-te bk. -da / -de vb.
te is. 1. Türk alfabesinin yirmi dördüncü harfinin adı, okunuşu. 2. Sıhhi tesisatta su borusunu üç yönlü kullanabilme durumuna getiren parça.
Te kim. Tellür elementinin simgesi.
teadül is. (tea:dül) Ar. te'adul esk. Birbirine denk olma, denkleşme, denklik.
teakup, -bu is. (tea:kup) Ar. te'âkub esk. Art arda gelme, teakup etmek birbiri ardınca gelmek.
teali is. (te':ali) te'âlı esk. Yükselme, yücelme.
teamül is. (tea:mül) Ar. te'âmul 1. Bir yerde öteden beri olagelen davranış. 2. kim. Tepkime. 3. esk. İş, davranış.
→ teamül hukuku
teamül hukuku is. 1. Örf ve âdete dayanan hukuk. 2. Örf ve âdet durumuna gelmiş, yazılı olarak tespit edilmemiş hukuk.
tearuz is. (teaıruz) Ar. te'âruz esk. Çatışma, birbirine ters düşme.
teati is. (tea:ti:) Ar. te'âtı esk. Karşılıklı alıp verme, teati etmek karşılıklı alıp vermek.
teavün is. (tea:vün) Ar. te'âvun esk. Yardımlaşma.
tebaa is. (tebaa:) Ar. teba'aesk. Uyruk.
tebahhur is. Ar. tebahhur esk. Su, sıvı vb. kaynayıp buhar olma, buğulaşma, buharlaşma, uçma. tebahhur etmek buharlaşmak, uçmak.
tebaiyet is. (tebaıiyet) Ar. teba'iyyet esk. 1. Kanun, buyruk vb.ne uyma. 2. Devlete veya güçlü kişiye bağlanma.
tebarüz is. (tebaırüz) Ar. tebarüz esk. Belirme, görünme, tebarüz etmek belirmek, görünmek: "Senelerden beri bildiğimiz ve abramızda konuştuğumuz şeylerin hiç yalan olmadığı tebarüz etti." -Y. K. Beyatlı. tebarüz ettirmek belirtmek.
tebcil is. (tebdil) Ar. tebcil esk. Yüceltme, ululama: "Onlar gürültülü tebcile, pohpoha, alayişe tenezzül etmezler." -Ö. Seyfettin. tebcil etmek yüceltmek, ululamak.
tebdil is. (tebdi:l) Ar. tebdil esk. Değiştirme: "Bazı Türkler oraya hava tebdiline giderler. " -R. H. Karay, tebdil etmek değiştirmek. tebdil gezmek tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek, tebdili şaşmak ne yapacağını bilememek, telaşa kapılmak: "Haydar'ın kılıcım görenin tebdili şaşar." -Y. Kemal.
→ tebdilihava, tebdilimekân, hava tebdili
tebdilihava is. (tebdr.'lihava:) Ar. tebdil + hava esk. Hava değişimi: "Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular, mutlaka tebdilihavaya gitmemi söylediler." -Ö. Seyfettin.
tebdilimekân is. Ar. tebdil + mekân esk. Yer değiştirme, tebdilimekânda ferahlık vardır sağlık veya görev değişikliği nedeniyle bir yerden başka bir yere giderek huzur sağlanacağını bildiren bir söz.
tebeddül is. Ar. tebeddül esk. Bir durumdan başka bir duruma geçme, değişme: "Onu deli ve meraklı bilen komşular, bu tebeddüle şaşıyorlardı." -Ö. Seyfettin.
tebeddülat ç. is. (tebeddüiâıt) Ar. tebeddülat, esk. Değişiklikler, değişmeler.
tebelleş sf. hlk. İstenmediği hâlde, birinden veya bir yerden ayrılmayan, gitmeyen, musallat olan. tebelleş etmek birini veya bir şeyi birinin başına bela etmek: "... hanım evladım tepemize tebelleş eden kendisidir." -A. İlhan, tebelleş olmak bir kimsenin yanından ayrılmamak, onun başına dert olmak, musallat olmak.
tebellüğ is. Ar. tebellüğ esk. Bildirimi alma. tebellüğ etmek bir bildirimi almak.
tebellür is. Ar. tebellür esk. 1. Billurlaşma. 2. Belirme, tebellür etmek 1) billurlaşmak; 2) belirmek: "Müzakeremiz neticesinde de, kuvvetli bir hükümet esası tebellür etmiş bulunuyor."-M. Ş. Esendal.
teber is. Far. teber esk. 1. Balta. 2. Bazı dervişlerin taşıdıkları sapı uzun, keskisi ayça biçiminde, küçük ve hafif balta. 3. Meşin kesmek için kullanılan araç.
teberli sf. Teberi olan: "Alayın en önünde de, elleri teberli, Bektaşi babalan yer alır." -S. Birsel.
teberru is. (teberru:) Ar. teberru' Bağış, teberru etmek bağışlamak.
teberrük is. Ar. teberruk esk. Uğur sayma.
teberrüken zf. (tebe'rrûken) Ar. teberruken esk. Uğur sayarak, mutlu olsun diye.
teberrüz is. Ar. teberruz Meydana çıkma, görünme, teberrüz ettirmek belirtmek.
tebersiz sf. Teberi olmayan.
tebessüm is. Ar. tebessüm Gülümseme: "O şimdilik dudağında acı bir tebessümle yalnız bana bakıyordu." -R. N. Güntekin. tebessüm etmek gülümsemek.
tebessümlü sf. Tebessüm eden, tebessümü olan: "Ümitli bir eda ile gelirler ve iki sıraya dizilmiş neşeli yüzler, tebessümlü ağızlar arasından geçerlerdi." -A. Ş. Hisar.
tebessümsüz sf. Tebessüm etmeyen, tebessümü olmayan.
tebeşir is. Far. tebâşır 1. Toz zerreciklerinden oluşan, çizdiği yerde iz bırakan, beyaz veya açık renkte kireçli kaya. 2. Bu maddeden yapılan, kara tahta, duvar vb. yüzeylere yazı yazmak için kullanılan, beyaz veya renkli çubuk: "Tahta başında, elimde tebeşir, sallanıyorum. " -Y. Z. Ortaç.
tebeşirleme is. Tebeşirlemek işi.
tebeşirlemek (-i) Tebeşir tozu İle kirletmek: Üstünü başını tebeşirlemiş.
tebeşirlenme is. Tebeşirlenmek işi.
tebeşirlenmek (nsz) Tebeşir tozu ile kirlenmek.
tebeşirleşme is. tıp Bir dokunun kalınlığında tebeşire benzer katı birikintilerin oluşması.
tebeşirli sf Tebeşir ile yazılmış: "Tebeşirli kara tahta karşımda idi." -F. R. Atay.
tebeşirsiz sf. Tebeşir ile yazılmamış.
tebeyyün is. Ar. tebeyyun esk. Belli olma. tebeyyün etmek belli olmak, ortaya çıkmak.
tebligat is. (tebli:ga:t) Ar. tebligat Bildirim. tebligatta bulunmak bildirim yayımlamak, bildirimden haberdar etmek, bildirim göndermek: "7 Temmuz 1919 tarihinde, şu umumi tebligatta bulundum." -Atatürk.
tebliğ is. (tebliğ) Ar. tebliğ 1. Bildirme, haber verme: "Heyet reisi selamlarının size tebliğine beni memur ettiler." -P. Safa. 2. esk. Bildiri: "İşte size tebliğde bahsettiğimiz saz şairi Âşık Mehmet, diye tıknaz adamı takdim etti." -H. Taner, tebliğ etmek bildirmek: "Çağırsalar çağırsalar, sürgüne gideceğini tebliğ etmek için çağırırlar." -A. İlhan.
tebrik, -ği is. Ar. tebrik 1. Kutlama: "Dostlar tebriğe gelip el sıkıyorlardı," -H. C. Yalçın. 2. Tebrik kartı, tebrik etmek kutlamak: "Müfettişler, müdürü tebrik edip gittiler." -H. Taner.
→ tebrik kartı, tebrik mesajı, bayram tebriği
tebrik kartı is. Bayram vb.ni kutlamak için gönderilen kart, tebrik.
tebrik mesajı is. Herhangi bir olayı kutlamak için gönderilen mesaj.
tebriye is. Ar. tebri'e esk. Aklama, temize çıkarma, tebriye etmek aklamak.
tebşir is. (tebşi:r) Ar. tebşir esk. Müjdeleme, muştulama, tebşir etmek sevinilecek bir haber vermek, müjdelemek, muştulamak.
tebyiz is. (tebyv.z) Ar. tebyiz esk. Bir yazı ile ilgili taslağı temize çekme: "Eserimin tebyizinden artan şu boş deftere gelişigüzel bu satırları yazdım." -Ö. Seyfettin, tebyiz etmek temize çekmek.
tecahül is. (teca:hül) Ar. tecâhul esk. Bilmez gibi görünme, bilmezlikten gelme, tecahül etmek bilmez gibi görünmek, bilmezlenmek.
tecahülüarif is. (teca:hülüa:rif) Ar. tecâhul + 'arif ed. Bir anlam İnceliği yaratmak için bildiği şeyi bilmez görünme sanatı, bilmezlikten gelme.
tecahülüarifane is. (ieca;hülüa:rifa:ne) Ar. tecâhul + 'arif + Far. -âne ed. Tecahülüarif. tecahülüarifaneden gelmek bilmez gibi davranmak.
tecanüs is. (teca:mis) Ar. tecânus esk. Bir bütünü oluşturan öğeler arasında uyum bulunması durumu.
tecavüz is. (teca:vüz) Ar. tecâvüz 1. Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış: "Çekler bir Alman tecavüzü karşısında mutlaka silaha sarılacaklardır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Namusuna saldırma, sarkıntılık. 3. Başkasının hakkına el uzatma. 4. esk. Aşma, ötesine geçme, tecavüz etmek 1) saldırmak, hücum etmek: "Bu adam, canımı sıkacak bazı şeyler söyledi; sonra eliyle tecavüz etti." -R. N. Güntekin. 2) başkasının hakkına el uzatmak; 3) namusa sataşmak: "Burada kadınlar erkeğe tecavüz ediyorlar." -A. Gündüz. 4) aşmak, geçmek.
tecavüzkâr sf. (teca:vüzkâ:r) Ar. tecâvüz + Far. -kür esk. Saldırgan, saldırıcı.
tecdit, -di is. (tecdv.t) Ar. tecdıd esk. Yenileme, tazeleme.
teceddüt, -dü is. Ar. teceddud esk. Yenilik.
tecelli is. (tecelli:) Ar. tecelli esk. 1. Belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma: "Bu tecellilerin yalnız bir tanesi doğru..." -H. C. Yalçın. 2. din b. Tanrı'nın insanlarda ve doğada görünmesi. 3. Alın yazısı, kader: Ne yaman tecellisi varmış! tecelli etmek belirmek, görünmek, ortaya çıkmak, zuhur etmek, meydana çıkmak: "Hacca gitmek emeli onun kalbinde ateşli bir iştiyak tarzında tecelli etmişti." -M. Ş. Esendal.
tecemmu is. (tecemmu:) Ar. tecemmu' esk. Yığınak.
tecennün is. Ar. tecennun esk. Çıldırma, delirme, akimi oynatma, tecennün etmek çıldırmak, delirmek.
tecerrüt, -dü is. Ar. tecerrud esk. Her şeyden uzaklaşma, sıyrılma, soyutlanma: "İlk gençlik yılları da aynı halet ve tecerrüt icinde geçti." -Y. K. Karaosmanoğlu. tecerrüt etmek sıyrılmak, soyutlanmak.
tecessüm is. Ar. tecessum esk. 1. Boyut kazanma, cisimlenme. 2. Görünmeye başlama, belirme. 3. Göz önüne gelme, canlanma, tecessüm etmek 1) boyut kazanmak, cisimlenmek, belirmek; 2) görünmeye başlamak; 3) canlanmak: Olay olduğu gibi gözümün Önünde tecessüm ediyor.
tecessüs is. Ar. tecessüs esk. 1. Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma: "Yahya Kemal tecessüsü, üstelemeyi Doğuluların bir kusuru olarak görür." -S. Birsel. 2. Merakını gidermeye çalışma, görme, anlama merakı: "Yenemediğim bir tecessüs beni, bu iki sefilin yanına kadar sürükledi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tecezzi is. (tecezzi:) Ar. tecezzi esk. Parçalara ayrılma, ayrılma, bölünme, tecezzi etmek bölünmek, parçalara ayrılmak.
tecil is. (te:ci:l) Ar. te'cil Erteleme, tecil etmek ertelemek.
tecim is. esk. Ticaret.
→ tecimevi
tecimen is. esk. Tacir, tüccar: "Esnaf ve tecimenlerin konak ve yalılarında da yiyinti işleri her türlü sınırı aşar." -S. Birsel.
tecimevi is. esk. Ticarethane.
tecrit, -di is. (tecri:t) Ar. tecrid 1. Ayırma, ayrı bir tarafta tutma. 2. fel. Soyutlama. 3. fiz. Yalıtım, tecrit etmek 1) herkesten veya her şeyden ayırmak, bir kenara koymak; 2) fiz. yalıtmak.
→ vibrasyon tecridi
tecrübe is. Ar. tecribe 1. Deneyim. 2. Görgü: "Sonraları, diplomasi âleminde edindiğim tecrübeler bana, bu hükmümde yanılmadığımı ispat etmiştir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3.fiz. Deney, tecrübe etmek denemek, sınamak; "Bakayım, bir tecrübe edeyim diye düşündüm." -R. N. Güntekin. tecrübe tahtasına dönmek (veya çevirmek) üst üste başarısız denemelere konu olmak (veya etmek): "Hastaları tecrübe tahtasına çevirmiş nice vakaları rastgele bir kinin tedavisiyle tedavi ettiğimi bilirim." -R. N. Güntekin. tecrübe yapmak denemek, sınamak: "Oraya gidebilmek için bir tecrübe yapmaya karar vermişti," -P. Safa. tecrübesi olmak görgüsü, bilgisi olmak: "Nadir Hanım'ın tecrübesi olmak lazım gelir." -M. Ş. Esendal.
tecrübeli sf. Tecrübesi olan, görmüş geçirmiş: "Odacı, tecrübeli gözlerle ona bakıyordu." -P. Safa.
tecrübelilik, -ği is. Tecrübeli olma durumu.
tecrübesiz sf. Tecrübesi olmayan.
tecrübesizlik, -ği sf. Tecrübesiz olma durumu.
tecrübi is. (tecrübi:) Ar. tecribi esk. Deneye dayanan, deneme ile ilgili, deneysel.
tecvit, -di is. (-vi:di) Ar. tecvid esk. 1. Kelimelerin söylenişinde, seslerin çıkaklarına, uzunluk ve kısalıklarına göre okunması: "Okurken tecvide riayetten kelimeler ağzında yassılanarak, yayvanlaşarak, incelerek çıkıyordu." -M. Ş. Esendal. 2. din b. Kur'an'ın doğru okunmasını sağlayan bilim. 3. Bu bilim üzerine yazılmış kitap.
tecvitli sf. Tecvidi olan, tecvidi ortaya koyan: "Tecvitli seslerin çatlatılışları gittikçe kulak tırmalıyor." -A. Gündüz.
tecviz is. (tecvi:z) Ar. tecviz esk. Yapılmasını uygun bulma, izin verme, tecviz edilmek uygun bulunmak, izin verilmek: "Sen yaşta çocuklar için katiyen tecviz edilmez, ama bizim gibi yaşlı başlı adamların, ara sıra iki kadeh bir şey içmelerinde bir zarar yoktur." -R. N. Güntekin. tecviz etmek uygun bulmak, izin vermek.
tecziye is. Ar. tecziye esk. Cezalandırma, tecziye etmek cezalandırmak.
teçhil is. (teçhi:l) Ar. techil esk. Birinin bir konuda bilgisizliğini söyleme, bilmezleme. teçhil etmek birinin bilgisizliğini göstermek, bilmezlemek.
teçhiz is. (teçhi:z) Ar. teçhiz esk. Donatma, donatım, teçhiz etmek donatmak.
teçhizat ç. is. (teçhi:za:t) Ar. teçhizat Silah dışındaki savaş gereçleri, donatı: "Silahını, teçhizatını ve hatta başındaki şapkasını bırakıp kaçıyor." -R. E. Unaydın.
tedafüi sf. (teda:füi:) Ar. tedâfu'i esk. Savunma ile ilgili olan, savunmalık.
tedahül is. (teda:hül) Ar. tedahül esk. 1. Birbirinin içine girme. 2. tic. Ödemede gecikme. 3. Yığılıp kalma, birikme, tedahülde kalmak ödenmeden birikmek.
tedai is. (teda:i:) Ar. tedü'ipsikol. esk. Çağrışım.
tedarik is. (tedaırik) Ar. tedâruk 1. Araştırıp bulma, sağlama, elde etme. 2. Hazırlık: "Hemen düğün tedarikine başladım ve bir günde birkaç iş gördüm." -A. Gündüz, tedarik etmek bulmak, sağlamak: "Evin birçok eksiklerini onlardan tedarik ederdim." -R. N. Güntekin. tedarikte bulunmak hazırlık yapmak.
→ sümmettedarik
tedarikçi is. Gerekli malzemeyi sağlayan kimse.
tedarikçilik, -ği is. Tedarikçinin yaptığı iş.
tedarikleme is. Tedariklemek işi.
tedariklemek (-i) Sağlamak, tedarik etmek: "... köy halkının tedariklediği bir kira arabası. " -R. Enis.
tedarikli sf 1. Hazırlıklı: "Sporcular ne tedarikli ne çevik çocuklar..." -R. N. Güntekin. 2. zf Her şeyi önceden sağlamış olarak, hazırlıklı bir biçimde.
tedariksiz sf 1. Önceden gereken şeyleri sağlamamış olan, hazırlıksız. 2. zf Önceden gereken şeyleri sağlamadan, hazırlıksız: "Ya doktor alelade bir dahilî hasta zanneder de tedariksiz gelirse?" -P. Safa.
tedavi is. (teda:vi:) Ar. tedavi 1. İlaç vb. ile hastalığı iyi etme, iyileştirme, sağaltım, sağaltma: "Hastadır diye tedavisine koşanların haddi hesabı yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Aksayan bir şeyi düzeltme, iyileştirme, tedavi etmek 1) ilaçla İyileştirmek, sağaltmak; 2) mec. düzeltmek: Artık geri dönmek, istemeden açtığım yarayı tedavi etmek zamanı gelmişti." -R. N. Güntekin.
→ ayakta tedavi, fizik tedavi uygulayıcısı, antibiyotik tedavisi, ayak tedavisi, basınç tedavisi, deniz tedavisi, fizik tedavisi, ısı tedavisi, ışın tedavisi, ozon tedavisi, östrojen tedavisi, su tedavisi, şok tedavisi
tedavül is. (tedaıvül) Ar. tedavül ekon. 1. Para ve para yerine geçen bono, senet vb.nin geçerli olması, sürümde bulunması, sürüm, geçerlik. 2. Mal veya paranın elden ele dolaşması, dolanım, sirkülasyon, para dolaşımı. tedavülde olmak geçerli olmak, sürümde bulunmak, tedavülden kalkmak para artık kullanılmamak, tedavüle çıkarmak parayı piyasaya çıkarmak.
tedbir is. (tedbi:r) Ar. tedbir 1. Önlem. 2. Hazırlık: "Amma ki töre değiştirmek çok tedbir ve çok düşünce ister." -T. Buğra. tedbir almak önlem almak: "Bu hususta hükümetçe ciddi ve esaslı tedbirler alınmazım rica ederim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ ihtiyati tedbir, zecrî tedbir
tedbirli sf. 1. Önceden hazırlıklı davranan, önlemini zamanında alan, müdebbir: "Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar." -H. R. Gürpınar. 2. zf. Hazırlıklı bir biçimde, önceden düşünerek: "Mektubunu yazı makinesinde yazarak ihtiyatlı ve tedbirli hareket etmeyi unutmamış." -R. H. Karay.
tedbirlilik, -ği is. Tedbirli olma durumu.
tedbirsiz sf 1. Önceden hazırlıklı davranmayan, önlemini zamanında almayan. 2. zf. Hazırlıksız bir biçimde, önceden düşünmeyerek.
tedbirsizce zf. (tedbirsizce) Tedbirsiz bir biçimde, tedbirsiz olarak.
tedbirsizlik, -ği is. Tedbirsiz olma durumu veya tedbirsizce davranış: "Birisi işte bu tedbirsizliklere kurban gitmiş." -H. R. Gürpınar.
tedenni is. (tedenni:) Ar. tedenni esk. Gerileme, düşme, tedenni etmek gerilemek, düşmek.
tedfin is. (tedfv.n) Ar. tedfin esk. Gömme.
tedhiş is. (tedhiış) Ar. tedhiş esk. Korku salma, yıldırma, terör.
tedhişçi is. Terörist.
tedhişçilik, -ği is. 1. Tedhişçi olma durumu. 2. Terörizm.
tedhişli sf. Korkulu, terör dolu.
tedhişsiz sf. Korkusuz, şiddet ve terörü olmayan: "Yazılarda tehditsiz satır, tedhişsiz cümle, şiddetsiz fıkra olmazsa gündeliklerini mi kesiyorlar, nedir?" -F. R. Atay.
tedip, -bi is. (te:di:p) Ar. te'dîb esk. Uslandırma, yola getirme, terbiye etme. tedip etmek yola getirmek, uslandırmak, terbiye etmek: "Emirlerini dinlemeyen milletleri hep bu cezalarla tedip ettiğini söylemiyor muydu?" -Ö. Seyfettin.
tedirgin sf. Rahatı, huzuru kaçmış, bizar: "Herkes tedirgin, kuruntulu ve heyecanlı idi." -T. Buğra, tedirgin etmek rahatını, huzurunu kaçırmak: "Bu soru ... adamın kafasını tedirgin etmiş ama hep cevapsız kalmıştır." -T. Buğra, tedirgin olmak huzuru kaçmak: "Goethe çağımızda yaşasa idi ne kadar tedirgin olurdu, diye çok düşünmüşümdür. " -H. Taner.
tedirginleşme is. Tedirgin olma durumu.
tedirginleşmek (nsz) Tedirgin olmak.
tedirginlik, -ği is. 1. Tedirgin olma durumu: "Sesleninceye kadar bu tedirginliğim devam ederdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. astr. Üçüncü bir cismin veya cisimlerin çekim etkisiyle yörünge hareketinin bozulma durumu.
tediye is. (teıdiye) Ar. te'diye tic. esk. 1. Para vb. bir şey verme, ödeme. 2. Gerçekleşen bir alacağı para ile ödeme, tediye etmek ödemek: "Ücretin yarısını da o gün tediye ettim." -H. Taner.
→ tediye emri
tediye emri is. tic. Ödeme emri.
tedricen zf. (tedru'cen) Ar. tedricen Azar azar, giderek, gittikçe.
tedricî sf (tedr'v.ci:) Ar. tedrici Derece derece, yavaş yavaş olan. tedricî olarak giderek.
tedriç, -cî is. (tedri:ç) Ar. tedriç esk. Derece derece ilerleme, kerteleme.
tedris is. (tedri.s) Ar. tedris esk. Ders verme, öğretme, öğretim: "Kadının tedrisi ve terakkisinde muhitin de büyük bir tesiri görülmeye başladı." -M. Ş. Esendal.
→ rahleitedris
tedrisat ts. (tedri:sa:t) Ar. tedrisât esk. Öğretim: "Tedrisatın yeniden nasıl düzenlenmesi, öğretmen kadrolarının nasıl güçlendirilmesi sorularını tartışıyorlar." -H. Taner.
→ orta tedrisat
tedvin is. (tedv'r.n) Ar. tedvin esk. Derleme. tedvin etmek derlemek.
tedvir is. (tedv'v.r) Ar. tedvir esk. 1. Çevirme, döndürme. 2. Yönetme, çekip çevirme, tedvir etmek 1) çevirmek, döndürmek; 2) yönetmek.
tedviren zf. (tedvi:ren) Ar. tedviren Yönetmekle görevli olarak.
teeddüp, -bü is. Ar. te'eddub esk. Utanma, sıkılma, teeddüp etmek utanmak, sıkılmak.
teehhül is. Ar. te 'ehhul esk. Evlenme, teehhül etmek evlenmek.
teehhür is. Ar. te 'ahhur esk. Gecikme.
teemmül is. Ar. te'emmul esk. Bir işi ayrıntılarıyla düşünme, düşünüp taşınma.
teenni is. (teenni:) Ar. te'enni esk. İlerisini düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma.
teessüf is. (te'essüf) Ar. te'essuf Acınma, yazıklanma, yerinme, teessüf ederim! yazıklar olsun! teessüf etmek acımak, üzülmek, yerinmek, yazıklanmak: "İdraksiz, şuursuz geçen günlerimiz için teessüfler edeceksiniz."-Ö. Seyfettin.
teessür is. (te'essür) Ar. te'eşsur esk. 1. Üzülme, üzüntü: "Bunun üzerine Naim Efendi ikide bir teessürden boğulan bir sesle söylemeye başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Duygulanım, teessür etmek üzülmek, acımak. teessür göstermek üzüntüsünü açığa vurmak: "Artık gözümün önünde ölse teessür göstermek İstemiyordum." -R. N. Güntekin.
teessürat ç. is. (teessüra:t) Ar. te'eşşurât Acılar, üzüntüler, sıkıntılar.
teessüs is. Ar. te'essus esk. 1. Kurulma, ortaya çıkma. 2. Yerleşme, temelleşme, kökleşme. teessüs etmek kurulmak, ortaya çıkmak.
teeyyüt, -dü is. Ar. te 'eyyud esk. Doğru çıkma, gerçeklenme, teeyyüt etmek doğru çıkmak, gerçeklenmek.
tef is. Far. def Zilli bir kasnağa geçirilmiş kursak zarından oluşan çalgı: "Davul değişmiş, tef değişmiş, kemence bambaşka bir çalgı olmuştu." -T. Buğra, tef çalsan oynayacak karmakarışık olan eşyalar için söylenen bir söz. tefe koymak (veya koyup çalmak) biri hakkında alaylı dedikodu yapmak: "Sonradan anlaşıldı ki adam hükümeti tefe koymuş." -T. Halman.
tefahhus is. Ar. tefahhus esk. İnceden inceye araştırma: "Vatanın inkişafında psikolojik tefahhus veya teninde hep onun açtığı perspektif vardır. " -A. H. Tanpınar.
tefahür is. (tefathür) Ar. tefâhur esk. Övünme.
tefarik, -ği is. (tefaırik) Ar. tefârik bot. esk. 60-100 cm yüksekliğinde, büyük yapraklı ve beyaz çiçekli bir bitki (Pogostemon patchouly).
tefavüt is. (tefa:vüt) Ar. tefâvut esk. Ayırıcı özellik, farklılık, tefavüt etmek farklı duruma getirmek.
tefcir is. (tefcir) Ar. tefcir esk Akaçlama, drenaj.
tefe is. Dokuma tezgâhında tarağı tutan ağaç veya metal parça.
tefeci is. tic. El altından yüksek faizle ödünç para veren kimse, faizci, murabahacı: "Silah zoruyla elde edemediğini bir tefeci taktiğiyle pişmiş armut gibi gövdeye indirmeyi umuyordu." -T. Buğra.
tefecilik, -ği is. Tefecinin İşi, faizcilik, murabaha, murabahacılık: "Bu Salih Araboğlu, tefecilikten, çalıp çırpmaktan para yapmış, uğursuz heriflerden biridir." -M. Ş. Esendal.
tefehhüm is. Ar. tefehhüm esk. Anlama.
tefekkür is. Ar. tefekkür esk. Düşünme, düşünüş. tefekkür etmek düşünmek, tefekküre dalmak derin düşünmek, düşünceye dalmak.
tefeli sf esk. Sık dokunmuş (bez).
teferruat is. (teferrua:t) Ar. teferru'üt Ayrıntılar: "Mustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi." -F. R. Atay.
teferruatlı sf Ayrıntılı.
teferruatsız sf Ayrıntısız.
teferrüç, -cü is. Ar. teferruc esk. 1. Açılma, ferahlama. 2. Gezinti: "Senin bu vücutla değirmen başına teferrüce gitmeye ne hakkın var ne takatin..." -S. F. Abasıyanık.
teferrüt, -dü is. Ar. teferrud esk. 1. Tek, yalnız olma, herkesten uzaklaşarak yalnız kalma. 2. Benzeri bulunmama, benzersiz olma, sivrilme.
tefessüh is. Ar. tefessüh esk. 1. Çürüme, bozulma, kokuşma. 2. mec. Kişi, toplum vb. özelliğini, niteliğini yitirerek bozulma, kokuşma. tefessüh etmek 1) çürümek, kokuşmak; 2) mec. kişi, toplum vb. özelliğini, niteliğini yitirerek bozulmak, kokuşmak.
tefeül is. Ar. tefe'ul esk. 1. Fal açma, fala bakma. 2. Uğur sayma, hayra yorma, tefeül etmek fala bakmak, fal açmak: "Kış geceleri divanlardan tefeül ederdik." -Ö, Seyfettin.
tefevvuk is. Ar. tefevvuk esk. Üstünlük, üstün gelme, tefevvuk etmek üstün gelmek, bastırmak.
tefeyyüz is. Ar. tefeyyüz esk. 1. Yükselme, ilerleme: Tefeyyüz mektubu. 2. Feyzalma. tefeyyüz etmek yükselmek, ilerlemek.
tefhim is. (tefhr.m) Ar. tefhim esk Anlatma, bildirme, tefhim etmek anlatmak, bildirmek: Hâkim, kararım tefhim etti.
teflon is. (teflon) Fr. teflon 1. Etilenden, flordan ve plastikten elde edilen madde. 2. Tencere, tava vb. mutfak malzemelerinin iç yüzeyini kaplamakta kullanılan, ısıya dayanıklı özel madde. 3. sf. Bu maddeyle kaplanmış: Teflon tava.
tefrik is. (tefr'r.k) Ar. tefrik esk. Ayırma, ayırt etme. tefrik etmek ayırmak, ayırt etmek; "Yarım yamalak tahsilimle iyiyi kötüyü tefrik ediyorum, bu bana yeter." -S. F. Abasıyanık.
tefrika is. Ar. tefrika 1. Gazete veya dergilerde çıkan, birbirini tamamlayan yazılardan oluşan dizi: "Geçen yılki turnesini, gazetelerdeki tefrikalardan işitmeyen kalmadı." -H. Taner. 2. sf. Bu biçimde yayımlanan. 3. esk. Birbirine kötülük etmeye kadar varan sürekli anlaşmazlık, ikilik: "Türkler arasına tefrika ve nifak koymak için de hürriyet vermişti." -H. C. Yalçın, tefrika çıkarmak birbirine kötülük etmeye kadar varan sürekli anlaşmazlık yaratmak, tefrika etmek yazı dizisi, roman vb.ni gazete ve dergilerde bölümler hâlinde yayımlamak.
