-ta bk. -da / -de vb.
ta zf. (ta:) Far. tâ Dek, değin, kadar, beri vb. edatlarla birlikte kullanılarak bir fiilin, bir hareketin, bir yerin, bir şeyin başladığı veya sona erdiği noktayı, zaman ve uzaklık bakımından abartmalı bir biçimde anlatan bir söz: "Ta karşıda büyük annenin evine kadar götürdüler." -Y. K. Beyatlı. ta kendisi (ta kısa söylenir) o kimse, tastamam kendisi, ta ki yeter ki, sonunda: Açık söylüyorum, ta ki herkes anlasın.
Ta kim. Tantal elementinin simgesi.
taaccüp, -bü is. Ar. ta'accub esk. Şaşma. taaccüp etmek hayrete düşmek, hayrette kalmak, şaşmak: "Pek taaccüp ettim, niye mücrim telakki olunacakmış? " -A. İlhan.
taaddüt, -dü is. Ar. ta'addud esk. Çoğalma, sayısı artma.
taaffün is. Ar. ta'affun esk. Kokuşma, pis kokma, taaffün etmek kokuşmak, pis kokmak.
taahhüt, -dü is. Ar. ta'ahhud Bir şey yapmayı üstüne alma, üstlenme: "Taahhüt işini ortağıma havale ettim." -A. Gündüz, taahhüt etmek üstlenmek: "Ayda bir, bir şeyler yazmayı taahhüt ederim." -Ö. Seyfettin.
→ taahhütname
taahhütlü sf. 1. Taahhüt edilmiş, üstlenilmiş olan. 2. Alıcısına ulaştırılması üstlenilmiş olan (mektup, paket vb.).
→ taahhütlü mektup, iadeli taahhütlü
taahhütlü mektup, -bu is. Kayba uğramadan yerine ulaştırılması posta İdaresi tarafından kayda alınarak üstlenilmiş olan mektup.
taahhütname is. (taahhütna:me) Ar. ta'ahhud + Far. nâme Bir şeyi yapmayı üstüne aldığını bildiren yazılı kâğıt.
taalluk is. (taallûk) Ar. ta'alluk esk. İlgisi olma, ilgisi bulunma, ilgi, ilinti, taalluk etmek ilgili bulunmak, ilgili olmak, ilgilendirmek: "Bu iş benim hayatımın felaketine taalluk ediyor." -H. R. Gürpınar.
taallukat ç. is. (taallûka:!) Ar. ta'allukât esk. Hısım ve yakınlar.
taam is. (taa:m) Ar. ta'âm esk. Yemek, yiyecek: "Yemekte salçalı bir taam vardı." -B. Felek, taam etmek yemek yemek.
→ cennet taamı
taammüden zf. (taa'mmüden) Ar. ta'ammuden 1. Bilinçli bir biçimde, önceden tasarlayarak, bile bile, kasten. 2. huk. İşlenecek bir suçu önceden planlayarak, planlı bir biçimde, tasarlayarak.
taammüm is. Ar. ta'ammum esk. Yayılma, genelleşme, taammüm etmek yayılmak, genelleşmek.
taammüt, -dü is. (ta'ammüt) Ar. ta'ammud esk. 1. Bir işi veya suçu bile bile, tasarlayarak yapma. 2. huk. İşlenecek bir suçun daha önceden tasarlanması.
taannüt, -dü is. (ta'annüt) Ar. ta'annud esk. Direnme, ayak direme, inat etme, direnim. taannüt etmek direnmek, inat etmek, ayak diremek.
taarruz is. Ar. ta'arruz Saldın: "Bu gece cephede umumi taarruz var." -M. Ş. Esendal. taarruz etmek saldırmak: Taarruz etsek de bir fayda yok, belki tehlike var.
→ yarma taarruzu
taassup, -bu is. Ar. ta'aşşub Bağnazlık.
taaşşuk is. Ar. ta'aşşuk esk. Karşılıklı âşık olma.
taat, -ti is. (ta:at) Ar. tâ'at Allah'ın buyruklarını yerine getirme, ibadet etme.
taayyün is. Ar. ta'ayyun esk. Belli olma, ortaya çıkma, belirme, taayyün etmek belirmek.
taayyüş is. Ar. ta'ayyuş esk. Yaşama, geçinme.
tab (I) is. Ar. tab' esk. Mizaç, huy, tabiat, karakter.
tab (II) is. Ar. tab' Bası.
→ tabetmek
taba is. (ta'ba) Fr. tabac 1. Kuru tütün yaprağını andıran kızılımsı kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.
tabaat is. (tabaaıi) Ar. tabâ'at esk. Basımcılık.
tababet is. (taba:bet) Ar. tababet 1. Hekimlik: "Medeniyet buna da bir ad bulmuş, tababet hemen raporunu veriyor." -A. Gündüz. 2. Tıp bilgisi.
→ diş tababeti
tabak, -ğı (I) is. Ar. tabak 1- Yiyecek koymaya yarar, az derin ve yayvan kap: "Kadın masaya tabak, kaşık koyuyor." -A. Gündüz. 2. sf. Bu kabın alacağı miktarda olan. tabak gibi dümdüz ve açık (yer).
→ kayık tabak, balık tabağı, çorba tabağı, iftar tabağı, kahve tabağı, ordövr tabağı, piyata tabağı, servis tabağı
tabak, -ğı (II) is. Ar. debbâğ Sepici, tabak sevdiği deriyi taştan taşa (veya yerden yere) çalar birinin yakınlarına gösterdiği sert davranış onun iyiliği içindir.
→ tabakhane
tabaka (I) is. Ar. tabaka 1.jeol. Katman, kat: Madenin üzerindeki kalın toprak tabakası kaldırılıyor. 2. Baskı ve yazıda kullanılan, değişik boyutlarda kesilmiş kâğıt. 3. Derece. 4. mec. Bir toplum içinde makam, şöhret, meslek vb. bakımdan ayrılan topluluklardan her biri, kat: "Bu insan nehrinin en aşağı tabakası, ipsiz takımıdır." -S. Birsel.
→ ağ tabaka, alt tabaka, damar tabaka, saydam tabaka, sert tabaka, sosyal tabaka, Üst tabaka, yüksek tabaka, boya tabakası, kaymak tabakası, mantar tabakası, su tabakası
tabaka (II) is. (taba'ka) İsp. Cepte taşınan tütün veya sigara kutusu: "Ceviz ağaçlarının altına çökebilir, tabakalarınızdan birer sigara yakabilirsiniz." -S,. F. Abasıyanık.
→ sigara tabakası
tabakalama is. Tabakalamak İşi veya durumu.
tabakalamak (-i) Tabaka durumuna getirmek.
tabakalanma is. jeol. Tabakaların birbiri üstüne veya birbiri ardınca sıralanışı.
tabakalanmak (nsz) Tabakalar durumuna gelmek.
tabakalı sf. Tabakası olan.
tabakasız sf. Tabakası olmayan.
tabakçı is. 1. Tabak yapan veya satan kimse. 2. Lokanta vb. yerlerde bulaşık yıkayan kimse.
tabakçılık, -ğı is. Tabakçı olma durumu.
tabakhane is. (tabakha:ne) Ar. debbâğ + Far. hâne Hayvan postunu kullanılacak duruma getirme işleminin yapıldığı yer, sepi yeri.
tabaklama is. Tabaklamak işi.
tabaklamak (-i) Hayvan postlarını kullanılabilecek duruma getirmek amacıyla değişik kimyasal maddelerle işlemek, terbiye etmek.
tabaklanma is. Tabaklanma işi.
tabaklanmak (nsz) Hayvan postları çeşitli kimyasal maddelerle işlenmek, terbiye edilmek.
tabaklık, -ğı (I) is. Tabak koymaya yarayan ve üst üste birkaç kattan oluşan raf.
tabaklık, -ğı (II) is. Tabaklama, tabaklama işi, debagat.
taban (I) is. 1. Ayağın alt yüzü, aya. 2. Üstü kapalı bir yerin gezinilen, ayakla basılan yüzü, tavan karşıtı. 3. Ayakkabının alt bölümü. 4. Kaide. 5. Bir şeyin en alt bölümü. 6. Değerlendirmede en alt derece. 7. Bir toplumu, bir kuruluşu oluşturan, yönetime katılmadan etkili olan kitle: Partinin tabanının istekleri doğrultusunda... 8. Temel, temel İlke, baz. 9. coğ. Bir ırmağın en derin olan orta yeri. 10. den. Dikey duran direk, çubuk, seren vb.nin alt bölümü. 11. mat. Bir cismin veya bir biçimin yüksekliğini ölçmek için aşağıdan yukarıya doğru başlama noktası olarak alınan yüzey veya çizgi, kaide: Piramidin tabanı. Üçgenin tabanı. 12. hlk. Tarlanın düz ve verimli kesimi. 13. esk. Kılıç vb. yapımında kullanılan iyi cins demir. taban çıkmak futbolda topla oynayan oyuncunun hareketini engellemek için havada tabanla müdahale etmek, taban girmek (veya koymak) futbolda topla oynayan oyuncunun hareketini engellemek için doğrudan doğruya tabanla müdahale etmek. taban tabana zıt birbirine son derece aykırı: "Boyları boşları bile taban tabana zıttı." -H. Taner, taban tepmek (veya patlatmak) uzun yol yürümek: "Her akşam gazete başına kırk para kazanmak için şehrin dört bir köşesinden buraya kadar taban tepmek..." -R. N. Güntekin. tabana kuvvet bir yere yayan gitmekten başka çare olmadığını anlatan bir söz: Haydi bakalım, tabana kuvvet! tabana kuvvet kaçmak çok hızlı, koşarak kaçmak: "Sanki yerden taş aldığımı, hayır eğildiğimi görmüş gibi tabana kuvvet kaçıyor. " -S. F. Abasıyanık. tabanları kaldırmak koşarak kaçmak: "Ziver sanki canı çok yanmışçasına -Vay anam- diye bir çığlık kopardı ve tabanları kaldırıp kaçıyor gibi yaptı." -Y. K. Karaosmanoğlu. tabanları patlamak çok yürümekten, çok ayakta durmaktan aşırı yorulmak, tabanları yağlamak alay 1) uzak bir yere yayan gitmeye hazırlanmak; 2) hızlıca koşmak, kaçmak: "En iyisi, çantayı da, tabancayı da atıp tabanları yağlamaktı." -T. Buğra.
→ taban basma, taban düzeyi, taban fiyatı, taban halısı, taban lağımı, tabanvay, tabanı yarık, baştaban, daltaban, düztaban, karataban, ayak tabanı, devetabanı, fiil tabanı, isim tabanı, veri tabanı
taban (II) zf (taban) Ar. tab'an esk. 1. Huy bakımından. 2. Yaradılıştan.
taban basma is. sp. Güreşçinin bir ayağının tabanıyla hasmının ayağına basıp eliyle çenesinden veya omuzlarından tutarak çevirmesi.
tabanca is. (taba'nca) 1. Kısa, hafif, cepte veya belde taşman ateşli silah: "Biraz eğildikleri zaman cübbelerinin arkasında tabanca kabzalarının kabartısı görülür." -F. R. Atay. 2. Boyacılıkta kullanılan, basınçlı hava yardımıyla boya püskürtmeye yarayan araç. tabancaya davranmak ateş etmek için tabancayı bulunduğu yerden almaya kalkışmak: "Tabancasına davranmaya vakit kalmadan sıkışıverdi kalabalığın ortasına." -Ç. Altan.
→ tabanca boyası, tabanca cilası, beylik tabanca, makineli tabanca, toplu tabanca, boya tabancası, mantar tabancası, perçin tabancası, püskürtme tabancası, yarış tabancası
tabanca boyası is. Tabanca ile yapılan boya.
tabanca cilası is. Tabanca ile püskürterek yapılan cila.
taban düzeyi is, jeol. Bir akarsuyun, aşındırma ile erişebileceği en alçak yer.
taban fiyatı is. tic. Bir mala, resmî kuruluşlarca konulan fiyatın en alt sınırı, en düşük satış bedeli.
taban halısı is. 1. Tabana serilen büyük halı. 2. argo ve esk. Bin liralık bütün kâğıt para.
tabanı yarık, -ğı sf. argo Korkak, güven vermeyen (kimse): "Olur a, ağası belki sılaya gitmiştir, yerine tabanı yarık biri gelmiştir, ona da mektubu emniyet edememiştir." -S. M. Alus.
taban lağımı is. mdn. Eğimli bir cevher yatağının tabanındaki tabakalar içinde ve cevher yatağı doğrultusuna paralel olarak sürülen lağım türü.
tabanlı sf. Tabanı olan.
tabanlık, -ğı is. 1. Üzerinde rayların yerleştirildiği, enine konmuş olan ağaç, beton veya demir parça. 2. Ayağın rahat etmesi için ayakkabı içine yerleştirilen, keçe, deri veya kumaş parçası.
→ düztabanlık
tabansız sf. 1. Tabanı olmayan. 2. mec. Yüreksiz: "Amma da tabansızmışlar ha ... Bir kaçış kaçtılar, hâlâ da kaçıyorlar galiba." -H. R. Gürpınar.
tabansızlık, -ğı is. 1. Tabansız olma durumu. 2. mec. Korkaklık, yüreksizlik: "Bu kadar tabansızlık olur mu?" -H. R. Gürpınar.
tabanvay zf T. taban + İng. way şaka Yayan.
tabasbus is. Ar. tabasbus esk. Yaltaklık, tabasbus etmek yaltaklanmak: "Karşısına çıkana tabasbus edecek, el pençe divan duracak değil a!" -S. M. Alus.
tabela is. (tabe'lâ) İt. tabella 1. Üzerinde tanıtıcı, belirtici bir yazı, açıklama, işaret veya resim bulunan, tahta, sac vb.nden yapılan levha: "Birinci kata çıkıyorum, tabelalara bakıyorum, aradığımı bulamıyorum." -R. H. Karay. 2. Hastane, yatılı okul, askerî birlik gibi toplu yemek verilen yerlerde, günlük yemek için çıkarılan erzakın türünü, miktarını gösteren çizelge. 3. Hastanelerde her hastanın gündelik yemek ve ilacının yazıldığı kâğıt.
tabelacı is. Tabela yazan kimse.
tabelacılık, -ğı is. Tabelacının işi.
tabetme is. Tabetmek işi.
tabetmek, -der (-i) Ar. fab' + T. etmek Basmak.
tabi (I) sf. (ta:bi:) Ar. tâbi' Bir kimsenin, bir kuruluşun, bir devletin etkisi altında, güdümünde olma durumu: "Sanki bütün kamara, bütün halk, onlara tabi, onlara mahkûmdu." -P. Safa. tabi kılmak egemenliği altına almak, boyun eğdirmek, kendine uydurmak. tabi olmak birinin kontrolü altına girmek, bir şeye veya bir kimseye bağlı olmak: "Kooperatifler, devletin her türlü kontrol ve denetimine tabi olup siyasetle uğraşmaz..." -Anayasa, tabi tutmak tabi kılmak.
tabi (II) sf. (ta:bv) Ar. tâbi' 1. Basıcı. 2. Yayımcı.
tabi (III) zf. (tabi:) Ar. tabı'ı Elbette, doğal olarak, işin gereği olarak, tabii.
tabiat is. (tab'v.at) Ar. tabı'at 1. Doğa: "İnsan zekâsı, tabiatın içinde değil, tabiatın yanında, ayrı bir kuvvettir." -A. Haşim. 2. Doğal özellik: Arazinin tabiatı. 3. Güzeli ayırma melekesi, zevk, beğeni: "Abdi Bey, tabiat sahibi, altıncı kat terasında böyle bir bahçe tanzimi, doğrusu takdire şayan." -A. İlhan. 4. İnsanın büyük abdest bozma kolaylığı veya zorluğu. 5. Huy, karakter.
→ tabiat bilgisi, tabiat bilimleri, tabiatüstü
tabiat bilgisi is. 1. Okullarda doğa ile ilgili bilgileri içine alan dersin adı. 2. Bu dersin konularını içeren kitap.
tabiat bilimleri ç. is. Doğa bilimleri.
tabiatıyla zf. (tabiatıyla) 1. Doğal bir biçimde, tabii olarak: "Gerçek Tanrı'nın yolunu bulamayanlar tabiatıyla birtakım düzme uluhiyetlere doğru saparlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kendiliğinden.
tabiatlı sf Herhangi bir yaradılışta, huyda olan: "Hırant, erkek tabiatlı bir adamdı." - 5. F. Abasıyanık.
tabiatsız sf. 1. Çirkin ve kaba şeylerden tedirgin olmayan, zevksiz (kimse). 2. Huysuz, geçimsiz.
tabiatsızlık, -ğı is. Tabiatsız olma durumu.
tabiatüstü sf. Doğaüstü.
tabiatüstücü is. Doğaüstücü.
tabiatüstücülük, -ğü is. Doğaüstücülük.
tabii sf. (tabi:i:) Ar. tabı'ı 1. Doğada olan, doğada bulunan. 2. Olağan, alışılmış, her zamanki gibi olan, beklenildiği gibi: "Sıcaklar arttıkça serin yerler aramak, âdeta tabii bir ihtiyaç hâline geliyor." -A. Rasim. 3. Sağduyuya, mantığa, olağan düzene uygun olan: "Beklenen cevap gelince derhâl yazılacağı tabiidir." -Atatürk. 4. Yapmacık olmayan, doğal: "Eğer sürmenin üstüne bunu sürmezsen renk tabii olmaz." -P. Safa. 5. Katıksız, saf, doğal: Tabii meyve suları. 6. zf. Tabi: Tabii siz de geleceksiniz.
→ tabii afet, sevkıtabii
tabii afet ç. is. Doğal afet.
tabii hukuk is. İnsanın doğuştan sahip olduğuna inanılan haklarını ele alan hukuk.
tabiileşme is. Tabiileşmek işi.
tabiileşmek (nsz) Tabii duruma gelmek: "Daha sonra benzine kan geldi ve bakışları tabiileşti."-P. Safa.
tabiileştirme is. Tabijleştirmek işi.
tabiileştirmek (-i) Doğal duruma getirmek.
tabiilik, -ği is. (tabi:i:lik) Doğal olma durumu: insan sözünde ve davranışında tabiilikten ayrılmamalı. Bu yapı, manzaranın tabiiliğini bozuyor.
tabiiyet, -ti is. (ta:biiyet) Ar. tâbi'iyyet esk. 1. Bir şeye veya bir kimseye bağlı olma, bağımlılık, bağlılık. 2. Uyruk: "Fransız tabiiyetine girivermişler o zaman." -S. F. Abasıyanık.
tabiiyetli sf. Herhangi bir ülkenin uyruğunda olan, uyruklu.
tabiiyetsiz sf. Herhangi bir ülkenin uyruğu olmayan, uyruksuz.
tabiiyetsizlik, -ği is. Tabiiyetsiz olma durumu, uyruksuzluk.
tabildot is. (ta'bildot) Fr. table d'höte 1. Lokanta ve otellerde belirli bir para karşılığında verilen birkaç kap yemek, seçmesiz yemek: "Tabildot ile lokanta, onlar gibi küçük memurlara pahalı gelir." -N. Cumalı. 2. Birçok kişinin erzak sağlayıp kendilerine yemek pişirtmek için kurdukları ortaklık: "... öğle, akşam yemeklerini kampın tabildotundan yiyebilirdim." -O. V. Kanık.
tabilik, -ği (I) is. (ta:bi:lik) Tabi (I) olma durumu.
tabilik, -ği (II) is. (ta:bi:lik) Yayımcılık.
tabip, -bi is. Ar. tabib Hekim.
→ adli tabip, baştabip, sertabip, diş tabibi
tabiplik, -ği is. Hekimlik, doktorluk.
→ baştabiplik
tabir is. (ta:bir) Ar. ta'bir 1. Rüya yorma, yorumlama. 2. esk. Deyiş, anlatım, ifade: "Diplomatik lehçede böyle bir tabir yoktur bile." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. esk. Deyim: "Müfit için bu kaçmak tabirinin kullanılması da Perviz'e dokunmuştu." -P. Safa. tabir etmek 1) yorumlamak: "Sana yolculuk, millete de şenlik var, diye tabir etti." -R. E. Ünaydın. 2) söz ile anlatmak, tabiri caizse 1) sözün özünü söylemek gerekirse; 2) diğer bir deyişle, şöyle söylemek uygunsa.
→ tabirname
tabirname is. (ta:birna:me) Ar. ta'bir + Far. nâme Rüyaların yorumunu yapan kitap.
tabi is. Ar. tabi Davul.
tabla is. (ia'bla) Ar. tabla 1. Satıcı vb.nin kullandığı tahtadan tepsi: "Bir hurmacının tablasında üstlerine vuran güneş ışığıyla parıldayan hurmalara imrenmiş." -A. Ş. Hisar. 2. Soba, mangal vb. şeylerin altına konulan metalden veya tahtadan yapılan tepsiye benzer altlık. 3. Bir şeyin düz ve geniş bölümü: Hokka takımı tablası. Çadır direği tablası. 4. Küllük: "Tablada ruj izli sigara artıkları var." -R. H. Karay. 5. Ağaçtan veya ağaç ürünlerinden hazırlanmış, büyük yüzeyli düzgün parça. 6. Genellikle Hindistan, Pakistan'da kullanılan, darbukaya benzer bir tür çalgı. 7. sf. Bir tablanın aldığı miktarda olan: Bir tabla balık döküldü. 8. den. Makaraların yüzlerini oluşturan dış bölümleri.
→ kül tablası, sigara tablası, yemek tablası
tablacı is. 1. Mallarını tabla üzerinde satan kimse, tablakâr. 2. Tabla çalan kimse.
tablacılık, -ğı is. Tablacı olma durumu.
tablakâr is. (tablakâ:r) Ar. tabla + Far. -kâr 1. Tablacı. 2. esk. Büyük konaklarda mutfaktan yemek tablalarım götürüp getiren görevli.
tablalı sf. 1. Tablası olan. 2. Tepesi geniş ve daire biçiminde olan: "Fesi, hele fesi, başlı basma bir âlem; tablalı değil, dar Beyoğlu kalıp. "-A.İlhan.
tablet is. Fr. tablette 1. Düz ve yassı biçimli, çiğnenecek veya yutulacak madde: İlaç tableti. Nane şekeri tableti. 2. tar. Eski medeniyetlerden kalma, pişmiş veya güneşte kurutulmuş kilden yapılmış, üzerinde çivi yazısı ile metin yazılı belge.
tabiiye is. Fr. tablier mim. Köprü yapımında ilk olarak yerleştirilen ve köprüyü oluşturan bölüm.
tablo is. (ta'blo) Fr. tableau 1. Bez, tahta, kâğıt vb. maddeler üzerine yapılmış yağlı boya, sulu boya, pastel veya kara kalem resim: "Bu tablolardan biri gölge oyunu hâlinde karikatürize edilmişti." -H. Taner. "Hırsından bazılarına tablomu bedava verdim, alın, götürün, diye bağırdım." -H. C. Yalçın. 2. Birbiriyle olan ilgilerine göre düzenlenerek yazılmış şeylerin hepsi: Çarpım tablosu. Kronoloji tablosu. 3. mec. Yaşanan, var olan olay ve olguların hepsinin genel görünüşü, manzara: "Talebelik günlerimizden bazı tabloları çizmeye çalışacağım." -H. F. Ozansoy. 4. tiy. Bir perdenin dekor değişikliğiyle belirlenen alt bölümü.
