitki, yakınındaki bir nesneye tutunarak yükselmek: Sarmaşıklar bahçe duvarına tırmanmış. Hanımeli bizim kata kadar tırmandı. 4. Bir şeyin eğimini izleyerek yükselmek: "Boğazın karşı yakasına tırmanan yolda atı üstünde, tarlasından Urla'ya dönen bir rençperle karşılaştılar." -N. Cumalı. 5. mec. Belli bir durum, olay gittikçe güç kazanmak, giderek artmak.

tırmanma şeridi is. Kara yollarında, yokuşlarda ağır araçlara ayrılmış en sağdaki şerit.

tırmık, -ğı is. 1. Tırnak beresi: "Yüzünde tırmıklar vardı." -P. Safa. 2. Kabartılmış toprağın taşını, çöpünü ayıklamak için kullanılan seyrek dişli, tarak biçiminde araç.

kıyı tırmığı

tırmıklama is. Tırmıklamak işi.

tırmıklamak (-i) 1. Tırmalamak. 2. Üzerinde tırmık çekerek toprağı işlemek.

tırmıklanma is. Tırmıklanmak işi.

tırmıklanmak (nsz) Tırmıklama İşine konu olmak.

tırnak, -ğı is. 1. anat. İnsanda ve birçok omurgalı hayvanda parmak uçlarının dış bölümünü örten boynuzsu tabaka: "Zarfın ucunu tırnağımla yırttım." -A. Gündüz. 2. Kanca gibi araçların kıvrık yeri. 3. den. Gemi demirinin ucundaki yassı parça. 4. Ciltçilikte tek yaprakları büküp cildi bırleştirebilmek için bir yanında bırakılan şerit durumundaki kenar. 5. Heykel dökümünde, kalıp parçalarının birleştirilmesinde kolaylık sağlamak amacı İle yapılan dişlerin her biri. 6. muz. Kanun çalmakta kullanılan mızrap. 7. Tenekecilerin delik açmak için kullandığı alet, keski. 8. Tırnak işareti, tırnak göstermek korkutmak, gözdağı vermek. tırnak kadar 1) çok küçük; 2) çok az. tırnak sürüştürmek kavgayı körüklemek. tırnak takmak kötülük yapmak için bahane aramak: "İş karıştırmak için de ilkin belediyeye tırnak takarlar." -M. Ş. Esendal. (birinin) tırnağı olamamak birinden değerce çok aşağı olmak, (bir şeyin veya bir kimsenin) tırnağına (veya attığı tırnağa) değmemek değerce ondan çok aşağı olmak. (birinin) tırnaklarını sökmek elindeki güçten yoksun bırakmak, etkisini yok etmek.

tırnak besleyicisi, tırnak derisi, tırnak işareti, tırnak kemiği, tırnak makası, tırnak yeri, badem tırnak, tek tırnak işareti, tepeden tırnağa, ayna tırnağı, domuztırnağı, katırtırnağı, keçitırnağı, kurttırnağı, şeytantırnağı

tırnak besleyicisi is. Ojeden önce sürülen, tırnakları besleyen ve kırılmasını önleyen bir ürün.

tırnakçı is. 1. argo Yankesici, tırtıkçı kimse. 2. tar. Osmanlı İmparatorluğunda her perşembe günü padişahın tırnaklarım kesip temizleyen kimse.

tırnakçılık, -ğı is. Yankesicilik.

tırnak derisi is. anat. Tırnakların etrafında bulunan ince deri.

tırnak işareti is. dbl. Bir metnin içinde başkasından aktarılan yazı veya sözlerin başına ve sonuna konulan noktalama İşaretinin adı ("…").

tırnak kemiği is. anat. Tırnağı taşıyan parmak ucundaki kemik.

tırnaklama is. Tırnaklamak işi.

tırnaklamak (-i) 1. Tırmalamak. 2. Tırnaklarını geçirerek yolmaya, kazımaya veya çekmeye çalışmak.

tırnaklanma is. Tırnaklanmak işi.

tırnaklanmak (nsz) Tırnaklama işine konu olmak.

tırnaklatma is. Tırnaklatmak işi.

tırnaklatmak (-i) Tırnaklama işini yaptırmak.

tırnaklı sf. Tırnağı olan: "Kurban edilecek hayvanların iki tırnaklı olması lazımdır." - B. Felek.

tırnaklık, -ğı is. 1. Bir kutunun kapağı üzerinde bulunan ve kapağın tırnakla çekilip açılmasını sağlayan yanlamasına çentik. 2. Tırnak yeri. 3. Namlunun üzerinde bulunan kertik.

tırnak makası is. El ve ayak tırnaklarını kesmeye yarayan araç.

tırnaksı sf Tırnağı andıran, tırnağa benzeyen, tırnak gibi.

tırnaksı kemik

tırnaksı kemik, -ği is. anat. Göz çukurunun iç çeperinde bulunan, küçük, dört köşe ince bir çift kemik.

tırnak yeri is. Çakı gibi açılıp kapanabilen şeyler üzerine tırnakla kolayca açabilmek İçin yapılmış kertik.