→ tefrika roman
tefrika roman is. ed. Süreli yayınlarda her gün bir bölümü yayımlanan roman.
tefriş is. (tefrv.ş) Ar. tefriş esk. 1. Döşeme işi. 2. Bir yeri gerekli eşya ile döşeme, tefriş etmek döşemek: 'İçerisini gene kendi paramla tefriş ettim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tefrişat ç. is. (tefri:şa:t) Ar. tefrîşât 1. Döşeme işleri. 2. Döşemenin gerektirdiği bütün parçalar veya eşyanın tümü: "Görüyorum ki salonun tefrişatı henüz tamamlanmamış. Bütün koltuklar yerleştirildikten sonra tekrar geliriz." -H. Taner.
tefrit is. (tefrv.t) Ar. tefrit Herhangi bir konuda geride kalma, yeterli ölçüde olmama durumu, ifrat karşıtı.
→ ifrat tefrit
tefsir is. (tefsi.r) Ar. tefsir 1. Yorumlama: "Hiçbirim tefsire ve hiçbirinden mana çıkarmaya kimsenin dili varmaz olmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yorum. 3. din b. Kur'an'ın surelerini açıklayarak görüşler ileri sürme ve bunları yazma, yorumlama. 4. din b. Kur'an'ın surelerini açıklayarak görüşler ileri sürme ve bunları yazma, yorumlama bilimi. 5. din b. Kur'an'ın surelerini açıklayan eser. tefsir etmek yorumlamak: "Ben evvela bu duayı ve bu sözleri pek kalpsizce tefsir ettim." -R. N. Güntekin.
teftih is. (teftv.h) Ar. teftih esk. 1. Açma. 2. Geğirme.
teftiş is. (teftiış) Ar. teftiş Denetim: "Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var." -M. Ş. Esendal. teftiş etmek denetlemek: "Hayatının bütün yazlarını Makedonya'da geçirir, teşkilatı teftiş ederdi." -Ö. Seyfettin.
→ teftiş heyeti, teftiş kurulu, teftiş raporu
teftiş heyeti is. Denetleme kurulu.
teftiş kurulu is. Denetleme kurulu.
teftiş raporu is. Herhangi bir konuda teftiş kurulunun hazırlamış olduğu rapor.
tefviz is. (tefvv.z) Ar. tefviz esk. 1. Bir işi bir kimsenin üzerinde bırakma, ihale. 2. Dağıtma. 3. Bir taşınmaz malı bilinen değeri karşılığı bir kimseye verme.
tegafül is. (tega:fül) Ar. teğâful esk. Anlamazlıktan gelme, tegafül etmek anlamazlıktan gelmek.
teganni is. (teganni:) Ar. teganni muz. esk. Şarkı söyleme, teganni etmek şarkı söylemek.
teğelti is. hlk. Binek hayvanlarında eyerin altına konulan keçe.
teğet is. mat. Bir eğrinin yanından geçen ve ona ancak bir noktada değen doğru, mümas. teğet geçmek 1) yakınından geçmek; 2) mec. bir konuya üstünkörü dokunmak.
teğmen is. ask. Orduda rütbesi asteğmenle üsteğmen arasında olan, takım komutanlığı yapan subay, mülazım.
→ asteğmen, Üsteğmen
teğmenlik, -ği is. Teğmen rütbesi veya teğmenin görevi.
→ asteğmenlik, üsteğmenlik
tehacüm is. (teha:cüm) Ar. tehücum esk. 1. Birlikte ve birden hücum etme, saldırma. 2. Üşüşme, bir yere toplaşma.
tehalüf is. (tehadüf) Ar. tehâluf esk. Aykırılık. tehalüf etmek birbirine aykırı olmak.
tehalük is. (teha.iük) Ar. tehalük esk. Can atma, çok isteme: "Yeni neşriyattan ne görürse hepsinin üzerine ayrı bir tehalükle atılırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. tehalük etmek can atmak, çok istemek.
tehcir is. (tehciır) Ar. tehcir esk. Göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme, tehcir etmek bir yerden göç ettirmek, sürmek.
tehdit, -di is. Ar. tehdıd Gözdağı: "Bütün memurlar bu tehditlere gülüp geçiyorlardı." -T. Halman. tehdit etmek 1) gözdağı vermek: "Masanın üstündeki mektupla gözlüğü göstererek beni tehdit etti." -R. N. Güntekin. 2) tehlikeli bir durum yaratmak. tehdit savurmak korkutmak, gözdağı vermek: "Adam -bunu sizin yanınıza komam, ikinizi de temizleyeceğim- diye tehdit savuruyormuş." -H. Taner.
tehditkâr sf. (tehditkârr) Ar. tehdid + Far. -kâr Tehdit dolu, tehdit edici.
tehditti sf. Tehdidi bulunan.
tehditsiz sf. Tehdidi bulunmayan, tehditten uzak: "Yazılarında tehditsiz satır, tedhişsiz cümle, şiddetsiz fıkra olmazsa, gündeliklerini mi kesiyorlar, nedir?" -V. R. Atay.
tehevvür is. Ar. tehevvür esk. Çok kızma, öfkelenme, köpürme, tehevvür etmek çok kızmak, öfkelenmek, köpürmek.
teheyyüç, -cü is. Ar. teheyyuc esk. Coşma, heyecanlanma: "Genç kızın kızarmış yüzünde teheyyüç görünüyordu." -P. Safa.
teni sf. (tehi:) Far. tehi esk. Boş: "Vallahi rüyasını görmüştüm, geçen gece, tenha, tehi bir yoldaymışız." -H. Taner.
tehir is. (teıhir) Ar. te 'hir 1. Sonraya bırakma, erteleme. 2. Geciktirme, tehir etmek ertelemek: "Satış işinin güçlüğünü ondan iyice öğrendim, tehir etmeye mecbur oldum." -Y. K. Beyatlı.
→ takdim tehir
tehiriicra is. (te: hir ücra:) Ar. te'hir + icra' huk. Yürütmenin durdurulması.
tehirli sf. 1. Geciktirilmiş. 2. Ertelenmiş. 3. Gecikmeli, rötarlı: "Bu Diyarbakır postası hep tehirlidir." -S. F. Abasıyanık. 4. zf. Gecikmiş bir biçimde: Tren tehirli geldi.
tehirsiz sf 1. Tehiri olmayan, gecikmesiz. 2. zf. Gecikmesi olmadan, gecikmeden.
tehlike is. Ar. tehluke 1. Büyük zarar veya yok olmaya yol açabilecek durum, muhatara: "Tehlike gittikçe büyüyor, güçlük artıyordu. " -R. H. Karay. 2. Gerçekleşme ihtimali bulunan fakat istenmeyen durum: "Ketumdur, katlandığı acıları, atlattığı tehlikeleri sergilemeyi hiç sevmez." -A. İlhan. tehlike atlatmak büyük zarar ve sıkıntılara yol açacak bir olayı savuşturmak, tehlikeye atılmak zarar ve sıkıntılara yol açacak bir davranışta bulunmak: "Şimdilik sizin tehlikeye atılmanıza hacet yoktur." -Y. K. Karaosmanoğlu. tehlikeye düşürmek sıkıntı, üzüntü veya zarar oluşturacak bir duruma sokmak.
tehlikeli sf. Tehlikesi olan, korkulu, kazalı, muhataralı: "Bahar yorgunluklar için en tehlikeli bir mevsimdir." -Ö. Seyfettin.
tehlikesiz sf. Tehlikesi olmayan: "Eniştemiz zehriyle birlikte panzehrini de sunuyor, öyle ki tehlikesiz kalıyor." -A. Ş. Hisar.
tehlikesizlik, -ği is. Tehlikesiz olma durumu.
tehyiç, -ci is. (tehyitç) Ar. tehyic esk. Coşturma, heyecanlandırma, tehyiç etmek coşturmak, heyecanlandırmak.
tehzil is. (tehzili) Ar. tehzil esk. 1. Alaya alma. 2. ed. Ciddi bir esere alay tarzında nazire yazma, sakalı bir anlatıma çevirme.
tein is. Fr. theine Çayda bulunan ve kafein niteliğinde olan etkili madde.
teizm is. theisme Fr. fel. Tanrıcılık.
tek (I) sf. 1. Eşi olmayan, biricik, yegâne: "Hamil, biliyorsunuz edebiyatımızın tek dâimidir." -Y. Z. Ortaç. 2. is. Birbirini tamamlayan veya aynı türden olan nesnelerden her biri: "Dirseği hafifçe dizime dokunuyor ve bir saçı, bir tek tel saçı kaşının ucuna sürünüyordu." -M. Ş. Esendal. 3. is. Bir kadeh içki: İki tek içmek. 4. zf. Önüne getirildiği cümleye istek ve özlem kavramı katar: Tek yesin de ne isterse yesin. Tek çalışsın da, isterse arada yaramazlık da etsin. 5. zf. Yalnızca: Bunun için tek bir yol var. 6. mec. Hiç, hiçbir: "Tek kelime konuşmadan bu yokuşu indik." -R. H. Karay. 7. mat. İki ile bölünemeyen (sayı): Üç, beş, yedi... tek sayılardır, tek bir 1) olumlu cümlelerde, yalnız bir: Tek bir kişi var. 2) olumsuz cümlelerde, hiçbir: Tek bir kişi yok. tek dalmak sp. güreşte karşı güreşçinin tek bacağını kapmak, tek elden bir yerin veya bir merkezin kumanda ve yönetimi altında olarak. tek geçmek sadece onunla ilgilenmek, sadece ona önem vermek, tek kürekle mehtaba çıkmak 1) eksik hazırlıkla bir işe kalkışmak; 2) beceriksizce alay etmeye kalkışmak.
→ tek adam, tek adam gösterisi, tek anlamlı, tek başına, tekbenci, tek biçim, tek çekirdekli, tek çenekli, tek delikliler, tekdüze, tek erkçi, tek erklik, tek eşli, tek evli, tek fazlı, tek heceli, tek heceli dil, tek hücreli, tek kişilik, tek liste, tek örnek, tek parmaklılar, tek partili, tek pas, tek renkli, tek sayı, tek seçici, tek sesli, tek tanrıcı, tek taraflı, tektaş, tek tırnak işareti, tek tük, tek yanlı, tek yönlü, tek yönlü yol, tek yumurta ikizi-, ikitek, iki tek, dörttek, sekiztek, tek tek, teke tek
tek (II) sf. Sessiz, hareketsiz, uslu. tek durmak uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak, tek durmamak 1) bir taraf öbür tarafa karşı bazı hareket ve çalışmalar İçinde bulunmak; 2) yaramazlık, çapkınlık vb. yapmak.
tekabül is. (tekaıbül) Ar: tekabül esk. 1. Karşılık olma, karşılama. 2. man. Karşı olum. tekabül etmek karşılık olmak, karşılamak, bir şeyin yerini tutmak.
tek adam is. 1. Teklik özelliğini gösteren kimse. 2. Lider.
→ tek adam gösterisi
tek adam gösterisi is. Benzeri olmayan, teklik örneği sergileyen kişinin ortaya koyduğu gösteri.
tekâlif ç. is. (tekâdif) Ar. tekâlif esk. 1. Teklifler. 2. Vergiler, salmalar.
tekâmül is. (tekâmül) Ar. tekâmül esk. 1. Olgunluk, olgunlaşma. 2. Gelişim, gelişme. 3. biy. Evrim, tekâmül etmek 1) olgunlaşmak; 2) evrim geçirmek, gelişmek.
tek anlamlı sf. db. Tek anlamı olan (kelime veya kavram).
tek anlamlılık, -ğı is. Tek anlamlı olma durumu.
tekâpu is. (tekâıpu:) Far. tekâpü esk. Dalkavukluk etme, birinin her dediğini, her yaptığını onaylama.
tekasüf is. (tekâısüf) Ar. tekâşuf esk. 1. Bir araya gelme, toplanma, sıkışma. 2. Yoğun duruma gelme, yoğunlaşma, tekasüf etmek 1) toplanmak; 2) yoğunlaşmak: "Öyle zamanları oluyor ki ateşi gözlerinde tekasüf eden bir neşe volkanı kesiliyor." -A. Gündüz.
tekâsül is. (tekâısül) Ar. tekâsul esk. Üşengeçlik.
tekaüdiye is. (teka:üdiye) Ar. tekâ'udiyye esk. Emekli aylığı: "Devlet kapısında bunca yıl hizmet et çalış, ahir ömründe bir tekaüdiyeden mahrum kal..." -H. Taner.
tekaüt, -dü is. (teka-.üt) Ar. tekâ'ud esk. 1. Emekliye ayrılma. 2. sf. hlk. Emekli; "Emeklilikten evvel aslan gibi olan bir adam, genç yaşında tekaüt edilirse, sönüveriyor." -B. Felek, tekaüt olmak emekli olmak, emekliye ayrılmak: "Son günlerde tekaüt olduğunu haber almıştım." -R. N. Güntekin.
→ tekaüt ikramiyesi, tekaüt maaşı
tekaüt ikramiyesi is. Emekli ikramiyesi.
tekaütlük, -ğü is. Emeklilik.
tekaüt maaşı is. Emekli aylığı.
tek başına zf. Kendi kendine, yalnız olarak: "Kimse yüz vermezse tek başına oturur, hayırsever bir tamdık beklerdi." -Ç. Altan.
tekbenci is. Tekbencilik yanlısı olan kimse.
tekbencilik, -ği is. fel. "Yalnız ben varım, benden başka her şey yalnızca benim tasanmımdır" diyen, öznel beni bilinç içerikleriyle birlikte tek gerçek, tek var olarak kabul eden görüş, solipsizm.
tek biçim sf. Standart.
tekbir is. (tekbi:r) Ar. tekbir Müslümanlıkta Tanrı'nın büyüklüğünü, yüceliğini anmak için söylenen ve "Allahuekber" sözü ile başlayan dua. tekbir getirmek bu duayı okumak: "Hemen şükran secdesine kapanarak tekbir getirir." -H. R. Gürpınar.
tek çekirdekli is. biy. Yalnız bir çekirdeği olan hücre.
tek çekirdekliler ç. is. biy. Yalnız bir çekirdeği olan hücreliler.
tek çenekli sf. bot. Tek çeneği olan.
tek çenekliler ç. is. bot. Buğdaygiller, zambakgiller, palmiyeler, salepgiller, ananasgiller, muzgiller gibi bitkilerin önemli bir sınıfı.
tek çeneklilik, -ği is. Tek çenekli olma durumu.
tekçi is. fel. Tekçilik taraflısı olan, tekçilikle ilgisi olan (kimse), birci, monist.
tekçilik, -ği is. fel. 1. Gerçekliğin temeli olarak yalnızca tek bir ilkeyi benimseyen dünya görüşü, çokçuluk karşıtı, monizm. 2. Gerçekliğin herhangi bir organ gibi bölünmez bir bütün olduğuna ve bağımsız parçaları bulunmadığına inanan öğreti, monizm.
tek delikliler ç. is. zool. Kuşlar gibi yumurtlayarak üreyen, dışkılığı olan memeliler takımı.
tekdir is. (tekdiır) Ar. tekdir esk. Azarlama, paylama: "Kaynanasından ne sözler, ne tekdirler işitmiş..." -M. Ş. Esendal. tekdir etmek azarlamak, paylamak: "Böyle manasız şeylerle uğraştığın için seni biraz tekdir ediyordum." -R. N. Güntekin.
tekdüze sf. 1. Değişmeksizin, düzenli, aynı biçimde tekrarlanan, sürüp giden, tek örnek, muttarit, yeknesak, biteviye, monoton: "Geçmişe ait kişiler, olaylar bu tekdüze yaşam içinde renkli bir rüya hüviyeti alabilirler. " -H. Taner. 2. zf. Değişmeyerek, aynı biçimde tekrar edilerek.
tekdüzeleşme is. Tekdüzeleşmek işi.
tekdüzeleşmek (nsz) Tekdüze bir duruma gelmek: "Bilmediğiniz oyun kalmayınca tekdüzeleşiyor birden dünya." -H. Taner.
tekdüzelik, -ği is. Tekdüze olma durumu, yeknesaklık, biteviyelik, monotonluk: "Günler birbirine benzer bir tekdüzelikte geçmektedir." -H. Taner.
teke is. zool. 1. Erkek keçi. 2. Bir karides türü. 3. Tüylü devenin erkeği İle tek hörgüçlü dişi devenin geriye melezlenmesinden elde edilen bir deve türü.
tekeden süt çıkarmak hlk. olamayacak. şeyleri olur duruma getirmek: "Sen meram ettikten kelli, tekeden süt çıkarırım, ağam! diyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
→ teke dikeni, tekesakalı, boynuzluteke
tekebbür is. Ar. tekebbür esk. Kibirlenme, büyüklenme, çalım, kurum.
teke dikeni is. bot. Patlıcangiller familyasından yüksek çalı biçiminde dikenli bitki. .
tekeffül is. Ar. tekeffül esk. 1. Bir şeyin sorumluluğunu üzerine alma, yükümlenme. 2. Kefil olma. tekeffül etmek 1) yükümlenmek; 2) kefil olmak.
tekel is. 1. Bir malın yapımının, tek bir kuruluşun elinde bulunduğu durum, inhisar, monopol: Türkiye'de bazı içkiler tekel maddeleridir. 2. Herhangi bir üretim alanını devletin elinde tutma, satışı tek elden yönetme ve fiyata hâkim olma durumu, inhisar, monopol. 3. mec. Bir tek şeye tek başına sahip çıkma: "Özel yalıların tekelinden kurtarılan yeni kıyılar da halkın denizle buluşmasını sağlayacak." -H. Taner, tekelinde olmak herhangi bir şey tekeli altında bulunmak, elinde tutmak, inhisarında olmak, tekeline (veya tekellerine) almak 1) bir şeye tek başına sahip olmak, inhisarına almak, patentini almak; 2) mec. fikir, sanat vb. alanda kendi görüşünü hâkim kılmak.
→ tekel bayisi, tekel maddesi, tekel ürünleri
tekel bayisi is. Tekel ürünlerini satan iş yeri.
tekelci is. 1. Tekel kuran ve bu tekeli kabul ettiren kimse, inhisarcı. 2. Tekel görevlisi. 3. sf. mec. Bir şeye, bir düşünceye tek başına sahip olma, benimseme, yayma taraflısı olan: "Politikpartilerin tekelci görüşlerinin etkisinden daha kolay sıyrılıyor." -H. Taner.
→ tekelci anamalcılık
tekelci anamalcılık, -ği is. ekon. Ana sermayenin merkezleşme eğiliminden doğan tekelleşme aşaması.
tekelcilik, -ği is. Tekelci olma durumu, inhisarcılık.
tekelleşme is. Tekelleşmek işi.
tekelleşmek (nsz) Tekel durumuna gelmek.
tekelleştirme is. Tekelleştirmek işi.
tekelleştirmek (-i) Tekel durumuna getirmek.
tekellüf is. Ar. tekelluf esk. 1. Zahmet veren bir iş görme, güçlüğe katlanma. 2. Bir işi gösterişli bir biçimde yapmaya çalışma, özenme, gösteriş.
→ teklif tekellüf
tekellüm is. Ar. tekellüm esk. Söyleme, konuşma.
tekel maddesi is. Tekel ürünleri arasında satışa sunulmuş madde.
tekel ürünleri ç. is. Tekel tarafından üretimi yapılan maddeler.
tekemmül is. Ar. tekemmül esk. Olgunlaşma, yetkinleşme, tekemmül etmek olgunlaşmak, yetkinleşmek, erginleşmek.
teker is. 1. Tekerlek: Araba tekeri. Makine tekeri. 2. sf. Tekerlek biçimde olan: Bir teker peynir. 3. astr. Bir gök cisminin çember biçiminde görünen yüzeyi. 4. astr. Cismin gökyüzü üzerindeki iz düşümü. 5. İnce ve çapı oldukça büyük teker şeklinde parça. teker meker yuvarlanmak 1) döne döne yuvarlanmak; 2) iyi durumda olan bir kişi durumunu birdenbire yitirmek, tekere çomak sokmak (veya taş koymak) birinin yolunda giden işini aksatan, engelleyen davranışta bulunmak: "Neden ikide bir tekere çomak sokarlar? Neden kalkınma hamlesine bir tuğla da onlar koymazlar? " -H. Taner. "Kırıp geçirmeye niyet etmişti ama ah bu kadın, gene tekerine taş koymuştu." -O. Kemal.
→ teker teker, arka teker, art teker, çevre teker, çiftteker, düzen teker, ön teker, üç teker, yedek teker, güneş tekeri
tekercik, -ği is. bl. Bilgisayarda oluşturulmuş, yazılmış bilgileri saklamak, bir başka yere aktarmak amacıyla kullanılan araç.
tek erkçi is. Monarşist.
tek erkçilik, -ği is. Monarşizm.
tek erklik, -ği is. Monarşi.
tekerlek, -ği is. 1. Merkezde bulunan ve bir eksenin çevresinde dönebilir çember, teker: "Bozuk düzen taşların üstünde fıkırdayan / Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor." -F. N. Çamlıbel. 2. sf. Bu biçiminde olan. tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur sonucu kötü çıktıktan sonra bir davranış üzerine akıl öğreten çok bulunur.
→ tekerlek pabucu
tekerlekçi is. Araba tekerliği yapan kimse.
tekerlekçilik, -ği is. Araba tekerleği yapanın işi.
tekerlekli sf. Tekerleği olan, tekerli: "Yük taşıyan tekerlekli arabalar..." - S. F. Abasıyanık.
→ tekerlekli koltuk, tekerlekli sandalye
tekerlekli koltuk, -ğu is. Tekerlekli sandalye.
tekerlekli sandalye is. Sakatların bir yere gidebilmek için kullandıkları tekerlekleri olan oturma aracı, tekerlekli koltuk.
tekerlek pabucu is. Arabaların, yokuş inerken hızlanmalarını önlemek için, tekerlek altına sürülen ve arabaya zincirle bağlı bulunan demir parçası.
tekerleme is. 1. Tekerlemek işi. 2. Çoğunlukla basmakalıp söz: "Bazısının konuşması, tekerleme hâlinde tekrar ettiği birkaç kelimeden ibarettir." -R. N. Güntekin. 3. Birbiriyle uyumlu hazır söz kalıbı: "Çocuklar, türkülü bir tekerleme ile karşılarlar leyleklerin gelişini." -N. Cumalı. 4. ed. Çoğunlukla, masalların genellikle başında bulunan "Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" gibi uyaklı giriş veya ara sözler: "Tekerlemelere, bilmecelere gelince bence bunlar aydınlık şeyler. Anlaşılmaz gibi görünmeleri zihni çeşitli anlamlar üzerinde dolaştırmalarından geliyor." -S. Birsel. 5. ed. Saz şairleri arasında yapılan deyiş yarışı. 6. tiy. Orta oyununda, özellikle Kavuklu'nun kullandığı sözler.
tekerlemek (-i) Yuvarlamak, döndürmek.
tekerlenme is. Tekerlenmek işi.
tekerlenmek (nsz) 1. Yuvarlanmak, dönmek: "Bir kaza olsa Cambaz Ali belki aletleriyle beraber aşağıya tekerlenecek." -R. N. Güntekin. 2. mec. Durumu bozulmak, kötüye gitmek. 3. mec. Uğraşmak, peşinde koşmak, yuvarlanıp gitmek: "Normal yaşamının çekişmeleri içinde tekerlenip. giden insan, bayramlarda bir nefis muhasebesi yapmak imkânı bulur." -H. Taner.
tekerli sf. Tekeri olan, tekerlekli.
tekerrür is. Ar. tekerrür Tekrarlanma, yinelenme. tekerrür etmek tekrarlanmak: "Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" -M. A. Ersoy.
teker teker zf. Birer birer, ayrı ayrı: "Davarları teker teker sattım." -Halikarnas Balıkçısı.
tekesakalı is. bot. Bileşikgillerden, kökleri sebze olarak kullanılan otsu bir bitki (Tragopogon porrifolius).
tekeseme is. Tekesemek işi.
tekesemek (nsz) Dişi keçi çiftleşmek için teke istemek.
tekessür is. Ar. tekeşşur esk. Çoğalma, artma. tekessür etmek çoğalmak, artmak.
tek eşli sf. Eşi bir tek olan, tek evli, monogam.
tek eşlilik, -ği is. sos. Kadının veya erkeğin karşı cinsten yalnız bir kişiyle evlenebilmesini onaylayan, birden çok kadınla veya erkekle evlenmeyi yasaklayan evlilik biçimi, tek evlilik, monogami.
teke tek zf. Bire karşı bir, yeke yek: Teke tek dövüşmek.
tek evli sf. Tek eşli.
tek evlilik, -ği is. sos. Tek eşlilik.
tekevvün is. Ar. tekevvün esk. Oluş, oluşma, var olma, doğuş.
tek fazlı is. Elektrik akımının tek faza yüklenmesi.
tekfin is. (tekfv.n) Ar. tekfin esk. Kefenleme. tekfin etmek kefenlemek.
tekfir is. (tekfur) Ar. tekfir esk. Kâfir sayma. tekfir etmek birini kâfir saymak.
tekfur is. Erm. tar. Bizans İmparatorluğu zamanında vali düzeyinde olan yöneticilerle Anadolu ve Rumeli'deki Hristiyan beylerine verilen ad.
tekfurluk, -ğu is. 1. Tekfur olma durumu. 2. Tekfurun yönetimi altında bulunan yer.
tek heceli dil is. db. Çince ve Tibetçe gibi kelimeleri tek heceden oluşan dil.
tek hücreli sf. biy. Bir hücreli.
tekiden zf (te'kiden) Ar. te'kıden Tekit edilerek, tekit yoluyla, üsteleyerek, yineleyerek.
tekil is. dbl. Teklik: Çocuk, ev, geldim, geldin gibi.
tekila is. İng. tequila Sert bir Meksika içkisi.
tekillik, -ği is. Tekil olma durumu.
tekin sf. 1. Boş, içinde kimse bulunmayan. 2. Uğurlu olan: "Ninem, 'akşam saatlerinde hamamlar tekin değildir, insanı çarpar' demişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Kendisinde doğaüstü bir güç olduğu sanılan, uğursuz, sakınılması gereken (insan veya hayvan). 4. is. tar. Eski Türklerde bir babanın taşınmaz mallarının mirasçısı olan en küçük oğlu.
tekinsiz sf 1. Tekin olmayan, uğursuz: "Ürperdi bir tekinsiz kedi gibi sokaklar." -F. N. Çamlıbel. 2. is. sos. Belli davranış veya sözlerin bir toplumca, bir toplumsal grupça tehlikeli sayılması ve olumsuz yaptırımlara bağlanarak yasaklanması, tabu.
tekir is. zool. 1. Barbunyaya (I) benzeyen bir balık (Mugil surmulletus). 2. sf. Postu siyah çubuklarla ve beneklerle süslü, kül renginde veya boz olan (kedi): "Annem tekir kedinin bîr yavrusunu bana ayırmıştı." -A. Gündüz.
tekit, -di is. (te:ki:t) Ar. te'kıd esk. Kuvvetleştirme, sağlamlaştırma, üsteleme: "Bu sözü bir alay uydurma vakalarla, kazalarla tekide çalışıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. tekit etmek kuvvetleştirmek, sağlamlaştırmak, pekiştirmek, üstelemek.
tekke is. Ar. tekye 1. tar. Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yer, dergâh: "Hemen her ev yarı saray ve yarı tekke gibi bir şeydi." -A. Ş. Hisar. 2. işsiz güçsüz kimselerin buluşup sığındıkları yer. 3. argo Esrar içilen üstü kapalı yer. tekkeyi bekleyen çorbayı içer bir şeyi elde etmek için bazı sıkıntılara katlanmak gerekir.
→ esrar tekkesi, miskinler tekkesi
tek kişilik, -ği sf. Tek kişiye özgü.
tekleme is. Teklemek işi.
teklemek (4) 1. Sık fideleri seyrekleştirmek: Mısırları tekledi. 2. (nsz) Motorda pistonun biri çalışmamak: Motor tekliyor. 3. Tabanca bozulup tutukluk yapmak. 4. mec. Kalp düzenli çalışmamak. 5. argo Kekelemek.
tekleşme is. 1. Tek duruma gelme. 2. dbl. Ünsüz tekleşmesi.
→ ünsüz tekleşmesi
tekleşmek (nsz) Tek özellik göstermek.
tekli is. 1. müz. Bir sanatçının tek eserini seslendirdiği kaset. 2. Tek yataklı otel odası.
teklif is. Ar. teklifi. Birinden yapılması zor, eziyetli bir iş isteme. 2. İncelenmek veya kabul edilmek için bir şey sunma, önerme, öneri: "Elbise değiştirmek teklifini bir kere de ben tekrar ettim." -R. N. Güntekin. 3. öneri. 4. İçten olmayan, resmî davranış, teklif etmek 1) önermek, Öneride bulunmak: "Bilmem ne dağındaki petrol arama kampında bir iş teklif etmişlerdi." -O. V. Kanık. 2) öne sürmek; 3) evlenme, arkadaşlık isteğinde bulunmak.
→ teklif tekellüf, değişiklik teklifi, kanun teklifi, tadil teklifi, yasa teklifi
teklifli sf. Kendisiyle samimi, içli dışlı olunmayan, resmî: "Bu dolabın içinde, teklifli misafirlere mahsus lavanta çiçeği kokan, yumuşak tüylü Bursa havluları dururdu." -H. Taner.
teklifsiz sf. Samimi, içli dışlı, sıkı fıkı: "Bunlardan başka bazı teklifsiz aile dostları da var." -R. N. Güntekin.
→ teklifsiz konuşma
teklifsizce zf (teklifsi'zce) Teklifsiz bir biçimde, içten olarak: "Vaktiyle teklifsizce dertleşirdik." -A. İlhan.
teklifsiz konuşma is. Senli benli, samimi, resmî olmadan konuşma ve davranma.
teklifsizlik, -ği is. Teklifsiz olma durumu veya teklifsiz davranış: "Aradan beş dakika geçmediği hâlde neşesi zevzeklik, teklifsizliği küstahlık şeklini alıyordu." -R. N. Güntekin.
teklif tekellüf is. Samimi olmama, resmî olma durumu, teklifli olma: "Bir evlat için abramızda teklif tekellüf mü var?" -A. Mithat.
teklik, -ği is. 1. Tek, bir olma durumu. 2. dbl. Kelimelerde bir varlığı veya çekimli fiillerde bir kişiyi bildiren biçim, tekil, müfret, çoğul, çokluk karşıtı: öğrenci-y-m, ev-im, gel-di-m vb. 3. argo Lira: "Seni satmam çocuğum / Dört yüz bin tekliğe." -S. F. Abasıyanık.
→ teklik eki
teklik eki is. dbl. Tek özellik gösteren ek.
tek liste is. 1. Seçimde muhalefeti olmayan liste. 2. Yenilecek yemeklerin ne olduğu önceden belirlenip gelen müşterilere aynı yemeklerin verildiği uygulama, fıks menü.
tekme is. 1. Ayakla vuruş: "Zeynep Kadın, bir süre tekmeler, yumruklar altında bunalıp kalıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Hayvanın art ayağıyla vurması, çifte, tekme atmak (veya vurmak) 1) ayakla bir yere sertçe vurmak: "Kafama bir tekme vurdular, bir şeyler söylenerek bırakıp gittiler." -M. Ş. Esendal. 2) çifte atmak; 3) ihanet etmek. tekme yemek 1) birinin ayağından darbe almak; 2) ihanete uğramak: "Bu sefer de heriften bir tekme yersen, bir daha belini doğrultamazsın."-M. Ş. Esendal.
tekmeleme is. Tekmelemek işi.
tekmelemek (-i) Tekme vurmak, tekme atmak: "Ayağımın ucuna ne gelirse çiğniyor, tekmeliyordum." -R. N. Güntekin.
tekmelenme is. Tekmelenmek işi.
tekmelenmek (nsz) Tekme vurulmak.
tekmil is. (tekmili) Ar. tekmil esk. 1. Tamamlama, bitirme. 2. sf. Bütün, tüm: "O bana Ahmet Midhat Efendi'nin tekmil kitaplarını sattı." -H. C. Yalçın. 3. sf. Eksiksiz. 4. ask. Tekmil haberi, tekmil vermek ask. bir ast bir üste bir iş, bir durum üzerinde bilgi vermek.