→ belirtke tablosu, çarpım tablosu, hastalık tablosu, logaritma tablosu
tabu is. Fr. tabou 1. din b. Kutsal sayılan bazı insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen dinî inanç. 2. sf. Yasaklanarak korunan (nesne, kelime, davranış). 3. sf. sos. Tekinsiz.
tabulaşma is. Tabulaşmak işi veya durumu.
tabulaşmak (nsz) Tabu kabul edilmek, tabu gibi görünmek, tabu değeri kazanmak, tabu durumuna getirilmek.
tabulaştırma is. Tabulaştırmak işi.
tabulaştırmak (-i) Tabu durumuna getirmek.
tabur is. 1. ask. Dört bölükten kurulan, bir binbaşının komutasındaki asker birliği: "Gönderilecek askerin sekiz tabur olmasında büyük isabet vardır." -S. Birsel. 2. Küme, yığın, grup.
→ bir tabur, amele tabımı
taburcu sf. Hastaneden çıkması kararlaştırılmış (hasta), taburcu edilmek hasta iyileşerek hastaneden çıkmak, taburcu etmek doktor hastayı hastanedeki bakımla ilişiği kalmadığı için hastaneden çıkarmak, taburcu olmak hastanedeki bakımla ilişiği kalmadığı için hastaneden çıkmak.
tabure is. Fr. tabouret Sırt ve kol dayayacak yeri olmayan iskemle: "Kapkara kesilmiş meşe ağacından masalar, tabureler, yer iskemleleri dolu idi." -S. F. Abasıyanık.
tabut is. Ar. tâbut 1. Ölünün içine konulduğu sandık biçiminde araç, sal: "Eskiden tabutlar arkasında para ile tutulmuş ağlayıcılar giderdi." -F. R. Atay. 2. hlk. İçine yumurta konan uzun sandık.
tabutluk, -ğu is. 1. Camide boş tabutların konulduğu yer: "Mahalle camimin tabutluğundan çıkarak kaçmaktayken peşlerine düşülür. " -H. R. Gürpınar. 2. Ancak bir kişinin hareket etmeden ayakta durabileceği Özel işkence bölmesi.
tabütüvan is. (ta:bütüvan) Far. tâb + tuvân Güç, kuvvet, takat: "Gün kavuşurken Handune'nin de hararet derecesi artmış, tabütüvanı tamamen kesilmişti." -E. E. Talu.
tabya is. (ta'bya) Ar. ta'biye ask. Bir bölgeyi savunmak için yapılan ve silahlarla güçlendirilen yapı.
→ yıldız tabya
Tacik öz. is. (ta:cik) Far. tâcik Tacikistan Cumhuriyeti'nde yaşayan halk ve bu halkın soyundan olan kimse.
Tacikçe Öz. is. (ta:cikçe) Tacik dili.
tacil is. (ta:ci:l) Ar. ta'cîl esk. Hızlandırma, çabuklaştırma, tezleştirme, tacil etmek hızlandırmak, çabuklaştırmak, tezleştirmek.
tacir is. (ta:cır) Ar. tacir esk. Ticaretle uğraşan kimse, tüccar: "İhtiyar tacir kâtibine bir şeyleryazdırtıyordıt."-H. R. Gürpınar.
taciz is. (ta:ci:z) Ar. ta'ciz Tedirgin etme, rahatsız etme: "Onun ulumasından gece gündüz taciz olan köy halkı..." -Ö. Seyfettin. taciz etmek sıkıntı vermek, rahatsız etmek.
→ taciz ateşi, cinsel taciz
taciz ateşi is. Hasmı tedirgin etmek için silahla açılan ateş.
tacizlik, -ği is. Tedirginlik verme, tacizlik etmek hlk. tedirgin etmek, can sıkmak, tacizlik getirmek 1) tedirgin olmak; 2) usanç getirmek, tacizlik vermek 1) tedirgin etmek; 2) usandırmak.
taç, -cı (I) is. (ta:cı) Ar. tâc 1. Soyluluk, iktidar, güç veya hükümdarlık sembolü olarak başa giyilen, değerli taşlarla süslü başlık: Tahtlar, taçlar artık tarihe karıştı. 2. Gelinlerin başlarına takılan süs. 3. Genellikle göz düzeyinden yüksek mobilyaların üstlerindeki kabartmalı, oymalı, süslü bölüm. 4. bot. Çiçeğin dıştan ikinci halkasında bulunan yaprakların hepsi. 5. esk. Bazı tarikatlarda şeyhlerin giydikleri başlık, taç giymek 1) tahta çıkmak; 2) kral veya kraliçe seçilmek: Güzellik kraliçesi taç giydi.
→ taç beyit, taç giyme töreni, taç kapı, taç yaprağı, taç yapraklı, ayrı taç yapraklılar, bitişik taç yapraklılar, baş tacı, çiçek tacı, diş tacı, güneş tacı
taç (II) is. İng. touch sp. Futbol veya hentbolda, topun, alanın yan çizgileri dışına çıkması, yan: "Dündar koşmuyor ve topu taca bırakıyor." -A. İlhan.
→ taç atışı
taç atışı is. sp. Futbol veya hentbolda taca çıkan topun, karşı takım oyuncusu tarafından elle baş üzerinden geçirilip arkadan öne doğru oyun alanına atılması.
taç beyit, -yti is. ed. Gazelin en güzel beyti.
taç giyme töreni is. Hükümdar olacak kimsenin başına tacını giydirerek hükümdarlığının resmen ilanı amacıyla düzenlenen tören: "Eskiden Alman kayzerlerinin taç giyme töreni Frankfurt'ta yapılırdı." -A. Haşim.
taç kapı is. mim. Büyük bir yapının görkemli biçimde süslenmiş girişi.
taçlanma is. Taçlanmak işi.
taçlanmak (nsz) Taç giymek.
taçlı sf. 1. Tacı olan: "Bir orman melikesi gibi, tahta taçlı başı dimdik ... azametle tek başına orada dinleniyordu." -R. H. Karay. 2. bot. Tacı olan.
taçsız sf. 1. Tacı olmayan. 2. bot. Tacı olmayan.
→ taçsız kral
taçsız kral is. Herhangi bir konuda büyük ün yapmış olan kimse.
taçsızlar ç. is. bot. Çiçeklerinde taç bulunmayan bitki familyaları ve bitkiler.
taç yaprağı is. bot. Tacı oluşturan yaprakçıklardan her biri.
taç yapraklı is. bot. Taç yapraklan herhangi bir durumda olan: Bitişik taç yapraklı bitkiler.
tadat, -di is. (ta:da:t) Ar. ta'dâd 1. Sayma. 2. Sayım. 3. ask. Sayarak yoklama yapma, tadat etmek saymak, tadada çıkmak ask. yoklamaya katılmak üzere toplanmak.
→ aleni tadat
tadım is. 1. Tadına bakmak için bir şeyden ağza alınan miktar. 2. bîy. Tat alma yetisi.
tadımlık, -ğı sf. 1. Bir şeyin tadına bakmaya yeter miktarda olan: Doyumluk değil tadımlık. 2. mec. Çok az.
tadil is. (ta:dil) Ar. ta'd'il Tadilat: "Teklif olunan antlaşma tadilleri pek sudan şeylerdi." -F. R. Atay. tadil etmek değiştirmek: "İyi bir terzinin bize giydirdiği esvaplar yalnız vücudumuza geçmiş ve onun şeklini tadil etmiş sayılamaz." -A. Ş. Hisar.
tadilat ç. is. (ta:di:lâ:t) Ar. ta'dılüt Değişiklikler. tadilat etmek (veya yapmak) değiştirmek.
tadil teklifi is. Değiştirge.
taflan is. bot. Gülgillerden, 2-6 m yükseklikte, kışın yapraklarını dökmeyen, çiçekleri salkım durumunda, beyaz veya yeşil olan, süs bitkisi olarak bahçelerde yetiştirilen küçük bir ağaç, karayemiş ağacı, karayemiş (Prunus laurocerasus).
tafra is. Ar. tafre Kendisini olduğundan büyük gösterip böbürlenme, yüksekten atma: "Bir süre yakayı ele vermemenin tafrasıyla dolaşmak, bir beceri örneği değil mi?" -H. Taner, tafra satmak böbürlenmek, büyüklenmek, büyüklük taslamak.
→ afra tafra
tafracı is. Böbürlenen, yüksekten atan kimse.
tafsil is. (tafsili) Ar. tafsil esk. Bir şeyi ayrıntılarıyla anlatma, açıklama.
tafsilat is. (tafsi:lâ:t) Ar. tafsilât Ayrıntı: "Evvelki tafsilat ve odada geçen sözler onlara yaramazdı ki, söyleyeyim." -A. Gündüz. tafsilat vermek bir kimse, bir şey veya durumun özelliklerini, inceliklerini, ayrıntılarıyla anlatmak, uzun uzadıya anlatmak: "Size bugün uzun uzadıya tafsilatını verecek değilim." -R. H. Karay, tafsilata girmek ayrıntılar üzerinde durmak: "Daha fazla tafsilata girmeyi bugün zararlı gördüğüm için bu konuda susacağım." -B. Felek.
tafsilatlı sf Ayrıntılı: "Rakamların bana bildirdiği haberi, bu ses, daha tafsilatlı olarak kulağıma haykırıp durmaktadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tafta is. (ta'fta) Far. tâfte 1. Bir tür sert, ipekli kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: "Söylemeyi unuttum, ben sana gri tafta çarşafımı verecektim, daha yirmi gün evvel yaptırdım ve hiç giymedim." -P. Safa.
tagaddi is. (tagaddi:) Ar. tagaddi esk. Beslenme.
tagallüp, -bü is. Ar. tağallub esk. Zorbalık.
tagayyür is. Ar. tağayyur esk. Değişme, başkalaşma: "Onun çehresindeki tagayyür, muhatabının gözünden de kaçmadı." -E. E. Talu. tagayyür etmek değişmek.
tağşiş is. (tagşv.ş) Ar. tağşiş esk. Bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma. tağşiş etmek karıştırmak.
tağyir is. (tağyir) Ar. tağyir 1. Değiştirme, başkalaştırma. 2. Bozma, tağyir etmek 1) değiştirmek, başkalaştırmak; 2) bozmak.
talıaccüm is. Ar. tahaccum esk. Büyüme: "Belediye bu tahaccümün önüne geçebilmek için, 'sevgi yumağı projesi'ni hayata geçiriyor. " -İ. Sarıer.
tahaccür is. Ar. tahaccür esk. Taşlaşma, taş kesilme, tahaccür etmek taşlaşmak.
tahaffuz is. Ar. tahaffuz esk. Barınma, korunma.
→ tahaffuzhane
tahaffuzhane is. (tahaffuzhaıne) Ar. tahaffuz + Far. hâne esk. Sefer sırasında, yolcu ve çalışanların arasında bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli sağlık önlemlerinin alınması ve hastaların iyileştirilmeleri için büyük limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu.
tahakkuk is. Ar. tahakkuk- Gerçekleşme, yerine gelme, tahakkuk etmek gerçekleşmek: "Resmen bir şey tahakkuk etmediyse de, köylüler, fikirlerinde sabit kaldılar." -M. Ş. Esendal. tahakkuk ettirmek kurum, kuruluş veya kişilerin herhangi bir konuda ödemesi gereken miktarı belirlemek.
tahakküm is. Ar. tahakküm Baskı, zorbalık, hükmetme: "Sen böyle karı tahakkümü altında mı kalacaksın?" -M. Ş. Esendal. tahakküm etmek baskı yapmak, zorbalık etmek, hükmetmek: "O, işbaşına geldiği zaman etrafındakilere böyle tahakküm ederdi. " -R. N. Güntekin.
tahammuz is. Ar. tahammuz esk. Ekşime.
tahammül is. Ar. tahammül 1. Nesne, güçlü, zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilme, dayanma. 2. İnsanın kötü, güç durumlara karşı koyabilme gücü, kaldırma, katlanma: "Bu gece kendi kendimle uğraşmaya tahammülüm yoktu." -R. N. Güntekin. tahammül etmek dayanmak, katlanmak, kaldırmak: "Sanıyorum ki hep benim hatırım için bu hayata tahammül ediyor." -Ö. Seyfettin.
tahammülfersa sf. (tahammülfersa:) Ar. tahammül + Far. -fersâ esk. Dayanılmaz: "Bu iptidai dişi hassasiyetinin cazip ve tahammülfersa taraflarım zihnimde ayırmaya başladım." -P. Safa.
tahammülsüz sf. Tahammülü olmayan.
tahammülsüzlük, -ğü is. Tahammülsüz olma durumu.
tahammür is. Ar. tahammür kim. esk. Mayalanma. tahammür etmek mayalanmak.
taharet is. (taha.ret) Ar. taharet 1. Temizlik, temiz olma. 2. Tuvalet yaptıktan sonra suyla temizlenme. 3. din b. İslam dini inanışlarına uygun olarak yapılan temizlik, taharet almak temizlenmek.
→ taharet bezi, taharet borusu
taharet bezi is. Tuvalet yaptıktan sonra kullanılan küçük kurulama bezi.
taharet borusu is. Alafranga tuvaletlerde temizlenmek için suyun akmasını sağlayan kıvrimlı boru.
taharetlenme is. Taharetlenme işi.
taharetlenmek (nsz) Tuvalet yaptıktan sonra temizlenmek.
taharri is. (taharri:) Ar. taharri esk. Arama, araştırma, taharri etmek araştırmak: "Düşünmek, bir fikrin üzerinde sabit kalmamak, daima doğruyu, hakikati taharri etmekten ibarettir," -Ö. Seyfettin.
→ taharri memuru
taharri memuru is. Sivil polis.
taharrüş is. Ar. taharrüş esk. Tırmalanma, kurcalanma, azdırılma, taharrüş etmek 1) tırmalanmak, kurcalanmak, azdırılmak; 2) biy. irkilmek.
tahassun is. Ar. tahassun esk. Korunmak için bir yere çekilme, sığınma.
tahassür is. Ar. tahassür esk. Kavuşmak istenen şey veya kimse için üzülme, özlem: "Neveser'in gönlünde elem bulaşığı bir tahassür, bir hicran..." -A. İlhan.
tahassüs is. Ar. tahassüs esk. Duygulanma, duygulanım: "Tahassüsünü ancak bu sakin gözyaşlarıyla ifade etti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tahaşşüt, -dü is. Ar. tahaşşud esk. Yığmak.
tahattur is. Ar. tahattur esk. Hatırlama, tahattur etmek hatırlamak.
tahavvül is. Ar. tahavvuî esk. Bir durumdan başka bir duruma geçme, değişme, değişkenlik, dönüşme, dönüşüm: "Gençliğin karşısına çıkınca harika bir tahavvülle başı dikildi. " -P. Safa. tahavvül etmek değişmek, dönüşmek.
tahayyül is. Ar. tahayyül Hayalde canlandırma, sembolleştirme: "Kapıları yeşil sabahlara açılan sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri..." -Y. K. Beyatlı. tahayyül etmek hayal etmek: "Başka ufuklar, başka hayaller tahayyül ediyorum, yeni bir dünyaya doğmuş gibil" -Ö. Seyfettin.
tahdidat ç. is. (tahdi:da:t) Ar. tahdidat Sınırlamalar, kısıntılar.
tahdit, -di is. Ar. tahdid Sınırlama, çevreleme, çevresini daraltma, tahdit etmek sınırlamak.
tahfif is. (tahfv.f) Ar. tahfif esk. Hafifletme, yükünü azaltma, tahfif etmek hafifletmek.
tahd is. Ar. dahi Buğday, arpa, mısır, yulaf, çavdar, pirinç vb. ürünlerin genel adı, hububat.
→ tahıl ambarı, tahliyemi
tahıl ambarı is. Tahılın çok yetiştirildiği yer.
tahıl yemi is. Henüz olgunlaşmamışken kuru ot, silo yemi, kıyılmış yeşil yem olarak kullanılmak üzere biçilen veya biçilmeden otlatılan tahıllar.
tahin is. (taıhin) Ar. tahin Öğütülmüş susamın koyu sıvı durumu.
→ tahin helvası, tahin rengi
tahin helvası is. Tahinin şekerle karıştırılmasıyla yapılan bir tür helva.
tahini is. (tahvni:) Ar. tahini 1. Tahin rengi. 2. sf Bu renkte olan.
tahinli is. İçinde tahin bulunan.
→ tahinli ekmek
tahinli ekmek, -ğî is. Mayalanmış hamurun 1-2 cm kalınlığında açılıp üzerine şekerlendirilmiş tahinin serilmesiyle elde edilen malzemenin fırında pişirilmesiyle yapılan bir tür ekmek.
tahin rengi is. 1. Kirli, koyu sarı renk, tahini. 2. sf. Bu renkte olan.
tahinsiz sf. İçinde tahin bulunmayan.
tahîrbuselik, -ği is. müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
tahkik is. (tahkik) Ar. tahkik Soruşturma: "Bunun böyle olduğunu iyice tahkik için yola çıkmak üzere idim." -S. F. Abasıyanık. tahkik etmek soruşturmak: "Bu meseleyi fakültedeki mütehassıslardan tahkik etmesini rica ettim." -R. N. Güntekin.
tahkikat is. (tahki:ka:t) Ar. tahkikat Soruşturma: "Tahkikatın neticesinden beni de malumattar ediniz." -A. İlhan.
→ tahkikat komisyonu
tahkikat komisyonu is. Soruşturma kurulu.
tahkim is. (tahkûm) Ar. tahkim esk. 1. Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. 2. huk. Anlaşmazlıkların hakem yoluyla çözülmesi yöntemi, tahkim etmek kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak, tahkime gitmek herhangi bir anlaşmazlığı, çözülmesini sağlamak için tahkim kuruluna taşımak.
→ tahkim kurulu
tahkimat ç. is. (iahki:ma:t) Ar. tahkimat 1. ask. Bir yeri düşman saldırısına karşı koyabilecek duruma getirmek için yapılan türlü haberleşme, hendek, siper vb. savunma tesisleri. 2. Maden yatağında açılan bir kanalın çökmesini önlemek amacıyla sağlamlaştırma.
tahkim kurulu is. huk. Anlaşmazlıktan çözmek üzere oluşturulmuş hakem heyeti.
tahkimli sf Tahkim edilmiş olan.
tahkir is. (tahkiır) Ar. tahkir Aşağılama, onur kırma, onuruna dokunma, tahkir etmek aşağılamak, onur kırmak: "Onu tahkir etmeye, hatta dövmeye kalkıyorlar." -Ö. Seyfettin. tahkire uğramak hakaret görmek.
tahkiye is. Ar. tahkiye esk. 1. Bir olayı anlatmadaki düzen, anlatış düzeni. 2. ed. Anlatı. tahkiye etmek hikâye etmek.
tahlif is. (tahli:f) Ar. tahlif esk. Ant içirme, yemin ettirme.
tahlil is. Ar. tahlil Çözümleme, tahlil etmek çözümlemek, analiz etmek: "Duyduklarımı tahlil etmek lazımsa sevinç, keder gibi hisler değildi." -S. F. Abasıyanık. tahlilden geçirmek gözden geçirmek: "Kalabalığı kısa ve kuş bakışı bir tahlilden geçirelim." -F. R. Atay.
tahlilî sf (tahlv.li:) Ar. tahlili Çözümlemeli.
tahlis is. (tahli:s) Ar. tahliş Kurtarma.
tahlisiye is. (tahli:siye) Ar. tahlişiyye esk. 1. Kurtarma, can kurtarma: "Bir tahlisiye teşkilatı ve nizamnamesi yapmalıyız fikrindeyim. " -R. N. Güntekin. 2. den. Kazaya uğrayan gemilerin yolcularını ve gemi adamlarını kurtarma işi: "Kaptan da dâhil olmak üzere diğer beş kişi, sahil tahlisiye grubunun bütün aramalarına rağmen bulunamadı." -H.Taner.
→ tahlisiye sandalı
tahlisiye sandalı is. den. Kaza sırasında yolcuların kurtarılması için gemi güvertesinde bulundurulan sandal.
tahliye is. Ar. tahliye 1. Boşaltma: Evin tahliyesi iki gün sürdü. 2. huk. Tutukluyu serbest bırakma, tahliye etmek 1) boşaltmak; 2) tutukluyu serbest bırakmak.
→ meşrutert tahliye
tahmil is. (tahmi.i) Ar. tahmil esk. Yükleme.
tahmin is. (tahmi:n) Ar. tahmin 1. Yaklaşık olarak değerlendirme, oranlama: "Ancak yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi." -Ö. Seyfettin. 2. Akla, sezgiye veya bazı verilere dayanarak gelecek bir şeyi, olayı kestirme. 3. Önceden kestirilen, düşünülen şey: Tahminlerinde yanılmaz. tahmin edilmek (veya olunmak) 1) yaklaşık olarak değerlendirilmek; 2) kestirilmek, tahmin etmek 1) yaklaşık olarak değerlendirmek, oranlamak; 2) kestirmek: "Herhangi bir milletten bir elçilik memuru görsem derhâl mesleğini tahmin ederim." -H. E. Adıvar.
→ hava tahminî
tahminci is. Tahmin eden kimse.
→ hava tahmincisi
tahmincilik, -ği is. Tahminci olma durumu, tahminen zf. (tahmi: 'nen) Ar., tahminen Yaklaşık olarak, aşağı yukarı.
tahminî sf. (tahmi:ni:) Ar. tahmini Oranlamaya, tahmine göre, kararlama, aşağı yukarı.
tahmis (I) is. (tahmi:s) Ar. tahmis ed. Divan edebiyatında bir gazelin her beytinin başına üç dize katılması durumu, beşleme.
tahmis (II) is. Ar. tahmis esk. 1. Kahve vb. şeyleri kavurma. 2. Kavrulmuş ve öğütülmüş kahve satan yer.
tahmisçi is. Kuru kahveci.
tahnit is. (tahnv.t) Ar. tahnit esk. Ölüyü, bozulmaması için ilaçlama.
→ tahnit sanatı
tahnit sanatı is. İçi doldurulmuş süs hayvanı maketi yapma sanatı.
tahra is. Far. dehre Bir tür eğri budama bıçağı.
tahribat is. (tahri:ba:t) Ar. tahribat Yıkıp bozma, harap etme.
tahrif is. (tahri:f) Ar. tahrif esk. Bir şeyin aslını bozma, kalem oynatma, değiştirme. tahrif etmek bozmak, değiştirmek: "Ben sözleri tahrif ederek tercüme ettim." -A. Gündüz.
tahrifat is. (tahri:fa:t) Ar. tahrifat Bir şeyin aslını bozma, değiştirme.
tahrik is. (tahr'vk) Ar. tahrik 1. Cinsel isteği, duyguları uyandırma. 2. Bir kimseyi kötü bir iş yapması için ileri sürme, kışkırtma. 3. esk. Yola çıkartma, hareket ettirme, kımıldatma. tahrik etmek 1) kışkırtmak; 2) harekete geçirmek: "Zamanımızın sanatkârını en çok tahrik eden budur." -S. F. Abasıyanık. 3) cinsel isteği, duyguları artırmak.
tahrikat ç. is. (tahri:kâ:t) Ar. tahrikat esk. Kışkırtmalar.
tahrikçi is. Tahrik eden kimse: "Çevre sorunlarının bizde ilk tahrikçisi olmak onuru başkentimiz Ankara 'ya düşüyor." -H. Taner.
tahrikçilik, -ği is. Tahrikçinin işi.
tahril is. (tahrid) Ar. tahrîr'Ğea. esk. Çizgi.
tahrilli sf. 1. Çizgili. 2. Renkli bölümü çizgi çizgi olan (göz).
tahrip, -bi is. Ar. tahrib Yıkma, kırıp dökme, harap etme, bozma: "Ormanları beyhude yere kesilmekten, tahripten kurtaracağım." -S. F. Abasıyanık. tahrip etmek yıkmak, kırıp dökmek, bozmak: "Grev hakkı ve lokavt ... millî serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz. " -Anayasa.
tahripkâr sf. (tahri:pkâ:r) Ar. tahrib + Far. -kâr Yıkıcı, yıkan, zarar veren, tahrip eden.
tahrir is. Ar. tahrir esk. Yazma, kitabet, kompozisyon.