tırpan is. Yun. 1. Uzun bir sapın ucuna tutturulan, ot, ekin vb. biçmeye yarayan, hafifçe kıvrık, uzun çelik bıçak: "Ot orağından dönen birkaç köylü, omuzlarında uzun tırpanlarıyla geçiyorlardı." -M. Ş. Esendal. 2. sp. Karşı güreşçinin ayak bileklerine ayaktayken hızla ayak vurma ve onu yere devirme. tırpan atmak 1) bir topluluğu yok etmek, kırıp geçirmek; 2) istemediği kişilerin görevlerine son vermek, tırpandan geçirmek tırpanlamak.

tırpana is. (tırpana) Yun. zool. Öz kedi balığıgillerden, yan kanatları vücuduna yapışık, uzun kuyruklu, iri bir balık, rina (Raja baüs).

tırpancı is. Tırpanla ekin biçen kimse.

tırpancılık, -ğı is. Tırpancı olma durumu.

tırpanlama is. Tırpanlamak işi.

tırpanlamak (-i) 1. Tırpanla biçmek. 2. ınec. Bir şeyi ortadan kaldırmaya, yıkmaya girişmek.

tırpanlanma is. Tırpanlanmak işi.

tırpanlanmak (nsz) Tırpanlama işine konu olmak veya tırpanlama işi yapılmak.

tırpanlatma is. Tırpanlatmak işi.

tırpanlatmak (-i) Tırpanlama işini yaptırmak.

tırsma is. Ürkme, korkma, çekinme.

tırsmak, -ar (-den) Ürkmek, korkmak, çekinmek.

tırtık, -ğı is. Çentik.

tırtık tırtık

tırtıkçı is. argo Yankesici, tırnakçı.

tırtıkçılık, -ğı is. Tırtıkçı olma durumu.

tırtıklama is. Tırtıklamak işi.

tırtıklamak (-i) argo Aşırmak, çalmak: "Sade bu yolda dört arabası isler. Biletçi belki beş on kuruş tırtıklar diye arabadan arabaya gezer." -R. N. Güntekin.

tırtıklanma is. Tırtıklanmak durumu.

tırtıklanmak (nsz) Tırtıklama işine konu olmak.

tırtıklatma is. Tırtıklatmak işi.

tırtıklatmak (-i) Tırtıklama işini yaptırmak.

tırtıklı sf. Tırtığı olan.

tırtık tırtık sf. Pürüzlü, düz olmayan, çentikli.

tırtıl (I) is. zool. Yumurtadan çıkan kelebek kurtçuklarının ilk durumu.

tırtıl (II) is. 1. Çevresinde kertikler bulunan ve İşlenecek parça Üzerine bastırılarak bu kertiklerin izini parçaya basmaya yarayan çelik disk. 2. Pulların veya metal paraların kenarındaki kertikleri oluşturan çıkıntılardan her biri: Bu pulların tırtıllarından biri kopmuş. 3. Tankın her türlü arazide yol almasını sağlayan, her bir yanındaki tekerleklerini içine alan tırnaklı metal şerit, palet. 4. Bir şeyin kenarına çizilen zincir gibi çiçeklerden yapılan süs. 5. Maraş İşi veya diğer elbise nakışlarında kullanılan altın, gümüş gereç, tırtıl kesmek bir şeyin yanlarını diş diş kesmek.

tırtıl çekme is. Henüz yumuşak olan bir parçayı metal bir tırtılla süsleme.

tırtıllanma is. Tırtıllanmak işi.

tırtıllanmak (nsz) Tırtıl üşüşmek.

tırtıllı sf. Kenarlarında tırtıl olan.

tırtıllı bıçak

tırtıllı bıçak, -ğı is. Sebzeleri süslü ve kolay kesmek için kullanılan mutfak bıçağı.

tırtılsı sf. 1. Tırtılı andıran, tırtıla benzeyen, tırtıl gibi. 2. bot. Söğüt, kavak, fındık gibi vb. bitkilerin tırtılı andıran çiçek durumları.

tırtır is. zool. Zar kanatlılardan, uzun gövdeli, uzun duyargalı, kurtçuk evresini tarım bitkilerine zarar veren böcekler üzerinde geçiren bir böcek türü (Ichneumon).

tıs is. Kaz, kedi, yılan vb.nin çıkardığı ses. tıs yok hiç ses yok.

tıslama is. Tıslamak işi.

tıslamak (nsz) 1. Kaz, kedi, yılan "tıs" diye ses çıkarmak. 2. "Tıs" diye ses çıkarmak: "Laf ederken tıslıyorum, dişleri çektirdik." -A. İlhan. 3. hlk. Ağır yük altında iniltiye benzer sesler çıkarmak. 4. hlk. Haksızlığını anlayıp susmak, sesi soluğu kesmek.

tıslayış is. Tıslama işi veya biçimi: "Karşımdakini çileden çıkartan o pis tıslayış gülüşü ile.."-T. Buğra.

tıynet is. (tı'ynet) Ar. tinet esk. Yaradılış, huy, maya.

tıyneti! sf İyi huylu.

tıynetsiz sf. Kötü huylu.