→ tekmil haberi
tekmil haberi is. 1. ask. Askerlikte astın üste verdiği sözlü rapor, tekmil. 2. Bir işin tamamlanmış olduğu haberi, tekmil.
tekmilleme is. Tamamlamak işi.
tekmillemek (-i) Tamamlamak, bütünlemek, bitirmek: "Hele dur öfkemi tekmilleyeyim." -M. A. Ersoy.
tekne is. 1. Türlü işlerde kullanılmak için çoğu ağaçtan veya taştan yapılan, uzun ve geniş kap: "Bir taş teknenin üstünde doktor Abbas'ın ölüsünü kesti biçti." -Y. Kemal. 2. Bir tür küçük deniz taşıtı: "Kayıkçı, deniz suyu vura vura boyası çürüyen teknesini, Bostan İskelesi'nin basamağına bağladı." -F. R. Atay. 3. Sızdırabilir veya sızdırmaz olarak yapılmış, levhaları bir parçadan oluşmuş, kulpları ve kulp delikleri bulunan, bir veya iki kişi tarafından taşınabilir üstü açık bir ambalaj türü. 4. den. Geminin omurga, kaburga ve kaplamadan oluşan temel bölümü. 5.jeol. Katmanlı kayaçların içeri doğru çukur, alçak bölümü, ineç, kemer karşıtı. 6.jeol. ve coğ. Yer kabuğundaki kıvrımların çukur, alçak yeri, havza.
→ tekne kazıntısı, livarlı tekne, duş teknesi, gangama teknesi, hamur teknesi, mercan teknesi
tekneci is. 1. Tekne, özellikle deniz teknesi yapan ve satan kimse. 2. Sokaklarda balık satan kimse.
teknecilik, -ği is. Deniz teknesi yapımı.
tekne kazıntısı is. Yaşlıların son doğan çocukları.
teknetyum is. Fr. technetium kim. Atom numarası 43, atom ağırlığı yaklaşık 98 olan, yapay olarak elde edilen radyoaktif element (simgesi Tc).
teknik, -ği is. Fr. technigue 1. Bir sanat, bir bilim, bir meslek dalında kullanılan yöntemlerin hepsi. 2. Fizik, kimya, matematik vb. bilimlerden elde edilen verileri İş ve yapım alanında uygulama: Yurdumuz teknik gelişme yolundadır. 3. sf. Bu uygulamaya dayanan, bu uygulamaya ilişkin: Teknik okul. 4. Yol, beceri, yöntem: "Bu kızın sanatını hiç olmazsa teknik tarafından bildiğine hükmediyorum." -H. E. Adıvar. 5. sf. Teknikle ilgili bir sanata, bir bilime, bir mesleğe özgü olan: Teknik terimler.
→ teknik adam, teknik direktör, teknik eğitim, teknik lise, teknik okul, teknik öğretim, teknik şartname, teknik üniversite, sinema tekniği, top tekniği
teknik adam is. 1. Teknikçi. 2. sp. İlgili olduğu spor dalında teknik açıdan uzmanlığı bulunan kişi.
teknikçi is. 1. Bir işin bilim yönünden çok, uygulama ve pratik yönü ile uğraşan kimse, teknik adam, teknisyen, tekniker. 2. sin. ve TV Film yapımının herhangi bir teknik kolunda çalışan usta işçi.
teknik direktör is. sp. Spor takımının oyuncularını kurduğu düzene göre oynatan, oyuncularla spor kulübü arasında ilişkileri düzenleyen kişi.
teknik eğitim is. Mekanik alandaki uğraşlara, sanayi ile ilgili işlere veya uygulamalı bilim alanlarına ilişkin eğitim.
tekniker is. Alm. Techniker Teknikçi.
teknik lise is. Teknik alanlarda eğitim vererek öğrenciyi yükseköğretim kurumlarına hazırlayan ortaöğretim kurumu.
teknik okul is. Öğrencileri teknik alanlarda yetiştiren okul.
teknik öğretim is. Bir tekniğin veya teknik yöntem ve becerilerin kazandırılmasına önem veren öğretim.
teknik şartname is. İhalenin teknik özelliklerini içeren şartname.
teknik üniversite is. Ağırlıklı olarak teknikle ilgili öğretimin yapıldığı yükseköğretim kurumu.
teknisyen is. Fr. technicien Teknikçi.
→ başteknisyen
teknokrasi is. İng. technocracy Devlet yönetiminde son sözün yönetim ve ekonomi uzmanlarına bırakılmasına dayanan siyasi yöntem.
teknokrat sf. Fr. technocrate 1. Teknokrasiden yana olan. 2. is. Ekonomik mekanizmaların teorik incelenmesine dayanan ancak insan etkenini her zaman yeterince göz önünde bulundurmayan devlet adamı veya memur.
teknokratçılık, -ğı is. 1. Teknokrat yanlısı olma durumu. 2. Teknokratların iktidarı.
teknoloji is. Fr. technologie Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri kapsayan bilgi.
→ ileri teknoloji, bilişim teknolojisi
teknolojik, -ği sf. Fr. technologique Teknoloji ile ilgili.
tek örnek, -ği sf. Tekdüze.
tek parmaklılar ç. is. zool. Memeliler sınıfının otçul, geviş getirmeyen, beş parmaklı fil, üç parmaklı gergedan, tapir veya bir parmaklı toynaklıları içine alan alt takımı.
tek partili sf. Tek partiye dayanan (siyasi hayat).
tek pas is. sp. Oyuncunun kendisine gelen topu bekletmeden en uygun durumda olan arkadaşına vererek karşı takımın oyun kurmasını engellediği pas. tek pas yapmak kendisine gelen topu bekletmeden en uygun durumda olan arkadaşına vererek karşı takımın oyun kurmasını engellemek.
tekrar is. (-ra:rı) Ar. tekrar 1. Aynı olayın, işin, hareketin yeniden ortaya çıkışı, tekrarlanması: "Gerçi hayat kitaba sığmayacak kadar geniştir fakat tekrarlarla doludur." -A. Haşim. 2. Bir konuşma veya yazıda aynı düşünceyi, kelimeyi birçok defa söyleme. 3. zf. Bir daha, yine, yeniden, gene: "Kimi yaralandı geldi, tekrar gitti, kimi şehit oldu." -M. Ş. Esendal. tekrar etmek yeni baştan söylemek veya yapmak: "Sözünü hemen her gün tekrar etmekten kendimi alamıyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ tekrar tekrar
tekrardan (te'krardan) bk. tekrar tekrar.
tekraren zf. (tekraıren) Ar. tekrâren esk. Tekrar tekrar, tekrarlanarak, defalarca.
tekrarlama is. Tekrarlamak işi.
tekrarlamak (-i) Yinelemek: "Kar, çam ormanlarını kapladıkça tekrarlayıp durduğu mısraları, bir başkasıyla paylaşmak istemişti. " -A. İlhan.
tekrarlanma is. Tekrarlanmak işi: "... kitap sonlarında eklediği felsefi düşüncelerin, eserin zaten yansıttığı bir ana düşüncenin çeşitli şekillerde tekrarlanmasından başka bir şey olmadığını söylerdim." -A. Ş. Hisar.
tekrarlanmak (nsz) Tekrar edilmek, tekrar tekrar dile getirilmek, yeniden söylenmek.
tekrarlatma is. Tekrarlatmak işi.
tekrarlatmak (-i) Tekrar ettirmek, yeni baştan yaptırmak.
tekrarlı sf. Tekrar edilen, mükerrer: "Belki de dünyanın hayatı bizimkinden daha monoton, daha yeknesak ve bilhassa daha tekrarlıdır." -Ş. Rado.
tekrarsız sf. Tekrarı olmayan.
tekrar tekrar zf. Üst üste, ardı ardına: "Her ülkenin sanatçıları seçtikleri konuları tekrar tekrar işlerler." -N. Cumalı.
tek renkli sf. 1. Tek rengi olan. 2. fiz. Yalnız basit bir renk veren (ışık).
tekrir is. (-ri:ri) Ar. tekrir 1. Tekrar etme, yeniden söyleme. 2. ed. Bir yazıda, bir şiirde sözü veya kavramı anlatımı pekiştirmek amacıyla sık sık tekrar etme sanatı, tekrir etmek tekrarlamak.
tek sayı is. mat. 1, 3, 5, 7, 9 gibi kesirsiz olarak 2'ye bölünemeyen sayılar.
tek seçici is. sp. Bir takıma girecek sporcuların seçiminde yetkili olan kimse: "Futbol takımını yapan tek seçici gibi herkesi her yerde deniyordu." -H. Taner.
tek seçicilik, -ği is. Tek seçici olma durumu.
tek sesli sf. 1. müz. Benzer seslerin kullanılmasıyla yapılan (müzik vb.). 2. mec. Değişik düşünceler dile getirilemeyen (ortam, toplum).
tek seslilik, -ği is. Tek sesli olma durumu.
teksif is. (teksi:f) Ar. teksif esk. Yoğunlaştırma, sıklaştırma, koyulaştırma, teksif etmek yoğunlaştırmak.
teksir is. (teksiır) Ar, teksir Çoğaltma, teksir etmek yazıyı çoğaltmak.
→ teksir kâğıdı, teksir makinesi
teksir kâğıdı is. 1. Saman kâğıdı. 2. esk. Çoğaltma makinesinde kullanılan baskı kâğıdı.
teksir makinesi is. Çoğaltma makinesi.
tekst is. Fr. texte Metin: "Holdinglere reklam teksti yazan benden kat kat fazla kazanıyor. " -H. Taner.
tekstil is. Fr. textile 1. Dokuma. 2. Dokumacılık.
tekstilci is. Tekstil işi ile uğraşan kimse.
tekstilcilik, -ği is. Tekstilci olma durumu.
tek tanrıcı is. sos. Tek tanrıcılığa inanan kimse, monoteist.
tek tanrıcılık, -ği is. sos. 1. İnsanın, doğada ve toplumda, ilk veya değişmez sebebi araştırmasına yol açan tarihsel şartların etkisiyle her şeye gücü yeten bir tek tanrı düşüncesine varması, monoteizm. 2. Evreni, doğayı ve toplumu yaratıp yöneten, her şeye gücü yeten tek bir tanrı bulunduğuna inanma ve ona tapınma.
tek taraflı sf. Tek bakış açısı olan, tek yanlı.
tek taraflılık, -ğı is. Tek taraflı olma durumu.
tektaş sf. Sadece bir pırlantası veya elması olan (yüzük, küpe).
tek tırnak işareti is. dbl. Çift tırnakta verilen bir alıntının içinde yer alan bir başka sözü belirlemek için kullanılan noktalama işaretinin adı ('...').
tektonik, -ği is. Fr. tectonigue jeol. Parçalanıp dağılmış yer katmanlarının birbirleri ile olan ilgilerini araştıran yer bilimi kolu.
tek tük sf 1. Az, seyrek: "Tek tuk kuru ağaçların dallarında yeşillenmeye yeltenen bir bahar seziliyor." -H. E. Adıvar. 2. zf. Az, seyrek olarak: "Arada tek tük gelenlerin çoğu kapıdan bakıp oturmadan geri dönüyorlardı. " -N. Cumalı.
tekvando is. (tekva'ndo) Kor. El ve kol vuruşlarından çok, ayak ve tekme tekniklerine önem veren, Uzak Doğu'ya özgü dövüş sanatı.
tekvin is. (tekv'r.n) Ar. teltvin esk. Oluşturma, var etme, yaratış, yaratma, tekvin etmek yaratmak.
tek yanlı sf. Tek taraflı: Tek yanlı düşünme gerçekleri görmeye engeldir.
tek yanlılık, -ğı is. Tek yanlı olma durumu.
tek yönlü sf. 1. Tek yönü olan. 2. Tek taraflı: Tek yönlü bir çalışma.
→ tek yönlü yol
tek yönlülük, -ğü is. Tek yönlü olma durumu.
tek yönlü yol is. Üzerinde trafiğin yalnız bir yönde hareket edebildiği kara yolu.
tek yumurta ikizi is. tıp Tek yumurtada döllenen ve çıkan ikizler.
tekzip, -bi is. (zi:bi) Ar. tekzîb Yalanlama: "Üçü de derhâl tekzip etti ve tekziplerinin başında tabii seksen yaşında olmadıklarım altını çizerek ilan ettiler." -H. E. Adıvar. tekzip etmek yalanlamak, doğru olmadığını açıklamak: "Öyle bir şey uydur ki çabuk tekzip edilemesin." -P. Safa.
tel (I) is. 1. Türlü metallerden yapılmış, kopmaya karşı bir direnç gösteren ince uzun nesne: Gelin teli. Telgraf teli. 2. Tencere, çaydanlık vb.ni ovarak temizlemek için kullanılan nesne. 3. İnsan saçını oluşturan ipçik: "İki açık sarı tel terli alnımızın üstüne yapışmıştı." -S. F. Abasıyanık. 4. sf. Bu nesneden yapılmış veya bu biçimde olan: Tel kafes. Tel çivi. 5. biy. Bazı organizmaların demet durumundaki oluşumunu meydana getiren ipçiklerin her biri, lif. tel çekmek telle çevirmek, tel germek: Bahçeye tel çektik. teli kırmak bağlı bulunduğu kuruluşlarla ilişkisini kesmek, teller takmak (veya tel takınmak) alay sevincini aşırı davranışlarla gösterenler için kullanılan bir söz.
→ tel cambazı, tel çivi, tel dikiş, tel dokuma, tel dolap, tel fırça, tel halat, tel kadayıf, tel kafes, tel kurdu, tel küf, tel küflüce, tel örgü, tel şehriye, tel tel, tel zımba, bam teli, elektrik teli, gelin teli, kafes teli, telgraf teli, ses telleri
tel (II) is. Telgraf, tel çekmek telgraf çekmek.
→ telyazı
tela is. (te'lâ) İt. tela Kumaşla astar arasına konularak giysinin dik durmasını sağlayan kolalı bez.
telaffuz is. (telâffuz) Ar. telaffuz 1. Söyleyiş, söyleniş, sesletim: "Bir bebek telaffuzunu taklit etmediğiniz eksik." -R. N. Güntekin. 2. db. Boğumlanma, telaffuz edilmek 1) söylenmek; 2) dbl. boğumlanmak, telaffuz etmek söylemek: "Bir türlü sesi çıkamıyor ve başka bir tek kelime daha telaffuz edemiyormuş."-A. Ş. Hisar.
→ telaffuz cihazı, telaffuz organı
telaffuz cihazı is. Bir dildeki söz varlıklarının doğru ve düzgün telaffuzunu gösteren alet.
telaffuz organı is. Sözlerin ses durumuna gelmesini sağlayan organlar.
telafi is. (telâfi:) Ar. telâfi Kötü bir etkiyi veya sonucu başka bir etki ile yok etme, karşılama, yerine koyma: Telafisi kolay olmayan bir zarar, telafi etmek ziyan olan veya elden çıkan bir şeyin yerini doldurmak, karşılamak: "Onun sevimsizliğim bunun cana yakınlığı ile telafi etmenin yolunu bulmuşlar." -H. Taner.
telaki is. (telâ:ki:) Ar. telâki esk. Buluşma, kavuşma.
telakki is. (telâkki:) Ar. telakki 1. Anlayış, görüş: "O zamanki telakkiye göre, sigara sporcuların uzak durması gereken yasakların başında gelirdi." -H. Taner. 2. Kabul etme, sayma, telakki etmek saymak, öyle kabul etmek, öyle anlamak: "Bu beğenilmeyi bir hak, güzelliğine karşı herkesin vermeye mecbur olduğu bir vergi telakki etmeye alışmıştı." -R. N. Güntekin.
→ hüsnütelakki
telalama is. Telalamak işi.
telalamak (-i) İki kumaş parçası arasına tela koymak.
telaş is. (telâ:ş) Ar. telüşi 1. Herhangi bir sebeple acelecilik: "Atatürk'ün gelişini göremedik ama koridordaki telaştan meseleyi anladık." -H. Taner. 2. Kaygı, tasa, sıkıntı, endişe: "Ben geçerken onun telaşı, sizi dürtmesi gözümden kaçmadı." -H. E. Adıvar. 3. Şaşkınlıktan doğan karışıklık, kargaşa: "O günü vapurda bulunup da hanımların telaşını görseydiniz." -R. N. Güntekin. telaş almak herhangi bir sebeple heyecanlanmak, endişelenmek, acele etmek: "Mabeyni büyük bir telaş alıyor." -A. Ş. Hisar. telaş etmek sıkıntı duyarak acele etmek, endişelenmek, telaşlanmak: "Nazım Paşa böyle bir içtimadan ne kadar telaş etse haklı idi." -A. Rasim. telaş göstermek telaşını belli etmek: "Polisle ben konuşurum, siz telaş göstermeyin." -H. E. Adıvar. telaşa düşmek telaşlanmak: "Vapur işlemeyecek zamanlarda bile bir gün işinden kalmadığını bilen Hayriye Hanım telaşa düştü. " -K. N. Güntekin. telaşa düşürmek telaşlandırmak: "Bu mektubun karışık ifadesi görüyorum ki seni lüzumsuz yere telaşa düşürmüş. " -Y, K. Karaosmanoğlu. telaşa gelmek bir iş telaş sırasında yapılmak, telaşa vermek davranış ve hareketleriyle çevresindekileri heyecana, aceleye, sıkıntıya sokmak: "Bir münasebetsizin denizde boğulma taklidi yaparak vapuru telaşa verdiğini uzun uzun anlatmıştım." -R. N. Güntekin. (bir şeyin) telaşına dalmak herhangi bir şeyle ilgili olarak heyecanla, aceleyle, sıkıntıyla davranmak: "Karısı akşam telaşına dalmış, çardağın etrafında dolanıp duruyordu." -N. Cumalı.
telaşe is. (telâşe) Ar. telâşi Telaş.
→ telaşe müdürü , telaşe nazırı
telaşe müdürü is. Çok telaşlı veya çevresini telaşa veren kimse.
telaşe nazırı is. Telaşe müdürü.
telaşlandırma is. Telaşlandırmak işi: "Cahil bekçinin ... beni telaşlandırmasına rağmen yaralar da ehemmiyetli değil." -R. N. Güntekin.
telaşlandırmak (-i) Telaşlanmasına sebep olmak.
telaşlanış is. Telaşlanma işi veya biçimi.
telaşlanma is. Telaşlanmak işi.
telaşlanmak (nsz) 1. Herhangi bir sebeple acelecilik göstermek: "Geliyor! diye telaşlanarak aşağı koştu." -F. R. Atay. 2. Endişelenmek, kaygılanmak, telaş etmek: "Kafilenin başında polisi gören kadınlar fena telaşlanmışlar dır." -H. Taner.
telaşlı sf 1. Telaş eden, telaşa düşen: "O akşam yine aynı telaşlı ses beni merdiven başında durdurdu." -Y. Z. Ortaç. 2. Aceleci.
telaşlılık, -ğı is. Telaşlı olma durumu.
telaşsız sf. 1. Telaş etmeyen, telaş göstermeyen, soğukkanlı: "Sonra telaşsız, emin adımlarla sinemaya doğru yürüdü." -H. Taner. 2. zf Soğukkanlılıkla, şaşırmadan: "Suları hiç telaşsız ama motor gibi kulaçlamaya başladı." -H. Taner.
telaşsızlık, -ğı is. Telaşsız olma durumu.
telatin is. (telaıtin) Rus. esk. Bir tür sağlam, yumuşak dana veya öküz derisi.
tel cambazı is. 1. Telde oynayan cambaz. 2. mec. Çok kaypak davranan kimse.
telcik, -ği is. bot. 1. Çok ince organ, özellikle köklerin ince ayrıntılarındaki iplikçik. 2. bot. Erkek organda başçığı taşıyan ince bölüm. 3. zool. Sinir veya kas hücrelerinin sitoplazmasmda bulunan ince iplikçikler.
tel çivi is. Telden yapılan çivi.
tel dikiş is. Telle yapılan dikiş.
tel dokuma is. Telle Örülmüş dokuma.
tel dolap, -bı is. Yanları ve kapağı ince delikli telden yapılmış dolap.
telef is. Ar. telefi. Yok etme, öldürme. 2. Boş yere harcama, yıpratma, telef etmek öldürmek, mahvetmek, telef olmak ölmek, mahvolmak.
telefat is. (te!efa:t) Ar. telefat esk. Savaş, kaza vb. sebeplerle uğranılan can kaybı.
teleferik, -ği is. Fr. teleferiaue, telepherigue Birbirinden uzak iki yüksek yer arasında, havada gerilmiş bir veya birkaç kablo üzerinde kayarak hareket eden asılı taşıt: "Ayrıca bir de teleferik var ama o her tarafa işlemiyor. " -H. Taner.
telefon is. Fr. telephone 1. Konuşmaları ileten ve yansıtan elektrik tesisatının bütünü. 2. Birbirinden uzakta bulunan İki kişinin konuşmasını sağlayan aygıt, telefon etmek (veya açmak) birini telefonla aramak ve bir şey söylemek: "Siz gelmeyin, ben telefon eder, gelirim." -A. H. Tanpınar. "Ne zaman telefonu açıp nasılsınız?, diye hatırım soracak olsam..." -A. Ş. Hisar.
→ telefon diplomasisi, telefon direği, telefon hattı, telefon kabini, telefon kartı, telefon kulübesi, telefon rehberi, telefon santrali, ankesörlü telefon, kartlı telefon, kontörlü telefon, kutulu telefon, mobil telefon, radyotelefon, telsiz telefon, araç telefonu, cep telefonu, el telefonu
telefoncu is. 1. Telefon düzeni kuran veya telefon onaran kimse. 2. Özelikle cep telefonu alıp satan kimse. 3. Santral memuru, santralci.
telefonculuk, -ğu is. 1. Telefon kuruculuğu veya onancılığı. 2. Telefon santrali memurluğu.
telefon diplomasisi is. Devletler arası ilişkilerde telefon aracılığıyla kurulan görüşme yolu.
telefon direği is. Telefon tellerinin aktarımı için dikilen ağaç veya metal direk.
telefon hattı is. Telefon tesisini ve iletişimini sağlayan tel örgü ağı.
telefon kabini is. Telefon kulübesi.
telefon kartı is. Telefon etmek için satın alınan ve manyetik gücü ile telefon makinesini çalıştıran kart.
telefon kulübesi is. Şehir veya mahallelerin belli yerlerinde telefon edilebilecek özel yer, telefon kabini.
telefonlaşma is. Telefonlaşmak işi.
telefonlaşmak (nsz, -le) Birbiriyle telefonda konuşmak.
telefonometre is. Fr. telephonometre Telefon konuşmalarının süresini ve sayısını gösteren sayaç.
telefon rehberi is. Belirli il, ilçe veya kurumdaki telefon numaralarının sahiplerini alfabetik sıraya göre gösteren kitap.
telefon santrali is. 1. Aynı merkeze bağlı ve iletişim akışı için giriş ve çıkışın otomatik olarak yapılmasını sağlayan sistem. 2. Bu sistemin kurulu bulunduğu yer.
telefotografi is. Fr. telephotographie Fotoğraf, resim, yazı vb. durağan görüntülerin elektrik akımıyla uzaklara iletilmesi yolu.
telek, -ği is. zool. Kuşların gövde, kanat ve kuyruğunda bulunan, uçma, örtü ve kuyruk telekleri olarak üçe ayrılan, çeşitli renklerde kalın eksenli tüy.
telekart is. Fr. tele + carte 1. Telefon etmek için kullanılan kart. 2. Banka kartı.
teleke is. Kanat teleklerinin uzun ve serti.
telekız is. Fr. tele + T. kız Telefon ile iletişim kurarak fuhuş yapan kadın.
telekinezi is. Fr. telekinesie psikol Uza devim.
telekomünikasyon is. Fr. telecommıtnication Haber, yazı, resim, sembol veya her çeşit bilginin tel, radyo, optik ve başka elektromanyetik sistemlerle iletilmesi, bunların yayımı veya alınması, uz iletişim.
telekonferans is. Fr. teleconference Telefon ile uzak merkezlerden konuşmacıları konferans yerine bağlayarak gerçekleştirilen konferans.
teleks is. İng. telex Telsiz ve telem araçlarına uzaktan haber yazdırma düzeni.
teleksçi is. Teleks görevlisi.
teleksçilik, -ği is. Teleksçinin İşi veya mesleği.
telem is. Fr. teleimprimeur'den kısaltma Bir metnin doğrudan doğruya gönderilmesini ve alıcı olarak basımevi harfleriyle yazılmasını sağlayan araç.
teleme is. Teleme peyniri.
→ teleme peyniri
teleme peyniri is. Tuzsuz ve yumuşak bir peynir türü, teleme, teleme peyniri gibi tombul ve beyaz tenli (kadın).
telemetre is. (tele'metre) Fr. telemetre 1. İki nokta arasındaki uzaklığı ölçmeye yarayan gereç. 2. Fotoğraf makinelerinde, çekimi yapılacak nesneye olan uzaklığı belirterek bunun ayarını yapan düzen.
telemetri is. Fr. telemetrie Uzaklık ölçer.
teleobjektif is. Fr. teleobjectif Uzaktaki cisimlerin çok yakın görüntülerinin elde edilmesini sağlayan, çok uzun odaklı mercek türü.
teleoloji is. Fr. teleologie fel. Erek bilimi.
teleolojik, -ği sf. Fr. teleologic/ue fel. Erek bilimi ile ilgili.
telepati is. Fr. telepathie psikol. Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.
telepatik, -ği sf. Fr. telepathique Telepati ile ilgili; "Telepatik bir kuvvet olacak, madam bana yakınlaşmasın mı?" -A. Gündüz.
teleradar is. Fr. teleradar Televizyon aracılığıyla radar görüntüsü alma işi.
teles sf. Yıpranmış, hırpalanmış bir biçimde telleri, lifleri meydana çıkmış.
telesekreter is. Fr. ielesecretaire Telefon cihazının cinde yer lan, arayanların mesajlarını kaydeden araç.
telesime is. Telesimek durumu.
telesimek (nsz) hlk. 1. Yorulmak, güçsüz kalmak, yorgunluktan bayılacak duruma gelmek. 2. Zayıflamak.
telesine is. bk. telesinema.
telesinema is. Fr. telecinema 1. Bir sinema filmini televizyonda göstermeye yarayan cihaz. 2. Televizyonda filmleri iletme ve yansıtma işi ile uğraşan bölüm.
telesiyej is. Fr. telesiege Kayakçıları veya turistleri sürekli hareket hâlindeki bir kabloya asılı oturma yerlerinde taşıyan bir tür teleferik.
teleskobik, -ği sf. Fr. telescopiaue 1. Teleskop aracılığıyla yapılan. 2. is. Birbiri içine girebilen, boyu uzayıp kısalabilen araç: Teleskobik olta.
teleskop, -bu is. Fr. telescope Sonsuzdaki bir nesnenin gerçek görüntüsünü, içbükey bir aynadan yapılmış merceğinin odak düzleminde veren ve gök bilimiyle ilgili gözlemlerde kullanılan optik aygıt, ırakgörür: "Sanki teleskopla bakıyordum, o derece belirgin ve ışığı göz alan bir aydı bu." -R. H. Karay.
Teleüt is. Batı Sibirya'da yaşayan bir Türk topluluğu.
Teleütçe is. 1. Teleüt Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
televizyon is. Fr. television Vericiden iletilen dalgaların görüntü ve ses olarak görünmesini ve duyulmasını sağlayan aygıt, televizyon alıcısı.
→ televizyon alıcısı, televizyon bandrolü, televizyon filmi, televizyon oyunu, televizyon programı, televizyon verici istasyonu, televizyon yayını, özel televizyon, renkli televizyon, yerel televizyon, cep televizyonu
televizyon alıcısı is. Televizyon.
televizyon bandrolü is. tic. Televizyon alıcısı ile birlikte verilen ve alıcının vergisinin ödenmiş olduğunu gösteren belge.
televizyoncu is. 1. Televizyon satan kimse. 2. Televizyon onarıcısı. 3. Televizyon kuruluşunda çalışan görevli kimse.
televizyonculuk, -ğu is. 1. Televizyon yapma, onarma veya satma işi. 2. Televizyoncunun yaptığı iş.
televizyon filmi is. Televizyonda gösterilmek için hazırlanmış film.
televizyon oyunu is. Televizyonda gösterilmek için hazırlanmış oyun.
televizyon programı is. 1. Televizyonun yayın akışını gösteren program. 2. Televizyonda yayımlanan her tür program.
televizyon verici istasyonu is. Televizyon yayını yapmak üzere donatılmış her türlü hareketli veya sabit tesis.
televizyon yayını is. Televizyon verici istasyonlarının aracılığıyla alıcılara ulaştırılan yayın düzeni.
tel fırça is. Tel ile yapılmış sert fırça.
telfin is. Yun. Lakerda yapılmak İçin kesilmiş torik balığı parçası, takoz.
telgraf is. Fr. telegraphe 1. İki merkez arasında, kararlaştırılmış işaretlerin yardımıyla yazılı haberlerin veya belgelerin iletimini sağlayan bir telekomünikasyon düzeni: "Hareketimiz, hiçbir tarafa telgrafla bildirilmeyecekti." -Atatürk. 2. Bu araçla alınan haber: "Dün, telgrafla sıhhatinizi sormak için kasabaya inmiştim." -R. N. Güntekin. telgraf çekmek telgrafla haber göndermek, tellemek.
→ telgraf çiçeği, telgraf direği, telgrafhane, telgraf teli, telgraf üslubu, cevaplı telgraf, şifreli telgraf, telsiz telgraf, yıldırım telgraf
telgrafçı is. Telgraf gönderen görevli.
telgrafçılık, -ğı is. Telgrafçının görevi: "Bu telgrafçılık âlemi başka bir âlemdir." -Ö. Seyfettin.
telgraf çiçeği is. bot. Bir çeneklilerden, boğumlu sarkık dallı, yaprakları etli, uçları sivri, bazı türlerinde yaprakların alt ve üst yüzü mor ve gümüşi yollu, beyaz, mavi veya pembe çiçekli bir süs bitkisi (Tradescantia).
telgraf direği is. Telgraf hattını aktarmada kullanılan ağaç veya metal direk.
telgrafhane is. (telgrafha:ne) Fr. telegraphe + Far. hâne esk. Telgraf aracılığıyla haberleşmeyi sağlayan resmî kuruluş.
telgraf teli is. Telgraf iletişimini sağlayan tel.
telgraf üslubu is. Kısa ve özlü anlatım.
tel halat is. Telden yapılan kaim halat.
telhis is. (telhi.s) Ar. telhis esk. 1. Özet, özetleme, kısaltma. 2. tar. Sadrazamın bir sorunu kendi düşünceleriyle birlikte özet olarak yazıp padişaha sunduğu kâğıt, telhis etmek özetlemek.
telhisçi is. tar. Padişaha sunulacak işlerin özetini çıkarmakla görevli kimse.
telif is. (te:li:f) Ar. te'lifi. esk. Uzlaştırma. 2. esk. Kitap yazma: "Babamın gene o tarihte oynanan bir telif piyesi de o sahnede oynamıştı." -H. F. Ozansoy. 3. htık. Telif hakkı. telif etmek 1) uzlaştırmak: "Eski insanlar, esasen bu iki hadiseyi telif etmişler." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kitap yazmak.