→ tahrir heyeti
tahrirat ç. is. (tahri:ra:t) Ar. tahrirât esk. Resmî bir dairece yazılan yazılar ve mektuplar.
→ tahrirat kâtibi
tahrirat kâtibi is. esk. İlçede resmî yazı işleriyle görevli kimse: "Tahrirat kâtibi, daktilo ile uzun bir sohbete daldı." -S. F. Abasıyanık.
tahriren zf (tahr'v.'ren) Ar. tahriren esk. Yazıyla, yazılı olarak: "Bize tahriren verdiği imzalı cevabında, vapurun limandan çıkmasına kadar nezdimizde alıkoymamızın, hayatını kurtarabileceğim söyledi." -A. Gündüz.
tahrir heyeti is. esk. Yazı kurulu: "İki gazetenin tahrir heyeti buna çare buldular." -H. C. Yalçın.
tahrirî sf. (tahriıri:) Ar. tahriri esk. Yazılı, yazı ile, şifahi karşıtı.
tahriş is. (tahritş) Ar. tahriş 1. Tırmalanma, tırmalama. 2. Yakarak kaşındırma, tahriş etmek tırmalamak, yakmak.
tahsil is. (tahsi'.l) Ar. tahsil 1. Parayı alma, toplama: "İcra yoluyla tahsile gideriz, o sonra parasını geri alır." -B. Felek. 2. Öğrenim: "Oğullarının birini tahsil için İstanbul'a göndermiş, ikisini yanında alıkoymuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. tahsil etmek 1) parayı toplamak: "Önce vergiyi kolay tahsil etmenin vesilesini hazırlasınlar." -B. Felek. 2) öğrenim yapmak, tahsil görmek yükseköğrenimde bulunmak: "İyi tahsil görmüş gençlerden bir grup meydana getiririz." -R. N. Güntekin.
→ yüksek tahsil
tahsilat is. (tahsi:lâ:t) Ar. tahsilat huk. Alacakların toplanması veya süresi içinde ödenmeyenlerin yasal yollarla alınması.
tahsildar is. (tahsilda:r) Ar. tahsil + Far. -dar. 1. Bir kimse veya bir kuruluş adına para toplamakla görevli kimse, alımcı. 2. Vergi toplayan görevli, alımcı, vergici.
tahsildarlık, -ğı is. Tahsildarın görevi.
tahsis is. (-si:si) Ar. tahsis Bir şeyi bir kimseye veya bir yere ayırma, tahsis etmek ayırmak, özgülemek; "Bana üst kattaki yazlık odayı tahsis etmişlerdi." -Y. K. Beyatlı.
tahsisat is. (tahsi:sa:t) Ar. tahsisat 1. Bir kimseye, bir kuruluş veya topluluğa ayrılmış para, ödenek. 2. Bir işi gerçekleştirmek için ayrılmış para: "Sonra tahsisat yoktur, gelecek sene bütçesine para konulacak diye bir lakırtı çıkardılar." -M. Ş. Esendal.
→ tahsisatımesture, ek tahsisat
tahsisatımesture is. Ar. tahsisat + mesture esk. Örtülü ödenek.
tahsisli sf. Bir şeye özgü kılınmış, bir şeye ayrılmış.
→ tahsisli yol
tahsisli yol is. Belediyece görevlendirilmiş toplu taşıma araçları için kentin ana caddelerinde ayrılmış yol şeridi.
tahşiye is. Ar. tahşiye esk. Haşiye yazma, çıkma yapma.
taht is. Far. taht 1. Hükümdarların oturduğu büyük, süslü koltuk: "Mozaikten tapınaklar yapar, tunçtan kaleler, fi dişinden tahtlar kurarmışsın." -R. H. Karay. 2. mec. Hükümdarlık makamı, hükümdarlık, tahta çıkmak hükümdar olmak: "Sultan Süleyman tahta çıkar çıkmaz, babası namına inşa ettirdiği cami 1522'de bitmiş ve halka açılmıştır." -Y. K. Beyatlı. tahttan indirmek hükümdarlığına son vermek.
→ tahterevalli, payitaht
tahta is. Far. tahte 1. Düz, enlice, uzun ve az kaim biçilmiş ağaç: Çam tahtası. Gürgen tahtası. 2. sf. Bu ağaçtan yapılmış: "Bilet toplanan tahta parmaklıktan geçtik." -Ö. Seyfettin. 3. Bu malzemeden oluşmuş yüzey, döşeme: "Yeni silinmiş tahtalar birkaç saniye içinde berbat oldu." -R. N. Güntekin. 4. Sebze bahçelerinde ayrılan küçük yer. 5. Kara tahta, tahtası eksik şaka aklı tam olmayan, şaşkın, alık, budala, tahtaya kaldırmak Öğrenciyi sözlü sınav İçin sınıftaki tahtanın önüne çağırmak, tahtaya kalkmak öğrenci sınıfta kara tahta önüne çıkmak.
→ tahta biti, tahtaboş, tahta göğüs, tahta kaşık, tahta kurdu, tahtakurusu, tahta pamuk, tahta perde, kara tahta, öz tahta, peştahta, suni tahta, taş tahta, bir tahtada, ahenk tahtası, atlama tahtası, aynalık tahtası, borsa tahtası, can tahtası, dama tahtası, deneme tahtası, duyuru tahtası, ekmek tahtası, göğüs tahtası, hamur tahtası, hece tahtası, ilan tahtası, iman tahtası, kapak tahtası, satranç tahtası, sıçrama tahtası, silme tahtası, sofra tahtası, teneşir tahtası, ütü tahtası, yazboz tahtası, yazı tahtası
tahta biti is. zool. Tahtakurusu.
tahtaboş is. Far. tahte-püş Damın, genellikle çamaşır sermeye yarayan ve üstü çinko ile döşeli bulunan düz bölümü, taraça: "Gençler ve çocuklar, birbirinin peşi sıra, konağın dördüncü katındaki tahtaboşa çıktılar." -R. N. Güntekin.
tahtacı is. Orman işletmelerinin izni doğrultusunda ağaçlan işleyen, budayan, doğrayan kişi.
Tahtacı öz. is. Anadolu'da yaşayan bazı Alevilere verilen ad.
tahtacılık, -ğı is. Tahtacı olma durumu.
tahta göğüs, -ğsü is. Çok küçük, kuru ve zayıf göğüs.
tahta göğüslü sf. Çok küçük, zayıf göğüslere sahip: "Bu kızın inceliği, plajlarda moda olan tahta göğüslü, kalçasız mayolulara pek benzemiyor." -H. E. Adıvar.
tahta kaşık, -ğı is. Genellikle şimşir ağacından yapılan, yemek pişirirken, yerken veya halk oyunlarında kullanılan kaşık.
tahta kurdu is. zool. Tahtadan yapılma eşyayı kemirerek delik deşik eden kın kanatlı böcek (Anobiumpunctatum).
tahtakuruları ç. is. zool. Yarım kanatlılardan, pis kokulu, kan emici böcekler topluluğu.
tahtakurusu is. zool. Yarım kanatlılardan, uzunluğu 3-5 mm, vücudu oval ve yassı, kanatları körelmiş, oturulan, yatılan yerlerde üreyen, kan emerek beslenen, pis kokulu böcek, tahta biti (Cimex lectularius): "Tahtakurusu yüzünden çok defa kompartımanlarda uyunmazdı." -F. R. Atay.
tahtalaşma is. Tahtalaşmak işi veya durumu.
tahtalaşmak (nsz) Tahta durumuna gelmek.
tahtalı sf. 1. Tahtası olan. 2. Tahtalı güvercin.
→ tahtalıköy
tahtalıköy is. argo Mezarlık, sinlik. tahtalıköyü boylamak ölmek.
tahta pamuk, -ğu is. Döşemecilikte kullanılan bir dolgu ve örtü malzemesi.
tahta perde is. İki yeri birbirinden ayıran tahta duvar: "Tahta perde ile çevrilmiş küçük bir bahçeleri vardı." -H. E. Adıvar.
tahtelbahir, -hri is. Ar. tahte + bahr ask. esk. Denizaltı: "Arkadaşım tahtelbahirler gibi bata çıka vapurla yarış yapmaya çalışan yunus balıklarını göstererek..." -Ö. Seyfettin.
tahterevalli is. (tahterevalli) 1. İki ucuna birer kişi oturup karşılıklı olarak havada yükselip inerek eğlenmeyi sağlayan, ortasından bir yere dayalı tahta veya metal araç, çöğüncek. 2. tkz. Kaçık, deli: "Sözün misali, tahterevallidir bir parça akıl tarafından." -O..C. Kaygılı.
tahteşşuur is. (ta'hteşşuur)'Ar. tahte + şu'ür psikol. esk. Bilinçaltı.
tahtırevan is. Far. taht + revân Omuzda veya deve, fil, at vb. hayvanlara yüklenerek götürülen, üstü örtülü, insan taşman araç.
tahvil is. (tahvili) Ar. tahvil 1. Devletin veya özel bir kuruluşun ödünç para almak için çıkardığı, yıllık faiz getiren yazılı senet. 2. esk. Değiştirme, çevirme, döndürme, dönüştürme. tahvil etmek dönüştürmek: "Bu da derde deva olmayınca zemin katını bakkal dükkânına tahvil etti." -Ö. Seyfettin.
→ devlet tahvili
tahvilat ç. is. (tahvi:lâ:t) Ar. tahvilât; tahvil' in çokluk biçimi esk. Tahviller.
taife is. bk. tayfa.
tak (I) is. Tahta vb. bir şeye vurulduğunda veya silah patlayınca çıkan tok ve sert ses.
→ tak tak, tak tuk
tak (II) is. (ta:k) Ar. tak Millî bayramlarda veya Önemli bir olayı anmak için düzenlenen şenliklerde, geçit yapılacak caddelere geçici olarak kurulan, yazılar ve çiçeklerle süslenen kemer: "Şimdi istanbul taklarının yeşil taflanları altından gaziler geçiyor." -F. R. Atay.
taka is. (ta'ka) 1. den. Doğu Karadeniz bölgesine özgü yelkenli bir tür kıyı teknesi: "Taka ile deniz yolculuğunun nasıl geçtiğini anlatmayacağım." -E. E. Talu. 2. mec. Bozuk, zor çalışan veya eski kara taşıtları için kulandan bir söz.
takacı is. Taka işleten kimse.
takacılık, -ğı is. Takacının işi.
takaddüm is. Ar. takaddüm esk. Öncelik. takaddüm etmek öncesine gelmek, öncesinde yer almak: "İşgale takaddüm eden günlerde çevirdikleri fırıldakları..." -A. İlhan.
takallüs is. Ar. takallüs esk. Büzüşme, kasılma. takallüs etmek büzüşmek, kasılmak: "Beynim uğulduyor, gözlerimin havası kıvılcımlanıyor, parmaklarım takallüs ediyor. " -A. Gündüz.
takanak, -ğı is. hlk.,1. Alacak, borç. 2. İlişki.
takarrüp, -bü is. Ar. takarrub esk. Yakınlaşma, yaklaşma, yanaşma.
takarrür is. Ar. takarrür esk. 1. Bir yerde karar kılma, yerleşme. 2. Karar verilme.
takas is. Ar. takâşş 1. Mal alıp karşılığında mal vererek ödeşme, trampa. 2. tic. İki ülke arasında yapılan alışverişin karşılıklı olarak malla Ödenmesi, kliring, takas (veya takas tukas) etmek sayışmak, değiştirmek.
takat, -ti is. (ta:kat) Ar. takat Bir şeyi yapabilme, başarabilme gücü, güç, hâl, derman, kuvvet: "Hareket edebilecek ne vasıtamız ne takatimiz vardı." -A. Gündüz, takat getirmek dayanmak, katlanmak, takati kalmamak (veya kesilmek) gücü azalmak, bitmek: "Sonra, artık takati kesilmiş gibi kendini bıraktı." -R. N. Güntekin. takati yetmemek gücü yeterli olmamak: "Günahlarımızın icmaline gelince ben tutamam, takatim yetmez." -A. İlhan.
→ takat sınırı
takatli sf. Güçlü, dayanıklı.
takat sınırı is. sp. Başarım.
takatsiz sf. Takati kalmamış, yorgun, argın, dermansız, kudretsiz, mecalsiz: "Bir ağacın altında hasta, takatsiz, ölü gibi yatıyorum." -S. F. Abasıyanık.
takatsizlik, -ği is. Takatsiz olma durumu: "Takatsizlik ve üzüntünün sebep olduğu bir buhrandı bu." -R. H. Karay, takatsizlik duymak güçsüz ve kuvvetsiz kaldığını anlamak: "Yere uzanmak isteyecek kadar vücudunda takatsizlik duyuyordu." -P. Safa.
takatuka is. (takatu'ka) 1. Gürültü patırtı. 2. Basımevlerinde dizilmiş harfleri iyice yerleştirmek için üzerlerine vurmaya yarar takoz. 3. esk. Odanın ortasına yerleştirilen, uzun tütün çubuklarının külünün döküldüğü çanak.
takayyüt, -dü is. Ar. takayyud esk. 1. Bağlı olma, bağlanma. 2. Üstüne düşme, özen gösterme.
takaza is. Ar. takaza Azarlama, başa kakma: "Siz şimdi, bu yavan takazaları bir kere daha, ya sabır çekerek dinlemek zorunda kalırsınız." -H. Taner, takaza etmek azarlamak, serzenişte bulunmak, başa kakmak.
takbih is. (takb'v.h) Ar. takbih esk. Kınama, ayıplama, takbih etmek kınamak, ayıplamak.
takdim is. (takdi:m) Ar. takdim 1. Bir şeyi karşılıksız olarak birine verme, sunma. 2. Tanıtma, tanıştırma. 3. Öne alma, önceye alma. takdim edilmek (veya olunmak) 1) sunulmak; 2) tanıtılmak, tanıştırılmak: "... nihayet Mehmet Akif Bey'e de takdim edildim." -Y. Z. Ortaç, takdim etmek 1) sunmak: "İlk karşılık olarak şunu takdim edeyim." -R. H. Karay. 2) tanıtmak, tanıştırmak: "Seni bu gece bizim eski diplomatımıza takdim edeceğim." -Ö. Seyfettin. 3) önceye almak, öne almak, öncelemek.
→ takdim tehir
takdimci is. 1. Tanıtmacı. 2. Sunucu.
takdimcilik, -ği is. 1. Tanıtmacılık. 2. Sunuculuk.
takdim tehir is. esk. Bir sözün iki öğesi arasında yer değişimi.
takdir is. (takdir) Ar. takdir 1. Beğenme, beğenip belirtme, değer verme: "... herkesin takdirini kazanarak yükselmek ümidi bizi işimizin başına koşturuyor." -Ş. Rado. 2. Bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini anlama. 3. Takdirname. 4. Değer biçme: Yapının takdirim bilirkişi yaptı. 5. Kitle iletişim araçlarında izlenme oram. 6. "Bu, şu, o" gösterme sıfatlarıyla kalma durumunda kullanıldığında "O durumda, böyle olunca" anlamlarında durum veya şart bildiren bir söz: "Bu takdirde hem kendilerini hem de milleti iğfal etmiş olurlar." -Atatürk. 7. din b. Tanrı'nın uygun görmesi, Tanrı'nın isteği, kader: "Takdirle yazılan tedbirle bozulmaz. " -Atasözü, takdir etmek (veya eylemek) 1) beğenmek: "Ama içinden yine onu takdir etmekten de geri kalmazmış." -A. Ş. Hisar. 2) önemini, gerekliliğini, değerini anlamak: "Yarın pazar karıcığım / işe gitmek var, takdir edersin." -C. S. Tarancı. 3) değer biçmek, değerlendirmek, takdir olunmak 1) beğenilmek; 2) değeri, önemi, gereği anlaşılmak; 3) değeri biçilmek, (birinin veya birilerinin) takdirini kazanmak bir kimse veya bir topluluk tarafından beğenilmek: "İhtimal ki, senin alın yazında şunlar yazılıydı: Alemin saygı ve takdirini kazanmış bir adam olacaksın." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ takdir hakkı, takdiriilahî, takdirname, takdir yetkisi, ezelî takdir
takdir hakkı is. huk. Kanunun belirlediği durumlarda yargıca tanınan değerlendirme serbestliği, takdir yetkisi.
takdiriilahî is. (takdiriilâ:hi:) Ar. takdir + ilâhi Yazgı.
takdirkâr sf (takdirkâ:r) Ar. takdir + Far. -kür Takdir eden, beğenen, hayran: "Babam Ahmet Midhat Efendi'nin pek büyük takdirkârı idi."-U. C. Yalçın.
takdirname is. (takdirna:me) Ar. takdir + Far. nâme 1, Yapılan bir işin beğenildiğini belirtmek amacıyla verilen yazılı belge, takdir. 2. Okullarda belli bir basan düzeyinin üzerine çıkan öğrenciye karnesiyle birlikte verilen belge, takdir.
takdir yetkisi is. huk. Takdir hakkı.
takdis is. (takdis) Ar. takdis Kutsal sayma, kutsama, takdis etmek mübarek, kutlu, aziz kılmak, kutsamak: "Kemerlerindeki kurşunların her birisini ayrı ayrı takdis ettim." -M. Ş. Esendal.
takeometre is. (takeome'tre) Fr. tacheometre Düzenlenmiş arazinin yüz ölçümünü bulup planını yapmaya yarayan alet.
takı is. 1. Çoğunlukla evlenen veya nişanlanan birine armağan olarak verilen küpe, bilezik, yüzük, zincir gibi şeylerin tümü. 2. Kadınların ziynet eşyası. 3. dbl. İsmin başka bir kelime ile ilgi kurmak üzere aldığı durum eki: Türkçede -i, -e, -de, -den, -in ekleri birer takıdır. 4. dbl. Cümleler ile kelimeler arasında ilişki kurmaya yarayan kelimeler: Türkçede ile, göre birer takıdır.
takılgan sf. İnsanı, şaka yollu üzecek veya uğraştıracak davranışlarda bulunmayı huy edinmiş olan, muzip.
takılganlık, -ğı is. Takılgan olma durumu, muziplik.
takılı sf. Takılmış, tutturulmuş, asılmış.
takılış is. Takılma işi veya biçimi.
takılma is. Takılmak işi: "Kuru gevezeliği aşmayan türden takılmalar ile uzayıp giden komediler..." -N. Cumalı.
takılmak (nsz) 1. Takma işi yapılmak: "Kendisine bu ad takılmış, takıldığı gibi de kalmıştır."-M. Ş. Esendal. 2. Denge bozulacak bir biçimde bir yere dokunup aksaklık ortaya çıkmak: "Önünü çok iyi göremeyen hayvanın ayağı bir taşa takıldı." -O. C. Kaygılı. 3. (-e) Bir yerde bir süre kalmak: "İğne bir müddetten beri plağın bozuk yerine takılmış, ha babam ha, bir melodiyi tekrar edip duruyordu." -H. Taner. 4. Olumsuz veya aksayan, eksik bir yanını görerek üstünde durmak: "Bu soru kafasına takıldıkça gülüşü mide spazmı geçirir gibi oluyordu." -T. Buğra. 5. mec. Kızdırmak, üzmek, şaşırtmak amacıyla şaka yollu konuşmak: "İstasyon memuru onun şehre seyrek indiğini bildiğinden her seferinde takılır." -H. Taner. 6. argo Karşı cins ile ilişki kurmayı veya arkadaş olmayı istemek, takılıp kalmak 1) oyalanmak; 2) bakışlarını ayıramamak: "Bekçi çekildi gitti. Fakat çocuğun gözleri pencereye takılıp kalmıştı." -H. E. Adıvar.
takım is. 1. Bir işte veya bir yerde kullanılan eşya ve aletlerin tamamı, ekipman. 2. Meslek, davranış, durum vb. yönlerden birbirine uyan kimselerin oluşturduğu topluluk. 3. Görev bakımından birbirini tamamlayan kimselerin topluluğu, grup, ekip, trup: Orta oyunu takımı. 4. Birbirini tamamlayan şeylerin tümü: "Kadın kahve takımlarını alıp çıktı." -N. Cumalı. 5. Sigara ağızlığı. 6. Aşağılayıcı ve küçümseyici anlamda topluluk: "Anlaşıldı, Sabit Bey ağabey takımı, Sinekli Bakkal Sokağı'ndan geçerken artık sağa sola bakmaz, kimseye omuz vurmaz oldu."-H. E. Adıvar. 7. Benzer, gibi: "... bu takım düşünceler arasında, dün sütçüye verilen paranın üstünün eksik geldiğini de hatırlıyor." -M. Ş. Esendal. 8. ask. Bölüğü oluşturan birliklerden her biri: "Bu binayı merkez taburundan bir takım bekleyecek." -Ö. Seyfettin. 9. biy. Canlıların bölümlendirilmesinde familya ile sınıf arasında yer alan, yakın benzerlikler gösteren organizmaların oluşturduğu birlik. 10. sin. ve TV Bir filmin çevriminde görüntüleri alma, aydınlatma, ses alma gibi belli başlı çalışmaları yapmak için gerekli en küçük teknikçiler topluluğu. 11. sp. Bir oyunda sahaya çıkan belli kuruluşlara bağlı oyuncular topluluğundan her biri. 12. sp. Birlikte oynayan, kazanmak için birlikte çalışan sporcu topluluğu. takım tutmak spor takımlarından birini desteklemek.
→ takımada, takım erki, takım oyunu, takım takım, takım taklavat, takımyıldız, alt takım, asım takım, birtakım, millî takım, ayak takımı, banyo takımı, beyin takımı, caz takımı, çamaşır takımı, çatal bıçak takımı, çay takımı, çengi takımı, hamam takımı, kahve takımı, kapak taktım, kaymak takımı, koşum takımı, lamekân takımı, makyaj takımı, mehter takımı, olta takımı, satranç takımı, sayaç takımı, saz takımı, servis takımı, sıfat takımı, sofra takımı, sonuç takımı, tamir takımı, tuvalet takımı, uyku takımı, yatak takımı, yazı takımı, iniş takımları
takımada is. coğ. Birbirine yakın büyüklü küçüklü birkaç adanın tümü.
takım erki is. sos. Oligarşi.
takım oyunu is. 1. sp. Oyuncuları belli sayıda olan takımlarla yapılan spor türü: Futbol, basketbol bir takım oyunudur. 2. mec. Bir işi paylaşarak ve ortaklaşa yapma.
takım takım zf. Küçük topluluklar durumunda: "Kadın, kız, ihtiyar takım takım geliyorlar. " -A. Gündüz.
takım taklavat is. 1. Hepsi, hep birlikte: "Pencerelerin arkasında silme yıldız bir temmuz gecesi, takım taklavatıyla, görkemli bir donanma şenliği gibi kuruluyor." -A. İlhan. 2. Araç gereçler, parçalarıyla birlikte takım: "İşe giderken takım taklavat dolu valizimizi tramvaya alırlar mı diye korka korka sorduk." -B. R. Eyuboğlu. 3. argo Erkeğin cinsel organları.
takımyıldız is. astr. Birbirine göre durumları her zaman aynı kalan komşu yıldızlar topluluğu.
takınak, -ğı is. psikol. Bilince takılarak korku ve bunalım yaratan, kişinin çabalarına karşın kurtulamadığı düşünce.
takınaklı sf. Takmakları olan (kimse).
→ takınaklı davranış
takınaklı davranış is. psikol. Bilince takılan ve bütün kurtulma uğraşılarına karşı direnen bir düşüncenin yarattığı davranış.
takınaksız sf. Takınağı olmayan (kimse).
takınma is. Takınmak işi.
takınmak (nsz) 1. Kendine takmak. 2. (-i) mec. Bir nitelik veya durum almak: "Takındığı bu sıfatı boynundaki kravattan fazla mühimsediği de yoktu." -F. R. Atay.
takıntı is. 1. Bir durum ve sorunla ilişkisi olan başka durum veya sorun: "Uykum kaçınca aklım bir şeye takılır ve o takıntıyı savuşturuncaya kadar gözüme uyku girmez." -B. Felek. 2. Bütünlemeye kalınan ders. 3. Küçük, önemsiz borç. 4. mec. Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük. 5. argo Bir kimseyle kurulan ilişki. 6. hlk. Kadın takıları.
takıntılı sf. Takıntısı olan.
takıntısız sf. Takıntısı olmayan.
takırdama is. Takırdamak işi.
takırdamak (nsz) "Takırtı" sesi çıkarmak: "Yıldız'ın beyaz dişleri belli belirsiz takırdıyordu." -A. Gündüz.
takırdatma is. Takırdatmak işi.
takırdatmak (-i) Takırdamasına yol açmak, takırdamasına sebep olmak.
takır takır sf 1. Sert ve kuru: Takır takır bir ekmek. 2. zf. "Takırtı" sesi çıkararak: "Etrafından, üstü başı perişan, takır takır, takunyalı adamlar geçiyordu." -Ö. Seyfettin. 3. zf. Sert ve kuru biçimde.
takırtı is. Bir şeyin çıkardığı kuru ve sert ses: "Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katının da kımıldadığını duyardık." -Ö. Seyfettin.
takır tukur sf. 1. Sert ve kuru. 2. zf Kaba bir "takırtı" sesi çıkararak: Gece vakti takır tukur eşyanın yerini değiştirmeye kalktı. 3. zf. Sert ve kuru biçimde.
takışma is. Takışmak işi.
takışmak (-i, -le) 1. Birbirine takılmak. 2. Anlaşmazlığa düşmek, kavgaya tutuşmak, ağız kavgası yapmak.
takıştırma is. Takıştırmak işi.
takıştırmak (nsz) Küpe, bilezik, yüzük vb. süs eşyasını çokça takmak.
takibat is. (ta:ki:ba:t) Ar. ta'lfibât Kovuşturma: "Hakkımda takibat yapılacağından korkmayarak size anlatabilirim." -B. Felek.
takiben zf. (ta:ki:'ben) ta'kıben 1. Ardından. 2. İzleyerek, hemen sonra: "Cumhuriyet Başsavcılığı, kurulan partilerin ... Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını takiben ve öncelikle denetler." -Anayasa.
takigraf is. Fr. tachygraphe Hızölçer.
takim is. (ta:ki:m) Ar. ta'kim esk. 1. Verimsiz duruma getirme, sonuçsuz bırakma, kısırlaştırma. 2. Mikrobundan arıtma.
takimetre is. (takime'tre) Fr. tachymetre Hareket durumundaki bir cismin hızını ölçmeye yarayan alet.
takip, -bi is. (ta:ki:p) Ar. ta'kıb 1. Yetişmek, yakalamak veya bulmak amacıyla birinin arkasından gitme, izleme: "Hazım Aslan'ı, bir polis hafiyesi gibi günlerce takipten sonra bulmaya muvaffak oldum." -H. E. Adıvar. 2. Ardınca gitme veya gelme: Çocuk, babasının kendisini takibinden memnun olmadı. 3. Kovuşturma, kovuşturulma: Savcılık, basın suçlarının takibinden sorumludur. 4. mec. İzinden gitme, uyma, izleme: Atatürk'ün düşüncelerini takip, gençliğin başlıca amacıdır. 5. ask. Geri çekilmekte olan düşmanı yenmek, yok etmek için yapılan hareket, takip etmek 1) yetişmek, yakalamak veya bulmak amacıyla birinin arkasından gitmek, izlemek: "Kocası okurken gözleriyle satırları takip ediyor, elleriyle boncuk çantasını ovalıyordu." -Ö. Seyfettin. 2) belli bir yöne gitmek: Bu yolu takip ederseniz eve varırsınız. 3) uymak, bir şeyi izlemek: Modayı takip etmek. 4) dikkatle dinlemek, anlamak: Öğretmenin anlattıklarını takip etmek. 5) kovuşturmak; 6) hemen arkasından gelmek: "Bu hoyrat düşünceleri bir şimşek süratiyle taban tabana zıt fikirler takip ediyor." -H. Taner.
→ yakın takip
takipçi is. Takip eden, izleyen kimse.
takipçilik, -ği is. Takipçinin işi.
takipsiz sf. 1. Üzerinde durulmayan, takip edilmeyen. 2. zf. Takip edilmeksizin, takip edilmeyerek: Hiçbir iş takipsiz yürümüyor.
takipsizlik, -ği is. Takipsiz olma durumu.
→ takipsizlik kararı
takipsizlik kararı is. huk. Herhangi bir suçtan ötürü sanık durumunda olan bir kimse için kovuşturmadan vazgeçme kararı.
takiye is. Ar. takiyye 1. Mezhep belirtmeme, gizleme. 2. mec. Olduğundan farklı görünme. 3. esk. Sakınma, çekinme, takiye yapmak 1) sakınmak, çekinmek; 2) olduğundan farklı görünmek.
takkadak zf. (ta'kkadak) Birden, anında, hemen.
takke is. Ar. takiye 1. İnce kumaştan dikilmiş veya ipten örülmüş, çoğunlukla yarım küre biçiminde başlık: "Yatarken beyaz gecelik entarisini giyer ve başına da küçücük gecelik takkesini geçirirmiş." -A. Ş. Hisar. 2. mim. Yarım küre biçimindeki kubbenin üst bölümü, takke düştü, kel göründü bir ayıbı örten şey ortadan kalktığı zaman gerçeğin ortaya çıktığını anlatan bir söz.
takkeli sf. Takkesi olan.
takkesiz sf Takkesi olmayan.
takla is. 1. Elleri yere koyduktan sonra ayaklan kaldırıp vücudu üstten aşırtarak öne veya arkaya yapılan dönme hareketi. 2. Otomobil, kamyon vb. devrilip yuvarlanma. 3. Uçak, güvercin vb.nin uzunlamasına veya yanlamasına dönme hareketi, takla atmak 1) takla hareketini yapmak; 2) mec. çok sevinmek: "Biz senin yaşındayken iki altına takla atardık." -F. R. Atay. 3) mec. bir kimseye yaranmak için onun hoşuna giden davranışlarda bulunmak, dalkavukluk etmek. takla attırmak 1) bir şeyi dilediği gibi beceriyle kullanabilmek: "Sizin için Türkçenin cambazıdır, kafiyelere taklalar attırır, dedi. " -Y. Z. Ortaç. 2) birine istediği her şeyi yaptırmak.
→ tepetakla, yıldırım takla
takla böceği is. zool. Km kanatlılardan, sırtüstü çevrildiğinde göğsündeki özel bir organın yardımıyla takla atarak düzgün durma yeteneğinde olan ve tel kurdu denilen kurtçukları dolayısıyla önem taşıyan böcek (Agriotes lineatus).
takla böcekleri ç. is. zool. Takla böceği türlerini içine alan kın kanatlılar familyası.
taklacı is. Takla atan kimse.
taklidi sf. (takli:di:) Ar. taklidi Taklit yoluyla yapılan.
→ taklidi kelime
taklidi kelime is. dbl. Yansıma.
taklip,-bi is. (taklib) Ar. taklib esk. 1. Döndürme, çevirme. 2. Bir şeyin biçim ve kalıbını değiştirme, taklip etmek bir şeyin biçim ve kalıbını değiştirmek, evirmek.
taklit, -di is. (-li:di) Ar. taklıd 1. Belli bir örneğe benzemeye veya benzetmeye çalışma. 2. Birinin davranışlarını, konuşmasını tekrarlayarak eğlenme: "Hele taklitleri? -Kadın taklidi, Arap taklidi hepsini birbirinden güzel yapıyordu."'-Y'. Z. Ortaç. 3. Benzetilerek yapılmış şey, imitasyon. taklit etmek 1) bir şeyin sahtesini, yalancısını yapmak, benzetmek; 2) bir kimseye veya bir şeye benzemeye çalışmak: "Taklit etmeyeceğine, kopya olmaktan, andırmaktan tiksindiğine göre bilmesinin faydası yoktu." -T. Buğra, taklidini yapmak 1) bir şeyin veya kimsenin konuşmasını, davranışını komik bir biçimde tekrarlamak: "Annesinin, babasının taklitlerini yapıyordu." -Ç. Altan. 2) öykünmek.
taklitçi is. 1. Bir şeyin benzerini yapan kimse. 2. Birinin yaptıklarını, davranışlarını aynen yapmaya çalışan kimse. 3. Birinin veya bir şeyin davranışlarını, konuşmalarını tekrarlayarak eğlendiren kimse, mukallit.
taklitçilikti is. Taklitçi olma durumu: "Son yıllarda bütün geçiş devresinin taklitçiliği, çirkinliği arasında yeni bir Türk kızı örneği yetiştiğini görüyordu." -H. E. Adıvar.
taklit mobilya is. Antika mobilyanın özelliklerini aynen uygulayarak sonradan yapılan mobilya.
takma is. 1. Takmak işi. 2. sf. Gerçeğinin yerine konulan, eğreti: "Bu takma siyah saçla ... şakaklarında sallanan ... bukleler yanaklarına ters düşüyor." -H. E. Adıvar.
→ takma ad, takma ayak, takma bacak, takma diş, takma isim, takma kirpik, takma kol, takma saç
takma ad is. ed. Kendi adından başka eğreti alınan ad, takma isim, mahlas.
takma ayak, -ğı is. Kesilen, kopan bir ayağın yerine takılmak üzere ağaç, plastik vb. bir maddeden özel olarak yapılmış ayak.
takma bacak, -ğı is. Takma ayak.
takma diş is. Gerçek diş yerini tutabilecek biçimde yapılmış eğreti diş.
takma isim, -smi is. Takma ad.
takmak, -ar (-i, -e) 1. Bir şeyi başka bir yere uygun bir biçimde tutturmak, iliştirmek, geçirmek: "Gözlüğünü takıp masaya eğildi." - R. H. Karay. 2. Düğün vb. törenlerde takı armağan etmek: Geline pırlanta yüzük takmışlar. 3. Ad, lakap koymak: "Ona bu adı kim takmıştır, ne zaman takmıştır, bilemiyor. " -H. Taner. 4. Kuşanmak: Kılıç takmak, 5. Kendisiyle birlikte götürmek, yanına almak veya arkasından izletmek: "Arabaya hafiye kıyafetinde polis memurları da takıyorlar." -Y. Z. Ortaç. 6. mec. Biriyle olumsuz olarak uğraşmak. 7. argo Borç bırakmak: "Bu eve asilzadelerin biri girip öteki giderdi. Giden kirayı takar, gelen ortalığı kasıp kavururdu." -P. Safa. 8. argo Önemsemek, önem vermek, tınmak: O kimseyi takmaz. 9. (-den, -de) argo Sınavını başaramamak. takıp takıştırmak özenerek süslenmek: "Kız, kalk giyin, tak takıştır, diyor. " -H. E. Adıvar.
→ asım takım
takma kirpik, -ği is. Kirpik yerine takılan ve kirpik yerini tutan eğreti kirpik.
takma kol is. Kesilen, kopan bir kolun yerine takılan yapma kol.
takmamazlık, -ğı is. Takmazlık.
takma saç is. Farklı görüntüye sahip olmak için değişik renk ve boyda yapılarak başa takılan saç, peruk.
takmazlık, -ğı is. Dikkate veya ciddiye almama, umursamama, takmamazlık: "Sakal onun için bir çeşit özgürlük, doğallık, kimseyi takmazlık ve filozofluk bayrağı idi." -H. Taner.
takograf is. İng. tachograph Takometre.
takometre is. İng. tachometer 1. Motorlu araçlarda hız ölçiim aygıtı, takograf. 2. sin. ve TV Kameraya takılan ve çekim sırasında geçen kare sayısını ölçen aygıt.
takoz is. Yun. 1. Bir eşyanın altına kıpırdamadan dik durması için yerleştirilen ağaç kama, kıskı. 2. Bir taşıtın kaymaması, kımıldamaması için tekerlekleri altına yerleştirilen tahta, plastik vb. engel. 3. Çivi çakmak için duvarın içine yerleştirilen ağaç parçası. 4. Kızaktaki geminin, üstünde oturduğu ağaçlardan her biri. 5. Lakerda yapılmak için kesilmiş torik balığı parçası. 6. argo Kaba saba insan, takoz koymak 1) aracın hareketini önlemek için tekerleklerden birinin önüne veya arkasına takoz yerleştirmek, takoz atmak; 2) argo olacak işi engellemek.
→ yastık takoz, çıkış takozu
takozlama is. Takozlamak işi.
takozlamak (-i) Takoz koymak.
takriben zf. (takri. 'ben) Ar. takriben esk. Aşağı yukarı, yaklaşık olarak: "Bendeniz istasyondan burasını ölçmedim ya! Takriben söyledim." -M. Ş. Esendal.
takribi sf (takri. bi:) Ar. takribi esk. Yaklaşık.
takrip, -bi is. (takri.p) Ar. takrib esk. Yaklaştırma.
takrir is. (takri. r) Ar. takrir esk. 1. Yerleştirme, yerleştirilme. 2. Anlatma, anlatış, ders verme: "Dersi kitaptan mı takip ediyorlar, yoksa takrirden mi?" -H. Taner. 3. Önerge. 4. huk. Tapu dairesinde taşınmaz malını başkasına sattığını veya ipotek ettiğini söyleme. takrir etmek ders anlatmak, takrir vermek 1) satışlarda sattığını söylemek; 2) önerge vermek.
takriz is. (-ri:zi) Ar. takriz ed. Övme, övüş, bir eserin başına konulan yetkili bir kimsenin yazdığı, övücü tanıtma yazısı, beğence.
taksa is. (ta'ksa) Lat. taxa Pulu yapıştırılmadan veya eksik yapıştırılarak gönderilen mektup için, alıcının cezalı olarak ödediği posta ücreti.
→ taksa pulu
taksalı sf. Pulu yapıştırılmadığı veya eksik yapıştırıldığı için parası, cezasıyla birlikte kendisine gönderilen kimseden alınan (mektup).
taksa pulu is. Taksalı mektuplara yapıştırılan pul.
taksi (I) is. (ta'ksi) Fr. taxi Belli bir ücret karşılığı yolcu taşıyan, taksimetresi olan otomobil: "Taksi bir karışıklığın çıktığım görünce hemen gazlayıp uzaklaştı." -Ç. Altan. taksi çevirmek hareket hâlindeki taksiyi bir yere gitmek için durdurmak: "İbrahim caddeye çıkar çıkmaz bir taksi çevirdi." -A. Ilhan.
→ radyo taksi
taksi (II) is. Fr. taxie biy. Göçüm.
taksici is. Geçimini taksi işleterek sürdüren kimse.
taksicilik, -ği is. Taksicinin işi.
taksim is. Ar. taksim 1. Parçalara bölme, bölüştürme: "Bu antlaşmalar, Osmanlı Devleti'nin taksimim öngörüyordu." -A. İlhan. 2. mat. esk. Bölü bölme. 3. müz. Klasik Türk müziğinde faslın başında ve ortasında çalgıcının içinden geldiği biçimde yaptığı müzik: "Davullar çalarken, kemanlar taksim yapıyor, kanunlar derin bir ezgi ile titreşirken bando coşuyor." -A. Gündüz, taksim etmek 1) bölmek, bölüştürmek, pay etmek; 2) kısa bir süre çalgı çalmak.
→ Allah taksimi, kul taksimi
taksimat ç. is. (taksi:ma:t) Ar. taksimat esk. Bölüntüler.
taksimetre is. (taksime'tre) Fr. taximetre Taksilerde kullanılan, ödenecek ücreti gösteren sayaç.
taksir is. (taksi:r) Ar. taksir esk. 1. Kısaltma, kısma. 2. Kusurda bulunma. 3. huk. Dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslekte acemilik veya düzene, buyruklara ve talimata uymazlıktan doğan kusurlu olma durumu: "Elbette bir taksirimiz varmış ki, çekiyoruz. Bugünleri de görmek mukaddermiş." -M. Ş. Esendal.
taksirat ç. is. (taksi:ra:t) Ar. taksirat esk. Kusurlar, suçlar: "İnsan gene kendi taksiratı yüzünden normal ömrünü yaşayamaz oldu." -B. Felek.
taksirli sf. Kusurlu.
→ taksirli suç
taksirli suç is. huk. Dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslekte acemilik veya düzene, buyruklara ve talimata uymazlıktan doğan, istemeyerek gerçekleştirilen suç.
taksit is. Ar. taksit Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi gerekli olan parçalarından her biri: "Sen nasıl olsa memursun, taksitle her şeyi alabilirsin.” -Ç. Altan. taksit ödemek (veya vermek) belli zamanda ödeme şartlarına bağlanmış bir paranın bir bölümünü vermek, taksite bağlamak bir şeyi belli aralıklarla, belli miktarlarda ödeme şartlan ile almak veya satmak.
taksitlendirilme is. Taksitlendirilmek işi.
taksitlendirilmek (nsz) Taksitli duruma getirilmek.
taksitlendirme is. Taksitlere bağlama: "Kanun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hâllerde taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz. " -Anayasa.
taksitlendirmek (-i) Taksitlere bağlamak.
taksit taksit zf. 1. Taksitlere bağlanarak, taksitle. 2. Az az, bölüm bölüm, kısım kısım.
taksonomi is. Fr. taxonomie zool. Canlıların sınıflandırılması, bu sınıflandırmada kullanılan kurallar bütünü.
takt is. Fr. tact Yerinde konuşma veya davranma.
→ takt sahibi
tak tak is. 1. Vurma, çarpma sırasında çıkan ses. 2. zf. "Tak" sesi çıkararak.
taktırma is. Taktırmak işi.
taktırmak (-i, -e) Takma işini yaptırmak: "Çocukken ön dudaklarından fırlayan iri dişi söktürmüş, yerine iki altın diş taktırmıştı." -R. N. Güntekin.
takti is. (takti:) Ar. takti' esk. 1. Kesme, parçalama. 2. ed. Aruz ölçüsünde bir dizeyi ölçünün parçalarına göre ayırma, takti etmek 1) parçalara ayırmak; 2) ed. aruz ölçüsünde bir dizeyi ölçünün parçalarına göre ayırmak.
taktik, -ği is. Fr. tactique 1. ask. Türlü savaş araçlarını belli bir sonuca ulaşmak amacıyla etkili biçimde birleştirerek ve kullanarak kara, deniz veya hava savaşını yönetme sanatı. 2. mec. İstenen sonuca ulaşmak amacıyla izlenen yol ve kullanılan yöntemlerin tümü: "Hayatında ilk ve son defa başvurduğu taktik de bu oldu." -T. Buğra, taktik vermek çeşitli sorunlarda sonuca ulaşmak için yol ve yöntem göstermek: "Artık yapacak işleri kalmamış da, afyon kaçakçılarına, karaborsa gangsterlerine taktik vermeye kalkmışlar." -H. E. Adıvar.
taktikçi is. Taktikle uğraşan kimse: "Her şeyden evvel maharetli bir taktikçidir." -Y. K. Karaosmanoğlu.
taktir is. (takt'v.r) Ar. taktir esk. Damıtma, imbikten çekme, taktir etmek damıtmak.
takt sahibi is. Davranış ve sözlerinde uygunluk arayan.
tak tuk is. 1. Vurma, çarpma sırasında çıkan ses. 2. z,f. Vurma, çarpma sırasında "tak" sesi çıkararak.
takunya is. (taku'nya) Yun. Hamam gibi zemini ıslak yerlerde kullanılan, ağaçtan yapılmış bir tür terlik, nalın: "Bayramlarda ayağında takunya ile bayram yerlerine gittin. " -R. N. Güntekin.
takunyacı is. Takunyacılık işini yapan kimse, nalıncı.
takunyacılık, -ğı is. Takunyacının işi veya mesleği, nalıncılık.
takunyalı sf. 1. Takunyası olan, nalınlı: "Başı yemenilı, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu." -R. H. Karay. 2. mec. Siyaseti dinî kurallara göre yapmak isteyen kimse.
takunyasız sf. Takunyası olmayan, nalmsız: "Daha dün Sülüklü'nün çamurları İçinde takunyasız dolaşan herifi, geçen gün özel bir otomobilde gördüm." -H. E. Adıvar.
takva is. (takva:) Ar. takva esk. 1. Allah'tan korkma. 2. Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getirme, züht.
takvim is. Ar. takvim 1. Zamanı yıllara, aylara ve günlere ayıran yöntem. 2. Bir yılın günlerini, aylarını, sayılı günlerini gösteren, değişik biçimlerde yapılmış çizelge veya defter: "Takvimi iki gündür koparmadım." -A. İlhan. 3. mec. Yapılacak bir işin türlü evrelerini zamana bağlı olarak gösteren program.
→ hicri takvim, kamerî takvim, miladi takvim, Rumi takvim, ay takvimi, ay gün takvimi, cep takvimi, duvar takvimi, güneş takvimi, masa takvimi, Yahudi takvimi
takviye is. Ar. takviye 1. Sağlamlaştırma, kuvvetlendirme, berkitme, pekiştirme. 2. Yardımcı kuvvet, destek: Düşmanı, takviye gelinceye kadar oyalamak zorundaydılar. takviye etmek sağlamlaştırmak, kuvvetlendirmek, desteklemek: "Onu sofraya gelen başka öteberi ile daha da talcviye ettik." -R. N. Güntekin.
takyit, -di is. (takyi:t) Ar. takyıd esk. Bağlı kılma, kısıtlama, kayıtlama, takyit etmek bağlı kılmak, bir davranışı kısıtlamak, birtakım şartlara bağlamak, kayıtlamak.
tal is. Fr. thalle biy. Kök, sap ve yaprak şeklinde farklılaşmamış bir bitkinin yaşama ve büyüme organı.
talak is. (talâ:k) Ar. talâk huk. esk. Evliliğin sona ermesi, erkeğin karısını boşaması.
→ talakıselase
talakat, -ti is. (talâ:kat) Ar. talakat esk. Düzgün söz söyleme kolaylığı: "Sakin ve çekingen Ahmet Naci, umulmaz bir talakat ve hararetle uzun uzun söyledi." -R. N. Güntekin.
talakıselase is. (talâ:hselâ:se) Ar. talâk + şelâşe esk. Mecelle'ye göre, kocanın ayrı ayrı üç kez veya bir arada Üç kez karısını boşadığmı bildirmesiyle gerçekleşen boşanma.
talan is. Far. tâlân Yağma, çapul. talan etmek yağmalamak, talandan geçmek yağmalanmak: "Her uğradığı yerde çarşüar talandan geçer." -F. R. Atay.