→ telif hakkı
telif hakkı is. huk. Bir fikir veya sanat eserini yaratan kişinin, bu eserden doğan haklarının hepsi, telif, yazar hakkı.
telin is. (te:li:n) Ar. tel'in esk. Lanet okuma, lanetleme, kargıma, kargış, telin etmek lanetlemek, kargımak.
→ telin mitingi
telin mitingi is. Herhangi bir siyasi veya sosyal olayı lanetlemek için gerçekleştirilen protestolu gösteri.
telis is. Ar. tillîs esk. Bitkisel tellerden yapılmış, kaba örgülü büyük çuval.
tel kadayıf is. Özel kalıplardan ince tel biçiminde dökülerek sıcak sac üzerinde kurutulan hamur ve bu hamurdan yapılan tatlı.
tel kafes is. Tellerle örülmüş kafes.
telkari is. 1. Tel durumundaki gümüşü, altını örerek veya bir şey üzerine kakarak yapılan iş. 2. sf. Gümüş veya altını ince teller durumuna getirip örerek yapılan (takı vb). 3. sf. Gümüş veya altın tellerden yapılmış motiflerle süslü: Telkari bir vazo.
telkih is. (telki:h) Ar. telkih esk. Aşılama, aşı.
telkin is. (telki:n) Ar. telkin 1. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama. 2. Talkın. 3. psikol Bilinç dışı bir sürecin aracılığıyla, kişinin ruhsal veya fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi: "İçinden gelen gizli bir telkin altında hareket ediyordu." -P. Safa. telkin etmek aşılamak: "Çocukluğumun en derin, en sürekli, en ihtiraslı sevgisini bana telkin eden bu üvey annemdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tel kurdu is. zool. Ekin ve sebze köklerini kemirerek büyük zararlara yol açması sebebiyle tarım için çok zararlı tarla böceği kurtçuklarına verilen ad.
tel küf is. tıp Vücutta hemen bütün dokularda yerleşebilen asalak bir mantar türü (Sporotrichum schnecki).
tel küflüce is. Tel küften İleri gelen ilkel mantar hastalığı.
tellak, -ğı is. (tellâk) Ar. tellâk Hamamda insanları keseleyip yıkayan erkek.
tellaklık, -ğı is. Tellağın yaptığı iş.
tellal is. (tellâl) Ar. dellâl 1. Herhangi bir şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç: "Annemin çeyizlik eşyasını hamallarla tellallar çarşısına gönderdi." -Y. K. Beyatlı. 2. Satışlarda aracılık eden kimse, tellal çağırtmak bir haber, bir istek vb.ni tellal aracılığıyla duyurmak.
→ muhabbet tellalı
tellaliye is. (tellâ.liye) Ar. dellaliye esk. Tellallık.
→ tellaliye resmi
tellaliye resmi is. Yerel yönetimlerde duyuru işi için alınan ve yönetmeliklerle belirlenmiş vergi.
tellallık, -ğı is. 1. Tellalın yaptığı iş. 2. Tellala verilen ücret veya yüzdelik, tellaliye: "Kocamın tellallığı ile bir dükkân alım satımında tamam beş lira hakkımızı yediler." -H. R. Gürpınar.
→ muhabbet tellallığı
telleme is. Tellemek işi.
tellemek (I) (-i) 1. Tel geçirmek, tel takmak. 2. Tel ile süslemek. 3. Tencere, çaydanlık vb.ni tel ile ovarak temizlemek, telleyip pullamak 1) birçok süslerle süslemek; 2) mec. değerinden çok övmek.
tellemek (II) (-i) Telgraf çekmek.
tellendirme is. Tellendirmek işi.
tellendirmek (-i) Sigara, nargile, çubuk vb.ni keyifle tüttürerek içmek: "Köprü üstündeki gazinolardan birine gidip bir nargile tellendirmek istedim." -A. Rasim.
tellenme is. Tellenmek işi.
tellenmek (I) (nsz) 1. Tel takınmak: Gelin tellendi. 2. Telle çevrilmek: Bahçe tellendi.
tellenmek (II) (nsz) Telgraf çekilmek.
telli sf. 1. Teli olan. 2. Teller takınmış, telle süslenmiş: Telli gelin.
→ telli balıkçıl, telli çalgılar, telli duvaklı, telli otobüs, telli pullu, telli turna, çiftetelli, ikitelli, onikitelli, Üçtelli
telli balıkçıl is. zool. Başında ok biçiminde bir tel demeti bulunan balıkçıl, okar.
tellice is. Tek kadın tarafından oynanan bir tür oyun.
telli çalgılar ç. is. müz. Vurmalı çalgıları ve yaylı sazları içine alan, teller aracılığıyla ses çıkaran çalgılar.
telli duvaklı sf. Duvakla ve telle süslenmiş olan (gelin).
telli otobüs is. hlk. Troleybüs.
telli pullu sf. Zevksiz bir biçimde süslenmiş (şey veya kimse).
telli turna is. zool Turnagillerden, su kıyılarında yaşayan, uzunluğu 85 cm olan, vücudu gümüşi, başı ve boynu kara, büyük bir kuş (Anthropoides virgo).
tellür is. Fr. tellure kim. Atom numarası 52, atom ağırlığı 127,60, yoğunluğu 6,24 olan, 450 °C'de eriyen, mavimtırak beyaz renkte bir element (simgesi Te).
telmih is. Ar. telmih esk. 1. Anlatılmak istenen şeyi söz arasında imalı olarak belli etme, açıkça söylememe: "İleride dahi ağzını açıp da ufacık bir telmihte bulunmasın." -E. E. Talu. 2. ed. Bir dizede veya beyitte bilinen bir olay, bir atasözü, fıkra vb.ni hatırlatma sanatı, anıştırma, telmih etmek üstü kapalı, imalı bir biçimde anlatmak: "Dün geceki ağır sözlerini telmih ettiğimi anladı, kızardı." -R. H. Karay.
telmihen zf. (telmiıhen) Ar. telmihen Telmih olarak, telmih yoluyla ima ederek.
tel örgü is. Dikenli tellerden yapılmış engel: "Hepimizi topladılar ve isimleri okunanları tel örgüden dışarıya aldılar." -R. H. Karay.
telsi sf. Çok ince telciklerden oluşan: Telsi kas.
telsiz (I) sf. Teli olmayan.
telsiz (II) is. Türlerine göre belirli bir kapsama alanı içinde belirli kişilerin iletişimini sağlayan, elektromanyetik dalgalar yardımıyla çalışan araç: "Telsiz dediğimiz de nihayet sonunda gene tele dayanıyor." -R. H. Karay.
→ telsiz bağlantısı, telsiz telefon, telsiz telgraf, el telsizi
telsiz bağlantısı is. İki telsiz arasında kurulan haberleşme bağlantısı.
telsizci is. Genellikle gemilerde, uçaklarda karayla gemi, yerle uçak arasında ve daha başka gemi ve uçaklarla telsiz bağlantısı kurmakla görevli kimse.
telsizcilik, -ği is. Telsizcinin görevi.
telsiz telefon is. Elektromanyetik dalgalar yardımıyla çalışan telefon.
telsiz telgraf is. Elektromanyetik dalgalar yardımıyla çalışan telgraf.
tel şehriye is. Açılan hamurun ince tel biçiminde kesilip kurutulmasıyla elde edilen ve genellikle çorbası yapılan bir yiyecek türü.
tel tel zf. 1. Tel biçiminde. 2. Ayrı ayrı teller durumunda: "... kehribar sarısı, tel tel bir tütün sarar ve komşu havadislerini anlatır." -S. F. Abasıyanık.
teltik, -ği is. hlk. Yanlış, hata.
teltikli sf. Hatalı, kusurlu.
teltiksiz sf. Hatasız, kusursuz.
telve is. Fr. telhe Fincanın dibine çöken kahve tortusu: "Fincanını çalkalayıp çalkalayıp diker, dibinde hiç telve bırakmamacasına!" -A. İlhan.
telvis is. (-vi.si) Ar. telvis esk. Kirletme, pisletme. telvis etmek kirletmek, pisletmek.
telyazı is. Telgraf.
telyazısı is. Telgrafla gönderilen yazı.
tel zımba is. Kâğıtları birbirine tutturmaya yarayan teli basan araç.
tem is. Fr. theme Tema.
tema is. (te'ma) Yun. 1. Asıl konu. 2. ed. Öğretici veya edebî bir eserde işlenen konu, düşünce, görüş: Tablonun teması. Anıtın teması, Kurtuluş Savaşıydı. 3. müz. Bir besteyi oluşturan temel motif.
temadi is. (tema:di:) Ar. temadi esk. Sürme, sürüp gitme, uzama, temadi etmek sürmek, uzamak, sürüp gitmek: "Bir zevk, bir lezzet temadi ederse artık fark olunmamaya başlar." -H. C. Yalçın.
temaruz is. (temaıruz) Ar. temaruz esk. Kendini hasta gibi gösterme, temaruz etmek kendini hasta gibi göstermek.
temas is. (-ma:sı) Ar. temâss 1. Değme, dokunma (I), dokunuş (I). 2. Buluşup görüşme, ilişki kurma, münasebet: "Her nevi halkla temas ve kaynaşma hâlinde bulunmalıdır." -S. F. Abasıyanık. 3. Değinme, sözünü etme, bahsetme: O konuya hiç temas edilmedi. 4. Gidip gelme, ulaşım, bağlantı: İki şehir arasında temas kesildi. 5. psikol. Dokunma, (bir şeye) temas etmek 1) dokunmak, değmek: "Etrafımda uçları birbirine temas etmiş hilallerden müteşekkil bir daire vardı." -Ö. Seyfettin. 2) değinmek, sözünü etmek, bahsetmek: "Şiiri iyi okuyanlarla fena okuyanlar arasındaki esaslı farka temas ettik." -Y. K. Beyatlı. (biriyle) temas etmek (veya temasta bulunmak) 1) görüşüp konuşmak; 2) cinsel ilişkide bulunmak. temasa geçmek arada bir bağlantı kurmak, görüşme yapmak, temasa gelmek buluşup görüşmek.
→ dirsek teması
temaşa is. (tema:şa:) Far. temaşa esk. 1. Hoşlanarak bakma, seyretme: "Benden evvel çoluk çocuk bütün ev halkı hayvanı temaşaya çıkmışlar." -M. Ş. Esendal. 2. Oyun, temsil, piyes, tiyatro: "Bazı meddahlar da Karagöz oynatmış, şahbaz, hayalbaz veya hayalî isimleriyle yaşadıktan sonra temaşa hayatımızdan el etek çekmişlerdir." -S. Ayverdi. temaşa etmek seyretmek, bakmak: "Koca bir tarihin tutuştuğunu çöllerde susuz yanan insanların çatlak dudaklarında temaşa ediyoruz." -A. Gündüz.
→ temaşa sanatı
temaşa sanatı is. tiy. Oyun, temsil, piyes, tiyatro, sahne sanatları.
tematik, -ği sf. Fr. thematique Bir tema etrafında oluşan.
temayül is. (tema.yül) Ar. temayül 1. Bir tarafa eğilme, meyletme: "Musiki ruhların en tabii temayülleri arasındadır." -A. Ş. Hisar. 2. psikol. Yönseme. 3. mec. Bir kimseye veya bir şeye ilgi duyma: "Yarının siyasetine yol açan fikirler, temayüller ilk önce bunlar arasında kaynaşır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
temayüz is. (temayüz) Ar. temayüz esk. Başkalarına göre üstün duruma gelme, sivrilme, seçkinleşme, temayüz etmek sivrilmek, seçkinleşmek.
tembel sf. Far. tenbel 1. İş görmeyi, çalışmayı sevmeyen, çaba göstermekten, sıkıntıdan kaçan (kimse), üşengeç: "Tembeller ve işsizler daha çok yorulurlar." -A. Ş. Hisar. 2. tıp Fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık gösteren (organ): "Galiba karaciğeri de tembel."-H. Taner, tembele iş buyur, sana akıl öğretsin kendisinden bir konuda yardımcı olması istendiğinde yardım edeceği yerde çözüm yolları gösteren kimseler için kullanılan bir söz.
→ tembelhane, kafası tembel, sultani tembel
tembelce zf (tembelce) Tembel bir biçimde.
tembelhane is. (tembelhame) Far. tenbel + hâne İçinde bulunanların çalışmaya karşı isteksiz davrandıkları yer.
tembelleşme is. Tembelleşmek işi.
tembelleşmek (nsz) Tembel duruma gelmek.
tembelleştirme is. Tembelleştirmek işi.
tembelleştirmek (-İ) Tembel olmasına sebep olmak: "Şimdi minimini arabası onu tembelleştirdi." -Y. Z. Ortaç.
tembellik, -ği is. Tembel olma durumu veya tembelce davranış: "İnsanlığın saygınlığı ile uyuşmayan tek şey tembelliktir." -H. Taner. tembellik etmek tembelce davranmak. tembelliği tutmak tembelleşmek: "Lami'nin bazı tembelliği tutuyor, öğleye kadar evden çıkmıyor." -P. Safa.
→ sultani tembellik
tembih is. (tembi.-h) Ar. tenbih 1. Bir şeyin belli biçimde ve yolda yapılmasını söyleme, bunu üsteleyerek hatırlatma, uyarı. 2. Uyarma: "Bu zılgıtın içinde bir daha böyle yergiler yazmaması tembihi de vardır." -S. Birsel. 3. biy. Uyarım, tembih etmek bir şeyin belli biçimde ve yolla yapılmasını istemek, söylemek, uyarmak: "Ertesi gün ayrılırken tekrar oradan geçmemi sıkı sıkı tembih ediyorlar." -H. E. Adıvar.
tembihat ç. is. (tembi:ha:t) Ar. tenbihât Tembihler, uyarılar, tembihatta bulunmak uyarmak: "Her türlü istirahatiniz temin edilsin diye de bu ağalara tembihatta bulundu." -T. Buğra.
tembihleme is. Tembihlemek işi.
tembihlemek (-i) Uyarmak, hatırlatmak, tembih etmek: "Daha dünden tembihlemişti, herkes erken gelecek diye." -T. Buğra.
tembihlenme is. Tembihlenmek işi veya durumu.
tembihlenmek (nsz) Tembihleme işi yapılmak, tembih edilmek.
tembihli sf. Uyarılmış, hatırlatılmış, tembih edilmiş: "Güzide'nin evinde de her ihtiyat tertibi alınmış. Hizmetçiler tembihli." -M. Ş. Esendal.
tembihsiz sf. Uyarılmamış, hatırlatılmamış, tembih edilmemiş.
tembul is. Far. tenbül bot. Hindistan'da yetişen, tırmanıcı bir tür biber ağacı (Piper betle).
temcit, -di is. (temci: t) Ar. temcid din b. Recep, şaban ve ramazan aylan süresince, sabah ezanından sonra minarelerden okunan ve Allah'ın ululuğunu belirten dua.
→ temcit pilavı
temcit pilavı is. 1. İftardan kalan ve sahurda ısıtılan pilav. 2. mec. Bıktırırcasına tekrar edilen söz. temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek bir şeyi birçok kez tekrarlamak.
temdit, -di is. (temdi:t) Ar. temdid esk. Uzatma, sürdürme, temdit etmek uzatmak, sürdürmek.
temeddün is. Ar. temedduh esk. Kendini övme, övünme, temedduh etmek övünmek.
temeddün is. Ar. temeddün esk. Uygarlaşma, medenileşme.
temek, -ği is. hlk. Ahırdaki gübreyi dışarı atmak için kullanılan kapaklı veya kapaksız delik, pencere.
temel is. Yun. 1. Bir yapının toprak altında kalan ve yapıya dayanak olan duvar, taban vb. bölümlerinin tümü: "Evin temelleri sökülüyor gibi sarsılıyor." -H. E. Adıvar. 2. Bu bölümleri yapmak için kazılan çukur. 3. sf. En önemli, belli başlı, ana, esas, asıl, baz: "Devletin temel kanununun adı Anayasa'dır." -B. Felek. 4. mec. Bir şeyin gelişimi için gereken ilk Öğeler: "Temelde sıradan bir Fransız vodviline dayanırdı oynadıkları oyun." -N. Cumalı. temel atmak 1) bir yapının temellerini yapmaya başlamak; 2) herhangi bir işe başlamak, girişmek, bir şeyin gelişmesine, büyümesine sebep olmak, (bir yere) temel kakmak bulunduğu yerden kolay kolay ayrılacak gibi olmamak, temel tutmak 1) temelin kazılacağı zemin sağlam olmak; 2) sürüp gidecek bir duruma gelmek, kökleşmek, yerleşmek.
→ temel bilimler, temel cümle, temel çivisi, temel direği, temel duruş, temel duvarı, temel eğitim, temel haklar, temel harf, temel kazısı, temel öğretim, temel önerme, temel sayılar, temel taşı, temel tümce
temel bilimler ç. is. Değişik bilim alanlarının fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi temel bilgilerini içeren bilim dalları.
temel cümle is. dbl. Birleşik veya girişik cümlelerde, yan cümle, ara cümle ve iç cümlelerin bağlı olduğu asıl yargıyı belirten cümle, temel tümce.
temel çivisi is. Yapı işlerinde kullanılan büyük çivi: "Duvarda bir temel çivisi görsem sökünceye kadar sarsıyordum." -R. N. Güntekin.
temel direği is. 1. Binalarda yerin altında bulunan büyük, kaim direk. 2. mec. Bir şeyin dayandığı, güç aldığı en önemli öge, nesne veya kişi: "Zehra kendisini evin temel direği saymaya başlamıştı." -Halikarnas Balıkçısı.
temel duruş is. sp. Bir jimnastik alıştırmasına başlamak için, vücudun dayanak yüzeyine göre aldığı, değişen ilk durum.
temel duvarı is. Temeli oluşturan duvarlar.
temel eğitim is. İlköğretimi kapsayan eğitim sistemi.
temel haklar ç. is. huk. Kişiye bağlı dokunulmaz, devredilmez hak ve özgürlükler.
temel harf, -fi is. Kanunla kabul edilmiş yeni Türk alfabesindeki harflerin tamamı,
temel kazısı is. Temel atmak için yapılan kazı işleri.
temellendirme is. Temellendirmek işi.
temellendîrmek (-i) 1. Temel tutmasını sağlamak, yerleştirmek. 2. mec. Süreklilik ve kalıcılık kazandırmak.
temellenme is. Temellenmek işi.
temellenmek (nsz) Temel tutmak.
temelleşme is. Temelleşmek işi.
temelleşmek (nsz) 1. Temel tutmak, yerleşmek. 2. mec. Sürekli ve kalıcı bir duruma girmek.
temelleştirme is. Temelleştirmek işi.
temelleştirmek (-i) 1. Temel tutmasını, yerleşmesini sağlamak. 2. mec. Süreklilik kazandırmak, kalıcı bir duruma getirpıek, temelli olmasını sağlamak.
temelli sf. 1. Herhangi bir nitelikte temeli olan: Sağlam temelli bir yapı. 2. mec. Geçici olmayan, sürekli, kalıcı, devamlı, daimî: "Sermet Muhtar, Akşam gazetesinin temelli imzalarından biri oldu." -Y. Z. Ortaç. 3. zf mec. (te'melli) Sürekli olarak. 4. zf. mec. Büsbütün, tamamen.
→ temelli senatör
temelli senatör is. esk. Belli bir süreye bağlı olmayan atanmış senatör.
temellük is. Ar. temellük esk. Kendine mal etme.
temel öğretim is. Temel eğitimin uygulanması.
temel önerme is. man. Değişik önermelerin özünü oluşturan önerme.
temel sayılar ç. is. mat. Asıl sayılar.
temelsiz sf. 1. Temeli olmayan. 2. mec. Gerçek veya sağlam olmayan, asılsız, yanlış: "Bu temelsiz sözler sonradan çürütülmüştür. " -S. Birsel. 3. zf. mec. Asılsız olarak, gerçeğe aykırı bir biçimde.
temelsizlik, -ği is. Temelsiz olma durumu.
temel taşı is. 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. mec. Bir şeye temel olan öge veya kişi, dayanak, esas: "Bu iki karikatürist, iki temel taşı, İki ana direği idi Türk mizahının." -Y.Z. Ortaç.
temel tümce is. dbl. Temel cümle.
temenna is. (temenna:) Ar. temenna esk. Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam: "Bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı." -H. R. Gürpınar, temenna etmek Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek selam vermek: "Karşımızda, yerle beraber temenna ediyor, akşam şerifleriniz hayır olsun, diye iki büklüm oluyor." -S. M. Alus.
→ kandilli temenna, yerden temenna
temenni is. (temenni:) Ar. temenni esk. 1. Bir şeyin gerçekleşmesini dileme. 2. Dilek: "Bu temenni son günlerde dilinden düşmez olmuştu." -M. Ş. Esendal. temenni etmek dilemek: "Temenni edelim ki ömürleri damat beyin boyu gibi uzun olsun." -R. N. Güntekin.
temerküz is. Ar. temerküz esk. Bir yerde toplanma. temerküz etmek bir yerde, noktada toplanmak, derişmek.
→ temerküz kampı
temerküz kampı is. Toplama kampı.
temerrüt, -dü is. Ar. temerrud esk. 1. Dikkafalılık, kafa tutma, direnme. 2. huk. ve ekon. Ek faiz ödememe durumu. 3. huk. ve ekon. Herhangi bir sebebe dayanmaksızın borcu ödememekte direnme, direnim, temerrüt etmek kafa tutmak.
→ temerrüt faizi
temerrüt faizi is. huk. Borcun zamanında ödenememesi sonucu daha sonra ödenen ek faiz.
temessül is. Ar. temeşşul esk. 1. Benzeşme. 2. biy. Özümleme.
temettü is. (temettü:) Ar. temettü' esk. Kazanç.
→ temettü hissesi
temettü hissesi is. Kâr payı.
temevvüç, -cü is. Ar. temevvuc esk. Dalgalanma.
temeyyüz is. Ar. temeyyuz esk. Kendini gösterme, sivrilme, temeyyüz etmek kendini göstermek, sivrilmek.
temhir is. (temhur) Ar. temhir esk. Mühürleme.
temin is. (te:mi:n) Ar. te'min 1. Korkusunu giderme, inanç verme. 2. Sağlama, elde etme. 3. Gerçekleştirme: Evde huzuru temin annenin görevidir, temin etmek 1) korkusunu gidermek, güven vermek: "Dünyada ondan başka kimseyi sevmeyeceğini bana bir kere daha temin etti." -R. N. Güntekin. 2) sağlamak, elde etmek, tedarik etmek: "Halkın büyük kısmı temizlik ihtiyacını şehrin içinden akan çamur renkli bir kanaldan temin ediyor." -H. Taner.
teminat is. (te:mi:na:t) Ar. te'minât Garanti, güvence: "Ben böyle gülümseyen teminatlara hayatımda çok tesadüf ettiğim için..." -A. Gündüz, teminat vermek güvence vermek: "Senin verdiğin teminat hep boşa gitti." -P. Safa.
→ teminat akçesi, teminat mektubu, teminat senedi, geçici teminat, kati teminat, nakdî teminat
teminat akçesi is. tic. Artırma ve eksiltmeye girenlerden garanti karşılığı alınan para.
teminatlı sf. Teminatı olan.
teminat mektubu is. tic. Bir kimsenin belirli bir işi yapabileceğine ilişkin, bankalarca verilen para güvencesini içeren belge.
teminat senedi is. tic. Ticari kuruluşların kullanabilecekleri krediye karşılık olarak bankalarda bulundurdukları müşteri çeki ve senetleri.
teminatsız sf. Teminatı olmayan.
temiz sf Ar. temyiz 1. Kirli, lekeli, pis, bulaşık olmayan, arı, pak: "İçki yerine soğuk su, temiz ayran... var." -F. R. Atay. 2. Özenle yapılmış: Temiz iş. Temiz dayak. 3. Çok az kullanılmış veya hiç kullanılmamış olan, Özrü olmayan: Temiz araba. 4. Ahlakça lekesiz, necip, nezih: "Biraz fazla saf olmakla beraber çok temiz ve nazik bir çocuk..." -R. N. Güntekin. 5. zf Kirli, lekeli, bulaşık olmayan bir biçimde: Temiz giyinmek, temiz tutmak bir şeyi kirletmeden, bozmadan kullanma, temiz olmasına özen göstermek. temize çekmek bir yazının karalamasını temiz olarak yazmak: "Bizim yazarımız temize çektikten sonra romanı elinde dolaşır dururdu kapı kapı." -N. Cumalı. (kendini veya birini) temize çıkarmak (veya çıkartmak) huk. aklandırmak: "Sonra kendini büsbütün temize çıkartmak için üstünün ve eşyasının aranmasını istedi." -R. N. Güntekin. temize çıkmak huk. aklanmak: "... gazete kendi evin, temize çıktığın gün gelmezsen küserim bak." -A. İlhan, temize havale etmek 1) uzayıp giden bir işi bitirivermek; 2) yiyeceği yiyip bitirmek; 3) argo kısa yoldan çözümlemek, çabucak bitirmek.
→ temiz kâğıdı, temiz kan, temiz pak, temiz para, temiz raporu, temiz yürekli, bir temiz, eteği temiz, kalbi temiz, yüreği temiz
temiz kâğıdı is. Bir otomobilin fabrika çıkış belgesi.
temiz kan is. biy. Atardamarlarda dolaşan, akciğerlerden oksijen taşıyarak vücudun her yanma giden kan.
temizleme is. 1. Temizlemek işi. 2. Yüzeylere yapışmış leke ve kirlerin giderilmesi, çözelti veya asıltı durumuna getirilmesi olayı.
→ kuru temizleme
temizlemek (-i) 1. Arıtmak: "Yeşil alanların, parkların, koruların klorofili kirli havayı süzer, temizler." -H. Taner. 2. Sakıncalı, pürüzlü bir işi olumlu sonuçlandırmak. 3. mec. Bitirmek, tüketmek: Bir aylık iş vardı, bir haftada temizledim. Bir tepsi böreği temizledi. 4. argo Vücudunu ortadan kaldırmak, öldürmek, yok etmek: "intihar etmeden önce de yargıcı temizleyecekti." -Ç. Altan. 5. argo Kumar oyunlarında öbür oyuncuların bütün paralarını almak. 6. tıp Bir yaranın, bir dokunun sağlam olmayan bölümlerini neşter veya bıçakla kesmek.
temizleniş is. Temizlenme işi veya biçimi.
temizlenme is. Temizlenmek işi: "Odasına gitti ve aynanın karşısına geçip temizlenmeye başladı." -T. Buğra.
temizlenmek (nsz) 1. Temiz duruma gelmek, arınmak, paklanmak. 2. Sakıncalı bir durum, iş düzelmek, bitmek: Bu iş temizlenmeden yüz yüze nasıl gelebiliriz, diyordu. 3. Kadınlarda aybaşı durumu sona ermek. 4. argo Ortadan kaldırılmak, öldürülmek: Sokak köpekleri temizlendi 5. argo Kumarda öbür oyuncu veya oyuncularca bütün parası alınmak.
temizletme is. Temizletmek işi.
temizletmek (-i, -e) Temizleme işini yaptırmak: "Bütün bunları lekeciye temizletip boyacıya renklerini değiştirerek..." -A. Ş. Hisar.
temizleyici is. 1. Buhar makineleri aracılığıyla temizleme işini yapan kimse. 2. Bu işin yapıldığı yer. 3. sf Temizleme özelliği olan: Temizleyici krem.
→ kuru temizleyici
temizleyicilik, -ği is. Temizleyici olma durumu.
temizleyiş is. Temizleme işi veya biçimi.
temizlik, -ği is. 1. Temiz olma durumu, saffet, nezafet: "Kırk beş sene geçti, servi sandığının temizlik kokusu hâlâ bumumdadır." -R. H. Karay. 2. Temiz durma veya tutma durumu: Çocukları temizliğe alıştırmalı. 3. Temizleme işi: "Yaşlı, ak saçlı, temizlik meraklısı, temizlik mütehassısı bir adamdı." -A. Ş. Hisar. 4. is. mec. Ortadan kaldırma, yok etme, öldürme, temizlik yapmak 1) temizlemek; 2) mec. öldürmek: "Ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağını müzakereye koyuldular." -Ö. Seyfettin. 3) mec. zararlı şeyleri yok etmek.
→ temizlik işleri, temizlik malzemesi, çevre temizlik vergisi
temizlikçi is. Temizlik işini yapan kimse.
→ temizlikçi kadın
temizlikçi kadın is. Ev, iş yeri vb. yerlerde ücret karşılığı temizlik işleri yapan kadın.
temizlikçilik, -ği is. Temizlikçi olma durumu.
temizlik işleri ç. is. Temizleme işlemine konu olan işler.
temizlik malzemesi is. Temizlik için kullanılan sabun, deterjan, süpürge, çeşitli boy ve ebatta fırça, bez vb. gereçlerin tümü.
temiz pak sf. 1. Çok temiz. 2. zf. Tertemiz bir biçimde: "Önümden temiz pak giyinmiş bir kızla..."-O. V. Kanık.
temiz para is. 1. Kesintiden veya masraflardan sonra elde kalan para miktarı. 2. Hileye başvurmadan kazanılan para.
temiz raporu is. 1. Hastalığı olmadığını gösteren rapor. 2. Bir şeyin bozuk olmadığı gösteren rapor.
temiz yürekli sf. İçi dışı bir olan, kalbi temiz olan.
temiz yüreklilik, -ği is. Temiz yürekli olma durumu.
temkin is. (temkim) Ar. temkin Bir işin sonunu düşünerek ölçülü, tedbirli davranma: "Bütün temkin ve vakarını kaybedip konuşanlara sokuldu."-Y'. K. Karaosmanoğlu.
temkinli sf. Davranışlarında ölçülü olan: "Temkinli, ağır hareketler hoş görülüyor, daha tesir yapıyordu." -K. H. Karay.
temkinlice zf. (temki'nlice) Temkinli olarak, temkinli bir biçimde: "Temkinlice bir iki damla da ağladı." -M. Ş. Esendal.
temkinsiz sf. Davranışlarında Ölçülü olmayan.
temkinsizlik, -ği is. Temkinsiz olma durumu.
temlik is. Ar. temlik esk. 1. Mülk olarak verme. 2. huk. Bir hakkın diğer bir kimseye geçirilmesi, temlik etmek bir malı bir kimseye mülk olarak vermek.
→ temlikname
temlikname is. (temîikna:me) Ar. temlik + Far. nâme Bir hakkın diğer bir kimseye geçirildiğini gösteren belge.
temmuz is. Ar. temmuz Yılın otuz bir gün süren, yedinci ayı.
tempo is. (te'mpo) İt. tempo 1. müz. Bir müzik parçasındaki bölümlerin hızlarını belirtmek için kullanılan kelime, vuruş: Bu melodinin temposu çok ağır, biraz daha hızlı çalınmalı. 2. mec. Gidiş, ilerleyiş, gelişme hızı, tarz: "Maiyetindekiler onun çalışma temposuna yetişemezlerdi." -H. Taner. 3. sp. Vücut alıştırmalannın belirli süre içinde tekrarlanma hızı. tempo tutmak el çırparak veya el ve ayaklarını bir yere vurarak bir müziğe eşlik etmek, vuruş tutmak: "Sonra kafasındaki bir şarkıya parmaklarıyla candan tempo tutmaya başladı." -S. F. Abasıyanık.
tempolu sf. Temposu olan: "Acayip ve tempolu bir ses geliyor." -B. Felek.
temposuz sf. Temposu olmayan.
temposuzluk, -ğu is. Temposuz olma durumu.
temren is. esk. Ok, kargı vb. şeylerin ucundaki sivri demir.
temrin is. (temr'un) Ar. temrin esk. Tekrarlatarak alıştırma: "Bir zamanlar ben de nefsimi köreltmek için benliğimin burnunu kıracak böyle temrinler yapardım." -H. Taner.
temriye is. tıp 1. Deride yer yer küme durumundaki birtakım kabartılarla kendini gösteren hastalık. 2. bot. Kara yosunu.
temsil is. (-si:li) Ar. temsil 1. Birinin veya bir topluluğun adına davranma. 2. Belirgin özellikleri ile yansıtma, sembolü olma, simgeleme. 3. Sahnede oynanmak için hazırlanmış eser, oyun: "Çarşamba akşamı Tepebaşı'nda bir temsil verdim." -S. F. Abasıyanık. 4. e. hlk. Söz gelişi. 5. biy. esk. özümleme, temsil etmek 1) hak ve görev bakımından bir kimse veya topluluğun adına davranmak; 2) bir eseri sahnede oynamak: "Ayağa kalktı, ezberlediği bir sahneyi temsil etti." -P. Safa. 3) belirgin özellikleriyle yansıtmak, sembolü olmak: "Sizin temsil ettiğiniz zümre bu sahada belli başlı bir rol oynayacak kudrette değildir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4) biy. özümlemek.
→ nispi temsil, söz temsili
temsilci is. 1. Hak ve görev bakımından birinin veya bir topluluğun adına davranan kimse, mümessil. 2. Benzerlerine örnek olan kimse veya şey: "Toplumumuzda çizgileri belirlenmiş bir tipin temsilcisiydi." -N. Cumalı. 3. tic. Aracı olarak başkasına mal satmakla görevlendirilen ve çoğunlukla yasal çalışma yeri ve elinde malı olmayan kimse.
temsilcilik, -ği is. 1. Hak ve görev bakımından birinin veya bir topluluğun adına davranma görevi. 2. Temsilcinin makamı ve görevi, mümessillik.
temsilî sf. (temsidi:) Ar. temsili esk. Bir şeyi göz önünde canlandıran, temsille ilgili.
→ temsilî istiare, temsilî resim
temsilî istiare is. ed. Alegorik anlatım.
temsilî resim, -smi is. Tahayyülde canlandırılmış resim.
temyiz is. (temyiız) Ar. temyiz 1. Ayırt etme. 2. huk. Mahkemelerce verilen kararın kanun ve usul yönünden incelenmesini sağlayan yasal yol: "Dama tıkıldım, ama temyizde beraat ettim." -A. Gündüz, temyiz etmek 1) ayırt etmek; 2) huk. mahkemelerce verilen kararın kanun ve usul yönünden Yargıtayda incelenmesini istemek, temyize gitmek mahkemelerce verilen kararın kanun ve usul yönünden incelenmesi için Yargıtaya başvurmak.
-ten bk. -dan / -den vb.
ten is. Far. ten 1. İnsan vücudunun dış yüzü, cilt: "Tene yapışıp benek benek su kabarcıkları dolan sert mayolar..." -R. H. Karay. 2. esk. Vücut: Tende can kalmadı.
→ ten fanilası, ten rengi
tenafür is. (tenaıfür) Ar. tenâfur ed. esk. Ses uyumsuzluğu.
tenakus is. (tenaıkus) Ar. tenakus esk. Azalma, eksilme.
tenakuz is. (tenaıkuz) Ar. tenakuz esk. Anlam aykırılığı, çelişme, çelişki, tenakuza düşmek birbiriyle çelişen sözler söylemek.
tenasüh is. (tenaısüh) Ar. tenasüh esk. Ruh göçü.
tenasül (tena:sül) Ar. tenasül biy. esk. Üreme.
tenasüp, -bü is. (tena.süp) Ar. tenâsub esk. 1. Birbirine uyma, yakışma, aralarında uygunluk bulunma, oran, orantı. 2. ed. Birbirleriyle ilgili söz veya kavramların dizelerde toplanması sanatı.
tenasüpsüz sf. Tenasüp olmayan, uygunluk, düzgünlük bulunmayan: "Apış arasına fazla tülbent ve mermerşahi tıkarak bebeği çarpık ve ayrık bacaklı, tenasüpsüz olmaktan korur. " -R. H. Karay.
tenazur is. (tena:zur) Ar. tenazur mat. esk. Bakışım.
tencere is. (te'ncere) Ar. tancara İçinde yemek pişirilen, kapaklı, genellikle metal kap: "Ocağın külleri üstünde duran tenceredeki fasulyeyi bitirdiler." -M. Ş. Esendal. tencere dibin kara, seninki benden kara "kötülük, kusur yönünden sen benden daha betersin" anlamında kullanılan bir söz. tencere tava, herkeste bir hava herkesin kendi bildiği gibi davranarak ortada düşünce birliği kalmadığını anlatmak için söylenen bir söz. tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş hoşa gitmeyen herhangi bir nitelik yönünden birbiriyle benzeşen iki kişi bir araya gelmiş, tencerede pişirip kapağında yemek geçinme konusunda var olanla yetinmek. tenceresi (veya tencereleri) kaynamak geçimleri az çok yerinde olmak, tenceresi kaynarken, maymunu oynarken geçimi yolunda, keyfi yerindeyken.
→ düdüklü tencere
tender is. (te'nder) İng. tender Lokomotifin arkasına bağlanan, gerekli yakıtı, suyu taşıyan vagon.
tendürüst sf. Far. ten + durust esk. Dinç, sağlam: "Er ve subay o kadar güzel giyinmiş, o kadar tendürüst idi ki parmağımız ağzımızda kaldı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
teneffüs is. Ar. teneffüs 1. biy. Solunum. 2. Temiz hava almak, dinlenmek için verilen ara: "Bizim mektebin teneffüs saatlerini hatırlatan bu kısa konuşma aralarında..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Koku. teneffüs etmek 1) soluk almak: "Sanki teneffüs ettiği havayı kollayan bir tilki gibi tetikte, sihirli ve hamarat görünürdü." -A. Ş. Hisar. 2) mec. içinde bulunmak, yaşamak: "Orada insanlığın, faziletin, sevginin havasını teneffüs edeceğiz." -O. S. Orhon.
→ teneffüshane, teneffüs zili, sunî teneffüs
teneffüshane is. (teneffüshaıne) Ar. teneffüs + Far. hâne esk. Genellikle okullarda, ders aralarında dinlenmek için öğrencilerin çıktığı salon veya bahçe: "Gezintilerini ve jimnastiğini üstü örtülü teneffüshanede yapıyordu. " -S. F. Abasıyanık.
teneffüs zili is. Okullarda dersin bittiğini bildiren zil sesi.
teneke is. (tene'ke) 1. Yumuşak çelikten yapılmış üzeri kalay kaplı ince sac. 2. sf. Bu sacdan yapılmış: Teneke maşrapa. Teneke faraş. 3. Bu sacdan yapılan, yaklaşık yirmi litre hacmindeki kap. 4. sf. Bu kabın aldığı miktarda olan: "Köpek, balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerinde kaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti." -R. N. Güntekin. (arkasından) teneke çalmak tenekeye sopa vb. İle vurarak giden bir kişiye hakaret etmek.
→ teneke mahallesi, çöp tenekesi
tenekeci is. Tenekeden kap ve öteberi yapan veya onaran kimse.
tenekecilik, -ği is. Tenekeden kap ve öteberi yapma, lehimleme veya tenekeden yapılmış malzemeyi onarma işi.
tenekeleme is. Tenekelemek işi.
tenekelemek (-i) Teneke kutuya doldurmak.
teneke mahallesi is. Damlarının çoğu teneke kaplı, derme çatma evlerin oluşturduğu mahalle.
teneşir is. Far. ten-şüy Üzeride ölü yıkanan ayaklı tahta, salacak: "Ben bu duvara dayalı şeyin teneşir olduğunu bilmiyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. teneşir paklamak yaşarken kirli işlere bulaşan kimseler İçin tek çıkar yol ölüm olmak: "Pis herif, o huyundan vazgeçmez. Onu ancak teneşir paklayacak!" -O. Kemal, teneşire gelesi "ölsün" anlamında bir ilenme sözü.
→ teneşir horozu, teneşir kargası, teneşir tahtası
teneşir horozu is. Çok zayıf kimse.
teneşir kargası is. Teneşir horozu.
teneşirlik, -ği is. 1. Cami avlularında teneşir ve tabut konulan yer. 2. Teneşir yapmaya yarayan tahta. 3. Ölene kadar kötü huyunu sürdüren kimse. 4. sf. Ölmek üzere olan (hasta).
teneşir tahtası is. Üzerinde ölünün yıkanması için kullanılan uzun masa.
tenevvü is. (tenevvü:) Ar. tenevvu' esk. Çeşitlenme, çeşitlilik.
tenevvür is. Ar. tenevvür esk. Aydınlanma. tenevvür etmek aydınlanmak.
tenezzüh is. Ar. tenezzuh esk. Gezinti.
tenezzül is. Ar. tenezzül Kendi durumundan daha aşağıdaki bir işi, bir durumu kabul etme. tenezzül etmek 1) alçak gönüllülük göstermek: "... onlara eliniz eteğiniz sürünmez, tenezzül edip başınızı çevirmeyebilirsiniz." -R. H. Karay. 2) kendi durumuna, düzeyine aykırı düşen bir şeyi veya işi kabul etmek.
ten fanilası is. Doğrudan doğruya ten üzerine giyilen ince fanila.
tenge is. Kazakistan para birimi.
tenha sf. (tenha:) Far. tenhâ 1. İçinde alışılandan az insan bulunan, kalabalık olmayan, ıssız (yer): "Dükkânın önü gene kalabalıkça idi ama içi tenhaydı." -S. M. Alus. 2. esk. Yalnız, tek. tenha kalmak çevresindekiler gidip tek başına, yalnız kalmak: "Onlar gittikten sonra her yer tenha kaldı." -M. Ş. Esendal.
tenhaca sf. (tenha'ca) Kalabalık olmayan: "Karar, o akşam için şehrin tenhaca, sakin bir lokantası kiralanarak sofrada verildi." -S. F. Abasıyanık.
tenhalaşma is. Tenhalaşmak işi.
tenhalaşmak (nsz) 1. Yalnız kalmak. 2. Tenha duruma gelmek, boşalmak, ıssızlaşmak: "Akşam satıcılarının melankolik sesleri, tenhalaşan mahalle aralarında inliyor." -R. H. Karay.
tenhalık, -ğı sf. 1. Boş ve ıssız (yer): Tenhalık bir yer. 2. Tenha olma durumu: "Kopup gelen akınlar ve göçler yarımadayı bu tenhalık içinde bulmuşlardır." -F. R. Atay.
tenis is. İng. tennis sp. Ağla ortasından ikiye bölünen bir alanda tek veya çift oyuncuların raketle karşılıklı vurdukları, çeldikleri topu, belli kurallara göre, karşılanamayacak biçimde birbirlerinin alanına düşürerek sayı kazanmaları esasına dayanan oyun, alan topu.
→ tenis kortu, masa tenisi
tenisçi is. Tenis oynayan kimse.
tenis kortu is. sp. Kort.
tenkidi sf. (tenkildi:) Ar. tenkidi Eleştirmeli, eleştirili.
tenkil is. (tenkv.l) Ar. tenkil esk. 1. Uzaklaştırma. 2. Herkese örnek olacak bir ceza verme. 3. Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma.
tenkis is. (tenkis) Ar. tenkis esk. Azaltma, eksiltme, tenkis etmek azaltmak, eksiltmek: "Şu hâlde kadroları niye tenkis etmiyoruz?" -R. N. Güntekin.
tenkisat ç. is. (tenki:sa:t) Ar. tenkışât esk. Azaltmalar, eksiltmeler.
tenkit, -di (I) is. (tenki:t) Ar. tenkıd esk. 1. Eleştirme, eleştiri: "Bir sanat eserini tenkit ne güç iştir." -A. M. Dranas. 2. ed. Eleştiri. tenkit etmek eleştirmek: "Bir kitabı tenkit edebilmek için ilk şart o kitabı başından sonuna kadar okumaktır." -O. V. Kanık.
tenkit (II) is. (tenki:t) Ar. tenkit esk. Noktalama.
tenkitçi is. 1. Eleştirmen, eleştirici. 2. sf. Eleştirici: Tenkitçi bakışlardan sıkıldım.
tenkitçilik, -ği is. Eleştiricilik.
tenkitli sf. Eleştirmeli: Tenkitli metin yayını.
tenkitsiz sf. Eleştirmesiz.
tenkiye is. Ar. tenliye esk. 1. Anüsten su vermek yoluyla kalın bağırsağın içini temizleme. 2. Bu iş için kullanılan araç.
tennure is. (tennu:re) Ar. tennure esk. Mevlevi dervişlerinin giydiği kolsuz, yakasız, yırtmaçlı, beli kırmalı, uzun ve geniş giysi: "O tennurelerin elvan elvan renkleri ve bu renklerin göz alıcı, baş döndürücü kasırgası... " -Y. K. Karaosmanoğlu.
tenor is. İt. tenore müz. 1. En tiz erkek sesi. 2. Sesi böyle olan şarkıcı, sanatçı.
ten rengi is. 1. İnsan teninin rengi. 2. sf. Bu renkte olan: Ten rengi çorap.
tensik is. (tensiık) Ar. tensik esk. Düzenleme, düzeltme, yoluna koyma, tensik etmek düzeltmek.
tensikat is. (tensi:ka:t) Ar. tensikat esk. 1. Düzen vermeler, düzenlemeler. 2. Bir iş yerinde kadro düzenlemeleri.
tensil is. Ar. tensil esk. Ağacın düşen yapraklarını toplayıp dibine gömme.
→ tensil sahası
tensil sahası is. Ağacın düşen yapraklarının toplandığı alan.
tensip, -bi is. (tens'v.p) Ar. tensib esk. Yaraştırma. tensip etmek uygun bulmak, uygun görmek, münasip görmek: "Benim tensip edeceğim yerde, bir yüzümü görsün, kâfıymiş." -S. M. Alus.
tente is. (te'nte) İt. tenda Genellikle güneşten korunmak için bir yerin üzerine gerilen bez, naylon vb.nden yapılmış örtü: "En üst setin bir özelliği ağaçtan ağaca tente gerilmiş olmasıdır." -S. Birsel.
tenteli sf Tentesi olan: "Uzun, tenteli, tek atlı muhacir arabalarına binilir." -R. H. Karay.
tentene is. (te'ntene) Fr. dentelle hlk. Dantel: "Vitrinlerde tenteneleri, işlemeleri, esvapları seyretti." -H. C. Yalçın.
tenteneli sf. Dantelli.
tentenesiz sf. Danteli olmayan.
tentesiz sf. Tentesi olmayan.
tentür is. Fr. teinture kim. Alkolün bir veya birden çok bitki üstündeki eritici etkisi sonucu elde edilen sıvı ilaç: İyot tentürü.
tentürdiyot, -du is. Fr. teinture d'iode kim. Mikrop kapmasını önlemek için bir kesik veya sıyrığa sürülen iyot tentürü.
tenvir is. (tenviır) Ar. tenvir esk. 1. Işıklandırma, aydınlatma. 2. mec. Bilgi verme, aydınlatma. tenvir etmek 1) ışıklandırmak, aydınlatmak; 2) bilgi vermek, aydınlatmak: "Hep o musikiden anlayan arkadaşımız konuşuyor, bizi tenvir ediyordu." -S. F. Abasıyanık.
tenvirat ç. is. (tenvi:ra:t) Ar. tenvirat Işıklandırma, aydınlatma.
→ tenvirat tanzifat vergisi
tenvirat tanzifat vergisi is. ekon. esk. Aydınlatma ve temizlik vergisi.
tenya is. (te'nya) Yun. zool. Şerit.
→ sığır tenyası
tenzih is. (tenzi:h) Ar. tenzih esk. 1. Arılama, kusur kondurmama. 2. din b. Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma, tenzih etmek kusurlu ve kabahatli olmadığını, kötü vasıflardan soyutlandırıldığını, dışında tutulduğunu bildirmek.
tenzil is. (tenzi:l) Ar. tenzil esk. İndirme, azaltma, çıkartma, aşağı düşürme, aşağılama. tenzil etmek indirmek.
→ tenzilirütbe
tenzilat is. (tenzi:lâ:t) Ar. tenzilât esk. Fiyat indirimi, iskonto. tenzilat yapmak indirim yapmak.
tenzilatlı sf. İndirimli, iskontolu: Tenzilatlı satışlar başladı.
tenzilatsız sf. Tenzilat yapılmaksızın, indirimsiz.
tenzilirütbe is. Ar. tenzil + rütbe esk. Rütbe indirimi.
teogoni is. Fr. theogonie Tanrıların meydana gelişi hakkında bilgi.
teokrasi is. Fr. theocratie sos. Siyasi iktidarın, Allah'ın temsilcileri olduklarına inanılan din adamlarının elinde bulunduğu toplumsal, siyasi düzen, din erki.
teokrat is. Fr. theocrate Teokrasiye dayanan iktidar sahibi kimse.
teokratik, -ği sf Fr. theocratiaue Teokrasiye dayanan.
teolog, -ğu is. Fr. theoîogue İlahiyatçı, tanrı bilimci.
teoloji is. Fr. theologiefel. Tanrı bilimi.
teolojik, -ği sf. Fr. theologiaue fel. Tanrı bilimiyle ilgili.
teorem is. Fr. theoreme mat. 1. Kanıtlanabilen bilimsel önerme. 2. Mantıksal usa vurma ile kanıtlanan önermenin veya özelliğin bildirimi.
teori is. Fr. theorie Kuram, nazariye: "Alışılmış kalıpların çok dışında yeni fikir akımları, modern teoriler konuşulurdu o dünyada. " -Ç. Altan.
→ komplo teorisi, Güneş Dil Teorisi
teorik, -ği sf. Fr. theoriaue Kurama dayanan, kuramsal, nazari.
teorisyen is. Fr. theoricien Kuramcı.
tepe is. 1. Bir şeyin en üstteki bölümü: "Pencere önünde dimdik durmuş, kocaman ağaçların tepesine bakıyordunuz." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir yerin, bir nesnenin vb.nin üstü, tam hizası: "Ekşisu'da trenden indikleri sırada güneş tam tepelerindeydi." -N. Cumalı. 3. tkz. Birinin yanı başı, baş ucu: Tepemde durup canımı sıktı. 4. anat. Başın üst, kafatasının iki kulak arasında kalan bölümü: "Güneş sanki yalnız sizin tepenize ışık ve sıcaklık aksettirmeye çalışıyor." -R. H. Karay. 5. coğ. Yüksekliği genellikle birkaç yüz metreyi geçmeyen, çok kez tek başına, yamaçları yatık yer biçimi: "Derenin sağ tarafına yükselen tepenin yamaçları daha hafif eğimli, daha genişti." -N. Cumalı. 6. mat. Çokgende veya çok yüzlüde köşelerden her biri. 7. mat. İkizkenar bir üçgende eşit kenarların kesişme noktası. 8. mat. Bakışım ekseni bulunan bir eğrinin veya yüzeyin bu eksenle kesişme noktalarından her biri. (birine) tepeden bakmak küçümsemek: "Çatık kaşlar ve engin nazarlarla herkese tepeden bakıyor." -H. Taner. tepesi (veya beyni) atmak birdenbire öfkeye kapılmak, öfkelenmek, tepesi üstü başı yere gelmek üzere, tepetakla, (birinin) tepesinde bitmek 1) istenmediği hâlde birinin yanına gelip ayrılmak istememek, türlü isteklerle canını sıkmak, rahatsız etmek; 2) ansızın yanına gelmek, tepesinde havan dövmek (veya değirmen çevirmek) üst katta oturan biri, gürültü yaparak alt kattakini rahatsız etmek, tepesinden (veya başından) kaynar su dökülmek derin bir üzüntü duymak: "Nazmiye'nin tepesinden sanki kaynar sular döküldü, yooo ... dedi." -O. Kemal, (birinin) tepesine (veya başına) binmek (veya çıkmak) genellikle kendinden daha güçsüz kimseleri ezmek, kötü davranmak: "Böyle kız gibi nazik bir zabiti askerler sayarlar mı? Askerlerimiz tepenize çıkıyordur, nedir?" -R. N. Güntekin. (birinin) tepesine dikilmek yanında, baş ucunda durmak, tepesinin tası atmak birdenbire çok sinirlenmek.
→ tepe açısı, tepe aşağı, tepebaşı, tepe camı, tepegöz, tepegözler, tepe lambası, tepetakla, tepe tomurcuğu, tepe üstü, tepeden inme, tepeden tırnağa, ada tepe, dere tepe, tanık tepe, dalga tepesi, hacet tepesi
tepe açısı is. zool. Eksenden dikey kesitte yumuşakça çenetlerinin uç kısmında oluşan açı.
tepe aşağı zf. Baş aşağı, tepesi aşağı gitmek işleri bozulup büyük zarara uğramak.
tepebaşı is. esk Siyah pullarla işlenmiş kumaş veya giysi.
tepe camı is. mim. Tavanda veya tavana yakın yerde, tepeye yakın bulunan camlı pencere.
tepecik, -ği is. coğ. 1. Yerden yükseklikleri çok az olan tepeler. 2. bot. Çiçek tozunun konmasına yarayan, çiçeklerde dişi organların ucu.
tepeden İnme sf. 1. Beklenmedik, şaşırtıcı: "Bir kandil gecesi Gülsüm, aşırılmış birkaç kandil çöreği ile akide şekerlerini bahçeye yerleştirirken tepeden inme bir baskına uğradı. " -R. N. Güntekin. 2. Yüksek bir makamdan çıkan (buyruk).
tepeden inmeci is. Tepeden inme yöntemine başvuran kimse, jakoben.
tepeden inmecilik, -ği is. Tepeden inmeci olma durumu, jakobenizm.
tepeden tırnağa zf. 1. Herkes, her şey: "Her gün tepeden tırnağa kasabada kim varsa çekiştiriliyordu." -Y. Kemal. 2. Baştan aşağı, her yanı: "Kadın tepeden tırnağa kin kesildi, hınç kesildi." -T. Buğra, tepeden tırnağa süzmek herhangi bir sebeple birine dikkatlice bakmak: "Önce onu tepeden tırnağa şöyle bir süzdü." -A. İlhan.
tepegöz is. 1. Derslerde, konferanslarda asetat üzerine yazılan yazıyı veya grafiği kuvvetli bir ışık kaynağı aracılığıyla perdeye yansıtan optik araç. 2. sf. Dar alınlı, gözleri saçlarının bittiği yere çok yakın görünen (kimse). 3. sf Dikkatsizce, sağa sola çarparak yürüyen (kimse). 4. zool. Medine kurdunun ara konakçısı, tepegözlerin örnek türü olan küçük kabuklu (Cyclops strenuus).
tepegözler ç. is. zool. Birçok türü, önemli solucan türlerine ara konakçılık eden, duyargaları tek kollu, beşinci çift ayakları körelmiş kabuklular familyası.
tepe lambası is. Cankurtaranın, polis ve trafik araçlarının üzerinde aralıklarla renkli ışık yayan lamba: İtfaiye kırmızı tepe lambası kullanır.
tepeleme is. 1. Tepelemek işi: "Ertesi gün öğle vakti, Menderes köprüsündeki köpekleri tepelemeye ant içtik." -H. E. Adıvar. 2. sf. İyice doldurulmuş, taşacak kadar dolu olan: "Ortaya konmuş tepeleme dolu sarı mangalın çevresine..." -H. R. Gürpınar. 3. zf. Tepe biçimi verecek veya kenarlarından taşacak kadar: "İşte Ruhsar! Orada tepeleme yığılmış kitapların yanı başında duruyor." -A. İlhan.
tepelemek (-i) 1. Ayakları altında ezmek. 2. mec. Bozguna uğratmak, hırpalamak: "Sen ona ilişirsen ben de seni tepelerim." -B. Felek. 3. mec. Kıyasıya dövmek.
tepelenme is. Tepelenmek işi.
tepelenmek (nsz) Tepeleme işi yapılmak.
tepeletme is. Tepeletmek işi.
tepeletmek (-i, -e) Tepeleme işini yaptırmak.
tepeli sf. 1. Tepesi olan: Tepeli arazi. 2. Başında sorguç, hotoz vb. bir süs bulunan (kuş): Tepeli tavuk.
→ tepeli akbaba, tepeli bülbül, tepeli dalgıç, tepeli deve kuşu, tepeli horoz, tepeli köstebek, tepeli patka, tepeli tarla kuşu, tepeli tavuk, tepeli toygar
tepeli akbaba is. zool. Güney Amerika'da, genellikle sazlık göllerde, yaşayan, siyah beyaz tüylü, büyük boylu, boynu ve başı çıplak, erkeklerinde koyu kırmızı tepelik bulunan yırtıcı kuş, kondor (Vultur gryphus).
tepeli bülbül is. zool. Tepesi tüylü bir tür bülbül.
tepeli dalgıç, -cı is. zool. Dalgıç kuşlarından, başında kara tüylerden bir tepelik bulunan, sazlık göllerde yaşayan bir kuş, elmabaş (Podiceps cristalus).
tepeli deve kuşu is. zool. Uçma yeteneği olmayan, Yeni Gine ve Avustralya'da yaşayan deve kuşu türü.
tepeli deve kuşugiller ç. is. zool. Deve kuşu familyasından olan kuş türü.
tepeli horoz is. zool. İbiği iri ve yüksek dövüşçü horoz.
tepelik, -ği is. 1. Anadolu'da köylü kadınların kullandıkları, altın ve gümüş paralarla, bazı değerli taşlarla süslü başlık. 2. Bir yapının veya bir mobilyanın en yukarısına süs olarak yapılan bölüm. 3. sf Tepeleri çokça bulunan (yer).
tepeli köstebek, -ği is. zool. Burun deliklerinin çevresinde dokunma organı görevi yapan dokunaçları bulunan ve uzun kuyruklu köstebek.
tepeli patka is. zool. Orta Anadolu'da yaşayan dalıcı ördek.
tepeli tarla kuşu is. zool. Tepeli, uzun kuyruklu, at dışkıları arasında beslenen tarla kuşu, tepeli toygar.
tepeli tavuk, -ğu is. zool. Tepeli tavukgillerden, Güney Amerika'da yaşayan, ağaçlara tırmanan bir tavuk türü (Opisthocomus hoazin).
tepeli tavukgiller ç. is. zool. Tavuksular takımının bir familyası.
tepeli toygar is. zool. Tepeli tarla kuşu.
tepesiz sf. Tepesi olmayan.
tepetakla zf. Başı aşağı gelecek biçimde, tepesi üstü. tepetakla etmek (veya devirmek) birinin toplumsal veya ekonomik durumunu bozmak, tepetakla gitmek (veya yuvarlanmak) hızlı bir biçimde toplumsal ve ekonomik durumu bozulmak.
tepetaklak zf bk. tepetakla: "İktidara gelirse bir dediğini iki etmeyecekmiş gibi görünerek çevresini yapmış, rakibi tepetaklak devirmişti. " -T. Buğra.
tepe tomurcuğu is. bot. Dalların ucunda bulunup o dalların uzamalarını sürdüren tomurcuk.
tepeüstü zf. Baş aşağı, tepeüstü düşmek başının üzerine düşmek, yuvarlanmak.
tepe üstü is. 1. Trafikte karşı yoldan gelen aracın görülmediği en yüksek nokta. 2. Bir tepenin zirvesi.
tephir is. (tephv.r) Ar. tebhir esk. 1. Buharlaşma, buharlaştırma. 2. Buğulama, buğuya tutma, etüvden geçirme.
→ tephirhane
tephirhane is. (tephi:rha:ne) Ar. tebhir + Far. hâne esk. Mikroplu eşyanın etüvden geçirildiği yer, buğuevi.
tepi is. psikol. Bir işi yapmak, harekete geçmek için duyulan ve bireyin engelleyemeyeceği kadar güçlü İstek, içtepi, itki.
→ içtepi
tepik, -ği is. hlk. Tekme.
tepikleme is. Tepiklemek işi.
tepiklemek (-i) hlk. 1. Binek hayvanını yürütmek için ayakla vurmak, tekmelemek. 2. Otomobilin gaz pedalına sonuna kadar basmak.
tepilme is. Tepilmek işi.
tepilmek (nsz) 1. Tepme işi yapılmak: "Dış tarafımdan bitkin, hevessizim ama geriye tepilmiş arzular yüzünden şuuraltı benliğim isyan hâlinde." -R. H. Karay. 2. Geri çevrilmek.
tepindirme is. Tepindirmek işi.
tepindirmek (-i) Tepinmesine yol açmak.
tepiniş is. Tepinme işi veya biçimi.
tepinme is. Tepinmek işi: "O daha Karagöz'ün hatırlanışı ile gülümserken salonda da ıslık, tepinme başladı." -T. Buğra.
tepinmek (nsz) 1. Ayaklarını hızla yere vurmak: "Tekmelediler, üzerime çıkıp tepindiler." -S. F. Abasıyanık. 2. Öfke ve sevincini açığa vuracak davranışlarda bulunmak: "Bir zaman erkek arkadaşlar buluşur, tepinir, rakı içer, dövüş eder..." -S. F. Abasıyanık. 3. Ayaklarını vurarak gürültü etmek. 4. mec. Bir şeyi istememek, diretmek, kabul etmemek: "Tepiniyor, tokatlayacağını, tekme ile dışarı atacağım söylüyordu." -Ö. Seyfettin.
tepir is. hlk. Tahılı saman ve kavuzlardan ayırmaya yarayan, kıldan veya kamıştan yapılmış elek.
tepirleme is. Tepirlemek işi.
tepirlemek (-i) hlk. Tahılın taşını ayırmak, elemek.
tepiş is. Tepme işi veya biçimi.
tepişme is. Tepişmek işi.
tepişmek (nsz, -le) 1. Birbirini tepmek: "O günlerde, atlar tepişecek diyordu." -T. Buğra. 2. İtişip kakışmak.
tepke is. biy. 1. Dıştan gelen bir uyarım sonucu doğan hareket, salgı gibi iç tepkilere yol açan irade dışı sinir etkinliği, yansı, refleks. 2. psikol. Dıştan gelen bir uyarım sonucunda doğan ve hareket, salgı vb. tepkilere yol açan samimiyetsiz sinir etkinliği, refleks.
→ koşullu tepke, koşulsuz tepke
tepki is. 1. Bir cismin kendini iten veya sıkıştıran başka bir cisme gösterdiği karşı etki, aksülamel, reaksiyon. 2. Herhangi bir etkiye cevap olarak doğan söz veya davranış: "Seyircilerin şaşkınlığı geçince tepkisi başladı. " -H. Taner. 3. Yorum, karşılık verme.
tepkili sf. Tepkisi olan veya tepki gücü ile çalışan: Tepkili tüfek.