→ alan talan
talancı is. Talan eden kimse.
talancılık, -ğı is. Talancının yaptığı iş.
talanlama is. Talanlamak işi, yağmalama.
talanlamak (-i) Yağmalamak: "XVIII. asırda Nadir Şah ... saray hazinelerini gene burada talanlamıştır." -F. R. Atay.
talaş is. Testere ile biçilen veya rende, matkap, törpü vb. araçlarla işlenen bir şeyden dökülen kırıntılar.
→ talaş böreği, talaş kebabı
talaş böreği is. İçine pişirilmiş kuşbaşı et ve sebze konularak hazırlanan bir tür börek, talaş kebabı.
talaş kebabı is. Talaş böreği.
talaşlama is. Talaşlamak işi.
talaşlamak (-i) Talaş dökmek.
talaşlanma is. Talaşlanmak işi.
talaşlanmak (-e) Talaş dökülmek.
talaz is. hlk. 1. Dalga, kasırga. 2. İpekli kumaşların Örselenmesiyle yüzündeki tellerde oluşan kabarıklık.
talazlanma is. Talazlanmak işi.
talazlanmak (nsz) 1. Dalgalanmak. 2. İpekli kumaşların örselenmesiyle yüzündeki tellerde kabarıklık oluşmak.
talazlık, -ğı is. den. Dalga serpintilerini önlemek için kayıkların küpeştesine baştan kıça doğru yerleştirilen tahta.
talebe is. Ar. talebe Öğrenci.
talebelik, -ği is. Öğrencilik.
talep, -bi is. Ar. taleb 1. Bir kimseden bir şeyi yapmasını veya yapmamasını isteme, dileme, istem. 2. İstek: "... din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır." -Anayasa, talep etmek istemek, istekte bulunmak: "Bu davanın sukutunu talep ederim." -S. F. Abasıyanık.
→ talepname, arz talep, arz talep kanunu, efektif talep
talepname iş. (talepna:me) Ar. taleb + Far. nâme esk. İstek bildiren belge.
tali sf. (ta:li:) Ar. tâli esk. İkinci derecede olan, ikincil.
talih is. (ta:lih) Ar. tâli' Şans: "Bir talih eseri olarak ondan gelen cevap benim kendi bulduklarımı tuttu." -R. N. Güntekin. talihi yaver gitmek talihi iyi olmak, işi yolunda gitmek: "Her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi." -S. F. Abasıyanık. talihin kucağına atılmak kendi kaderine boyun eğmek: "Bir gelinden ziyade, zalim bir nezri yerine getirmek için talihin kucağına atılmış bir kurbana benziyordu." -A. H. Tanpınar. talihine küsmek kötü bir durum veya olayla karşılaşıldığında yalnızca talihi suçlamak: "Talihimize küseriz, ama, millî menfaat prensiplerinin bizim yüzümüzden kötülenmesini istemeyiz." -F. R. Atay.
→ talih kuşu, kör talih
talih kuşu is. Devlet kuşu.
talihli sf. Talihi iyi olan, bahtı açık olan, bahtlı, şanslı: "O devrin talihlileri gibi, para sanki su olmuş, ceplerine akıyordu." -E. E. Talu.
talihsiz sf. Talihi ters olan, talihi kötü olan, şanssız, bahtsız (kimse): "Alın yazısı bu masum ve talihsizi idama mahkûm etmişti." -H. R. Gürpınar.
talihsizlik, -ği is. Talihsiz olma durumu, talihi olmama durumu, şanssızlık, bahtsızlık: "Hayatımızda çok defa talih veya talihsizlikler tesadüflerin eseridir." -R. H. Karay.
talik is. (ta:li:k) Ar. ta'likesk. 1. Asma, yukarı kaldırma. 2. Bir işin yapılmasını herhangi bir şarta bağlı tutma. 3. Belli bir zamana bırakma, erteleme. 4. Arap alfabesinde geliştirilen, yatık olarak yazılan yazı türlerinden biri. 5. sf. Bu tür yazı ile yazılmış: "... sonra üç de eski talik levha." -Y. Z. Ortaç, talik etmek 1) asmak; 2) bir işin yapılmasını sonraya bırakmak, ertelemek.
talika is. (tali'ka) Rus. esk. Dört tekerlekli, üstü kapalı, yaylı bir tür at arabası.
talil is. (ta:lil) Ar. ta'lıl esk. 1. Sebep gösterme. 2. fel. Tümdengelim.
talim is. (ta:Um) Ar. ta'Um 1. Öğretim. 2. Alıştırma: "Sudan çıktıktan sonra tabanca ile nişan talimi yapardık." -Y. K. Beyatlı. 3. ask. Uygulamalı olarak yapılan askerlik eğitimi: "Eğil dağlar, eğil üstünden asam / Yeni talim çıkmış varam ahşam." -Halk türküsü. talim etmek öğretmek, bilgi kazandırmak. (herhangi bir şeye) talim etmek tkz. 1) az para karşılığında çalışmak; 2) hep aynı şeyi yemek zorunda olmak.
→ talimhane, talimname
talimar is. İt. tagliamare den. Baş bodoslamasından omurgaya kadar uzanan, cıvadra donanımına desteklik etmek amacıyla konulan ekleme.
talimat is. (ta:li:ma:t) Ar. ta'lımât 1. Yönerge: "Demir Bey'den beklenilen talimat gelmişti." -İL. H. Karay. 2. ask. Görevin gerektirdiği türlü hizmetlerin başarıyla yürütülmesi için kumandanlık, başkanlık veya daire başkanları tarafından verilen, o hizmetle ilgili sorumluluk, düzen ve ilkeleri içine alan buyruklar, talimat vermek üst düzeyde bulunan biri, yaptıracağı işle ilgili olarak görüşünü belirtmek, yol göstermek.
→ talimatname
talimatname is. (ta:li:matna:me) Ar. ta'limât + Far. nâme esk. Yönetmelik.
talimgah is. (ta:limgâ:h) Ar. ta'Um + Far. - gah ask. Talim yapılan yer.
talimhane is. (ta:limha:ne) Ar. ta'lim + Far. hâne ask. Uygulamalı olarak subay adayı yetiştirilen kuruluş.
talimli sf. 1. Talim görmüş, eğitilmiş: "Gözlerim ona dikilmiş talimli bir fino köpeği gibi büzülüp otururdum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Alışık, eli yatkın.
talimname is. (ta:limna:me) Ar. ta'lim + Far. nâme ask. Savaşta uygulanan türlü manevraları, araç ve gereçlerin nasıl kullanılacağını, her sınıfın görev ve davranışını belirten kuralların toplandığı kitap.
talimsiz sf. Talim görmemiş.
talip, -bi sf. (ta:lip) Ar. tâlib 1. İsteyen, istekli. 2. is. Genellikle evlenmek isteyen ve bu isteğini evleneceği kimseye bildiren erkek. talip çıkmak (veya talibi çıkmak) 1) kız evlenme teklifi almak: "Keşke bilmeksizin, tesadüfen, İsmail'in almak istediği bu kıza talip çıkmış bir adam vaziyetinde kabaydım. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir şeye istekliler bulunmak, talip olmak 1) istemek; 2) evlenmek için isteğini belirtmek: "O taşralı müteahhidin ona talip olmasıyla bütün bu tasavvurlar bir anda yıkılıvermişti." -H. Taner.
talipli sf. hlk. Talip olan, talibi bulunan, talip.
talk is. Ar. talk min. Genellikle açık yeşil, toz durumundayken yağlı bir görünümde, özgül , ağırlığı 2,7, sertliği 1 olan, hidratlı doğal magnezyum.
→ talk pudrası, talk şist
talkım is. bot. Ana sapın bir çiçekle sonuçlandığı, büyümeyi yan sapların sürdürdüğü bir tür uzama biçimi.
talkın is. Ar. telkin hlk. 1. Telkin. 2. din b. Ölü gömüldükten sonra mezar başında imamın söylediği dinî sözler, telkin, talkın vermek ölü gömüldükten sonra mezar başında imam dinî sözler söylemek.
talk pudrası is. Nişasta, bizmut, karbonat vb. ile karıştırılarak yapılan, özellikle bebeklerin pişik gibi deri hastalıkları için kullanılan pudra.
talk şist is. min. Talktan oluşmuş billur şist.
tallahi is. (ta'llahi) Ar. tallahi din b. Vallahi.
→ vallahi tallahi
tallı bitkiler ç. is. bot. Kök, gövde, yaprak gibi ana organlardan yoksun bulunan ve çoğu asalak veya çürükçül yaşayan ilkel bitkiler topluluğu.
taltif is. Ar. taltif esk. 1. İyilik ederek gönül alma. 2. Birini nişan, madalya, aylık artırma vb. şeylerle ödüllendirme, taltif etmek 1) gönül okşamak: "Bundan dolayı beni taltif etmeniz lazım gelirdi." -R. N. Güntekin. 2) nişan, madalya vb. vermek; 3) ödüllendirmek.
talyum is. (ta’lyum) Fr. thallium kim. Atom numarası 81, atom ağırlığı 204,39, yoğunluğu 11,85, 303 °C'de eriyen, fizik özellikleri bakımından kurşuna çok yaklaşan, tuzları ve birleşikleri zehirli bir element (simgesi Tl).
tam sf. Ar. tanım 1. Eksiksiz, kesintisiz: "Tanı iki saat yalandan tamirle uğraştım." -A. Gündüz. 2. Bütün, tüm. 3. zf. Zaman ve yer için anlamı kesinleştirir: "Bohçasını aldı, tam çıkacaktı..." -Ö. Seyfettin. 4. zf Uygun olarak, tıpkı, aynı: Tam istediğim gibi davrandın. 5. zf. Sırasında, anında: "Tam mağazaya gireceğim zaman arkamdan bir ses geldi." -Ö. Seyfettin. 6. mec. Gerçek, ehliyetli, yetkin, kusursuz: "Reşit Galip tam bir idealist gibi öldü." -O. S. Orhon. 7. argo Amerikan doları, tam adamına çatmak olumsuz bir davranış ve tutum içinde bulunan kimseyle karşı karşıya gelmek, tam adamını bulmak (veya tam adamına düşmek) 1) en uygun kişiyi seçmek; 2) alay en uygunsuz kişiyi seçmek, tam gelmek uygun gelmek, uymak, tam maaşla tekaüt (veya emekli) şaka işi az, ödeneği çok olan bir işe yerleşenler için söylenen bir söz. tam üstüne basmak istenilen şeyi bulmak.
→ tam açı, tam algı, tam asalak, tam bakım, tam bilet, tam bölen, tam ekmek, tam er, tam gaz, tam gün, tam kafiye, tam mesai, tam otomatik, tam pansiyon, tam sayı, tam siper, tam tamına, tam tarife, tam yol, aklı tam ayar, kelimenin tam anlamıyla, ortak tam bölen
tam açı is. mat. Açının bir kenarım, tepesi çevresinde döndürerek elde edilen açı.
tamah is. Ar. tama' Açgözlülük: "Kalpler soğuk; gözler, tamah ve ihtiras ile yanıyor." -M. Ş. Esendal. tamah etmek 1) açgözlü davranmak; 2) çok beğenip istemek: "Süslü kafeslere, hazır yemeğe tamah edip insanların maskarası olmanın âlemi var mı?" -H. T aner.
tamahkâr sf. (tamahkâır) Ar. tama' + Far. - kâr Açgözlü.
tamahkârlık, -ğı is. Açgözlülük.
tam algı is. fek Bir tasarın veya algı içeriğinin bilinçli olarak kavranması.
tamam sf. (-ma:mı) Ar. tamâm 1. Bütün, tüm: Paranın tamamını verdim. 2. Eksiksiz: Bu kitap tamam değildir. 3. Yanlış ve yalan olmayan, doğru. 4. Tamamlanmış, bitmiş: "Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun işte oldu akşam." -C. S. Tarancı. 5. e. tkz. Evet. 6. ünl. Beğenilmeyen bir iş veya öneri karşısında söylenen bir söz: Tamam, başka işimiz kalmadı da şimdi onunla uğraşacağız! tamam bulmak esk. bitmek, sona ermek, tamam gelmek bir şeye uygun düşmek, tamam mı? "oldu mu, anlaştık mı?" anlamlarında bir soru sözü, tamam olmak sona ermek, tamamlanmak: Vakit tamam oldu.
→ tamamı tamamına
tamamen zf. (tama:men) Ar. tamamen Bütün olarak, büsbütün: "Hanımlar tamamen çıktıktan sonra, beylere de numaraları dağıtılacaktır. " -S. F. Abasıyanık.
tamamı tamamına zf. Tam tamına.
tamamıyla zf. (tamatmı'yla) Tam olarak, büsbütün, külliyen: "Hiddetim tamamıyla geçtiği için bu kıymetli yadigâra acımaya başlamıştım. " -Ö. Seyfettin.
tamamiyet is. (tama.ıniyet) Ar. tamâmiyyet esk. Bütünlük.
tamamlama is. Tamamlamak işi, itmam.
tamamlamak (-i) 1. Eksiksiz, tamam duruma getirmek, bütünlemek: "... sen hele yarın şu sendekileri ver, üstünü bankadan alır tamamlarız. " -A. İlhan. 2. Bitirmek: "Bu, otuz yaşma gelmeden altmışını tamamlamış sıska bir gençti. " -Ö. Seyfettin.
tamamlanış is. Tamamlanma işi veya biçimi.
tamamlanma is. Tamamlanmak işi.
tamamlanmak (nsz) 1. Eksiksiz duruma getirilmek, tamam olmak, bütünlenmek. 2. Bitirilmek: "Ayakkabıları çıkarıp terlikleri giyme faslı tamamlanmıştır." -T. Buğra.
tamamlatma is. Tamamlatmak işi.
tamamlatmak (-i, -e) Eksiğini yerine koydurmak, bütünletmek.
tamamlayıcı sf. Tamam durumuna getiren, tamamlayan: "Sevmeyi bilmeyen ölmeyi bilmez, savaş sevginin tamamlayıcısıdır." - A. Haşim.
tamamlayıcılık, -ğı is. Tamamlayıcı olma durumu.
tamamlayış is. Tamamlama işi veya biçimi.
tamanit is. Fr. tamanite min. Doğal kalsiyum ve demir fosfat.
tam asalak, -ğı is. bot. Toprağa ve özümlemeye bağlı bütün besinlerini konakçıdan sağlayan bitki asalağı: Yaban keteni tam asalak bir bitkidir.
tam bakım is. tıp Sağlık yönünden yapılan genel yoklama, tam bakım yaptırmak sağlık yönünden genel bir yoklama yaptırmak.
→ tam bakım merkezi
tam bakım merkezi is. Tam bakımın yapıldığı yer.
tam bilet is. İndirimli olmayan bilet.
tam bölen is. mat. Bir nicelikte bir tam sayı kadar bulunan başka bir nicelik: Bir, iki, üç, dört, altı, on ikinin tam bölenidir.
tambur (I) is. Ar. tanbür müz. Klasik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalman, uzun saplı, telli çalgı: "... eczacı İhsan Bey'in tamburundan ağır tınlamalı birtakım sesler geliyordu." - A. İlhan.
→ tambur majör, manyetik tambur, yaylı tambur
tambur (II) is. Fr. tambour Silindir biçiminde kap.
tambura is. (tambu'ra) Ar. tanbüre müz. Türk halk müziğinde kullanılan, cura, bulgari, çöğür, bağlama gibi telli ve çalgıçla çalınan çalgıların genel adı: "Gündüzleri öğleden sonra yatağından kalkarak tamburasını eline alıyordu." -Ö. Seyfettin,
tamburacı is. Tambura çalan veya yapan kimse.
tamburi is. (tambu:ri.j Ar. tanbûri Tambur çalan kimse: "Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta / Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta. " -Y. K. Beyatlı.
tambur majör is. Fr. tambour-majör Bando takımının çaldığı parçayı, yürüyüşünü, ritmini elindeki asa ile yönlendiren kimse.
tam ekmek, -ği is. Geleneksel mayalama tekniği ile üretilen, kepeği alınmamış ekmek.
tam er is. ask. Tam teçhizatlı asker.
tam gaz zf. Hızla, hızlı olarak.
tam gün is. Yasalara göre kabul edilmiş olan iş günü.
tamı tamına zf. bk. tam tamına.
tamik is. (ta:mi:k) Ar. ta'mik esk. Derinleştirme.
tamim is. (ta:mim) Ar. ta'mim 1. Genelge, sirküler: "Askerî tamimlerin, nizamların, kanunların, tefsirlerin, göreneklerin çeşidi, vergi kâtibinin hafızasında yerleşti." -E. E. Talu. 2. fel. esk. Genelleştirme. 3. man. esk. Genelleme, tamim etmek genellemek.
tamir is. (ta.mir) Ar. ta'mir I. Onarma, onarım. 2. mec. Yapılan bir yanlışı, kusuru düzeltmeye çalışma: "Mademki bir münasebetsizlik etmişsin, bunu tamire imkân yok muydu?" -R. N. Güntekin. tamir etmek 1) onarmak: "Bahçeyi mi düzeltmeyiz, çam mı budamayız, havuzu mu tamir etmeyiz?" -S. F. Abasıyanık. 2) yapılan bir yanlışı düzeltmeye çalışmak, tamir görmek onarılmak, düzeltilmek, yenilenmek: "Köşk tamir görmekte olduğundan Gazi, bu küçük dairede oturuyordu." R. E. Ünaydın, tamire vermek onarılmak için bir şeyi onaracak kimse veya yere vermek.
→ tamirhane, tamir takımı
tamirat is. (ta.mirat) Ar. ta'mîrât Onarım: "Masanın ötesini berisini karıştırıyort tamirat yapıyordu. " -S. F. Abasıyanık.
tamirci is. 1. Bir şeyi onaran kimse: "Hem de hükümet reisinden pabuç tamircisine kadar herkese ve her konuda..." -T. Buğra. 2. Onarım yapılan yer.
tamircilik, -ği is. Tamircinin işi.
tamirhane is. (ta:mirha:ne) Ar. ta'mir + Far. hâne Genellikle teknik araçların onarıldığı yer: "Dolapdere'de araba tamirhanesi işletirim. " -A. İlhan.
tamir takımı is. 1. Onarım İşlerinde kullanılan araç ve gereçlerin hepsi veya bunları içinde bulunduran çanta. 2. tek. Motorlu araçlarda karbüratörün yenilenmesinde kullanılan parçalar.
tam kafiye is. ed. Dize sonundaki kelimelerin son harfleri arasında bir sesli bir sessiz harf benzeşmesinden oluşan uyak.
tamlama is. dbl. 1. Bir adın başka bir ad, zamir veya sıfatla birlikte oluşturduğu kelime grubu, terkip: Evin kapısı. Bizim evimiz. Karlı dağlar gibi. 2. Tamamlama.
→ bağlaçlı tamlama, belirtili tamlama, belirtisiz tamlama, çıkmalı tamlama, girişik tamlama, iyelikli tamlama, karına tamlama, ad tamlaması, isim tamlaması, sıfat tamlaması, zincirleme isim tamlaması, zincirleme sıfat tamlaması
tanılamak (-i) Tamamlamak.
tamlanan sf. dbl. Tamlamada anlamı belirtilen, açıklanan ad, belirtilen, mevsuf: Evin önü. Öğretmenin kâhyası. Elma ağacı. Yeşil kitap gibi.
tamlayan sf. dbl. Tamlamalarda temel olan bir adın anlamını açıklayan ad, zamir veya sıfat, belirten: Evin kapısı. Öğretmenin kitabı. Suyolu gibi.
→ tamlayan durumu
tamlayan durumu is. dbl. Ad görevindeki sözün taşıdığı kavramı başka bir kavrama -in / -in / -un / -ün, -nın / -nin / -nun / -nün ekiyle bağlayan durum, genitif: kitab-ın (kapağı), ev-in (damı), araba-nın (sileceği), okul-un (kapısı), yüz-ün (rengi) vb.
tanılık, -ğı is. 1. Eksik olmama durumu. 2. Olgunluk: "... bin bir çeşit meziyet, fazilet, tamlık ve kemal..." -R. H. Karay.
tam mesai is. Tam gün çalışma.
tam otomatik, -ği is. Bütünüyle otomatik olan araç veya alet.
tam pansiyon is. Konaklama tesislerinde oda, kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri gibi hizmetlerin tamamının verildiği sistem.
tampon is. Fr. tampon 1. Bir deliği kapamaya yarayan, herhangi bir maddeden yapılmış büyük tıkaç. 2. Bir darbenin şiddetini azaltmaya yarayan, içi yumuşak maddeyle dolu şey. 3. Çarpışmaların etkisini azaltmak için vagonların, otomobillerin ön ve arkalarında bulunan donanım. 4. Kam silmek, durdurmak için kullanılan gazlı bez yumağı veya sterilize edilmiş pamuklu Özel parça. 5. mec. Bir darbenin, çatışmanın şiddetini azaltan etken.
→ tampon bölge, tampon devlet
tampon bölge is. huk. İki devlet arasında, hudut boyunca, askerden arındırılmış toprak parçası.
tampon devlet is. huk. Coğrafi konumu bakımından, güçlü ve birbirine düşman İki devlet arasında bulunan devlet.
tamponlama is. Tamponlamak işi.
tamponlamak (-i) Tampon koymak, yerleştirmek: "Cebinden çıkardığı mendille kanayan burnunu tamponlarken, yavaş yavaş uzaklaşmak istedi." -B. Felek.
tam sayı is. mat. 1. Bir bütünü oluşturan tekler için kararlaşmış bulunan sayı, adedimürettep. 2. Kesirsiz sayı, adedimürettep.
→ üye tam sayısı
tam siper is. ask. Hiçbir yeri görünmeyecek biçimde sipere yatma.
tamtakır sf. (ta'mtakır) İçinde bulunması gereken şeylerden hiçbiri bulunmayan, bomboş: "Bir zamanlar hazinemiz tamtakırdı, sıçan düşse başı yarılırdı." -T. Halman. tamtakır kuru (veya kırmızı) bakır boş, bomboş: "Sütnine yukarı çıktığı zaman ne görsün? Sandık tamtakır kuru bakır. " -R. N. Güntekin. tamtakır olmak içinde gerekli hiçbir şey kalmamak: "Ne sağyağ kaldı ne zeytinyağı ne pirinç ne şeker ne fasulye, kiler tamtakır oldu." -H. R. Gürpınar.
tamtam is. müz. 1. Orkestrada yer alan bir tür Çin gongu. 2. Afrika yerlilerinin çaldığı davul. 3. Bazı olayları haber vermeye veya açıklamaya yarayan, davulla yapılan ses: Bir savaş tamtamı.
tam tamına zf Bütünüyle, olduğu gibi, tamamı tamamına: "Tam tamına bu kelimelerle değilse de, bu fikirleri anlattım." -K. Tahir.
tam tarife is. İndirimsiz.
tamu is. Soğd. din b. esk. Cehennem.
tam yol sf. Çok çabuk, yüksek hızda, süratli: "Makine dairesine tam yol ileri emrini veriyorum." -Z. Selimoğlu.
tamzara is. (ta'mzara) 1. Doğu Anadolu'da, toplu olarak oynanan bir halk oyunu. 2. Bu oyunun müziği.
-tan bk. -dan / -den vb.
tan is. Güneş doğmadan önceki alaca karanlık, fecir, tan ağarmak (veya atmak) gün doğmaya başlamak, şafak sökmek, tan sökmek tan ağarmak; "Artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar." -S. Birsel.
→ tan yeli, tan yeri
tanassur is. Ar. tanaşşur din b. esk. Hıristiyanlaşma.
tandem is. İng. tandem 1. İki kişilik bisiklet. 2. İki kişilik yamaç paraşütüyle yapılan uçuş. 3. sp. Futbolda savunmanın gerisinde görev yapan oyuncunun arkasındaki tek kişi. 4. sp. Kürek sporunda ikişer kürek kullanılarak yapılan tekne yarışı kategorisi. tandem oynamak sp. Kalecinin önünde savunmak amacıyla duran iki oyuncu paslaşarak oynamak.