→ tepkili uçak
tepkili uçak, -ğı is. Tepkili motorlarla çalışan, Özel cihazların çıkardığı gazla basınç sağlanan, hızı çok olan uçak, jet.
tepkime is. 1. Tepkimek işi. 2. kim. Birbirini etkileyen maddeler arasında ortaya çıkan olay, reaksiyon, teamül.
→ zincirleme tepkime
tepkimek (nsz) Bir cisim etki aldığı şeye karşı etkide bulunmak.
tepkin sf. Tepkimeye ilişkin, tepkiyen.
tepkinlik, -ği is. Tepki gösterme becerisi.
tepkisel sf. Tepkiyle ilgili, tepkiye ait.
→ tepkisel davranış
tepkisel davranış is. psikol. Dış çevreden gelen bir uyarının etkisiyle ortaya çıkan bir davranış.
tepkisiz sf. 1. Tepkisi olmayan. 2. Tepki gücü ile çalışmayan.
tepkisizlik, -ği is. Herhangi bir tepki göstermeme durumu.
tepme is. 1. Tepmek işi. 2. hlk. Tekme. 3. sf. hlk. Suda çiğnenerek keçel eştiril en yünden dokunmuş (kumaş, keçe vb.).
→ geri tepme
tepmek, -er (-i) 1. Hayvan, ayağıyla vurmak. 2. Üzerine basarak sıkıştırmak: Yünleri çuvala tepmek. 3. Çokça yürümek. 4. mec. Değerini anlamamak veya kestirememek, geri çevirmek: "Gelmiş buraya, başını sokacak, ekmeğini kazanacak bir yer bulmuş, hiç bunu teper mi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. mec. Yeniden ortaya çıkmak, tazelenmek, depreşmek: "Gündüz ya bir yere sokulup uyur ya sessiz sedasız sokaklarda dolaşır. Fakat akşam oldu mu derdi teper." -H. E. Adıvar. (birini veya bir şeyi) tepe tepe kullanmak sağlamlığına güvenilen şeyleri yıpranacağını düşünmeden, esirgemeden, sakınmadan hoyratça kullanmak, teptim keçe oldu, sivrilttim külah oldu bir şeyi işine geldiği gibi gösterenler veya yorumlayanlar için söylenen bir söz.
teprenmek bk. deprenmek.
tepreşmek bk. depreşmek.
tepreştirmek (-i) bk. depreştirmek.
tepserme is. Tepsermek işi veya durumu.
tepsermek (nsz) hlk. Kuruyup çatlamak: "Siz hiç eski tahtalara yağlı boya yaptınız mı? / Bütün iş ilk çekilen boyadadır astarda. / Astar düzgün değilse tepserir boya / Islak duvarlar gibi dökülür pul pul." -B. Necatigil.
tepsi is. 1. Fincan, tabak, bardak vb. şeyleri taşımaya yarayan, derinliği olmayan, türlü büyüklükte düz kap: "Yanlarından, elindeki tepside boşlarla ortalıkçı bir çocuk geçmektedir. " -T. Buğra. 2. İçinde börek, tatlı vb. pişirmeye yarayan, az derin, geniş, düz kap: "Bir küçük çırak, koltuğunda pasta dolu bir tepsiyle dışarı çıktı." -S. F. Abasıyanık. 3. sf. Tepsi biçiminde olan. 4. sf. Bir tepsinin alabileceği miktarda olan: 1-ki tepsi börek.
→ kahve tepsisi
ter is. Derinin gözeneklerinden sızan, kendine özgü bir kokusu olan, yapışkan, renksiz, tuzlu sıvı: "O kadar sırsıklam ter içinde idi ki cesaret edemedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. ter alıştırmak terinin biraz kurumasını beklemek, ter atmak vücudu rahatlatmak amacıyla aşırı derecede terlemek: ... göbek taşında ter atarken bunaldı, ter basmak çok terlemek, ter boşanmak sıkıntıdan birdenbire çok terlemek: "Elleri ayakları buz kesildi, soğuk bir ter boşandı bütün vücudundan. " -Ç. Altan. ter dökmek 1) çok terlemek; 2) mec. bir İş yapmak için zahmet çekmek: "Erenköy yollarına ne kadar ter döktüğümü bilemezsin." -F. R. Atay. terini soğutmak serinde dinlenmek.
→ alın teri, ayak teri, ecel teri
terakki is. (terakki:) Ar. terakki esk. 1. İlerleme, yükselme, gelişme. 2. fel. İlerleme. terakki etmek ilerlemek: "Memuriyetinde biraz terakki etmesi... için bu işin konuşulmasından âdeta utanır." -A. Ş. Hisar, terakki göstermek geliştiğini, ilerlediğini ortaya koymak: "Hususi surette aldığı şan derslerinde büyük terakkiler göstermiş." -H. Taner.
terakkiperver sf. (terakkiıperver) Ar. terakki + Far. -perveresk. İlerici.
teraküm is. (teraıküm) Ar. teraküm esk. Birikme, yığılma, teraküm etmek birikmek, yığılmak.
terane is. (teraıne) Far. terane muz. esk. 1. Ezgi, makam, nağme. 2. mec. Çok tekrarlandığından usanç verici bir durum alan söz: "Bu teraneleri çok işittik. Gece o terane. Araboğlu, Araboğlu, ayakları Şam'a doğru diye bir teranedir tutturuyorlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
terapi is. Fr. therapie psikol. Bir hastalığı yenecek etkenleri ve bu etkenlerin kullanılma yöntemlerini bularak hastanın sıkıntılarını giderme, iyi etme işi, sağaltım.
terapist sf. Fr. therapist Terapi yapan (kimse).
teras is. Fr. terrasse 1. Bir yapının damında çevresi, üstü açık yer, tahtaboş, taraça: "Ayrıca denize bakan bir de büyük terası vardı. " -Ç. Altan. 2. coğ. Seki.
terasa is. bk. teras.
teraslama is. Sekileme.
teraslamak (-i) Sekilemek.
teraslanma is. Teraslanmak işi.
teraslanmak (nsz) Teras durumuna gelmek, sekilenmek.
teravi is. bk. teravih.
teravih is. (teraıvih) Ar. teravih din b. Ramazan ayı boyunca, yatsı namazından sonra kılman namaz: "Bu ramazan gecesi, teravih kılınırken, çarşıdan geçtik." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ teravih namazı
teravih namazı is. din b. Teravih.
terazi is. (tera:zi) Far. terâzü 1. Bir kolun iki ucuna asılı iki kefeden oluşan tartı, mizan: "Sanki her an bütün bir tarihi tartan hisli teraziler gibiydiler." -A. Ş. Hisar. 2. Elektronik tartma aracı. 3. İp cambazlarının dengeyi sağlamak için kullandıkları uzun sırık. 4. sp. Vücudun, asılarak veya dayanarak yere paralel bulunduğu denge duruşu, teraziye vurmak iyice tartarak düşünmek.
→ yaylı terazi, kuyumcu terazisi, su terazisi
Terazi öz. is. (teraızi) Far. terâzü astr. Zodyak üzerinde Başakla Akrep arasında bulunan burcun adı.
terazileme is. Terazilemek işi.
terazilemek (-i) 1. Cambazlıkta kol veya sırık yardımıyla denge sağlamak. 2. Bir şeyin ağırlığını elle yoklamak.
terazilenme ıs. (teraızilenme) Terazilenmek durumu.
terazilenmek (nsz) 1. Dengelenmek. 2. Düşmemek için dengeyi korumak: "Sonra beyaz bir maşlahla o hanım ve arkasında bir zenci kız ince iskeleden terazileniyor, yaylanıyor gibi geçiyorlar." -R. E, Ünaydm.
ter bezi is. anat. Derinin içinde bulunan ve ter salgılayan bez.
terbi is. (terbi:) Ar. terbi' astr. esk. 1. Dördün. 2. ed. Dörtleme.
terbiye (I) is. Ar. terbiye 1. Eğitim: "Hepsi de karşılıklı bir iyilik ve bir terbiyeden istifade etmekteydiler." -A. Ş. Hisar. 2. Görgü. 3. Bazı yemeklerin suyunu türlü yollarla koyulaştırma. 4. Eti, pişirmeden önce çeşitli baharatlar, yağ, salça vb. şeyler içinde bir süre bekletme. 5. Hayvanı alıştırma: "Sessiz sinema filminde bir yabani atın terbiye sahnesi gösteriliyordu." -F. R. Atay. terbiye almak (veya görmek) belli bir eğitimle yetişmek: "Allah rahmet eyleye, ben terbiyemi anamdan aldım." -B. Felek, terbiye etmek 1) eğitmek; 2) tabaklamak; 3) et vb. maddeleri yumuşaması için belirli şeylerin içinde bir süre bekletmek; 4) çorba vb. yemeklere yoğunlaşması ve daha çok lezzetli duruma gelmesi için süt, yumurta vb. katmak. terbiyesini bozmak terbiyesizlik etmek. (birinin) terbiyesini vermek sert sözlerle terbiyesizliğini kendisine anlatmak.
→ beden terbiyesi
terbiye (II) is. hlk. Araba hayvanlarının dizginleri.
terbiyeci is. esk. Eğitimci: "Kumandandan, Halide Hanımla onun beğeneceği birkaç Türk terbiyecisinin Şam'a gelmeleri için uğraşmalarını tavsiye eden bir telgraf aldım." -F. R. Atay.
terbiyeleme is. Terbiyelemek işi.
terbiyelemek (-i) 1. Eğitmek. 2. Çeşitli katkı maddeleriyle yemeği lezzetli duruma getirmek: ... yemeği baharatlarla terbiyeledi.
terbiyeli sf. 1. Topluluk kurallarına uygun olarak davranan, müeddep: "Gelenleri kapıdan terbiyeli uşaklar karşılarmış." -R. H. Karay. 2. Terbiye işlemi yapılmış (yemek). terbiyeli maymun gibi çok saygılı, çekingen (kimse), itaatkâr.
→ terbiyeli çorba, terbiyeli köfte
terbiyeli çorba is. Çeşitli katkı maddeleriyle lezzetli hâle getirilen çorba.
terbiyeli köfte is. 1. Kıyma, ekmek içi, soğan, maydanoz ve baharat karışımının unlandıktan sonra kaynamakta olan su ve tuz içinde pişirilmesi ve limon suyu ile yumurtanın çırpılarak azar azar üzerine dökülmesiyle yapılan bir köfte türü. 2. Çeşitli katkı maddeleriyle lezzetli hâle getirilen köfte.
terbiyelilik, -ği is. Terbiyeli olma durumu: "Gideceğim yere genç Türk kızları İstanbul'un bütün uygar terbiyeliliğini taşıyan kızlar gelecekmiş." -H. E. Adıvar.
terbiyesiz sf. 1. Terbiyesi olmayan. 2. Topluluk kurallarına aykırı davranan: "Böyle bir terbiyesiz, misafir diye çağrılır mı? Misafir böyle şey yapar mı?" -R. N. Güntekin.
terbiyesizce sf. 1. Terbiyesiz: "Terbiyesizce işaretlerle birbirimizi tahkir etmeye başlarız. " -H. R. Gürpınar. 2. zf. Terbiyesiz bir biçimde, saygısızca, terbiyesizcesine.
terbiyesizcesine zf. (terbiyesi'zcesine) Terbiyesizce.
terbiyesizleşme is. Terbiyesizleşmek işi.
terbiyesizleşmek (nsz) Terbiyesizce davranışlarda bulunmak, edepsizleşmek.
terbiyesizlik, -ği is. 1. Terbiyesiz olma durumu. 2. Terbiyesizce davranış, terbiyesizlik etmek (veya yapmak) toplum kurallarına, görgü kurallarına aykırı davranışta bulunmak: "Acaba ben bilmeyerek bir terbiyesizlik ettim de ona mı içerledi?" -A. Gündüz.
terbiyevi sf. (terbiyevi:) Ar. terbiyevi eğt. esk. Eğitimsel.
terbiyum is. (te'rbiyum) Fr. terbium kim. Atom numarası 65, atom ağırlığı 159 olan, az bulunan bir element (simgesi Tb).
tercih is. (-ci:hi) Ar. tercih Bir şeyi Öbürüne göre daha iyi, üstün veya Önemli sayma, yeğ tutma, yeğleme: "Böyle bir tercihinin kefaretini ödemek ister gibi de bir porsiyon köfte söylemişti." -Ç. Altan. tercih etmek yeğlemek: "... hiçbir şey yapmamayı ve hazır paradan yemeyi tercih ediyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tercihane is. (terci:ha:ne) Ar. terci' + Far. hâne ed. esk. Terciibentte vasıta beytinden önceki beyitlerin oluşturduğu bent.
tercihen zf. (terci':hen) Ar. tercihen Tercih hakkını kullanarak.
terciibent, -di is. (terci:Hbent) Ar. terci' + Far. bend ed. esk. Divan edebiyatında uyakları başka başka olan birkaç bentten oluşan ve her bendin sonunda tekrarlanan bir beyit bulunan bir manzume biçimi.
tercüman is. Ar. tercemân Çevirmen, tercüman olmak başkasının düşüncesini ve duygusunu bildirmek, dile getirmek, anlatmak.
tercümanlık, -ğı is. Çevirmenlik: "Bir nezarette tercümanlıkla yakayı kurtardık." -M. Ş. Esendal.
tercüme is. Ar. terceme 1. Bir dilden başka bir dile çevirme. 2. Çeviri, tercüme etmek çeviri yapmak: "Ben bu zatın iki kitabını tercüme etmiştim." -B. Felek.
→ tercümeihâl, hâl tercümesi
tercümeihâl, -li is. (tercüme'ihad) Ar. terceme + hâl esk. Öz geçmiş.
terdit, -di is. (-di:di) Ar. terdid ed. esk. Yazıda beklenmedik bir sonuçla karşılaşma.
tere is. Far. tere bot. Turpgillerden, yaprakları salata olarak yenen baharlı bir bitki (Lepidium).
→ çayır teresi, su teresi, yaban teresi
terebentin is. Fr. terebenthine Kozalaklılardan ve bazı ağaçlardan ya kendi kendine veya ağacın çizilmesiyle akan, yağlı boya, yağlı vernik üretiminde ve inceltilmesinde kullanılan, ince, renksiz, kokulu reçine, terementi.
tereci is. Tere yetiştiren veya satan kimse. tereciye tere satmak birine çok iyi bildiği bir şeyi öğretmeye kalkmak.
tereddi is. (tereddi:) Ar. tereddi esk. Yozlaşma: "Kadınlar ve biz, zavallı vitaminsiz ruhlu gençler bu tereddinin örnekleriydik." -R. H. Karay, tereddi etmek soysuzlaşmak, yozlaşmak.
tereddüt, -dü is. Ar. tereddud Kararsızlık, duraksama: "Şaşırdı. Hafif bir tereddütten sonra önümde durdu." -R. N. Güntekin. tereddüt etmek kararsız davranmak, duraksamak: "Hiç tereddüt etmeden maksadımı kendisine anlattım." -F. R. Atay. tereddütle duraksayarak, tereddüt ederek.
tereddütlü sf. Tereddüdü olan, tereddüde yol açan, duraksamalı: "Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi." -Ö. Seyfettin.
tereddütsüz sf. 1. Tereddüdü olmayan, tereddüde yol açmayan, duraksamasız. 2. zf. Kararlı olarak, duraksamadan: "Tereddütsüz Avrupa'nın tekniğini, bilgisini alacağız." -O. S. Orhon.
terek, -ği is. esk. Evlerde veya dükkânlarda yüksekçe yerde yapılan raf.
tereke is. Ar. tereke huk. Miras: "Hâlâ eski zenginliğinin hasedim üstüne çeker ve eski terekelerinin veraset vergilerini öder." -B. Felek.
terekküp, -bü is. Ar. terekkub esk. Birkaç şeyin bileşmesinden oluşma, bileşme, terekküp etmek birkaç şeyden oluşmak, bileşmek.
→ terekküp tarzı
terekküp tarzı is. Oluş biçimi.
terelelli sf. (terele'lli) tkz. Hafif ve hoppa: "Sade biraz terelellidir, ama ziyanı yok." -R. N. Güntekin.
terementi is. Terebentin.
terennüm is. Ar. terennüm müz. esk. 1. Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme. 2. Kuş şakıma, ötme. 3. mec. Anlatma, ifade etme. terennüm etmek 1) güzel ve alçak sesle şarkı söylemek: "Can acısıyla terennüm eder gibi, ay ay ay! diye feryada başlıyorsunuz." -R. N. Güntekin. 2) anlatmak, ifade etmek: "Şurada sizi baştan başa terennüm eden bir şiir yazdım." -A. Gündüz.
teres is. kaba Pezevenk.
teressüp, -bü is. Ar. teressub kim. esk. Çökelme. teressüp etmek dibe çökmek.
terettüp, -bü is. Ar. terettub esk. 1. Gerekme, icap etme. 2. İş vb. İçin gerekme, ait olma. terettüp etmek 1) gerekmek; 2) ödev olarak üzerine düşmek.
tereyağı is. Sütten çıkarılan taze yağ, sade yağ. tereyağı gibi çok yumuşak (elma, armut). tereyağından kıl çeker gibi 1) her türlü mecburiyetten, mükellefiyetten ve sorumluluktan kolayca sıyrılarak: Tereyağından kıl çeker gibi bu belalı işten sıyrıldı. 2) bir işi kolayca yaparak, becerikli bir biçimde: "Mehmetlerin askerde dev yapılı kamyonları tereyağından kıl çeker gibi çekip çevirdiklerim seyretmeye doyamazdım." -B. R. Eyuboğlu.
tereyağlı sf Tereyağı ile yapılmış: Tereyağlı baklava.
terfi is. (terfi:) Ar. terfi' 1. Derece, makam bakımından yükselme. 2. Yükseltme: "Zafer üzerine orduda terfiler yapılmıştı." -F. R. Atay. terfi etmek bir görevde derecesi yükselmek.
terfian zf. (terfi':an) Ar. terjı'an esk. Terfi ederek, yükselerek.
terfih is. (ierfv.h) Ar. terfih esk. Ferahlatma, rahat yaşamasını sağlama, gönendirme. terfih etmek iyileştirmek, ferahlatmak, gönendirmek.
terfik is. (terfik) Ar. terfik esk 1. Bir kimseyi arkadaş olarak yanına alma. 2. Arkadaş olarak yanma bir kimse verilme, terfik etmek yanına katmak, yanına almak.
tergal is, Fr. tergal 1. Terilen. 2. sf. Bu İplikten yapılmış: Tergal kumaş.
terhin is. (terhi:n) Ar. terhin tic. esk. Rehin olarak bırakma, rehine koyma, tutuya koyma. terhin etmek rehin olarak bırakmak, rehine koymak, tutuya koymak.
terhis is. Ar. terhis ask. Askerlik ödevini bitirenleri ordudan bırakma, terhis edilmek askerlik görevini bitirenler bırakılmak: "Polis görevlisi ile askerden yeni terhis edilmiş marangoz, peronda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı." -H. Taner, terhis etmek 1) askerlik görevini bitirenleri bırakmak; 2) mec. bırakmak, terk etmek: "Biz de yavaş yavaş rediflerimizi terhis ettik." -M. Ş. Esendal. terhis olmak askerlik görevini bitirmek.
terilen is. İng. terylene 1. Yapay polyester lifleri veya ipliği, tergal. 2. sf. Bu liften yapılmış olan.
terim is. 1. Bir bilim, sanat, meslek dalıyla veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı karşılayan kelime, ıstılah: "Bazıları ise terimlerimizi milletlerarası esaslara bağlamak davasındadırlar." -F. R. Atay. 2. man. Geleneksel mantıkta özne veya yüklem. 3. mat. Cebirsel bir anlatımda + veya -işaretleri arasında bulunan parçalardan her biri. 4. mat. Bir denklemde = işaretinin iki yanındaki anlatımlardan her biri. 5. mat. Bir kesrin pay ve paydasından her biri, had.
→ büyük terim, küçük terim, orta terim, bîr terimli, çok terimli, iki terimli
terk is. Ar. terk 1. Bırakma, ayrılma. 2. Vazgeçme. 3. Bakmama, ihmal etme. terk etmek 1) bırakmak, ayrılmak; 2) salıvermek, vazgeçmek; 3) bakmamak, ihmal etmek.
terki is. 1. Eyerin arka bölümü: "Avluda terkiden yere atladığında öfkeden kudurmuştu. " -Y. Kemal. 2. Binek hayvanının sağrısı. (birini) terkisine almak üzerinde bulunduğu atın sağrısına bindirmek: "Sonra atlarının terkisine aldılar, benimle beraber kaçtılar. " -H. Taner.
terkibi sf. (terki:bi:) Ar. terkibi esk. Tamlama ile ilgili.
terkibibent, -di is. (terki: 'bibent) Ar. terkîb + Far. bend ed. esk. Divan edebiyatında uyakları başka başka olan birkaç bentten oluşan ve her bendin sonunda kafiyeleri aynı birer beyti bulunan manzume biçimi.
terkin is. (terki:n) Ar. terkin esk. Yazılmış bir şeyi çizerek silme, terkin etmek yazılmış bir şeyi çizerek silmek.
terkip, -bi is. (-ki:bi) Ar. terkib esk. 1. Birleşim, birleştirme, bir araya getirme. 2. dbl. Tamlama: Farsça manasız terkipler yapılıyor. terkip etmek birleştirmek, bir araya getirmek.
→ terkiphane
terkiphane is. (!erkipha:ne) Ar. terkib + Far. hâne ed. esk. Terkibibentte vasıta beytinden önceki beyitlerin oluşturduğu bent.
terleme is. 1. Terlemek işi. 2. bot. Yaprakların gözeneklerinden buhar durumunda su kaybetmeleri.
terlemek (nsz) 1. Ter çıkarmak, ter dökmek. 2. İçindeki suyu ter biçiminde sızdırmak: Testi terliyor. 3. Bir şeyin üzerinde buhar olarak yoğunlaşmak: Camlar terledi. 4. mec. Bıyık çıkmaya başlamak: "Aralarında bıyıkları henüz terleyen çocuklar da vardı." -F. R. Atay. 5. mec. Bir iş yaparken yorulmak veya o İşi çok emek harcayarak güçlükle başarmak: "Bir saat yorularak terleyerek boğuştuktan sonra her şey bitmiş oldu. " -M. Ş. Esendal.
terletici sf. 1. Terlemeye sebep olan, terleten. 2. mec. Sıkıntıya yol açan: Terletici bir soru.
terletme is. Terletmek işi.
terletmek (-i) 1. Terlemesine sebep olmak. 2. mec. Sıkıntıya düşürmek, çokça yormak: Bu iş beni terletti.
terleyiş is. Terleme işi veya biçimi.
terli sf. Terlemiş olan: "O günkü gibi terli değil, ateşli değil." -T. Buğra.
terlik, -ği is. 1. Genellikle ev içinde giyilen, deri, naylon vb. şeylerden yapılan, arkası açık, hafif ve türlü biçimlerde ev ayakkabısı: "Bu sıcak mevsimde tozlu ve yün terliklerini sürüyerek gidiyor." -R. H. Karay. 2. hlk. Beyaz patiskadan dikilen veya yünden örülen takke, başlık: "Kenarları dört parmak yağ bağlamış fesinden, eski terlikten hiç farkı kalmamış."'-Y'. K. Karaosmanoğlu.
→ mercan terliği
terlikçi is. Terlik yapan veya satan kimse.
terlikçilik, -ği is. Terlik yapma veya satma işi.
terliksi sf. 1. Terlik biçiminde olan. 2. is. zool. Bütün kirpiklilerden, durgun ve kirli sularda yaşayan, yassı gövdeli, bir hücreli hayvan (Paramaecium).
termal, -li is. Fr. thermal 1, Sıcak kaplıca suyu. 2. Bu sudan yararlanma imkânı sağlayan kuruluş vb.
→ termal kamera
termal kamera is. Canlıların yaydığı vücut ısısından yararlanarak hareketlerini tespit edip yerlerini belirleyen kamera.
terme is. Far. terme bot. hlk. Bir tür yaban turpu.
termik, -ği sf Fr. thermîaue fiz. 1. Isıl. 2. is. Isının üretilmesini, iletilmesini ve kullanılmasını inceleyen fizik dalı.
→ termik santral
termikleştirme is. Termikleştirmek işi veya durumu.
termikleştirmek (-i) Yüksek enerji nötronlarını termik nötron durumuna getirmek için yavaşlatmak.
termik santral, -li is. Yakıtla oluşan ısıdan elektrik üreten santral.
termin is. Alm. Termin Belirlenmiş zaman, randevu.
terminal, -li is. Fr. terminal 1. Otobüs, uçak vb. taşıtların yolcularını ilk aldığı veya son bıraktığı yer. 2. Bilgisayar ucu.
terminoloji is. Fr. terminologie Bir sanat kolunda, bilim dallarında veya teknik alanlarda özel olarak kullanılan terimlerin tümü: Tıp terminolojisi
terminolojik, -ği sf. Fr. terminologiaue Terminoloji ile İlgili.
termit is. Fr. termite zool. Akkarınca.
termitler ç. is. zool. Akkarıncalar.
termiye is. bot. İki çenekliler sınıfının baklagiller familyasından beyaz çiçekleri olan, acı olan taneleri suda tatlılaştırılarak yenilen bir yıllık otsu bitki, acı bakla, delice bakla, gâvur baklası, koyun baklası, kurt baklası, yaban baklası, Yahudi baklası (Lupimıs termis).
termodinamik, -ği is. Fr. thermodynamiaue fiz. Isı enerjisi ile kinetik enerji arasındaki ilgileri ve bu konuyla ilgili olayları inceleyen fizik kolu.
termoelektrik, -ği is. Fr. thermoelectricjue Isı enerjisi ile elektrik enerjisi arasındaki ilgileri ve bu konuyla ilgili olayları inceleyen fizik kolu.
→ termoelektrik çifti, termoelektrik maşa, termoelektrik pil
termoelektrik çifti is. fiz. Isı enerjisini doğrudan doğruya elektrik enerjisine dönüştürebilen iki metalden oluşan pil, termoelektrik pil.
termoelektrik maşa is. fiz. Çok küçük nesnelerin sıcaklığını ölçmekte kullanılan, seri olarak bağlı iki elemandan oluşan maşa.
termoelektrik pil is. fiz. Termoelektrik çifti.
termofor is. Fr. thennophore Kauçuktan veya türlü maddelerden yapılan, içi sıcak su veya kimyasal bir madde ile doldurularak sürekli ısı sağlayan kap: "Sevecen tavırlarla bana yardım etmeye çalışıyordu, termofora buz koyuyor, doktor çağırmayı öneriyordu." -E. Bener.
termograf is. Fr. thermographe Sıcaklıkyayar.
termokimya is. Fr. thermo + Ar. kimya kim. Tepkimelere eşlik eden termik olayları inceleyen kimya dalı.
termometre is. (termorne'tre) Fr. thermometre fiz. Sıcaklıkölçer.
termonükleer sf. Fr. thermonucleaire fiz. Ancak çok yüksek sıcaklıklarda, hafif elementler arasında doğan (çekirdeksel tepkime).
termoplast is. (termoplâst) Fr. thermopiasîe Sıcakta biçim verilmeye elverişli, soğukta oldukça sert olan, kalıplandıktan sonra biçim değiştirmeyen yapı malzemesi.
termos is. (te'rmos) Fr. thermos Yalıtım maddesiyle kaplı metal bir kılıf İçine yerleştirilen, aralarında hava boşluğu bulunan çift çeperli cam şişeden oluşan, içine konan sıvının ısısını uzun süre koruyan kap: "Benim termosumda bir parça su kalmıştı." -R. N. Güntekin.
termosfer is. Fr. thermosphere astr. Isı yuvarı.
termosifon is. Fr. thermosiphone Sıcak su elde edilen bir kazan ve içindeki borulardan oluşmuş araç: "Yarın pazar, banyo günü, termosifonu yakacağım, daha erken kalkmalı. " -A. İlhan.
termostat is. Fr. thermostat fiz. Bir yer veya nesnenin ısısını kendiliğinden düzenleyen, aynı derecede olmasını sağlayan cihaz, ısıdenetir.
terör is. Fr. terreur Yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş: "Fransız ihtilalinin teröründen kaçanlar da bunlara eklenmiş." -H. Taner.
terörcü is. Terör yanlısı veya teşvikçisi, örgütçü, terörist.
terörcülük, -ğü is. Terörcünün işi.
terörist is. Fr. terroriste Bir siyasi davayı kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak, cana ve mala kıyacak davranışlarda bulunan kimse, yıldırmacı, tedhişçi.
terörizm is. Fr. terrorisme Siyasi bir amaca ulaşmak için yıldırma hareketlerini düzenli bir biçimde kullanma, tedhişçilik.
ters (I) sf. 1. Gerekli olan dutuma karşıt, zıt. 2. is. Bir şeyin içe gelen yanı, arkası: "Elinin tersiyle küçük bir tokat vurmuştu." -Ç. Altan. 3. is. Kesici bir aletin kesmeyen yanı: "Kollarına bıçağın tersiyle birkaç tane vurmuşlar." -M. Ş. Esendal. 4. mec. Uygun olmayan, elverişsiz, münasebetsiz: "Ters sözlerinle, fazilet iddialarınla beni hırpalama." -H. C. Yalçın. 5. mec. Gönül ve cesaret kırıcı, huysuz, sert: "Ters adamın işi de ters gider." -M. Ş. Esendal. 6. is. mec. Bir şeyin aksi, karşıtı: Anlattığının tersi anlaşılınca utandı, ters anlamak yanlış yorumlamak, doğru anlam vermemek: "Yerden göğe kadar haklı olan bir uyarıyı, içimizden bir arkadaş ters anlamış." -H. Taner, ters düşmek aykırı durumda olmak, karşıt olmak: "Daha sonra o eşsiz lidere ters düşmek bahtsızlığına kapılmıştır." -H. Taner. ters tarafından kalkmak sol tarafından kalkmak: "Hacı Ömer'in o gün ters tarafından kalktığına artık şüphe yoktu." -R. N. Güntekin. tersi dönmek şaşırıp bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek. tersinden okumak 1) yanlış anlamak; 2) olayı veya bir sanat eserini farklı biçimde değerlendirmek, yorumlamak, tersine çevirmek içini dışına çevirmek.
→ ters açı, tersbeşik, ters evirme, ters pers, ters ters, ters türs, tersyüz, şeytantersi
ters (II) is. Hayvan pisliği.
ters açı is. mat. Birinin kenarları öbürünün kenarlarının uzantısından oluşan açılardan her biri: Ters açılar birbirine eşittir.
tersane is. (tersame) İt. tersane esk. Gemi yapılan yer, gemilik, tezgâh.