→ tandem filtre, tandem paraşütü
tandem filtre is. Birbirine aktarmalı yapıda oluşturulan ikiz filtre.
tandem paraşütü is. İki kişilik yamaç paraşütü.
tandır is. Ar. tennür 1. Yere çukur kazılarak yapılan bir tür fırın. 2. Bazı yerlerde, kışın ayakları ısıtmak için, alçak bir masanın altına mangal konulup üstüne yorgan örtülerek yapılan düzen.
→ tandır alevi, tandır böreği, tandır çöreği, tandır ekmeği, tandır kebabı, tandırname
tandır alevi is. Tandırda meşe odununun çıkardığı yakıcı ve etkili alev.
tandır böreği is. Tandırda pişirilen börek.
tandır çöreği is. Tandırda pişirilen çörek.
tandır ekmeği is. Tandırda pişirilen ekmek; "Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu." -R. H. Karay.
tandır kebabı is. Kuşbaşı et ve soğanla hazırlanarak tandırda pişirilen et yemeği.
tandırname is. (tandırnaıme) Ar. tennür + Far. name 1. Tandır başında oturulurken söylenen veya okunan masal. 2. mec. Bilgisiz kimselerin inandığı saçma fikirler ve bu fikirlerin yazıldığı sanılan kitap.
tane is. (ta:ne) Far. dâne 1. Herhangi bir sayıda olan, adet. 2. Bazı bitkilerin tohumu: "Bu küllerin içinde, kavrulmuş buğday taneleri ... görüyorum." -M. Ş. Esendal. 3. bot. Çekirdekli küçük meyve; Üzüm tanesi. Nar tanesi, tane bağlamak meyve veya herhangi bir bitkinin tohumları tane durumuna gelmek.
→ tane tane, bir tane, bir tanem, buğdaysı tane, pirinç taneleri
tanecik, -ği is. 1. Küçük tane. 2. sf. Sayı gösteren sözle bir şeyin azlığı belirtilmek için kullanılan bir söz: "Oradaki beş altı tanecik Çingene çadırına yanaştık." -O. C. Kaygılı. 3.Jiz. Çok küçük boyutlu madde, cisim.
tanecikli sf. 1. Küçücük tanelerden oluşmuş: Tanecikli külte. 2. Yüzeyi taneciklerle kaplı gibi görünen.
taneciksiz sf. Taneciği olmayan.
tanecil sf. zool. Tahılla beslenen.
taneleme is. Tanelemek işi.
tanelemek (-i) Tanelerini ayırmak: Narı tanelemek.
tanelenme is. Tanelenmek işi.
tanelenmek (nsz) 1. Tanelere ayrılmak. 2. Taneler oluşmak.
taneli sf. 1. Tanelerden oluşmuş. 2. Çeşitli boylarda tanesi olan: "İri taneli büyük ve siyah binlik dergâh tespihim çekmeye başladığı zaman..." -A. Ş. Hisar.
tanen is. Fr. tanin, tannin Birçok bitkisel maddede bulunan, deri tabaklamada, hekimlikte kullanılan, tadı buruk bir madde.
tanesiz sf. Tanesi olmayan.
tane tane zf Teker teker: "Etrafta içilen nargilelerin gurultularım tane tane işittirecek kadar ağırlaşan sükût..." -R. N. Güntekin. tane tane söylemek (veya konuşmak) acele etmeden, seslerin hakkını vererek herkesin anlayabileceği gibi konuşmak: "Genç kadın ağır adımlarla eski yerine oturdu, tane tane söylemeye başladı." -A. Gündüz.
tangırdama is. Tangırdamak işi.
tangırdamak (nsz) Madenî şeyler kuru ve gürültülü ses çıkarmak.
tangırdatma is. Tangırdatmak işi.
tangırdatmak (-i) Madenî şeyler kuru ve gürültülü ses çıkartmak.
tangır tangır is. 1. Boş nesnelere vurulduğunda çıkan kaba ve çınlayıcı ses. 2. zf Bu biçimde ses çıkararak.
tangırtı is. Madenî şeylerin çıkardığı kuru ve gürültülü ses.
tangırtılı sf Tangırtısı olan, gürültülü.
tangır tungur is. 1. Genellikle boş nesnelerin yuvarlanırken çıkardığı kaba ve çınlayıcı ses. 2. zf. Bu biçimde ses çıkararak: Fıçılar tangır tangıtr yuvarlandı.
tango is. (ta'ngo) îsp. müz. 1. Özel ritimli ağır bir dans. 2. Bu dansın müziği: Radyoda eski tangoları dinlemeyi severim. 3. hlk. Aşırı bir biçimde son modaya uyarak giyinmiş (kadın): "Yolda tangolara rast geldim, ne süslü, ne nazik..."-A. Gündüz.
tanı is. Bir hastalığı tanıma işi, teşhis.
tanıdık, -ğı sf. 1. Tanışılıp konuşulan (kimse), bildik, tanış: "Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı." -A. Haşim. 2. Daha önceden bilinen, görülen, aşina: "Yanaştığımız iskeleden birtakım dost ve tanıdık çehreler bana doğru uzanmış, gülümsüyor... " -Y. K. Karaosmanoğlu. tanıdık çıkmak 1) önceden birbirlerini tanımış olmak, tanış olmak; 2) bir şeyi daha önceden öğrenmiş, duymuş olmak: "Sırrı Bey, bu iki ada hemen tanıdık çıktı ve artık oturduğu koltukta büsbütün uzanarak -Bekliyoruz paşam- dedi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tanıdıktık, -ğı is. Tamdık olma durumu.
tanık, -ğı is. 1. Gördüğünü ve bildiğini anlatan, bilgi veren kimse, şahit: "Aksini söyleyen bir tanık da çıkmamıştı." -T. Buğra. 2. hak. Duruşmada bilgisine, görgüsüne başvurulan kimse, şahit, tanık olmak bir olayı görmek ve duymak, şahit olmak.
→ tanık tepe, yalancı tanık, görgü tanığı
tanıklama is. Tanıklamak işi.
tanıklamak (-i) Bir iddiayı tanıkla desteklemek, tanık göstermek.
tanıklık, -ğı is. Tanık olma durumu veya tanığın yaptığı iş, şahitlik, tanıklık etmek mahkemede, tanık olunan bir durumu söylemek, şahitlik etmek: "İntihar etmeden önce de aleyhte tanıklık edecek, yargıcı temizleyecekti." -Ç. Altan.
tanık tepe is. coğ. Yatay veya bir yana eğimli katmanlardan oluşan bir yaylada, akarsu aşındırmasından az çok kurtulabilen ve aşınmadan önceki yüzeyin bir parçası olan tepecik.
tanılama is. Tanılamak işi, teşhis.
tanılamak (-i) Teşhis etmek.
tamıma is. Tanıtmak işi.
tamlmak (nsz) esk. Tanınmak, bilinmek.
tanım is. Bir kavramın niteliklerini eksiksiz olarak belirtme veya açıklama, tarif.
tanıma is. Tanımak işi: "Hocayı tam olarak tanıması, bilmesi gerektiğini sanıyordu." - T. Buğra.
tanımak (-i) 1. Daha önce görülen, bilinen bir kimse veya şeyle karşılaşıldığında bunun kim veya ne olduğunu hatırlamak: "Zarfın üstündeki yazıyı hemen tanıdı." -H. E. Adıvar. 2. Daha önce görmüş olmak, ilişkisi bulunmak, bilmek: "Onu bir de eski polisler tanır." -S. F. Abasıyanık. 3. Bir kimse veya şeyle ilgili, doğru ve tam bilgisi bulunmak: "Sincapları yakından tanırım." -A. Haşim. 4. Bilip ayırmak, seçmek, ayırt etmek. 5. hak. Varlığını kabul etmek. 6. Boyun eğmek, yargısına uymak, saymak. 7. Sorumlu bilmek: Ben arkadaşını tanımam, alacağımı senden isterim. 8. Bir şeyin yapılması, bitirilmesi için belli bir süre vermek: Ona borcunu ödemesi için üç günlük bir süre tanıdım.
→ haktanır
tanımamazlık, -ğı is. Tanımazlık.
tanımaz sf. Tanımayan.
→ baştanımaz, tanrıtanımaz, töretanımaz
tanımazlık, -ğı is. Tanımama durumu, tanımamazlık. tanımazlıktan gelmek bir kimseyi tanıdığı hâlde tanımıyormuş gibi davranmak.
→ baştanımazlık, tanrıtanımazlık, töretanımazlık
tanımlama is. Tanımlamak işi, tarif etme.
tanımlamak (-i) Bir kavramın niteliklerini eksiksiz olarak belirtmek ve açıklamak, tarif etmek.
tanımlanma is. Tanımlanmak işi.
tanımlanmak (nsz) Tanımı yapılmak, tarif edilmek.
tanımlayış is. Tanımlama işi veya biçimi.
tanındık, -ğı is. dbl. Harfitarif.
tanınış is. Tanınma işi veya biçimi.
tanınma is. Tanınmak işi.
tanınmak (nsz) 1. Kim olduğu bilinmek: "İçeride bir süre, tanınan bu sesin verdiği bir korku ile her şey sustu." -R. H. Karay. 2. Herhangi bir Özelliği ile bilinmek: "Meddahlıkta kendinden önce gelenleri geçmiş bir adam olarak tanınmıştı." -M. Ş. Esendal. 3. Hukuki yönden varlığı kabul edilmek.
tanınmış sf. 1. Ünlü: Memleketin tanınmış bir hekimi. 2. Herhangi bir özelliği ile ün kazanmış olan: İyi tanınmış bir adam. Cimri tanınmış bir komşu.
tanınmıştık, -ğı is. Tanınmış olma durumu.
tanışız sf. Tanısı olmayan.
tanısızlık, -ğı is. psikol. Tanınan, bilinen varlıkları, görme, işitme vb. duyu organları yoluyla ayırt edememe durumu, agnosi.
tanış sf. Tanıdık (kimse veya yer): "Birdenbire samimileşiverdi, kırkyıllık tanış olup çıktı. " -T. Buğra, tanış çıkmak daha önceden tanışmış olmak.
tanışık, -ğı is. Birbirini tanıyanlardan her biri: "Tanışıklar birbirlerine iftira ederlerdi." -F. R. Atay.
tanışıklık, -ğı is. Birbiriyle tanışmış bulunma, birbirini tanımış olma durumu: "Ali ile tanışıklık oluncaya kadar Behin, İstanbul'a gidip babası ile de konuşmak istedi." -M. Ş. Esendal.
tanışış is. Tanışma işi veya biçimi.
tanışma is. Tanışmak işi: "Bu saat, deniz yolculuklarının tatlı ve samimi tanışmalara en müsait olan saatidir." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tanışmak (nsz, -le) Birbirini tanır duruma gelmek: "Bu sefer, bir sürü aktör ve tiyatroseverle tanıştı." -S. F. Abasıyanık.
tanıştırma is. Tanıştırmak işi, takdim, prezantasyon.
tanıştırmak (-i, -le) Birbirini tanımayanların tanışmasını sağlamak, tanıtmak, takdim etmek: "Seni rastgele bir yabancı ile tanıştıramam, bilirsin."-R. N. Güntekin.
tanıt is. 1. Tanıtlamaya yarayan belge veya herhangi bir şey, beyyine, hüccet. 2. fel. One sürülen bir şeyin doğruluğunu göstermede İzlenen düşünce süreci.
tanıtıcı sf. 1. Tanıtma işini yapan, tanıtan: Tanıtıcı yayınlar. 2. is. Piyasaya yeni çıkarılmış ilaç, kitap vb. şeyleri tanıtan kimse, propagandist.
tanıtıcılık, -ğı is. Tanıtıcı olma durumu.
tanıtılış is. Tanıtılma işi veya biçimi.
tanıtılma is. Tanıtılmak işi.
tanıtılmak (-e) Tanıtma işine konu olmak, takdim edilmek: "Ona tanıtılmak için bebekler lokantaya kadar iniyorlar, takdim olunuyorlar."-M. Ş. Esendal.
tanıtım is. Tanıtma işi.
tanıtış is. Tanıtma işi veya biçimi.
tanıtlama is. 1. Tanıtlamak işi, ispatlama. 2. fel. Öne sürülen bir iddianın doğruluğunu mantıksal yöntemle gösterme.
tanıtlamak (-i) 1. Bir iddianın gerçekliğini inkâr edilmeyecek bir kesinlikle göstermek, ispatlamak. 2. fel. Muhakeme etme yoluyla veya tanık göstererek bir şeyin doğruluğunu ortaya koymak.
tanıtlanış is. Tanıtlanma işi veya biçimi.
tanıtlanma is. Tanıtlanmak işi.
tanıtlanmak (nsz) Tanıtlama işi yapılmak veya tanıtlama işine konu olmak, ispatlanmak.
tanıtlayış is. Tanıtlama işi veya biçimi.
tanıtlı sf. Tanıtlanmış, tanıta dayanan.
tanıtma is. Tanıtmak işi, takdim: "Prenses tanıtmasını bitirmedi, yanımıza genç süvari zabiti geldi." -A. Gündüz.
→ tanıtma filmi, tanıtma kartı, tanıtma yazısı
tanıtmacı is. Tanıtma işiyle görevli kimse, takdimci.
tanıtmacılık, -ğı is. Tanıtmacının işi, takdimcilik.
tanıtma filmi is. sin. Bir sinemada bir sonraki programı, filmi tanıtmak için o programdaki filmden önce gösterilen örnek parçalar, fragman.
tanıtmak (-i, -e) 1. Bir kimsenin veya bir şeyin tanınmasını sağlamak. 2. Bir kişinin kim olduğunu başkasına bildirmek, tanıştırmak, takdim etmek, prezante etmek: "Bizim eve sığınmış, terbiyeli bir kadıncağız diye tanıtmıştım."-O. C. Kaygılı.
tanıtma kartı is. Kimlik belgesi.
tanıtmalık, -ğı is. Bir şeyden nasıl yararlanılacağıyla ilgili bilgilen vermek için yazılmış tanıtma yazısı, tarife, prospektüs.
tanıtma yazısı is. 1. Kitap, dergi, film vb. eserlerin özelliklerini genel çizgileriyle anlatan yazı. 2. sin. ve TV Bir filmde emeği geçen yapımcı, yönetmen, oyuncu vb.nin adlarım, filmin yapımıyla ilgili bilgileri içine alan, filmin başında bazen de sonunda bulunan liste, jenerik.
tanıtsız sf. Tanıtlanmamış, tanıta dayanmayan.
tanıyış is. Tanıma işi veya biçimi.
tanın is. Ar. tanin Tınlama.
taninli sf. Tınlamak: "O kadar ahenkli, taninli idi." -Ö.Seyfettin.
tanjant is. Fr. tangent mat. 1. Başka bir çizgiye, eğriye ve yüzeye dokunan, fakat onu kesmeyen çizgi, eğri veya yüzey. 2. sf Bir şeye yalnız bir noktada değen.
tank is. İng. tank 1. ask. Zırhlı ve silahlı, tekerlekleri paletli, motorlu savaş taşıtı. 2. Su, yakıt vb. sıvıları depolamaya yarayan araç: Akaryakıt tankı.
tankçı is. ask. Tank kullanan veya tankla birlikte savaşan asker.
tankçılık, -ğı is. Tankçı olma durumu.
tanker is. İng. tanker Petrol, benzin gibi akaryakıt ürünleriyle, sanayi ile ilgili yağ, şarap vb. sıvı maddeleri taşıyan gemi veya kamyon.
→ su tankeri
tankerci is. Tankerle taşımacılık yapan kimse.
tankercilik, -ği is. Tankercinin işi veya mesleği.
tanksavar is. ask. Tankları hedef olarak seçen ve onları etkisiz hâle getirmek için kullanılan silah.
tanlama is. Tanlamak işi.
tanlamak (-e) hlk. Şaşmak, şaşırmak.
tannan sf. (tannatn) Ar. tannan esk. Tınlayan, çınlayan.
tannanlık, -ğı is. fîz. Rezonans.
tanrı is. Çok tanrıcılıkta var olduğuna inanılan İnsanüstü varlıklardan her biri, ilah.
→ çok tanrılı
Tanrı öz. is. Allah. Tanrı aşkına Allah aşkına. Tanrı korusun Allah korusun. Tanrı yarattı dememek Allah yarattı dememek. Tanrının günü Allanın günü: "Tanrının günü bu pasaj sabahın yedisinden, gecenin yarısına kadar her çeşit insanla dolar taşardı." -H. Taner. Tanrıya şükür Allaha şükür: "Lâkin, Tanrıya şükür, beş on gün geçmeden bu üzüntülerimin ne kadar boşuna olduğunu anlamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ tanrı bilimi, Tanrı kayrası, Tanrı misafiri, Tanrı vergisi, çok tanrıcı, kamu tanrıcı, tek tanrıcı, tüm tanrıcı
tanrı bilimci is. İlahiyatla uğraşan kimse, ilahiyatçı, teolog.
tanrı bilimi is. fel. İlahiyat.
tanrıcılık, -ğı is. fel. Evreni yaratan ve yöneten, vahiy yoluyla insanlara buyruklar veren bir Tanrı'nın varlığına inanma, teizm.
→ çok tanrıcılık, kamu tanrıcılık, neden tanrıcılık, tek tanrıcılık, tüm tanrıcılık
tanrıça is. (tanrı'ça) T. tanrı + SI. Çok tanrıcılıkta kadın tanrı, ilahe.
Tanrı kayrası is. fel. Tanrı'nın dünya işlerinde beliren iyilik ve bilgeliği.
tanrılaşma is. Tanrılaşmak işi.
tanrılaşmak (nsz) Tanrı durumuna gelmek.
tanrılaştırma is. Tanrılaştırmak işi.
tanrılaştırmak (-i) 1. Birini veya bir şeyi Tanrı diye tanımak, Tanrı yerine koymak. 2. mec. Aşırı derecede övmek: "Seni öyle bir tanrılaştırarak müdafaa etti ki, dinlemeliydin Ferit, şimdi utancından boğulurdun." -P. Safa.
tanrılık, -ğı is. Tanrıya özgü olan varlık, nitelik, uluhiyet.
Tanrı misafiri is. Tanınmayan, çağrılmadan kendiliğinden gelen konuk: Ne yaparsın, Tanrı misafiri, kalk git denmez ki!
tanrısal sf. İlahî.
tanrısallık, -ğı is. Tanrısal olma durumu, uluhiyet.
tanrısız sf. Tanrısı olmayan, tanrı tanımayan, mülhit.
tanrısızlık, -ğı is. Tanrısız olma durumu.
tanrıtanımaz sf. fel. Tanrı'nın varlığını inkâr eden, ate, ateist.
tanrıtanımazlık, -ğı is. fel. Tanrı'nın varlığını inkâr eden öğreti, ateizm.
Tanrı vergisi is. Sonradan elde edilmeyip yaratılıştan var olan nitelik, yetenek veya özellik, Allah vergisi.
tansık, -ğı is. İnsan aklının alamayacağı, şaşırtıcı, olağanüstü olay, mucize.
tansiyometre is. (iansiyome'tre) Fr. tensiometre tek. Gerilimölçer.
tansiyometri is. Fr. tansiometrie Gerilim ölçümü.
tansiyon is. Fr. tension 1. tıp Kanın damarlara içeriden yaptığı basınç, kan basıncı: "Kocasının hiddetten tansiyonu yükseldi." -H. Taner. 2. mec. Gerilim: "Hiç değilse önde gelen fırkacıların tansiyonunu düşürmeyi de ümit etmişti." -T. Buğra, tansiyon ölçmek tıp bir kimsenin özel bir aletle tansiyonunu tespit etmek: "Yüreği dinledi, kaygısı arttı. Tansiyonu ölçtü, telaşa düştü." -A. İlhan.
→ tansiyon düşürücü, büyük tansiyon, küçük tansiyon
tansiyon düşürücü is. tıp Atardamar basıncını düşüren ilaç.
tantal, -li is. Fr. tantale kim. Atom numarası 73, atom ağırlığı 180,88, yoğunluğu 16,6 olan,'3000 °C'ye doğru eriyen ve siyah bir toz durumunda elde edilen bir element (simgesi Ta).
tantana is. Ar. tantana 1. Görkem, gösteriş: "Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Gürültü patırtı, kuru gürültü, tantana etmek kuru gürültü çıkarmak.
tantanacı is. Tantana yapan kimse.
tantanacılık, -ğı is. Tantanacı olma durumu.
tantanalı sf. 1. Görkemli, gösterişli, şaşaalı: "Kılavuz, birdenbire, bir tarikat rehberinin tantanalı vakarını takınmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Gürültülü, patırtılı.
tantanasız sf. Tantanası olmayan.
tan tun is. hlk. "Öldürülmek veya başı belaya uğramak" anlamına gelen tan tuna gitmek deyiminde geçen bir söz: "Vallahi bak hiç karışmam, gidersin tan tuna." -Ç. Altan.
tantuni is. Kuşbaşmdan daha küçük et parçalarının soğan, biber, maydanoz, domates vb. ile bir sac üzerinde pişirilmesi sonunda hazırlanan kebap türü.
tan yeli is. Sabaha doğru çıkan hafif rüzgâr.
tan yeri is. Güneşin doğmak üzere olduğu sırada, ufukta hafifçe aydınlanan yer: "Daha tan yerleri yeni ışımıştı..." -Y. Kemal. tan yeri ağarmak sabah olmaya başlamak, ufku belli belirsiz bir aydınlık kaplamak: "Gözlerimi açınca denizin üstünde sarı ay yerine tan yerinin beyaz ışıkları iniyordu." -H. E. Adıvar.
Tanzanyalı sf. (tanza'nyalı) Tanzanya halkından olan (kimse).
tanzifat ç. is. (tanzi:fa:t) Ar. tanzifat Belediyece yaptırılan temizlik işleri.
→ tanzifat amelesi, tanzifat arabası, tanzifat vergisi, tenvirat tanzifat vergisi
tanzifat amelesi is. esk. Temizlik işçisi.
tanzifat arabası is. esk. Temizlik arabası.
tanzifat vergisi is. esk. Temizlik vergisi.
→ tenvirat tanzifat vergisi
tanzim is. (tanzr.m) Ar. tanzim esk. 1. Sıraya koyma, sıralama. 2. Düzeltme, düzenleme, düzen verme, yoluna koyma, tanzim etmek 1) sıralamak; 2) düzenlemek, düzeltmek, düzen vermek: "Memlekete su getirmek, elektrik yapmak için müthiş projeler tanzim ediyor." -S. F. Abasıyanık. tanzim olunmak 1) sıralanmak; 2) düzenlenmek, düzeltilmek, düzen verilmek: "Beş on dakikada tanzim olunan ateş yağmurundan daha ulvi bir manzara..." -A. Gündüz.
→ tanzim satışı
tanzimat is. Ar. tanzimât esk. İdari işlerin düzeltilmesi için alınan önlemlerin ve uygulamaların tamamı.
Tanzimat öz. is. (tanzi:ma:t) Ar. tanzimât tar. Sultan Abdülmecit zamanında, 1839'da Gülhane Hattıhümayunu adıyla anılan bir fermanla ilan edilen, yönetimi iyileştirme tasarısı ve bu iyileştirmenin yapıldığı dönem.