→ tersane kethüdası, tersane sergisi
tersane kethüdası is. tar. Tersanede kaptan paşadan sonra gelen en yüksek aşamalı ve en yetkili Osmanlı subayı.
tersaneli is. tar. Osmanlı İmparatorluğunda deniz subayı ve eri: "Kocasına hem esmer diye hem de tersaneli diye varmıştır." -H. Taner.
tersane sergisi is. tar. Osmanlı İmparatorluğunda tersanede çalışanların alacaklarını gösteren çizelge.
tersbeşik, -ği is. sp. Sırtüstü yatışta kollarla, bükülü durumdaki dizleri kavrayarak sırt üzerinde baş ve ayak yönünde sallanma (yuvarlanma).
ters evirme is. man. Olumlu veya olumsuz olan bir önermenin konusunun tersini, yüklem ve yüklemin tersini konu yapma: Her insan canlıdır ve kimi taşlar sert değildir önermelerinin ters evirmesi şu biçimde olur: Her canlı olmayan insan değildir ve kimi sert şeyler taş değildir.
tersi is. zool. bk. tirsi.
tersim is. (tersim) Ar. tersim esk. Resmini yapma.
tersine zf. Beklenilenin, umulanın aksine, karşıt olarak, bilakis, aksine: "Tersine ... Hasan araya girer de olmaz diye korkuyorum." -H. E. Adıvar. (bir iş veya durum) tersine dönmek beklenildiği, umulduğu gibi gerçekleşmemek, aksi olmak: "Ya hesapları tersine dönüverirse, o vakit başımıza gelecek belada ortağız kardeşim!." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir iş veya durum) tersine gitmek 1) istenildiği gibi gerçekleşmemek, iyi sonuç vermemek; 2) bir işten veya bir durumdan hoşlanmamak: "Kızların keman çalması benim o zamanlar bir tersime giderdi." -H. Taner.
tersinir sf. fiz. Bir olayın ortaya çıkma şartlarındaki sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle herhangi bir anda yön değiştirebilen (kimyasal, fiziksel ve mekanik dönüşüm).
tersinirlik, -ği is. fiz. Tersinir bir olayın özelliği.
tersinme is. Tersinmek işi veya durumu.
tersinmek (nsz) hlk. 1. Geri dönmek, rücu etmek. 2. Hiddetlenmek, aksilik etmek.
tersin tersin zf. Ters olarak: "Evlerinin önü mersin / Sular akmaz tersin tersin." -Halk türküsü.
tersiyer sf. Fr. tertiaire kim. Üçüncül.
tersleme is. Terslemek işi.
terslemek (I) (-i) Bir kimseye gönül kırıcı, sert söz söylemek veya gönül kırıcı davranmak, azarlamak: "Kaç defa tersledim, yine uslanmadı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
terslemek (II) (-e) Hayvanlar pislemek.
terslenme is. Terslenmek işi.
terslenmek (nsz) 1. Tersleme işine konu olmak. 2. Aksilik etmek, terslik göstermek.
tersleşme is. Tersleşmek işi.
tersleşmek (nsz) Terslik etmek, zıt davranmak: "O sessiz, sakin insan birden tersleşti."-Y.Z. Ortaç.
terslik, -ği is. Ters olma durumu veya tersçe davranış, aksilik: "Tersliğe bakın ki o sıralar piyasada bir metre tel bile yoktur." -S. Birsel.
ters pers zf. Düzelemeyecek kadar ters: işlerim öyle ters pers gitti ki... ters pers olmak 1) yüzükoyun düşmek; 2) mec. fena hâlde bozulmak.
ters ters sf. Ters: "Bu ters ters cevapları üzerine ben artık sustum." -O. C. Kaygılı, ters ters bakmak düşmanca ve öfkeli bir biçimde bakmak: "Aynadaki hayaline ters ters bakıp başını öbür yana çevirdi." -H. Taner.
ters türs sf. 1. Düzgün gitmeyen, iyi işlemeyen: Ters türs bir yönetim. 2. zf. Gelişigüzel, rastgele.
ters yüz zf. Gerisin geriye, ters yüzü. ters yüz etmek 1) bir süre kullanılmış olan giysilerin içini dışına çevirmek; 2) mec. işleri bozmak. ters yüz geri dönmek gittiği bir yerden istediğini elde edemeden dönmek: "Bugün hava çok sıcak, başka bir zamana bıraksak olmaz mı? -Olur ya, neden olmasın deyip köyün arka tarafından ters yüz geri döndük." -Y. K. Karaosmanoğlu. ters yüz (ters yüzüne) çevirmek geri döndürmek: "Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir." -Ö. Seyfettin, ters yüz (ters yüzüne) dönmek geri gitmek, geri dönüp gitmek: "Nezih, önce ters yüzüne dönüp eğri büğrü yollardan kaçmayı düşündü. " -R. H. Karay.
ters yüzü zf. Ters yüz: "Satılmış'ın hiddetli hiddetli çıkışması üzerine dilini yutup ters yüzü mutfağına döndü." -E. E. Talu. ters yüzü geri dönmek gerisin geriye gitmek: "içeriye bir adım atmaya cesaret edememiş, koşarak ters yüzü geri dönmüştüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tertemiz sf. (te'rtemiz) 1. Çok temiz, her yanı temiz, pirüpak. 2. mec. Kötülük düşünmeyen, günahsız, lekesiz, suçsuz: "Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor." -M. A. Ersoy.
ter ter zf. "Direnmek, istememek, inat etmek, sinirlenmek" anlamlarındaki ter ter tepinmek deyiminde geçen bir söz: "Beybabamı İsterim, beybabamı isterim diye ter ter tepiniyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tertibat ç. is. (terti:ba:t) Ar. tertibat 1. Düzen, düzenleniş. 2. Bir işin güçlüklerini karşılamak için yapılan ön hazırlıklar: "Şimdi yol tertibatım konuşamaz mıyız? diye sordu." -H. E. Adıvar. tertibat almak olacağı düşünülen sakıncalı bir duruma, harekete karşı hazırlık yapmak: "Yüz sandık cephaneyi Anadolu'ya gönderebilmek için müzakere edip tertibat aldıklarını veya depolardan silah kaçırdıklarını söylüyorlardı." -M. Ş. Esendal.
tertip, -bi is. (-ti:bi) Ar. tertıb 1. Uygun bir sıraya, düzene koyma, sıralama: "Bu gece yazılacak yazım, tertip olunacak nutkum var." -Ö. Seyfettin. 2. Düzenleniş, sıralanış biçimi: Mutfağın yeni tertibi güzel olmuş. 3. Düzenleme: Bu zat, propagandayı tertip ve idareye memur imiş." -Atatürk. 4. tıp Doktorun hastaya verdiği ilaç düzeni. 5. Dizgi. 6. mec. Hile, düzen, komplo. 7. ask. Askere alınma dönemi, tertip etmek düzenlemek, hazırlamak, tertip olunmak düzenlenmek. tertibe düşürülmek zarar verici bir eyleme uğratılmak, komplo hazırlatılmak: "Eski arkadaşının bir tertibe düşürüldüğünü sanmakla yanılmış." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ hafif tertip
tertipçi is. 1. Tertip eden, düzenleyen (kimse). 2. Bir amaca ulaşmak için kötü bir hareket veya durum düzenleyen (kimse).
tertipçilik, -ği is. Tertipçi olma durumu.
tertipleme is. Tertiplemek işi.
tertiplemek (-i) 1. Sıraya, düzene koymak, düzenli bir biçim vermek. 2. Toplantı, seminer vb. düzenlemek, hazırlamak. 3. mec. Hile, düzen, komplo hazırlamak.
tertiplenme is. Tertiplenmek işi.
tertiplenmek (nsz) 1. Sıraya konulmak, düzene sokulmak. 2. Düzenlenmek, hazırlanmak.
tertipleyici is. Düzenleyen, hazırlayan kimse.
tertipli sf. 1. Düzenli, derli toplu, yerli yerinde: "Bereket ki burada, her şey tertipli idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Dağınıklıktan hoşlanmayan, düzenli (kimse). 3. mec. Önceden düzenlenmiş, hazırlanmış.
tertiplilik, -ği is. Tertipli olma durumu.
tertipsiz sf. 1. Dağınık, düzene konmamış, düzensiz. 2. Savruk, dağınık, intizamsız (kimse).
tertipsizlik, -ği is. Tertipsiz olma durumu.
terütaze is. (te'rüta:ze) Far. ter + taze esk. Çok taze, körpe: "Frenk illerinde ... tenorların akbabaya dönmüş, katılaşmışlarına bile terütaze kızlar gönül verîrlermiş." -R. H. Karay.
terviç, -ci is. (tervi:ç) Ar. terviç esk. Bir düşünceyi tutma, destekleme, terviç etmek bir düşünceyi tutmak, desteklemek.
terzi is. Far. derzi 1. Giysi biçip diken kimse: "Bir şehrin yedi mahallesinde herkesin baş eğdiği bir terzi olmalıydım." -A. İlhan. 2. Giysi dikilen yer, terzihane, terzi kendi söküğünü dikemez insanlar başkalarına yaptıkları hizmetleri kendilerine yapamazlar.
→ terzihane, kumaşlı terzi, kumaşsız terzi, erkek terzisi, kadın terzisi
terzihane is. (terzihaıne) Far. derzi + hâne esk. Giysi biçilip dikilen yer, terzi dükkânı: "Terzihane, belki biraz mübalağa ederek bu ısmarlama emrini üç beş takım ilavesiyle tefsir etmiş olabilir." -A. Ş. Hisar.
terzil is. (terzili) Ar. terzil esk. Küçük düşürme. terzil etmek küçük düşürmek, rezil etmek.
terzilik, -ği is. Terzinin yaptığı iş.
tesadüf is. (tesa:düf) Ar. tesadüf 1. Yalnız ihtimallere bağlı olduğu düşünülen olayların kesin olmayan, değişebilen sebebi: "Öyle bir tesadüf olsa ki, bir saatçik şu doktorla oturup konuşabilse!" -M. Ş. Esendal. 2. Rastlantı, rast geliş, tesadüf etmek rastlamak, rast gelmek: "Ara sıra birbirimize tesadüf ettikçe biraz dertleşmek vaadiyle ayrıldık." -R. N. Güntekin.
tesadüfen zf (tesa: 'düfen) Ar. tesadüfen Rast gelerek, rastlantı sonucu olarak; "Bunlardan birisi ile tesadüfen oda arkadaşlığı yaptım." -H. Taner.
tesadüfi sf. (tesaıdüfv.) Ar. tesadüfi Rastlantısal: "Sahifede tesadüfi bir fark bulunsa, bu arızi farkı göremeyecekti." -H. Taner.
tesahup, -bu is. (tesa:hup) Ar. teşâhub esk. 1. Benimseme, sahip çıkma. 2. Arkadaşlık etme. tesahup etmek 1) benimsemek, sahip çıkmak; 2) arkadaşlık etmek.
tesalüp, -bü is. (tesaılüp) Ar. teşülub esk. 1. İki şeyin birbiri üzerine çapraz biçimde gelmesi. 2. tıp Sinir ve damarların birbirinin üzerinden çapraz olarak geçmesi.
tesanüt, -dü is. (tesaınüt) Ar. tesânud esk. Dayanışma, omuzdaşlık.
tescil is. (teşci: l) Ar. tescil 1. Herhangi bir şeyi resmî olarak kaydetme, kütüğe geçir- m me. 2. huk. Bir taşınmazın üzerinde bir ayni hakkın kurulması için tapu kütüğüne yapılması gerekli kayıt, tescil etmek bir şeyi bir yere kaydederek resmîleştirmek, kütüğe geçirmek.
tescilli sf. Tescil edilmiş, resmen kayıtlı.
tescilsiz sf. Tescil edilmemiş.
tesdis is. (tesdi:s) Ar. tesdis esk. 1. Sayısını altıya çıkarma veya altıya bölme. 2. ed. Bir gazelin her beytine dört dize ekleyerek altılı duruma getirme.
teselli is. (teselli:) Ar. teselli 1. Avunma, avuntu, avunç: "Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile / Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle."-Y'. K. Beyatlı. 2. Piyangoda büyük ikramiyeyi kaybeden en yakın numaralara yapılan ödeme: Teselli ikramiyesi, teselli bulmak avunmak: "Uyanınca işin hakikat olmadığım anlayıp teselli buldu." -H. Taner, teselli etmek (veya vermek) avutmak, avundurmak: "Ne de olsa kadın kısmı teselli etmesini daha İyi bilirdi." -H. Taner. "Zehra Hanım, Tevfık'in ebesiydi ve onu çok severdi, arkasını sıvadı, teselli verdi." -H. E. Adıvar.
→ teselli mükâfatı, züğürt tesellisi
teselli mükâfatı is. Bir yarışma vb.nde kazanamayana onu yüreklendirmek amacıyla verilen ödül.
tesellisiz sf. Teselli edilemeyen, çok acı.
tesellüm is. Ar. tesellüm esk. Verilen bir şeyi alma, teslim alma. tesellüm etmek verilen bir şeyi almak.
→ testim tesellüm
teselsül is. Ar. teselsül esk. 1. Zincirleme. 2. Birbirine bağlı, birbiri ile ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra, silsile: "Gözleri kamaştıran güneş aydınlığında bu sesler küçük kubbelerin bitmez tükenmez teselsülünü açar ve parıldatırdu " -A. Ş. Hisar. 3. huk. Birden fazla kimsenin bir borçtan dolayı sorumlu olması, teselsül etmek kesintisiz, zincirleme sürüp gitmek: "Gelip geçici dâhilerin, birbirinin ayağım kaydırarak teselsül ettiklerini gördük." -Y. K. Beyatlı.
tesettür is. Ar. tesettür Örtünme, tesettür etmek kadın örtünmek.
→ tesettür mağazası, tesettür modası
tesettürlü sf. Tesettür içinde olan, örtünen.
tesettür mağazası is. Tesettür tarzı giysileri yapan, yaptıran ve satan mağaza.
tesettür modası is. Örtünme modası.
teseyyüp, -bü is. Ar. teseyyub esk. Kayıtsızlık, tembellik, ihmalcilik.
teshil is. (teshv.l) Ar. teshil esk. Kolaylaştırma. teshil etmek kolaylaştırmak, kolaylık sağlamak.
teshin is. (teshi:n) Ar. teshin esk. Isıtma, teshin etmek ısıtmak.
teshir (I) (teshiır) Ar. teshir esk. Ele geçirme, zapt etme. teshir etmek ele geçirmek, fethetmek.
teshir (II) is. (teshi.r) Ar. teshir esk. 1. Büyüleme, büyü yapma. 2. mec. Kendine bağlama, elde etme: "Kadındaki teshir kuvvetinin ondaki maddi hayvan kuvvetinden çok daha fazla olduğunu göstereceğim." -R. N. Güntekin. teshir etmek 1) büyülemek; 2) kendine bağlamak.
tesir is. (te.sir) Ar. te'şir Etki: "Orta malı bayağı birinin tesiri altında..." -R. H. Karay. tesir bırakmak kuvvetli bir biçimde etkilemek: "Bu sözler derin ve kuvvetli bir tesir bıraktı." -P. Safa. tesir etmek etkilemek, etki yapmak: "Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur." -Ö. Seyfettin, tesir yapmak tesir bırakmak: "Namus sözü, bu saf, temiz ev kadınında her vakit büyük tesir yapardı." -R. N. Güntekin. tesirini göstermek etkisini ortaya koymak, belli etmek: "Ünlü mülkiye müfettişinin kaleme aldığı bu tezkere tesirini göstermekte gecikmedi." -H. Taner.
→ yan tesir
tesirli sf. Etkili: "Eski terbiyeyi bilmesi de muhakkak tesirli oluyordu." -A. Ş. Hisar.
tesirsiz sf. Etkisiz.
tesis is. (te:si:s) Ar. te'sis 1. Yapma, kurma, temelini atma. 2. Kurum (I), kuruluş, tesis. tesis etmek kurmak, ortaya çıkarmak, oluşturmak: "Ayşe derhâl dostluk tesis eden bir İstanbul kızıydı." -S. F. Abasıyanık.
tesisat ç. is. (te:si:sa:t) Ar. te'sisât Belli bir işin sağlanmasına yardım eden araçların uygun yerlere döşenmesi veya döşenen bu araçların tümü, döşem: Kalorifer tesisatı.
→ sıhhi tesisat, pis su tesisatı
tesisatçı is. Tesisatı döşeyen, döşemci: Elektrik tesisatçısı.
→ sıhhi tesisatçı
tesisatçılık, -ğı is. Tesisat yapma işi, döşemcilik.
→ sıhhi tesisatçılık
tesisler bütünü is. Kompleks.
tesit, -di is. (te'svt) Ar. tes'İd esk. Kutlama. tesit etmek kutlamak.
teskere is. (te'skere) Far. deskere esk. 1. Sedye. 2. Yapılarda malzeme taşımak için kullanılan, dört kollu ve iki kişinin taşıdığı tahta araç.
teskin is. Ar. teskin Acı, öfke, heyecan vb. duygulan yatıştırma, dindirmeye çalışma: "Ev sahibi erkek beni, kadın da onu teskine uğraşıyordu." -B. Felek, teskin etmek acı, Öfke, heyecan vb. duyguları yatıştırmak, dindirmek: "Gönlüme teselli kendimde buldum / Sabır ile teskin ettim özümü." -Aşık Veysel.
teslim is. (-li:mi) Ar. teslim 1. Bir şeyi sahibine verme: Aldığımız evi bize daha teslim etmediler. 2. Emanet alınan bir şeyi sahibine geri verme. 3. Bırakma, devretme, terk etme: Şehrin teslimi sırasında çok kan döküldü. 4. ünl. Teslim ol veya teslim oluyorum sözü. 5. mec. Gerçek olduğunu söyleme, doğrulama. 6. müz. Fasıl müziğinde peşrevin ve saz semaisinin her hanesi sonunda tekrarlanan parça, teslim almak 1) teslim edilen bir şeyi almak; 2) tutsak almak. teslim bayrağı çekmek i) yenilgiyi kabul etmek; 2) çekişme sonunda, karşısındakinin istediğini yapmaya razı olduğunu bildirmek: "Bu gülümseyişte önleyemediği bir hüzün, teslim bayrağını andıran bir şey vardı." -T. Buğra, teslim etmek 1) bir şeyi sahibine vermek; 2) bir şeyin kullanımını, korunmasını veya mülkiyetini vermek, bırakmak, devretmek, terk etmek; 3) gerçek olduğunu söylemek: "... oku da parmaklarını ısırsınlar, Sara'nın süsten ve fanteziden ibaret bir mahluk olmadığım teslim etsinler. " -R. N. Güntekin. 4) bir kadın, bir erkeğe kendini vermek, teslim olmak 1) üstün bir güç karşısında mücadeleden vazgeçip yenilgiyi kabul etmek: "Şehir yağma edilmesin diye teslim olmasını bekliyor." -O. C. Kaygılı. 2) kendini teslim etmek: "Pençesindeki nefis ve inatçı avın, gözyaşlarıyla teslim oluşundan sevindi." -Ö. Seyfettin.
→ teslim faşı, teslim tesellüm
teslimat ç. is. (tesli:ma:t) Ar. teslimat esk. Teslim edilen eşyalar veya yatırılan paralar.
teslimatçı is. Teslimat işiyle uğraşan.
teslimiyet is. (tesli:miyet) Ar. teslımiyyet Teslim olma, kendini verme, boyun eğme: "Bu iki kadın da tabii bir teslimiyetle öteki canlı mahlukun şahsiyeti karşısında sönmüşlerdi. " -H. E. Adıvar. teslimiyet göstermek birinin isteğini olduğu gibi kabul etmek.
teslimiyetçi sf Boyun eğme eğiliminde olan, kabullenmiş.
teslimiyetçilik, -ği is. Teslimiyetçi olma durumu.
teslim taşı is. esk. Bektaşilerin sembol olarak kullandıkları on iki köşeli yassı taş.
teslim tesellüm is. Verme ve alma.
teslis is. (tesli:s) Ar. teşliş esk. 1. Üçe çıkarma, üçleme. 2. din b. Hıristiyanlıkta Tanrı'nın üç öğenin birleşmesinden oluştuğuna inanma.
tesmiye is. Ar. tesmiye esk. Adlandırma, ad koyma, ad verme: "Öz şiir tesmiyesini ise gülünç ve iddialı görenler vardı." -Y. K. Beyatlı. tesmiye etmek adlandırmak, ad koymak, ad vermek.
tespih is. (tespih) Ar. teşbih 1. "Suphanallah" sözünü söyleme. 2. Belirli dinî sözleri tekrarlamak veya elde oyalanmak için kullanılan, türlü maddelerden boncuk biçiminde yapılmış, genellikle otuz üç veya doksan dokuz taneden oluşmuş dizi: "İri taşlı tespihinin parmakları arasında arada bir şıkırdaması..." -R. N. Güntekin. tespih çekmek 1) tespihin tanelerini birer birer iki parmak arasından geçirmek: "Kimisi bağdaş kurmuş, tespih çekiyor, kimisi diz çökmüş Kur'an okuyor." -R. H. Karay. 2) Allah'ın adını zikrederek ibadet etmek; 3) tespih tanelerini çeşitli maddelerden imal etmek veya aynı boyda düzenlemek.
→ tespih ağacı, tespih böceği, tespih böcekleri, tespih çalısı
tespih ağacı is. bot. Tespih ağacıgillerden, Hindistan'da ve Avrupa'nın sıcak bölgelerinde yetişen, meyvesi zehirli, kabukları ateş düşürücü bir ağaç, tespih çalısı, Çin leylağı (Melia azedarach).
tespih ağacıgiller ç. is. bot. İki çeneki ilerden, tespih ağacı ve maun ağacı ile benzer cinsleri içine alan bir bitki familyası.
tespih böceği is. zool. Kabuklulardan, karada, nemli yerlerde yaşayan, 15 mm uzunluğunda, dokunulduğunda top biçimini alan, yemek artıkları, kök ve meyvelerle beslenen bir böcek türü (Armadillidium vulgare).
tespih böcekleri ç. is. zool. Örnek hayvanı tespih böceği olan kabuklular takımı.
tespih çalısı is. bot. Tespih ağacı.
tespihçi is. Tespih yapan veya satan kişi.
tespihçilik, -ği is. Tespihçinin işi veya mesleği.
tespihli sf. 1. Tespihi olan. 2. mim. Üzerinde bir sıraya dizilmiş tespih taneleri gibi yuvarlaklan olan.
→ tespihli silme
tespihli silme is. mim. Üzerinde bir sıraya dizilmiş tespih taneleri gibi yuvarlakları olan silme.
tespit is. (-pi:ti) Ar. teşbit 1. Bir şeyi sağlam bir biçimde yerleştirme, yerinden oynamaz duruma getirme, saptama. 2. Bir durumu kuşkuya düşürmeyecek biçimde gösterme. 3. Belirleme, tespit etmek 1) bir şeyi sağlam bir biçimde yerleştirmek, oynamaz duruma getirmek; 2) bir durumu kuşkuya düşürmeyecek biçimde göstermek: "Hayal meyal seçtiklerini isabetle tespit edemezler. " -A. Ş. Hisar. 3) belirlemek.
tesri (tesri;) Ar. tesri' esk. Çabuklaştırma, hızlandırma, tesri etmek çabuklaştırmak, hızlandırmak.
test is. İng. test 1. Bir kimsenin, bir topluluğun doğal veya sonradan kazanılmış yeteneklerini, bilgi ve becerilerini ölçmeye ve anlamaya yarayan sınama. 2. Sınav. 3. eğt. Nesnel olarak değerlendirilebilen sınav sorularının tamamı: "O gün üniversite test sınavında kazanamadığını öğrenmiştir." -H. Taner. 4. biy. vejîz. Biyolojik bir işlevi veya değişmez bir niteliği incelenen bireyin tepkisi, örnek olarak alınan normal bireyinkiyle karşılaştırılarak ölçmeye ve değerlendirmeye yarayan yoklama: "Bilimsel testler karganın attan daha zeki olduğunu saptayalı hanidir." -H. Taner. 5. tıp Bir hastalığın varlığını ve niteliğini anlamak için yapılan laboratuvar araştırması, test etmek denemek, ölçmek.
→ gebelik testi, kalibrasyon testi, kurbağa testi, tüberkülin testi, zekâ testi
testere is. (te'stere) Far. dest + erre Ağaç, demir vb. şeyleri kesmeye yarayan, genellikle üçgen biçiminde dişleri olan, dar ve uzunca çelik araç: Ağaç testeresi. Demir testeresi.
→ testere balığı, testere çaprazı, kıl testere
testere balığı is. zool. Testere balığıgillerden, Atlantik Okyanusu ve Akdeniz'de yaşayan, burnu uzun ve İki yanı testere gibi dişli olan, köpek balığına benzer iri bir balık, marangoz balığı (Pristis pristis).
testere balığıgiller ç. is. zool. Gövdesi basık, ağzı testere biçiminde, Örnek cinsi testere balığı olan bir köpek balığı familyası.
testere çaprazı is. Testerenin ağzını açmak için kullanılan alet.
testereleme is. Testerelemek işi.
testerelemek (-i) Testere ile kesmek.
testereli sf. Testere biçiminde dişleri olan: Testereli bıçak.
testi is. Far. desti 1. Geniş gövdeli, dar boğazlı, emzikli veya emziksiz olabilen, toprak, cam, metal vb. maddelerden yapılan su kabı: "Kamış duvarlı yığın yığın evler, tüten dumanlar, başlarında testilerle sudan dönen kızlar gördük." -R. H. Karay. 2. sf. Bu kabın alabileceği miktarda olan. testi gibi büyük ve sarkık (meme), testi kırılsa da kulpu elde kalır zarar da etse, varlıklı bir kimse büsbütün yoksul kalmaz, testiyi kıran da bir, suyu getiren de iyiliğin ödülsüz veya kötülüğün cezasız kaldığını sitemli olarak anlatan bir söz.
→ testi kabağı, festi kebabı, su testisi
testici is. Testi yapan veya satan kimse.
testicilik, -ği is. Testi yapma veya satma işi.
testi kabağı is. bot. Su kabağı.
testi kebabı is. İçi et ve sebze ile doldurularak ağzı hamurla sıvanmış testinin ocak veya firma verilmesi ile pişirilen bir tür kebap.
testilik, -ği is. Evlerin iç avlularına su dolu testileri koymak için yapılan delikli tahta raf.
testis is. Lat. testis anat. Er bezi.
testosteron is. Fr. testosterone tıp Erkek cinsiyet hormonu.
tesvit, -di is. (tesvit) Ar. tesvid esk. Karalama, müsvedde yapma.
tesviye is. Ar. tesviye 1. Düz duruma getirme, düzleme. 2. tic. Ödeme, verme. 3. Hükümetçe bir yere gönderilen erlere verilen ve bilet yerine geçen kâğıt, tesviye etmek 1) düzlemek; 2) ödemek.
→ tesviye aleti, tesviyeruhu
tesviye aleti is. Düzeç.
tesviyeci is. Metal, tahta vb. maddelerden yapılmış parçaları istenilen biçime sokmak için işleyerek düzelten zanaatçı.
tesviyecilik, -ği is. Tesviyecinin işi veya mesleği.
tesviyeruhu is. tek. Kabarcıklı düzeç.
-teş bk. -daş / -deş vb.
teşbih is. (teşbi:h) Ar. teşbih ed. esk. Benzetme: "Aleyhinde şairane teşbihlerle ağır ve güçlükle yazardı." -Y. K. Beyatlı. teşbih etmek (veya yapmak) benzetmek: "Yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış." -O. V. Kanık, teşbihte hata olmaz (veya olmasın) benzetme yapılırken bundan almılmamasını istemek için konuşma arasında kullanılan bir söz.
teşci is. (teşci:) Ar. teşci' esk. Cesaret verme, cesaretlendirme, yüreklendirme: "Bedia bu testiden şok bir heyecan duydu." -Ö. Seyfettin. teşci etmek cesaret vermek, cesaretlendirmek, yüreklendirmek: "Vali tevazu ve istihza ile karışık tebessümlerle, alkışlarla onu bir teşci etti ki!.."-S. F. Abasıyanık.
teşdit, -di is. (teşdi:/) Ar. teşdid esk. 1. Şiddetini artırma, güç verme. 2. Sağlamlaştırma.
teşebbüs is. Ar. teşebbüs Girişim, girişme. teşebbüs etmek girişmek, el atmak: "Bir vatan vazifesidir, teşebbüs et, dediler." -F. R. Atay. teşebbüse geçmek bir işi yapmak İçin davranmak, girişmek, teşebbüsü ele almak öne atılıp bir İşi yönetmeye başlamak.
→ hür teşebbüs, özel teşebbüs
teşehhüt, -dü is. Ar. teşehhud din b. esk. Namazda oturarak "ettehiyyatü" duasını okuma.
→ teşehhüt miktarı
teşehhüt miktarı zf. Çok kısa bir süre.
teşekkül is. Ar. teşekkül 1. Belli bir varlık ve biçim kazanma. 2. Kurulma. 3. Örgüt: "Burada sözü geçen bu üç teşekkül hakkında bir açıklama yapmak isterim." -Y. K. Karaosmanoğlu. teşekkül etmek 1) belirmek, belli bir biçim almak, oluşmak; 2) kuruluş olarak oluşmak: "Kuvayımilliye teşekkül edinceye kadar şehri beklediler." -S. F. Abasıyanık.
teşekkür is. Ar. teşekkür 1. Yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatma. 2. Teşekkürname. teşekkür etmek hoşnutluğunu anlatmak: "Kızarıyor, morarıyor, terzi kadına teşekkürler ediyordu." -Ö. Seyfettin.
→ teşekkürname, açık teşekkür
teşekkürname is. (teşekkürna:me) Ar. teşekkür + Far. nâme Okullarda belli bir başarı düzeyinin üzerine çıkan öğrenciye karnesiyle birlikte verilen belge, teşekkür.
teşerrüf is. Ar. teşerrüf esk. Bir kimse ile tanışmaktan onurlanma, şereflenme, şeref duyma, teşerrüf etmek onurlanmak, şereflenmek, şeref duymak: "Teşerrüf ettim kızım, memnun oldum, dedi." -P. Safa.
teşevvüş is. Ar. teşevvüş esk. Karışıklık.
teşhir is. (teşhi:r) Ar. teşhir 1. Gösterme. 2. Sergileme. 3. Herkese duyurma, dile düşürme. 4. Bir hükümlüyü ceza olarak halka gösterme, teşhir etmek 1) göstermek; 2) sergilemek.
teşhirci is. psikol. Göstermeci.
teşhircilik, -ği is. psikol. Göstermecilik.
teşhis is. (teşhis) Ar. teşhis 1. Kim ve ne olduğunu anlama, tanıma, seçme. 2. ed. Kişileştirme. 3. tıp Hastalığın ne olduğunu araştırıp ortaya koyma, tanı, tanılama: "Önceden koyduğu nice teşhislerin doğruluğu sonradan kaç defa sabit olmuş." -A. Ş. Hisar. teşhis etmek (veya koymak) 1) kim ve ne olduğunu anlamak, tanımak, seçmek: "Acaba kendiniz hakkında siz ne teşhis koymuş ve son olarak ne hüküm vermiştiniz?" -A. Ş. Hisar. 2) elde bulunan verilere, belgelere göre bir durumun sebeplerini, niteliklerini tespit etmek; 3) tıp bulgularına bakarak hastalığın ne olduğunu tespit etmek.
→ teşhis ve intak
teşhis ve intak is. ed. Cansızları canlandırma ve konuşmayan varlıkları konuşturma.
teşkil is. (teşkili) Ar. teşkil 1. Oluşturma, ortaya çıkarma, meydana getirme: "Daha düne kadar teşkiline o kadar şiddetle karşı koyduğu bir teşebbüse şimdi neden kendisini önayak etmek istiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Oluşum. 3. Örgütleme. teşkil etmek oluşturmak, ortaya çıkarmak: "Tel, yirminci asır makine hâkimiyetinin esasını teşkil eder." -R. H. Karay.
teşkilat is. (teşki:lâ:t) Ar. teşkilât Örgüt: "Spor kulüplerinin teşkilatına ait izahatı ikimiz de unutmuştuk." -R. N. Güntekin.
→ adliye teşkilatı, belediye teşkilatı
teşkilatçı is. Teşkilatlanma İşleriyle uğraşan, bu işlerde yeteneği olan kimse: "Ümmi, fakat şiddetli bir teşkilatçı idi." -F. R. Atay.
teşkilatçılık, -ğı is. Teşkilat kurma işi: "Cafer Efendi'nin teşkilatçılığından istifade olunurdu. " -R. H. Karay.
teşkilatlandırılma is. Teşkilatlandırılmak işi.
teşkilatlandırılmak (nsz) Teşkilatlandırma işi yapılmak.
teşkilatlandırma is. Teşkilatlandırmak işi.
teşkilatlandırmak (-i) Bir teşkilat etrafında toplamak.
teşkilatlanma is. Teşkilatlanmak işi.
teşkilatlanmak (nsz) Teşkilatlama işine konu olmak.
teşkilatlı sf Teşkilatlanmış olan.
teşkilatsız sf. Teşkilatlanmış olmayan: "Hayvanlar gibi gayesiz, teşkilatsız, medeniyetsiz yaşayamayız."-Ö. Seyfettin.
teşkilatsızlık, -ğı is. Teşkilatsız olma durumu.
teşmil is. (teşmv.l) Ar. teşmil esk. Kapsamına alma, genişletme, yayma, teşmil etmek kapsamını genişletmek, kapsamına almak.
teşne is. Far. teşne esk. 1. Susamış: "Güngörmüş varlıklı bir ailenin kültüre teşne zeki bir kızıdır." -H. Taner. 2. mec. Çok istekli: "Ne kadar da teşne imiş askerliğe..." -H. Taner, teşne olmak çok istekli görünmek: "Şiirde şan ve şerefe teşne olan şairlerimizden biri ismini Nedim'in kasidesinde görseydi başı dönerdi." -Y. K. Beyatlı.
teşri is. (teşri:) Ar. teşri' esk. Yasama.
→ teşri kuvveti
teşrif is. (teşri :j) Ar. teşrifi. Bir yeri onurlandırma, şereflendirme. 2. Gelmesiyle bir yeri onurlandırma, teşrif etmek 1) şereflendirmek, onurlandırmak; 2) bir yere gelmek: "Efendi hazretleri, nihayet teşrif edebilmişler demek?" -A. İlhan.
teşrifat is. (teşri:fa:t) Ar. teşrifat 1. Resmî günlerde ve toplantılarda devlet büyüklerinin makam ve mevki sıralarına göre kabulü. 2. Kurallara göre davranma.
teşrifatçı is. Resmî günlerde tören ve çağrılarda çağrılıları kurallara göre karşılamakla ve ağırlamakla görevli kimse.
teşrifatçılık, -ğı is. 1. Teşrifatçı olma durumu: "Önde teşrifatçılık vazifesi gören iki garson." -E. E. Talu. 2. Teşrifata önem verme durumu.
teşrih is. (teşriin) Ar. teşrih esk. 1. Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatma, açımlama. 2. Anatomi. 3. hlk. İskelet, teşrih etmek açımlamak.
→ teşrihhane
teşrihhane is. (teşri:hha:ne) Ar. teşrih + Far. hâne esk. 1. Otopsi yapılan yer. 2. Tıp fakültelerinde anatomi dersi yapılan yer.
teşrii is. (teşri:i:) Ar. teşri'ı esk. Yasamalı.
→ teşrii kuvvet, teşrii masuniyet
teşrii kuvvet is. Yasama gücü.
teşrii masuniyet is. Yasama dokunulmazlığı.
teşrik is. (teşr'v.k) Ar. teşrik esk. Yaptığı bir işe bir kimseyi ortak etme.
teşrikinıesai is. (teşri:'kimesa:i:) Ar. teşrik + mesâ'i esk. Bir gaye uğruna kurulan çalışma ortaklığı, birlikte çalışma, iş birliği: Onunla yıllardır teşrikimesaimiz var.
teşri kuvveti is. Yasama gücü.
teşrin is. (teşriin) Ar. teşrin esk. Yılın onuncu ve on birinci aylarına verilen ortak ad.
→ ilk teşrin, son teşrin
teşrinievvel is. (teşri:'nievvel) Ar. teşrin + evvel esk. Ekim.
teşrinisani is. (teşri:'nisa:ni:) Ar. teşrin + şâni esk. Kasım.
teşt is. Far. taşt hlk. Çamaşır leğeni.
teşvik is. (-vi:ki) Ar. teşvik 1. İsteklendirme, özendirme: "O vakitler, bu kadarcık ümit ve teşvik, bizi heyecanlandırmaya yeterdi." -F. R. Atay. 2. mec. Bir kimseyi kötü bir iş yapması için kışkırtma, teşvik etmek 1) isteklendirmek, özendirmek; "Kasketi yıpranmış bir ihtiyar programı övüyor, halkı teşvik ediyordu." -H. E. Adıvar. 2) mec. bir kimseyi kötü bir iş yapması için kandırmak, kışkırtmak.
teşvikçi is. Özendiren, isteklendiren, kışkırtan kimse.
teşvikçilik, -ği is. Teşvikçi olma durumu.
teşvikkâr is. (teşvi:kkâ:r) Ar. teşvik + Far. -kâr esk. Teşvikçi.
teşviş is. (teşvi:ş) Ar. teşviş esk. Karıştırma, bulandırma.
teşyi is. (teşyi:) Ar. teşyi' esk. Uğurlama, teşyi etmek uğurlamak, geçirmek: "Onları kasabanın kenarına kadar teşyi ettim." -M. Ş. Esendal.
tetabuk is. (teta:buk) Ar. tetâbuk esk. Uyma, uygun gelme, tetabuk etmek uymak, uygun gelmek.
tetanos is. Fr. tetanos tıp İnsan ve hayvan vücuduna açık yaralardan giren, genellikle toprakta, gübrede yaşayan bir basilin yol açtığı, kasların sürekli ağrılı kasılmasıyla kendini gösteren ateşli ve tehlikeli bir hastalık, kazıklı humma!
tetebbu is. (tetebbu:) Ar. tetebbu' esk. Bir şeyi iyice inceleme, onunla ilgili bilgi edinme, araştırma, tetebbu etmek inceleme yapmak, araştırmak.
tetik, -ği (I) is. Ateşli silahlarda ateşlemeyi sağlamak için çekilen küçük parça, tetiğe basmak (veya dokunmak veya tetiği çekmek) ateş etmek: "Tüfeği geze aldım, ses toprağa yakın geliyordu. Porsuktur sandım, tetiğe dokundum." -M. Ş. Esendal. "Şimdi tetiğe bassam, hiç doğmamışa dönersin." -Ç. Altan.
tetik, -ği (II) sf. 1. Çabuk davranan, çevik, dikkatli, uyanık. 2. Dikkat ve özen gerektiren, nazik: Tetik iş. tetik (veya tetikte) bulunmak uyanık ve dikkatli olmak: "Orası pek belli olmaz dedim. Sen yine tetikte bulun." -H. Taner, tetik davranmak anında, çok çabuk davranmak: "Tehlikeyi sezince tetik davranmış, birdenbire dönerek kendini yüzüstü yere atmıştır." -S. Birsel, tetik durmak hazır ve uyanık bulunmak, tetik üstünde beklemek hazır, dikkatli, uyanık bulunmak, tetikte olmak: "Kimisi dönmeye başlamış bile, kimisi tetik üstünde bekliyor." -A. İlhan, tetiğini bozmamak soğukkanlılığını bozmamak, telaş göstermeyerek durumunu değiştirmemek, tetikte olmak (veya beklemek veya bulunmak veya durmak) her an uyanık ve hazır (bulunmak): "Güldane tehlikeyi sezmiş gibi tetikte." -T. Buğra. "Onun sakinliği etrafta tetikte bekleyen karısına, çocuklarına da geçti." -N. Cumalı.
→ atik tetik, kulağı tetikte
tetikçi is. Kiralık katil: Tetikçi adı altında uzman katiller yetişiyor.
tetikçilik, -ği is. Kiralık katilin işi.
tetikleme is. Tetiklemek işi.
tetiklemek (-i) Harekete geçirmek: Hastalanmaya müsait bir bünyeyi çeşitli etkenler tetikleyebilir. Uyguladıkları yeni kampanya ile fındıktan sonra yumurta tüketimini de tetiklediler.
tetikleşme is. Tetikleşmek işi.
tetikleşmek (nsz) Tetik duruma gelmek.
tetikleyici sf. Tetikleyen.
tetiklik, -ği is. Tetik (II) olma durumu.
tetir is. Mk. 1. Cevizin yeşil kabuğu ve yaprağı. 2. Yeşil ceviz kabuğu, nar vb. bitkilerin bıraktığı kalıcı boya lekesi.
tetkik is. (tetki.k) Ar. tedkik 1. İnceleme. 2. Araştırma, tetkik etmek 1) incelemek: "Çocuk gene dikkatli dikkatli beni tetkik ediyor." -M. Ş. Esendal. 2) araştırmak.
tetkikat ç. is. (tetki:ka:t) Ar. tedkîkât 1. Araştırmalar. 2. İncelemeler.
tevabi ç. is. (teva:bi) Ar. tevabi' esk. Tabi olanlar, maiyet.
tevafuk is. (teva.fuk) Ar. tevâfuk esk. Birbirine uyma, uygun gelme, tevafuk etmek birbirine uymak, uygun gelmek.
tevahhuş is. Ar. tevahhuş esk. Ürkme, ürküntü. tevahhuş etmek ürkmek.
tevakki is. (tevakki:) Ar. tevakki esk. Sakınma, korunma, çekinme, tevakki etmek sakınmak, korunmak, çekinmek.
tevakkuf is. Ar. tevakkuf esle. 1. Durma, duraklama, eğleşme. 2. Bağlı olma, ilgili olma. tevakkuf etmek durmak, eğleşmek, eğlenmek.
→ tevakkuf mahalli
tevakkuf mahalli is. esk. Durak.
tevali is. (teva:li:) Ar. tevali esk. 1. Arası kesilmeksizin sürme. 2. Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme, tevali etmek arkası gelmek, sürüp gitmek.
tevarüs is. (tevaırüs) Ar. tevarüs esk. 1. Bir kimseden miras kalma, mirasa konma. 2. Kalıtım yoluyla birinden diğerine geçme. tevarüs etmek 1) mal vb. miras olarak birinden diğerine kalmak; 2) kalıtım yoluyla birinden diğerine geçmek.
tevatür is. (teva:tür) Ar. tevatür esk. 1. Bir haberin ağızdan ağıza yayılması, yaygın söylenti: "Eğer bu derece tevatür olmamış olsaydı, bu alışverişten çoktan vazgeçecekti." -E. E. Talu. 2. din b. Yalan olarak söylenmiş bir söz üzerine birleşmeleri mümkün olmayan, her zaman güvenilen kimselerin bir haberi bildirmeleri.
tevazu is. (teva:zu) Ar. tevazu' 1. Alçak gönüllülük: "Tevazu üzerine geçen hafta yazdığım yazının bir çeşit devamıdır, bu haftaki yazı." -H. Taner. 2. Gösterişsizlik.
tevazulu sf. (teva:zulu) Tevazu içinde, alçak gönüllü, uysal: "Onu herkes işinin ehli, uysal ve tevazulu bir adam telakki ediyordu." -A. Ş. Hisar.
tevazusuz sf. Tevazusu olmayan.
tevazün is. (teva:zün) Ar. tevazün esk. Birbirine denk olma, dengede bulunma.
tevbih is. (tevb'vh) Ar. tevbih esk. Paylama: "Haklı mı, halisiz mı olduğunu kestiremediğim bu tevbihe gülümsedim." -Ö. Seyfettin.
tevcih is. (tevci:h) Ar. tevcih esk. 1. Yöneltme. 2. Aşama, makam, mevki verme, terfi ettirme, tevcih etmek 1) yöneltmek, çevirmek: "Bana söz bile tevcih etmedi." -B. Felek. 2) aşama, makam, mevki vermek, terfi ettirmek.
tevdi is. (tevdi:) Ar. tevdi' esk. Verme, bırakma. tevdi etmek vermek, bırakmak.
tevdiat is. (tevdi:a:t) Ar. tevdi'üt esk. Banka vb. yerlere para, senet yatırma, tevdiatta bulunmak para yatırmak.
teveccüh is. Ar. teveccüh esk. 1. Bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme. 2. Güleryüz gösterme, yakınlık duyma, hoşlanma, sevme: "O da benim gibi Avrupa görmüş ihtisas sahibi kart bir gencin teveccühünden memnundur." -H. E. Adıvar. teveccüh etmek bir yere yönelmek, teveccüh göstermek güler yüz göstermek: "Göstermiş olduğunuz teveccühe karşı çok teşekkür ederim. " -R. H. Karay.
→ hüsnüteveccüh
tevehhüm is. Ar. tevehhum esk. Kuruntuya düşme.
tevek, -ği is. hlk. 1. Asma, kavun, karpuz vb. bitkilerin sürgünü veya dalı. 2. Üzüm kütüğü, çotuk.
tevekkel sf. Ar. tevekkel hlk. Her şeyi oluruna bırakan: Tevekkel adam.
tevekkeli zf. (teve'kkeli) Ar. tevekkül'den Boşuna, boş yere, sebepsiz, rastgele: "Ne ukalasın, sana tevekkeli ukala bücür demiyorlar." -Ç. Altan.
tevekkül is. Ar. tevekkül din b. Her şeyi Allah'a bırakma, Allah'tan bekleme, kadere boyun eğme: "Bu tevekküle karışan bir memnuniyetsizliğin ifadesiydi."-P. Safa. tevekkül etmek kadere, yazgıya boyun eğmek.
tevekleme is. Teveklemek işi.
teveklemek (-i) Üzüm kütüklerinde dip ve gövdeden fışkıran gereksiz sürgünleri temizlemek.
tevellüt, -dü is. Ar. tevellud esk. İnsanın doğumu, doğduğu zaman.
tevellüttü sf. esk. Doğumlu.
teverrüm is. Ar. teverrum esk. Verem olma. teverrüm etmek vereme yakalanmak, verem olmak.
tevessü is. (tevessü:) Ar. tevessü' esk. Genişleme, yayılma, tevessü etmek genişlemek, yayılmak.
tevessül is. (teve'ssül) Ar. tevessül esk. Başlama, girişme, tevessül etmek başlamak, girişmek.
tevettür is. (teve'ttür) Ar. tevettur esk. 1. Gergin duruma gelme, gerilme, 2. fiz. Gerilim.
tevfik is. Ar. teyfik Allah'ın yardımına kavuşma.
tevfikan zf. (tevfı: 'kan) Ar. tevfikan esk. Uyarak, uygun olarak, -e göre: Türk Ceza Kanunu'na tevfikan...
tevhit, -di is. (tevhi:t) Ar. tevhid 1. din b. Allah'ın birliğine inanma, bir sayma, bir olarak bakma. 2. din b. Tek tanrıcılık. 3. ed. Divan edebiyatında Allah'ı övmek için yazdan manzume. 4. esk. Birkaç şeyi bir araya getirme, birleştirme, tevhit etmek 1) Allah'ın bir olduğunu söylemek; 2) birleştirmek, bir araya getirmek.
→ tevhit ehli
tevhit ehli is. Allah'ın birliğine inananlar.
tevil is. (te:vi:l) Ar. te’vil esk. Bir sözü veya davranışı görünür anlamından başka bir anlamda kabul etme, çevri, tevil etmek söz veya davranışa başka bir anlam vermek: "Bu münasebetsizliği tevil edecek kimsede kudret kalmamıştı." -S. M. Alus. tevil götürmek söz veya davranışa başka bir anlam verebilmek: "Ne kadar inkâr etse hırsızlığı tevil götürmüyordu." -Ö. Seyfettin.
tevki is. (tevki:) Ar. tevki' esk. 1. Padişah fermanlarına çekilen tuğra. 2. Bu tuğrayı taşıyan ferman.
tevkici is. tar. Nişancı.
tevkif is. (tevkv.f) Ar. tevkif esk 1. Durdurma. 2. huk. Bir suç dolayısıyla birini tutuklama. tevkif etmek tutuklamak: "Yalnız şu var ki müttefik kuvvetleri küçük bahanelerle durmadan Türkleri tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de müttefik merkezlerinde fena hâlde dövüyorlardı." -H. E. Adıvar.
→ tevkifhane
tevkifat ç. is. (tevki:fat) Ar. tevkîfat huk. esk. Para konusunda kesintiler.
tevkifhane is. (tevki:fha:ne) Ar. tevkif + Far. hâne esk. Tutukevi: "Mustafa'nın mahkemeye sevk edilmek üzere tevkifhaneye gönderildiğini gazeteler yazdı." -S. F. Abasıyanık.
tevkil is. (tevki: l) Ar. tevkil esk. Vekil etme. tevkil etmek birini vekil etmek.
tevlit, -di is. (tevli:t) Ar. tevlid esk. 1. Doğurma, doğurtma. 2. mec. Sebep olma, oluşturma. tevlit etmek 1) doğurmak, doğurtmak; 2) sebep olmak, oluşturmak.
tevliyet is. Ar. tevliyet esk. Vakıf mallarına bakma görevi.
Tevrat öz. is. (-ra:tı) Ar. tevrât Hz. Musa'ya indirilen ve Tanrı buyruklarını kapsayan, Musevilerin din kitabı.
tevriye is. Ar. tevriye ed. esk. Bir anlatım inceliği elde etmek için birden çok anlamı olan bir sözün yakın anlamının değil de uzak anlamının kullanılması sanatı.
tevsi is. (tevsi:) Ar. tevsi' esk. Genişletme, yayma, tevsi etmek genişletmek, yaymak.
tevsik is. (tevs'v.k) Ar. tevsik esk. Belgeleme. tevsik etmek belgelemek: "Meydana çıkarılacak yeni vesikalar olsa olsa asıl hakikati tevsik ederler." -Y. K. Beyatlı.
tevşih is. (tevşi:h) Ar. tevşih esk. Akrostiş.
tevzi is. (tevzi:) Ar. tevzi' esk. Dağıtma, üleştirme. tevzi etmek dağıtmak, üleştirmek.
→ tevzi bürosu
tevziat ç. is. (tevzi:a: t) Ar. tevzi'ât esk. Dağıtmalar, üleştirmeler.
tevzi bürosu is. Dağıtım işleri ile uğraşan büro.
teyakkuz is. Ar. teyakkuz esk. Uyanıklık, saklık, teyakkuza geçmek dikkatli ve tetikte olmak.
teyel is. Seyrek ve eğreti dikiş, teyel yapmak (veya atmak) 1) dikilecek parçaları birbirine teyelle tutturmak; 2) kumaşın üzerinde dikilecek yerleri teyelle belirtmek.
→ teyel ipliği, hristo teyeli
teyel ipliği is. Teyel yapmakta kullanılan iplik.
teyelleme is. Teyellemek işi.
teyellemek (-i) Teyel yapmak.
teyellenme is. Teyellenmek işi.
teyellenmek (nsz) Kumaş teyelle tutturulmak, üzerine teyel yapılmak.
teyelli sf. 1. Teyelle tutturulmuş, teyellenmiş. 2. Üzerine teyel atılmış.
teyemmüm is. Ar. teyemmüm Su bulunmayan yerde su niyetiyle toprak, kum vb. şeylerle abdest alma: "Ya kuma yüzükoyun devrilip ettiğin halt ne idi, teyemmüm mü?" -F. R. Atay.
teyit, -di is. (te:yi:t) Ar. te'yid Doğrulama, doğruluğunu onaylama, teyit etmek doğrulamak, gerçeklemek: "Nitekim biraz evvelki sözleriniz de onu teyit ediyordu." -R. N. Güntekin.
teyp, -bi is. İng. tape Manyetik bir bant üzerine sesleri kaydeden ve okuyan aygıt, teybe almak söylenilen söz, müzik vb.ni teyp makinesindeki banda geçirmek.
→ videoteyp
teyze is. (te'yze) 1. Annenin kız kardeşi, ana yarısı: "İhtiyar halaların, teyzelerin, bütün bu hısım akrabanın fikrini sorduk." -M. Ş. Esendal. 2. ünl. Anne yaşıtı kadınlara söylenen bir seslenme sözü.
→ teyzezade
teyzezade is. (teyzeza:de) T. teyze + Far. zade Teyzenin çocuğu.
tez (I) sf. Far. tiz 1. Çabuk olan, süratli. 2. zf. Süratli bir biçimde, (...-dan / ...-den) tezi yok hemen, derhâl, en kısa zamanda: "Bugünden tezi yok, şimdi buradan çıkıp oraya gidiyorum." -H. R. Gürpınar.
→ tez beri, tez canlı, tezelden, cam tez, içi tez
tez (II) is. Fr. these 1. Sav. 2. Üniversitelerde Öğrencilerin veya öğretim üyelerinin hazırlayıp bazen bir sınav kurulu önünde savundukları bilimsel eser: "Tezini mitolojiden hazırlayan gözlüklü bir delikanlı." -H. Taner.
→ bitirme tezi
tezahür is. (teza:hür) Ar. tezahür esk. 1. Belirme, görünme, gözükme, ortaya çıkma, oluşma: "Muvaffak olamamış sanatkârın iki türlü tezahürü vardır." -S. F. Abasıyanık. 2. Belirti: "Bu hasretin garip tezahürleri de vardı." -P. Safa. tezahür etmek belirmek: "Yalnız benim herze devrelerim sık sık tezahür ediyor." -A. Gündüz.
tezahürat ç. is. (teza:hüra:t) Ar. tezahürat 1. Bağırıp çağırarak, alkışlayıp tempo tutarak yapılan gösteri: "Bazı davetliler giderken gençler tempo tutup tezahürat yapıyorlardı. " -H. Taner. 2. esk Hastalıklarda belirtiler.
tezat, -di is. (-za:dı) Ar. tezâdd 1. Karşıtlık, karşıt olma, zıtlık, çelişki, kontrast, antagonizma: "Sanatçı çok garip ve tezatlarla dolu bir yaratıktır." -H. E. Adıvar. 2. ed. Anlatımda birbirine karşıt iki sözü yan yana kullanma, tezada düşmek bir sözü öbürünü tutmamak.
tezatlı sf Birbirinin karşıtı olan, karşıtlı, çelişkili, kontrastlı.
tezayüt is. (teza.yüt) Ar. tezüyud esk. Çoğalma, artma, tezayüt etmek çoğalmak, artmak: "Kalamış'tan istimbota binildiği vakit neşeler tezayüt etmişti." -M. Ş. Esendal.
tez beri zf. hlk. 1. Kolaylıkla: "Karı biraz sağırdır, tez beri duymaz ki." -H. R. Gürpınar. 2. Çabucak.
tez canlı sf Aceleci: "... öteye beriye aceleyle uçup gelen tez canlı, tiz sesli kırlangıçlar..." -A. Ş. Hisar.
tezce zf. (te'zce) Çabucak: "Baş pınarın karlı suyun içelim / Gurbet kalesini tezce geçelim. " -Halk türküsü.
tezek, -ği is. 1. Yakıt olarak kullanılan kurutulmuş sığır dışkısı. 2. hlk. Kesek.
tezekkür is. Ar. tezekkür esk. 1. Bir sorunu konuşma. 2. Hatırlama, hatıra getirme.
tezelden zf. Çabucak: "Biran evvel Paris'teki Türkleri bulmak ve babasına tezelden bir mektup yetiştirmek!" -Y. K. Karaosmanoğlu.
tezellül is. Ar. tezellul esk. Aşağılanma.
tezelzül is. Ar. tezelzül esk. Sarsılma, sallanma.
tezene is. Far. tüziyâne müz. Mızrap.
tezevvüç, -cü is. Ar. tezevvuc esk. Evlenme. tezevvüç etmek evlenmek.
tezgâh is. (-gâ:hı) Far. dest-gâh 1. Genellikle dükkânlarda satıcıların önündeki uzun masa: "Bir tezgâhtan öbürüne koşuyor, bir kumaş topunu bırakıp başkasına saldırıyordu. " -R. H. Karay. 2. Kahve, meyhane vb.nde müşterilerin üzerinde yiyip içtikleri uzun masa veya büfe: "İçenlerin hepsi susmuş, kadına bakıyor, tezgâhın arkasındaki yürüyüşünü seyrediyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 3. Üzerinde genellikle el veya küçük makinelerle iş görülen yapım aracı: Halı tezgâhı. Çanak çömlek tezgâhı. 4. Tersane. 5. argo Genellikle yasal olmayan bir işi yapmak için tutulan uygunsuz yol. tezgâh açmak seyyar satıcı, herhangi bir yere tezgâhını kurmak, tezgâhı kurmak 1) işe başlamak üzere çalışma araçlarını hazırlamak, çalışmaya başlamak; 2) argo yasal olmayan bir işi gerçekleştirebilmek için yalan dolanla aldatmaya, kandırmaya çalışmak.
→ dokuma tezgâhı, vargel tezgâhı
tezgahçı is. 1. Tezgâh yapıp satan kimse. 2. argo Aldatmak, kandırmak için yasal olmayan yollara başvuran kimse.
tezgâhçılık, -ğı is. Tezgahçı olma durumu: "Tavlamak için konuşur, tezgâhçılık için konuşur, yağcılık için konuşur." -H. Taner.
tezgâhlama is. Tezgâhlamak işi.
tezgâhlamak (-i) 1. Dokunacak bezi tezgâha yerleştirmek. 2. mec. Bir iş için hazırlık yapmak, işe girişmek. 3. mec. Yasal olmayan bir işi gerçekleştirmek için plan yapmak.
tezgâhlanma is. Tezgâhlanmak işi.
tezgâhlanmak (nsz) Tezgâhlama işine konu olmak.
tezgâh mengenesi is. İş yerlerinde sabit tezgâha bağlanan ve boru, demir vb.ni kesme işlerinde kullanılan bir tür mengene.
tezgâhtar is. (tezgâhtar) Far. dest-gâh-dâr Kahve, gazino ve mağaza vb. yerlerde tezgâhta duran, satış yapan kimse: "Tezgâhtarlar da memur olduğu için, hepsinde bir memur ağırbaşlılığı ve ağırkanlılığı var." -H. Taner.
→ tezgâhtar ağzı
tezgâhtar ağzı is. Bir şeyi beğendirmek için fazlaca konuşma, gereksiz övme.
tezgâhtarlık, -ğı is. Tezgâhtar olma durumu, tezgâhtarın işi. tezgâhtarlık etmek bir şeyi beğendirmeye çalışmak için fazlaca konuşmak, lüzumsuz yere Övmek, methetmek.
tezhip, -bi is. (-hi:bi) Ar. tezhıb esk. 1. Yazma kitaplarda, sayfaların yaldız ve boya ile bezenmesi, yaldızlama. 2. Süsleme, bezeme.
tezhipçi is. Tezhip yapan kimse.
tezhip çilik, -ği is. Tezhipçi olma durumu.
tezkere is. Ar. tezkire 1. Pusula: "Bu vaziyette en tabii çare, ona küçük bir tezkere yazmaktı. " -R. N. Güntekin. 2. Bir iş için izin verildiğini bildiren resmî kâğıt: "Nihayet yol tezkerem yapıldı, üstüm başım düzeltildi." -Y. K. Beyatlı. 3. ask. Askerlik görevinin bittiğini bildiren belge. 4. ed. Divan şairlerinin hayatını ve şiirlerini genellikle sübjektif bir bakış açısıyla değerlendiren eser. tezkere almak ask. askerlik görevini tamamlayarak bunu bildiren bir belge almak. tezkere bırakmak ask. askerlik görevini bitirdiği hâlde orduda çalışmasını sürdürmek, orduda kalmak, tezkeresini eline vermek işine son vermek, kovmak.
→ av tezkeresi, nüfus tezkeresi
tezkereci is. 1. Askerlik ödevini tamamlamış, terhis olmuş er. 2. Dava özetlerini yazan görevli. 3. Tezkere yazan.
tezkerecilik, -ği is. Tezkereci olma durumu.
tezkire is. Ar. ed. bk. tezkere.
tezkiye is. (te'zkiye) Ar. tezkiye esk. 1. Temize çıkarma, aklama. 2. Bir kimsenin iyi bir insan olduğunu kendisini tanıyanlardan soruşturarak ortaya çıkarma, tezkiyesini düzeltmek ahlakça kötü tanınmışken durumunu düzeltmek.
→ tezkiyesi bozuk
tezkiyesi bozuk, -ğu sf. Doğruluğuna güvenilmez (kimse).
tezleme is. Tezlemek işi veya durumu.
tezlemek (-i) hlk. Bir şeyi çabuklaştırmak.
tezleşme is. Tezleşmek işi.
tezleşmek (nsz) Çabukluk kazanmak, çabuklaşmak.
tezleştirme is. Tezleştirmek işi.
tezleştirmek (-i) Bir işi çabuklaştırmak, acele ettirmek.
tezli sf. Tezi olan, bir iddia ileri süren.
tezlik, -ği is. Tez olma durumu, tezleşme.
→ tezlik eylemi, tezlik fiili
tezlik eylemi is. dbl. Tezlik fiili.
tezlik fiili is. dbl. Bir fiile -i zarf-fiil ekiyle vermek fiili getirilerek oluşturulan ve çabukluk, kolaylık, yardım kavramı veren birleşik fiil, tezlik eylemi: Söyleyivermek, yapıvermek gibi.
tez vakit, -kti is. En kısa süre. tez vakitte (veya zamanda) en kısa sürede.
tezvir is. (tezvi:r) Ar. tezvir esk. 1. Yalan söyleme. 2. Ara bozma ve özellikle kötülük amacıyla yapılan kovculuk.
tezvirat ç. is. (tezvi:ra:t) Ar. tezvirüt esk. Yalan dolan şeyler, kovculuklar.
tezyif is. (tezy'uf) Ar. tezyif esk. 1. Bir şeyi değersiz, adi, bayağı, aşağılık göstermeye çalışma, küçültmek isteme. 2. Alay etme, eğlenme, tezyif etmek 1) aşağılamak: "Muhayyel bir ati namına geçmişte millî ve güzel ne varsa hepsinin tahrip ve tezyif edildiğini gördük." -A. Ş. Hisar. 2) alay etmek, eğlenmek.
tezyifkâr sf. (tezyi:fkâ:r) Ar. tezyif'+ Far. -kâr esk. Aşağılayıcı, adi, kötü, bayağı: "Şimdi bana bu tezyifkâr türküyü söyleterek hıncım çıkartıyordu." -R. H. Karay.
tezyin is. (tezyv.n) Ar. tezyin esk. Bezeme, süsleme, donama, tezyin etmek Süslemek.
tezyinat ç. is. (tezyi:na:t) Ar. tezyinat esk. Bezekler, süsler.
tezyinî sf. (tezyi:ni:) Ar. tezyini esk. Bezemecilikle, süslemecilikle ilgili: Tezyinî sanatlar.
→ tezyinî sanat
tezyinî sanat is. Süsleme sanatı.
tezyit, -di is. (tezyiıi) Ar. tezyıd esk. Çoğaltma, artırma, tezyit etmek çoğaltmak, artırmak.
Th kim. Toryum elementinin simgesi.
think-tank is. İng. think-tank bk. beyin takımı.