Tanzimatçı öz. is. 1. Tanzimat hareketinde görev almış olan kimse. 2. Tanzimat yanlısı kimse.
tanzim satışı is. Satıcı fiyatlarının yükselmesini önlemek, bazı malların tüketiciye ulaşmasını sağlamak için belediye veya başka kamu kuruluşları tarafından yapılan satış.
tanzir is. Ar. tanzir 1. Benzetme. 2. ed. Divan edebiyatında bir şiiri örnek alarak ona benzer bir örnek kaleme alma.
Taoculuk, -ğu is.fel. ve din b. Çin'de Tao'nun öğretisini ilke edinen felsefe ve din sistemi.
Taoizm öz. is. Fr. taoîsme 1. Taoculuk. 2. mec. Falcılık: "Bugün kadınlar arasında yaşayan tandırname ... ahkâmı ekseriyetle Türk Taoizmi demek olan eski falcılığın artakalanları olmak muhtemeldir." -Z. Gökalp.
tapa is. (tapa) İt. tappo 1. Şişe gibi dar delikleri tıkamaya yarayan mantar, cam, tahta veya plastikten tıkaç, tıpa. 2. ask. Top mermisinin ucuna takılan ve mermi atıldıktan sonra patlamasını sağlayan ayarlı başlık.
→ kör tapa
tapalama is. Tapalamak işi, tıpalama.
tapalamak (-i) Şişe vb.nin ağzına tapa koymak, tıpalamak: Şişeyi tapaladı.
tapalanma is. Tapalanmak işi.
tapalanmak (nsz) Tapa ile tıkanmak, tıpalanmak.
tapalı sf. Tapa konmuş olan, tıpalı.
tapan is. hlk. Tarlaya atılan tohumu örtmek için gezdirilen, ağaçtan geniş araç, sürgü. tapan çekmek tapanlamak.
tapanlama is. Tapanlamak işi veya durumu.
tapanlamak (-i) Tarlaya atılan tohumu Örtmek için sürgü çekmek.
tapasız sf. Tapa konmamış olan, tıpasız.
tapı is. din b. esk. Tanrı: "Karacaoğlan der ki taptığım tapı / Yıkılmaz Tanrı'nın yaptığı yapı" -Karacaoğlan.
tapıklama is. Tapıklamak işi veya durumu.
tapıklamak (-i) hlk. 1. Birini beğenerek arkasını okşamak, tapışlamak. 2. Tıpışlamak.
tapınak, -ğı is. İçinde ibadet edilen, tapınılan yapı, mabet, ibadethane: "Somakiden saraylar, mozaikten tapınaklar yapar, tunçtan kaleler... kurarmışsın." -R. H. Karay.
→ Yahudi tapınağı
tapıncak, -ğı is. Fetiş.
tapıncakçılık, -ğı is. Fetişizm.
tapınış is. Tapınma işi veya biçimi.
tapınma is. Tapınmak işi.
tapınmak (-e) 1. Tanrı'ya veya ilah olarak tanınan varlığa karşı inancını ve bağlılığını bildirmek İçin belirli kurallara bağlı dinî hareketlerde bulunmak: "Beyaz esvaplı bakireler, altın saçlı delikanlılar, kollarını çaprazlamış, diz üstü ona tapınmaktadır." -F. R. Atay. 2. Tanrı'ya karşı kulluk görevini yerine getirmek, ibadet etmek. 3. mec. Büyük bir sevgiyle bağlanmak, aşkla sevmek.
tapırdama is. Tapırdamak İşi veya durumu.
tapırdamak (nsz) "Tapırtı" sesi çıkarmak.
tapırtı is. Yürürken çıkan ayak sesini andırır ses: "Arkalarında at ayakları tapırtıları duydular." -Y. Kemal.
tapış is. Tapma işi veya biçimi.
tapışlama is. Tapışlamak işi.
tapışlamak (-i) hlk. 1. Tapıklamak. 2. Hamurun üzerini düzeltmek için hafif hafif vurarak elle sıvamak.
tapışlanma is. Tapışlanmak işi.
tapışlanmak (nsz) Tapışlama işi yapılmak.
tapi is. Fr. tapis Pokerde kâğıtlar dağıtılmadan Önce oyunculardan birinin fış veya parasını ortaya sürdükten sonra önünde hiç fişi veya parası kalmadığını belirtmek için söylediği söz. tapi kalmak kumar oyunlarında fışsiz ve parasız kalmak.
tapir is. Fr. tapir zool. Tapirgillerden, bir türü Asya ve Afrika'nın tropikal bölgelerinde yaşayan, 2 m uzunluğunda, kısa hortumlu bir hayvan türü (Tapints).
tapirgiller ç. is. zool. Tek parmaklılardan tapir türlerini içine alan bir familya.
tapma is. Tapmak işi.
tapmak, -ar (-e) 1. Tanrı'ya kulluk etmek. 2. Herhangi bir şeyi "tanrı" diye tanımak. 3. mec. Tutku İle sevmek, bağlanmak: "Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun." -Ö. Seyfettin.
tapon sf. Fr. tapon 1. Niteliği düşük, eski, elde kalmış: "İşportanın içinde hayatın en yırtık, en tapon matahları satılıyordu." -A. Gündüz. 2. mec. Bayağı (kimse).
→ tapon mal
taponcu is. Tapon mal alıp satan kimse.
tapon mal is. Niteliği düşük, eski mal.
taptaze sf.,(taptaze) 1. Çok taze. 2. zf. Bozulmadan, değerinden bir şey yitirmeyerek: "Ama bu güzel, bu ince hatıra, bütün acılığı ve bütün tatlılığı ile içinde taptaze duruyor." -Y. Z. Ortaç.
taptırma is. Taptırmak işi veya durumu.
taptırmak (-i, -e) Tapmasını sağlamak.
tapu is. 1. huk. Bir taşınmazın üstündeki mülkiyet hakkını gösteren belge. 2. Tapu İşlerinin yürütüldüğü kuruluş.
→ tapu kütüğü, tapu memuru, tapu sicili
tapucu is. Tapu memuru: "Tapucu Ragıp Efendi'nin çiçekleri dillere destandır." -T. Buğra.
tapu kütüğü is. Bir taşınmazın üstündeki hak ve yükümlülüklerin yazıldığı resmî kütük, tapu sicili.
tapulama is. Tapulamak işi: Tapulama yasası.
tapulamak (-i) Taşınmazlar ve bunlarla ilgili ipotek, şufa, irtifak gibi bazı hakları tapu kütüğüne geçirmek.
tapulu sf. 1. Tapusu olan: Tapulu tarla. 2. mec. Emri altında, mülkiyetinde: "Babasının tapulu şoförüymüşüm, peşin para vermiş gibi çıkıştı." -A. Gündüz.
tapu memuru is. Tapu kütüğü tutmakla görevli memur, tapucu.
tapu sicili is. Tapu kütüğü.
tapusuz sf Tapusu olmayan.
tapyoka is. (tapyoka) Fr. tapioca Manyok kökünden çıkarılan nişasta.
tar is. Doğu Anadolu ile Azerbaycan'da çalınan bir çalgı türü.
taraba is. hlk. Tahta perde.
taraça is. (tara'ça) İt. terrazza 1. Teras: "Apartmanın çamaşır asılan bir de en üst taraça katı var." -H. Taner. 2. Toprak veya başka malzemeyle elde edilen, bir duvarla desteklenen yüksek düzlük: "Sofradan kalktık, köşkün önündeki taraçaya çıktık." -A. Gündüz. 3. coğ. Seki (I).
taraf is. Ar. taraf 1. Ön, arka, sağ, sol, üst, alt vb. yanların her biri: "Dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat..." -R. H. Karay. 2. Yön, yan, doğrultu: "Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor." -M. Ş. Esendal. 3. Yöre, yer: "Üsküdar tarafındaki evlerin camları kor gibi parlıyordu." -H. Taner. 4. İstekleri, düşünceleri karşıt olan iki kişiden veya iki topluluktan her biri: Karşı tarafın adamları. 5. Bir kişinin soyundan gelenlerin hepsi: Baba tarafı zengin. 6. Bir şeyin belli bölümü, kısmı: Tiyatronun ön tarafı konuklara ayrıldı, taraf gözetmek birinden yana olmak: "Meseleyi taraf gözetmeden aksettirmek için o yazıdan da bir parça almak isterdik." -O. V. Kanık. taraf tutmak (veya çıkmak veya olmak) birinden yana olmak, birinin görüş ve düşüncesini desteklemek: "Benim, daha çok erkeklerin tarafını tutar gibi görünen akıl öğretmelerime hanımlar kızabilir." -Ş. Rado. (birinden) tarafa olmak (veya çıkmak) birinin görüş ve düşüncesini benimsemek, desteklemek, tarafımdan benden. tarafına ona. tarafından 1) herhangi birinden: "Dostları tarafından çok sevilmiş bir zattı." -A. Ş. Hisar. 2) eliyle, aracılığıyla; 3) türünden, çeşidinden.
→ alt tarafı, baba tarafı, üst tarafı
tarafeyn is. Ar. tarafeyn; taraf m ikilik biçimi. esk. İki taraf.
tarafgir sf Ar. taraf + Far. -gir esk. Bir tarafı kayıran, bir tarafı tutan.
tarafgirlik, -ği is. Bir tarafı kayırma, bir tarafı tutma.
taraflı sf. 1. Yanı ve yönü olan, yanlı. 2. Herhangi bir yöreden olan. 3, Yanlı: "Verdiği sözü tutmamış, İstanbul'da iki taraflı çalışmamıştı. " -T. Buğra.
→ tek taraflı
taraflılık, -ğı is. Taraflı olma durumu.
tarafsız sf. Yansız: "Silahsızdık, vasıtasızdık, tarafsızdık, fakat sırf ümitli idik." -R. E. Ünaydın.
→ tarafsız bölge
tarafsız bölge is. ask. Savaşta iki taraf yetkilileri veya kumandanları tarafından verilen kararla oluşturulan askerden arınmış bölge.
tarafsızlaştırma is. Tarafsızlaştırmak işi.
tarafsızlaştırmak (-i) Tarafsız duruma getirmek.
tarafsızlık, -ğı is. Tarafsız olma durumu, yansızlık, bitaraflık: "Üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma ant içerim." -Anayasa.
taraftar is. (tarafta:r) Ar. taraf + Far. -dar 1. Yandaş: "Siz işin olmaması taraftarısınız." -A. Gündüz. 2. sp. Sporcunun veya sporcuların temsil ettikleri renklere, kulübe veya bayrağa bağlı kimse: "Taraftara aklım peynir ekmekle yediren çılgın ve ilkel spor basını bu örnek karşısında kına yakabilir." -T. Dursun K.
taraftarlık, -ğı is. Yandaşlık, taraftarlık etmek bir tarafı tutmak, bir yanı desteklemek: ": "Gazetelerde o zaman bu maddeye taraftarlık etmemiş bulunduğunu yazmıştı." -A. Ş. Hisar.
tarak, -ğı is. 1. Saçların, sakalın, hayvan tüylerinin karışıklığını gidermeye veya kadınların saçlarını tutturmaya yarayan dişli araç: "Fil dişi tarağı da aşırmışlar, asıl buna canım yandı." -R. H. Karay. 2. Bahçıvanlıkta toprağın taşını ayıklamak için kullanılan, ucu bu biçimde olan araç, tırmık. 3. Dokuma tezgâhlarında, dişleri arasından arış ipliklerinin geçtiği tarak biçiminde araç. 4. Bazı kuşların başında bulunan yelpaze biçiminde tepelik. 5. İnsanda ayağın yüksek olan üst bölümü. 6. zool. Suda yaşayan hayvanlarda solungaç. 7. zool. Yassı solungaçlılardan, kabuklan yuvarlak, yelpaze biçiminde bir yumuşakça (Pecten). tarak vurmak taramak. tarakta bezi olmamak sözü edilen konu ile ilgisi olmamak, bilgisi bulunmamak.
→ tarak dubası, tarak işi, tarak otu, tas tarak, ayak tarağı, çobantarağı, deniztarağı, taşçı tarağı
tarakçı is. 1. Tarak yapan veya satan kimse. 2. Taraklama işi yapan kimse.
tarakçılık, -ğı is. Tarakçının işi.
tarak dubası is. den. Denizi taraklama işinde kullanılan dolaplı duba.
tarak işi is. Tarak dişleri gibi yol yol yapılmış el işi.
taraklama is. 1. Taraklamak işi. 2. Bağ bahçe işlerinde taşları tarakla toplama, ayıklama: Kuru ot taraklama makinesi. 3. sf. Taşçı tarağı ile yapılmış olan. 4. den. Ağaç gemilerde kaplamaların zedelenmesi durumunda, içeriye su girmemesi için omuzluktan su düzeyine kadar, ıskarmozlar arasına uyumlu olarak yerleştirilen, ağaçtan yapılan pekiştirme.
taraklamak (-i) 1. Bağ, bahçe toprağının yüzünü tarakla düzeltmek. 2. Gereksiz maddelerden ayıklamak amacıyla araç geçirmek, taramak. 3. Yılankavi çizgilerle boyamak. 4. Tarar gibi yapmak.
taraklı sf. 1. Tarağı olan: "O, bizim köylülerin cebi ipek mendilli, aynalı, taraklı dışarlıklarından. " -N. Cumalı. 2. Başında tarak bulunan (kuş veya kadın). 3. Yol yol nakışlı: Taraklı kumaş. 4. Tarağı geniş olan (ayak).
taraklılar ç. is. zool. Sölenterlerin, saydam ve jelatinli deniz hayvanlarını içine alan sınıfı.
tarak otu is. bot. Tarak otugillerden otsu bir bitki (Dipsacus).
tarak otugiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden bir familya.
taraksı sf. Tarağı andıran, tarağa benzeyen, tarak gibi.
→ taraksı kas
taraksı kas is. anat. Uyluğun üst bölümünde bulunan kas.
taraksız sf. Tarağı olmayan.
taralı sf. Taranmış.
tarama is. 1. Taramak işi. 2. Balık yumurtası ile yapılan bir tür meze. 3. sf. Gölgeleri yol yol ve çizgi çizgi olan (resim, harita).
→ arama tarama, mayın arama tarama gemisi, sağlık taraması
taramak (-i) 1. Bir şeyin tellerini birbirinden ayırıp karışıklığını gidermek: "Anası sabaha kadar saçlarım tarıyor, düşünüyor, ürküyordu." -Y. Kemal. 2. Bir şey veya kimseyi bulmak, denetlemek için türlü yöntemlerden yararlanarak bir yeri sıkı bir biçimde aramak: "Birdenbire uzun bir ışık, sol tarafımızdaki sırtları taradı." -H. E. Adıvar. 3. Bir şeyin içindeki gereksiz maddeleri tarak, tırmık vb. ile ayıklamak, taraklamak. 4. Taşın yüzünü dişli çelik kalemle işlemek. 5. Makineli tüfek vb. ateşli silahlarla sürekli olarak bir yere ateş etmek. 6. Kafasından geçirmek, belli belirsiz düşünmek: "Belleğimde taradığım yazarların yarısına yakını hastalıklı idiler." -H. Taner. 7. mec. Derleme ve araştırma yapmak için bir yayını dikkatle gözden geçirmek veya gerekli kelime, cümle ve yazıları tespit etmek: Dergileri taramak. 8. mec. Dikkatle bakmak, süzmek. 9. bl. Tarayıcı aracılığıyla kâğıt üzerindeki resim, yazı vb. simgeleri bilgisayar ortamına aktarmak.
taranga is. (tara'nga) zool. hlk. Bir tür tatlı su balığı.
taranış is. Taranma işi veya biçimi.
taranma is. Taranmak işi.
taranmak (nsz) 1. Tarama işi yapılmak: Yünler yıkandıktan sonra tarandı. 2. Kendi başını taramak: "Bugün bu tarağımla taranmıştım. " -S. F. Abasıyanık. 3. Dikkatlice bir şey aramak: "Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı" -Ö. Seyfettin.
tarantı is. Taramak sonunda çıkan gereksiz şeyler.
tarassut, -du is. Ar. taraşşud esk. Gözleme, gözetleme, dikkatle bakma: "Pek yakın bir tarassut noktasından görebilenler arasına katılacağımı sanıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. tarassut etmek gözlemek, gözetlemek: "Kıpırdamadan, nefes almadan apartmanı tarassut ediyordu." -A. Gündüz.
taraş is. hlk. Tarla, bağ, bahçe vb. yerlerden toplanan üründen artakalanlar.
taraşlama is. Taraşlamak işi.
taraşlamak (-i) Tarla, bağ, bahçe vb. yerlerden kaldırılan üründen artakalanları toplamak.
taratış is. Taratma işi veya biçimi.
taratma is. Taratmak işi.
taratmak (-i, -e) Tarama işini yaptırmak.
tarator is. İt. tarator Ceviz içi, sarımsak, tuz, ekmek içi, sirke ve tahinin limon suyu ile çırpılmasından sonra kıyılmış maydanozla hazırlanan salça veya sos.
taravet is. (tara:vet) Ar. taravet esk. Tazelik: "Daima yüzünüzün taravetiyle beraber, gönlünüzün tazeliğini de kaybetmeye başlayacaksınız. " -R. N. Güntekin.
taravetli sf. Körpe, taze.
tarayıcı is. 1. Kâğıt üzerindeki resim, yazı vb. simgeleri tanıyıp bilgisayar ortamına aktaran araç. 2. Derleme ve araştırma yapmak için bir yayını dikkatle gözden geçiren veya gerekli kelime, cümle ve yazıları tespit eden kimse.
tarayış is. Tarama işi veya biçimi.
taraz is. İpek gibi düz ve parlak bir kumaşın üzerinde bulunan tel tel iplik.
tarazlama is. Tarazlamak işi.
tarazlamak (-i) Tezgâhtan çıkan kumaşın tarazlarını ayıklamak.
tarazlanma is. Tarazlanmak işi.
tarazlanmak (nsz) 1. Kumaş için, üzeri tel tel ipliklerle kaplanmak, iplikleri kabarmak. 2. Saç dağınık, karışık olmak, tel tel kabarmak. 3. Deri pütür pütür olmak.
tarçın is. Far. dargın bot. 1. Defnegillerden, genellikle Asya'nın güneyinde yetişen ve değişik türleri bulunan bir ağaç (Cinnamomum). 2. Bu ağacın, içinde kokulu bir yağ bulunması dolayısıyla bahar gibi kullanılan kabuğu: "Sakalının rengi kınaya, kokusu sirkelenmiş tarçına benzer." -F. R. Atay.
tarçıni is. (tarçv.ni:) Far. dürçın + Ar. -i 1. Sarı ile kahverengi arası bir renk. 2. sf. Bu renkte olan.
tardiye is. Ar. tardiyye ed. Beş dizelik bentlerden oluşan nazım parçası.
taret is. Ing. turret ask. Gemilerde veya kalelerde, topçu mevzilerinde topun makine bölümünü ve topçuları koruyacak biçimde yapılmış zırhlı kule: "Payitahtın göbeğinde demirletip taretlerim saraylara çevirmiş olduklarını görünce cinleri tepesinde toplanıyordu." -A. İlhan.
tarh is. Ar. tarh esk. 1. mat. Çıkarma. 2. Vergi koyma. 3. Bahçelerde çiçek dikmeye ayrılmış yer: "Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı." -Ö. Seyfettin, tarh etmek 1) mat. bir sayıyı bir sayıdan çıkarmak; 2) vergilendirmek, vergi koymak.
tarhana is. Far. terhâne 1. İçine domates, biber, soğan, kokulu otlar, süt veya yoğurt katılan, bulgur, mayalanmış ve kurutularak ufalanmış hamur vb.nden yapılan çorba malzemesi. 2. Tarhana çorbası.
→ tarhana çorbası, kızılcık tarhanası
tarhana çorbası is. İçine tarhana katılarak hazırlanan çorba, tarhana: "Sofranın üstünde, ortada, büyük bir bakır sahan İçinde, tarhana çorbası vardır." -N. Cumalı.
tarhanalık, -ğı sf. Tarhana yapmaya ayrılmış: Tarhanalık hamur.
tarhun is. Ar. tarhun bot. Bileşikgillerden, hekimlikte kullanılan, güzel kokulu bir bitki (Artemisia dracunculus).
Tarık öz. is. (ta:rık) Ar. târik astr. esk. Çoban Yıldızı.
tarım is. Gerekli, yararlı bitkileri yetiştirmek amacıyla toprak üzerinde yapılan çalışmaların bütünü, ziraat.
→ tarım coğrafyası, kuru tarım, sulu tarım
tarımcı is. 1. Tarım işleriyle uğraşan kimse, ziraatçı. 2. Tarım mühendisi veya teknisyeni, ziraatçı.
tarımcılık, -ğı is. Tarım İşleriyle uğraşma, ziraatçılık.
tarım coğrafyası is. coğ. Beslenme, giyinme vb. gereksinimlerin ve tarımla İlgili verilerin gösterildiği veya konu edildiği coğrafya bilimi.
tarımsal sf. Tarımla ilgili, zirai.
tarif is. (tarif) Ar. ta'rıfl. Tanım. 2. Bir işin yapılış yöntemini açıklama ve belirtme. 3. Bir şeyin bulunduğu yeri, çevre ile ilgisini belirterek açıklama, tarif etmek tanımlamak: "Bu toplantıdan nasıl bir gönül bulantısıyla çıktığımı tarif edemem." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ tarifname, harfitarif
tarife is. (ta:rife) Ar. ta'rife 1. Fiyat gösteren çizelge: Gazino tarifesi. 2. Taşıtların gidiş geliş zamanlarını gösteren çizelge: "Yıpranır ceplerinde tren tarifeleri." -B. Necatigil. 3. İlaç, alet vb. şeylerin nasıl kullanılacağını açıklayan kâğıt, tanıtmalık, prospektüs: Bir ilacın tarifesi.
→ lüks tarife, tam tarife, yarım tarife, gümrük tarifesi
tarifeli sf. Belli bir tarifeye göre olan.
tarifesiz sf Tarifesi olmayan.
tariflendirme is; Tariflendirmek işi.
tariflendirmek (-i) Tarifini yapmak, tarifeye bağlamak.
tarifli sf. Tarifi olan.
tarifname is. (ta:rifna:me) Ar. ta'rıf+ Far. nâme Bir işin yapılışını, bir aletin çalışmasını açıklayan yazı veya broşür.
tarifsiz sf. 1. Tarifi olmayan. 2. Tarif edilemeyen, tarif edilemez: "İstanbul'da Boğaziçi'nde / Bir fakir Orhan Veliyim / Veli'nin oğluyum / Tarifsiz kederler içinde." -O. V. Kanık.
tarih is. (ta:rih) Ar. târih 1. Bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz veya gün: 19 Mayıs 1919, Atatürk'ün Samsun'a ayak bastığı tarihtir. O tarihte memleket karanlık günler yaşıyordu. 2. Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim: "Milletler tarihte fatihlerden fazla adillere bağlıdırlar." -F. R. Atay. 3. Evrensel tarihin herhangi bir bölümünü ele alan anlatı: Yakın Çağ tarihi. 4. Bir konuyu geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatı: "Sen bana bir ata yadigârısın, geçmişin tarihini saklayan kutsal bir tomarsın!" -R. H. Karay. 5. Tarih kitabı: Cevdet Paşa'nın Osmanlı Tarihi. 6. Tarih dersi: "Ertesi gün, tarih imtihanı vardı." -Y. Z. Ortaç, tarih atmak (veya koymak) bir şeyin üzerine tarih yazmak. tarih düşürmek önemli sayılan bir olayın, çoğunlukla nazım biçiminde söylenen sözlerle, ebcet hesabına göre tarihini belirtmek. tarihe geçmek önemi bakımından hiç unutulmayacak bir durum kazanmak, tarihe karışmak unutularak yalnız adı kalmak: "Bir yaş gelir ki ondan sonra ehemmiyet verdiğiniz şeyler tarihe karışmış, yani hayattan çıkmıştır."-A. Ş. Hisar.
→ tarih öncesi, tarih yanılgısı, hicri tarih, miladi tarih, mücevher tarih, doğum tarihi, edebiyat tarihi, son kullanma tarihi, yazın tarihi, fi tarihinde
tarihçe is. (ta:rihçe) Ar. tarih + Far. -çe Bir olay veya nesnenin özet olarak yazılmış tarihi.
tarihçi is. 1. Tarihsel konular üzerinde araştırmalar yapan, tarih kitapları yazan kimse, müverrih. 2. Tarih öğretmeni.
tarihçilik, -ği is. Tarihsel konularda incelemeler yapma işi.
tarihî sf. (tasrihi:) Ar. târihi 1. Tarihsel. 2. Tarihe geçmiş. 3. mec. Unutulmayan, anılma değeri olan: Tarihî bir gün.
→ tarihî coğrafya, tarihî eser, tarihî film, tarihî maddeci, tarihî roman, tarihî tiyatro
tarihî coğrafya is. Coğrafyanın tarihî yönünü ve gelişmesini ele afan ve inceleyen coğrafya kolu.
tarihî eser is. Tarihsel bir konuyu işleyen eser.
tarihî film is. Tarihsel bir konuyu işleyen film.
tarihî maddeci is.fel. Tarihsel özdekçi.
tarihî maddecilik, -ği is. Tarihsel Özdekçilik.
tarihî roman is. ed. Başlıca kişileri ve olayları tarihten alınan roman, tarihsel roman.
tarihî tiyatro is. Tarihsel bir konuyu veya tarihe mal olmuş bir şahsiyeti işleyen tiyatro eseri.
tarihlendirme is. Tarihlendirmek işi.
tarihlendirmek (-i) Tarihini belirtmek, belirlemek.
tarihli sf. Herhangi bir tarihi taşıyan, günlü.
tarih öncesi is. 1. Yazının bulunmasından önceki çağlar. 2. Yazının bulunmasından önceki insan topluluklarının evrimini inceleyen bilim, prehistorya.
tarihsel sf. Tarihe dair, tarihle ilgili, tarihî.
→ tarihsel özdekçi, tarihsel özdekçilik, tarihsel roman
tarihsel Özdekçi is. fel. Tarihsel özdekçilik yanlısı olan kimse.
tarihsel Özdekçilik, -ği is. fel. Toplumsal gelişmenin özdeksel yapıya dayandığını savunan Marksçı görüş.
tarihsel roman is. ed. Tarihî roman.
tarihsiz sf. 1. Tarihi yazılmamış, yazıldığı gün, ay veya yıl belirtilmemiş, günsüz. 2. Uzun bir geçmişi olmayan.
tarih yanılgısı is. Tarihlendirmede yanılgı içinde bulunma, anakronizm.
tarik is. (tari:k) Ar. tarik esk. Yol.
tarikat is. (tarv.kat) Ar. tarikat din b. Aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan, Tanrı'ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri: Mevlevi tarikatı. Bektaşi tarikatı.
tarikatçı is. 1. Tarikatları yaymak ve yaşatmak isteyen, o yolda çalışan kimse. 2. Bir tarikata bağlı olan kimse.
tarikatçılık, -ğı is. Tarikatçı olma durumu.
tariz is. (ta:ri:z) Ar. ta'riz esk. Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. tariz etmek sataşmak, dokundurmak. tarizde bulunmak sözle sataşmak, taşlamak.
tarla is. (ta'rla) 1. Tarıma elverişli olan, sınırlı ve belirli toprak parçası: "Kulübelerinize ve tarlalarınıza ne kadar ûzülseniz yeridir. " -R. E. Ünaydın. 2. Deniz hayvanlarının çok olduğu yer: Midye tarlası. İstiridye tarlası, tarla açmak çalıları, ağaçları, taşları kaldırarak veya ormanlık bölgede ağaç keserek, yakarak bir yeri sürülüp ekilir duruma getirmek, tarlada izi olmayanın harmanda sözü (veya yüzü) olmaz kendini işe vermeyenden, bir iş üretmeyenden hayır gelmez, tarlanın taşlısı, karının (veya kadının) saçlısı kadının saçlısı, tarlanın taşlısı halk arasında daha yeğ tutulur, tarlayı taşlı, kızı kardeşli yerden almalı tarlanın taşlısı, evlenilecek kızın kardeşlisi halk arasında daha yeğ tutulur.
→ tarla faresi, tarla kuşu, tarla sıçanı, tarla tump, bamyatarlası, çeltik tarlası, dalyan tarlası, mayın tarlası
tarla faresi is. zool. Sıçangillerden, 10 cm uzunluğunda, toprağı oyup yuva yapan, ekinlere zarar veren bir fare türü, tarla sıçanı (Microtus arvalis).
tarlakoz is. den. Bir tür küçük manyat ağı.
tarla kuşu is. zool. Tarla kuşugillerden, tarlalarda yuva yapan, uzunluğu 20 cm, sırtı kahverengi, karnı beyaz olan, küçük, ötücü kuş, çayır kuşu, toygar (Alauda arvensis).
tarla kuşugiller ç. is. zool. Ötücü kuşlardan, örnek hayvanı tarla kuşu olan bir familya.
tarlamsı sf. Tarlayı andıran, tarlaya benzeyen, tarla gibi.
tarla sıçanı is. Tarla faresi.
tarlatan is. Fr. tarlatane Bazı giyeceklere sertlik vermek için kullanılan bir tür kumaş.
tarla tump, -bu is. Toprak parçası, toprak seti, yığını: "Tarla tumbu yumuşak / Benim yârım bir uşak." -Halk türküsü.
tarpan is. Fr. tarpan zool. Atgillerden, soyu tükenmiş olan, küçük, çevik bir yaban atı (Equus gmelini).
tarsin is. Ar. tarşin Sağlamlaştırma, tarsin etmek sağlamlaştırmak: "Rusya, Fransa, İngiltere ve Avusturya ile o didintiler olmasaydı eserini daha az bir zamanda tarsin ederek halk karşısında da muvaffak olacaktı." -Y. K. Beyatlı.
tart, -di (I) is. Ar. tard esk. Kovma, çıkarma. tart etmek (veya eylemek) uzaklaştırmak, savmak: "Düşmana birçok zayiat verdikten sonra tecavüzünü tart eylemiştir." -R. E. Ünaydın.
→ tart suçu
tart (II) is. Fr. tarte Kalıpta pişen bir tür meyveli pasta.
tartaklama is. Tartaklamak işi.
tartaklamak (-i) Çekerek ve iterek hırpalamak: "Zabit, onu bir kere daha omzundan tutup şiddetle tartakladı." -R. N. Güntekin.
tartaklanış is. Tartaklanma İşi veya biçimi.
tartaklanma is. Tartaklanmak işi.
tartaklanmak (nsz) Tartaklama işi yapılmak, hırpalanmak: "... didişip durmak, onun tarafından küçümsenip tartaklanmak derdinden de kurtulmuştur." -T. Buğra.
tartaklayış is. Tartaklama işi veya biçimi.
tartak martak zf Kazıp dağıtarak, darmadağın ederek, tartak martak etmek kazıp dağıtmak, darmadağın etmek: "Kalkıp dünya kadar para harcayıp kanalı tartak martak ettirecekler." -S. F. Abasıyanık.
tartar is. Fr. tartare 1. Suda eriyen, alkol ve eterde erimeyen, asit tadında beyaz bir tuz. 2. Şarap tortusu. 3. Diş taşı.
tartarak yenme is. sp. Yağlı güreşte, hasmını kucağına alıp ayaklarını yerden keserek üç adım taşıma veya yarım çember dönüşü durumuna getirerek onu yenik saydırma.
tartarat is. Fr. tartrate kim. Tartarik asit tuzu.
tartarik, -ği sf. Fr. tartarique kim. Yapısında iki alkol ve iki asit bulunan madde.
→ tartarik asit
tartarik asit, -di is. kim. Pastacılıkta, kumaş basmacılığında, bazı içkilerin hazırlanmasında, fotoğrafçılıkta kullanılan, izomerli kristal organik birleşik (C4H606).
tartı is. 1. Tartma işi veya biçimi. 2. Ağırlık: Bunun tartısı belli değil. 3. Tartma aleti, çeki. 4. mec. Oran, ölçü, karar. 5. den. Yelkenleri indirip kaldırmaya yarayan ip.
tartıcı is. Tartmakla görevli kimse,
tartıl sf. kim. Tartıya dayanan: Tartıl çözümleme.
tartılı sf 1. Tartılmış. 2. mec. Ölçülü, dengeli: Tartılı bir davranış. Tartılı bir söz.
tartılış is. Tartılma İşi veya biçimi.
tartılma is. Tartılmak işi.
tartılmak (nsz) 1. Tartma işi yapılmak veya tartma işine konu olmak. 2. Kendini tartmak.
tartım is. müz. Ritim.
tartımlı sf. Dizemli.
tartmışız sf. Dizemsiz.
tartısız sf 1. Tartılmamış. 2. mec. Ölçüsüz, dengesiz: Tartısız bir iş.
tartış is. Tartma işi veya biçimi.
tartışılma is. Tartışılmak işi.
tartışılmak (nsz) Tartışma işi yapılmak: "Aileyi ilgilendiren bir konu tartışılırken amcasına bütün ömründe ilk ve son defa bağırıvermişti." -T. Buğra.
tartışma is. 1. Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunma: "Karşısındakilerin tartışmaları çabuk bıraktıklarına da dikkat etmedi. " -T. Buğra. 2. Ağız kavgası, münakaşa: "Belki de komşulardan çekindiğinden tartışmayı kesmek gereğini duyuyor." -H. Taner. 3. ed. Bir sorun üzerine sözle veya yazılı olarak karşılıklı, bazen de sertçe savunma: "Bir yazarın eserim anlamak için onun kişiliği üzerine bilgi edinmek gerekir mi sorunu öteden beri edebiyatçılar arasında geniş tartışmalara yol açmıştır." -A. Ş. Hisar, tartışma götürmek (veya götürmemek) bir konu tartışmaya açık olmak (veya olmamak): "İki yandan gelen arabaların orada yolu tıkadığı tartışma götürmez." S. Birsel, tartışmaya girmek münakaşa etmeye başlamak: "Ateşli tartışmalara girdiği zaman bile ölçüyü kaçırmazdı." -H. Taner.
→ toplu tartışma
tartışmacı is. Bir konu ile ilgili ayrı görüşleri savunan kimselerin her biri: "Kamburunu gittikçe daha çıkararak tartışmacıları suspus eder." -S. Birsel.
tartışmacılık, -ğı is. Tartışmacı olma durumu.
tartışmak (nsz, -le) 1. Bir konu üzerinde, birbirine ters olan görüş ve inançları karşılıklı savunmak. 2. Ağız dalaşı yapmak, münakaşa etmek: "Usta da ben de tartışmak istemedik adamla." -N. Cumalı. 3. sp. Güreşte karşı karşıya durum alıp elle birbirini yoklayarak zayıf yanlarını aramak.
tartışmalı sf. 1. Tartışma yapılan: Tartışmalı oturum. 2. Tartışılmakta olan, kesinleşmemiş: Tartışmalı bir sorun.
tartışmasız sf. Tartışma götürmez.
tartma is. 1. Tartmak işi. 2. sp. Güreşte rakibi kucağa alıp ayağını yerden kesme. 3. hlk. Baş örtüsü, yemeni, tartma tartmak baş örtüsü takmak: "Bayanlar sırtlarına toza, yağa dayanır birer takım giydiler, başlarına da birer tartma tarttılar, ... fabrikaya gittiler." -M. Ş. Esendal.
tartmak, -ar (-i) 1. Bir şeyin birim cinsten ağırlığını bulmak. 2. Bir şeyi avuç içinde sallayarak ağırlığını kestirmeye çalışmak. 3. Binek hayvanlarının dizginlerini çekmek: "Süvari daima dizginleri tartıp kısrağı zapta muktedir olduğunu ihsas etmeli." -Ö. Seyfettin. 4. mec. Bir şeyin bütün sonuçlarını düşünmek, hesap etmek: "Bu kelimenin manasını tamamıyla tarta marta söylemiş olduğunu anlattı." -H. C. Yalçın. 5. mec. Dikkatle incelemek, değer biçmek: "Başını ellerinin içine alarak evvela kendini bir tartmak istedi." -P. Safa.
tart suçu is. Disiplin suçuyla belli süreler için okuldan veya meslekten uzaklaştırılma.
tarttırma is. Tarttırmak işi.
tarttırmak (-i, -e) Tartma işini yaptırmak.
tartura is. (tartu'ra) Çıkrıkçı çarkı.
tarumar sf. (ta:ru:ma:r) Far. târ mür esk. Dağınık, karışık, perişan, tarumar etmek dağıtmak, karıştırmak, perişan etmek: "Cemiyetin kuruluşunu tarumar etmek için doğmuş bir ihtilalci gibi tasarlıyordu." -P. Safa. tarumar olmak dağılmak, karışmak, perişan olmak: "Sen gittin soframız oldu tarumar. " -C. S. Tarancı.
tarz is. Ar. tarz 1. Özel oluş veya davranış biçimi, üslup, stil: "Şimdi beni meraka düşürmek suretiyle yine aynı zevki başka tarzda çıkarmakla meşgul..." -R. H. Karay. 2. Bir kimse için özel anlatım biçimi: "Bu tarzda konuşmak doğru olmaz." -S. F. Abasıyanık. 3. ed. Güzel sanatlarda üslup, stil: Gotik tarzda bir yapı. Nedim tarzında bir gazel.
→ görüş tarzı, hayat tarzı, terekküp tarzı
tarziye is. Ar. tarziye esk. Yapılan kötü bir davranış için Özür dileme, gönül alma: "Arkadaşım namına Refik Bey'den gayet kuvvetli bir tarziye isterim." -R. N. Güntekin. tarziye vermek gönül almaya çalışmak, özür dilemek: "Yüzüme bakmadan bana tarziye verdi." -R. N. Güntekin.
tas is. Ar. tas 1. Genellikle içine sulu şeyler konulan metal vb.nden yapılmış kap. 2. sf Bu kabın alacağı miktarda olan: İki tas pirinç. 3. Başa giyilen metal koruyucu: "Tulumbacılar yangınlarda başlarına kalaylı taslar giyerler." -S. Birsel, tas gibi 1) saçsız, dazlak; 2) çok düz, açık.
→ tas kebabı, tas tarak, el tası, hamam tası, kafatası, karıntası, sefer tası, su tası, tıraş tası
tasa is. 1. Üzüntülü düşünce durumu, kaygı, endişe, gam: "Gazeteleriniz sürüm tasasına kapıldılar mı, hemen İstanbul'un nabzını tutarlar." -F. R. Atay. 2. psikol. Tatmin edici olmayan veya tedirgin eden durumların ortaya çıkmasını önleyebilmede, güvensizlik içinde bulunulduğunda duyulan tedirgin edici duygu, tasa çekmek kaygılanmak, üzüntü içinde olmak, üzülmek, tasa etmek üzülmek, kaygıya kapılmak, tasası sana mı düştü? "sen kanşma, seni ilgilendirmez" anlamlarında kullanılan bir söz: "Sonra, dedim, bunun tasası sana mı düştü?" -M. Ş. Esendal.
tasalarıma is. Tasalanmak işi.
tasalanmak (-e) Bir şeyi kendine tasa etmek, üzülmek, kaygılanmak, endişelenmek: "Seni denize düştü sandı da tasalandı." -B. Felek.
tasalı sf. Tasası olan, kaygılı: "Bulutlu, tasalı gözlerle önüne bakıyordu, fazla bir şey söylemiyordu." -H. E. Adıvar.
tasallut is. Ar. tasallut esk. 1. Musallat olma, saldırma. 2. Sarkıntılık, tasallut etmek sarkıntılık etmek.
tasallüp, -bü is. Ar. taşallubfız. esk. Katılaşma.
tasannu is. (tasannu:) Ar. tasannu' esk. Bir şeyi olduğundan daha değerli gösterme, yapmacık.
tasar is. Bir iş, bir düşünce sırasını, düzeyini gösteren resim, yazı, plan.
→ tasar çizim, ön tasar
tasar çizim is. 1. Bir sanat eserinin, yapının veya teknik ürünün ilk taslağı, desen, dizayn. 2. Bir araştırma sürecinin çeşitli dönemlerinde izlenecek yol ve işlemleri tasarlayan çerçeve, dizayn.
tasar çizimci is. Tasar çizimleri hazırlayan uzman.
tasarı is. 1. Olması veya yapılması istenen bir şeyin zihinde aldığı biçim, proje: "Kafamdaki hayaller ve tasarılar epeyce açık saçık şeylerdi." -H. E. Adıvar. 2. huk. Hukuki bir işlemin, o işlemi yapmakla yetkili kurul veya organ önüne getirildiği andaki durumu, üstünde görüşme ve oylama yapılabilir durumdaki metin, layiha: "Bütçe Kanunu tasarısı üzerine yazdığım bir yazı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ tasarı geometri, kanun tasarısı, yasa tasarısı
tasarı geometri is. mat. Uzaydaki tasavvur edilmiş biçimleri İz düşümleriyle gösteren geometri.
tasarım is. 1. Zihinde canlandırılan biçim. 2. Tasar çizim, dizayn: Kentsel tasarım. Çevre tasarımı. 3.fel. Daha önce algılanmış olan bir nesne veya olayın bilinçte sonradan ortaya çıkan kopyası.
→ ilk tasarım
tasarımcı is. Tasarım yapan kimse.
tasarımcılık, -ğı is. Tasarımcı olma durumu.
tasarımlama is. Tasarımlamak işi.
→ yemden tasarımlama
tasarımlamak (-i) Bir şeyin biçimini zihinde canlandırmak, tasavvur etmek, dizayn etmek.
tasarımlanma is. Tasarımlanmak durumu.
tasarımlanmak (nsz) Tasarımlama işi yapılmak, dizayn edilmek.
tasarımlı sf. Tasarımlanmış, zihinde canlandırılarak biçim verilmiş, edimsel karşıtı.
tasarlama is. Tasarlamak işi: "Ama tasarlamaların yaman olduğunu biliyoruz." -F. R. Atay.
tasarlamak (-i) 1. Bir şeyin nasıl gerçekleşebileceğini düşünmek, zihinde hazırlamak: "Oğlan tasarladığı planında muvaffak olamadı. " -H. Taner. 2. Bir taşın, bir ağacın kaba bölümlerini, çıkıntılarını almak.
tasarlanış is. Tasarlanma işi veya biçimi.
tasarlanma is. Tasarlanmak işi.
tasarlanmak (nsz) Tasarlama işi yapılmak.
tasarlayış is. Tasarlama İşi veya biçimi.
tasarruf is. Ar. tasarruf 1. Bir şeyi istediği gibi kullanma yetkisi, kullanım: "Vücudum artık irademin tasarrufundan çıkmıştı." -R. N. Güntekin. 2. ekon. Tutum. 3. ekon. Para biriktirme, artırım, tasarruf etmek 1) bir malın sahibi olmak, onu istediği gibi kullanmak; 2) bir şeyi dikkatli ve idareli kullanmak; 3) para biriktirmek: "Böylece temizleyici giderlerinden tasarruf ettiklerini sanırım." -H. Taner.
→ tasarruf bonosu, zorunlu tasarruf
tasarruf bonosu is. ekon. Maaş gibi kazançlarla bazı satışlarda devletin borçlanması yolu ile yapılan kesintiye karşılık verilen ve üzerinde faiz kuponlan bulunan senet.
tasarrufçu is, Birikimci.
tasarrufçuluk, -ğu is. Birikimcilik.
tasarruflu sf. 1. Parasını ölçülü, dikkatli harcayan: Tasarruflu insan. 2. Az masraflı: Tasarruflu yaşayış.
tasasız sf. 1. Tasası, derdi olmayan, kaygısız. 2. Hiçbir şeyi kendine dert edinmeyen. 3. zf. Hiçbir şeyi kendine dert edinmeden, tasasız olmak dertsiz olmak: "Hepsinin tasasız olduğu ... hepsinin birbirini az çok tanıdığı anlaşılıyordu." -Y. K. Beyatlı.
tasasızlık, -ğı is. Tasasız olma durumu.
tasavvuf is. Ar. tasavvuffel. 1. Tanrı'nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akım: "Bu dil derindir ve birçok tasavvuf deyimleri ile zengindir de!" -F. R. Atay. 2. din b. Kur'an'da önerilen ve peygamberin hayatında uygulamaları görülen hayat tarzını yaşama gayreti, İslam gizemciliği.
tasavvufi sf. (tasavvu.fi) Ar. tasavvufi Tasavvufla ilgili, tasavvufa ait: Tasavvufi Türk edebiyatı.
tasavvur is. Ar. tasavvur 1. Göz Önüne getirme, hayal etme, zihinde bir kişilik kazandırma. 2. Tasarım. 3. Düşünce, amaç, niyet, maksat, plan: "Bütün bu tasavvurlar iskambilden bir kule gibi bir anda yıkılıvermişti." -H. Taner, tasavvur etmek zihinde canlandırmak, göz önüne getirmek: "Yaya kaldırımlarım tasavvur ettiği kadar kalabalık bulmadı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
tasdi is. (tasdi:) Ar. tasdi' esk. Can sıkma, baş ağrıtma, tedirgin etme.
tasdik is. (tasdik) Ar. tasdik 1. Doğrulama. 2. Onay, onaylama, tasdik edilmek onaylanmak. tasdik etmek 1) doğrulamak: "Bütün kadınlar da bu iki şahidi tasdik ettiler." -A. Gündüz. 2) onaylamak, tasdik ettirmek onaylatmak.
→ tasdikname
tasdikli sf, 1. Onaylanmış. 2. Doğrulanmış, geçerli, onaylı, tasdik edilmiş.
tasdikname is. (tasdikna:me) Ar. tasdik + Far. nâme 1. Verilen onayı gösteren belge. 2. Okulunu bitirmeden ayrılan öğrenciye okul yönetimi tarafından verilen, son öğrenim düzeyini gösteren belge. 3, Başka bir öğrenim kurumuna geçen öğrenciye okul yönetimi tarafından verilen, son öğrenim düzeyini gösteren belge: "... tasdiknamesini tutuşturup yürütüyorlar başka bir okula." -Y. Z. Ortaç.
tasdiksiz sf. 1. Onaylanmamış. 2. Doğrulanmamış.
tasfiye is. Ar. tasfiye 1. Arıtma, ayıklama, temizleme. 2. db. Özleştirme: Dilde tasfiye. 3. tic. Bir ticaret kuruluşunun batması, kapanması vb. sebepler üzerine hesapların kesilmesi, alacaklılara, ortada kalan mal ve paradan paylarına düşen miktarın verilmesi, likidasyon. 4. mec. Türlü sebeplerle birçok kimsenin görevine son verme, tasfiye etmek 1) arıtmak, temizlemek: "Biz lisanımızı tasfiye ediyoruz, yeni kelimeler buluyor, bulamazsak gelişigüzel uyduruyoruz." -R. H. Karay. 2) bir ticaret kuruluşunu kapatmak; 3) yok etmek, ortadan kaldırmak: İmparatorluğu tasfiye etmek. 4) işine son vermek.
→ tasfiyehane
tasfiyeci is. 1. Herhangi bir toplumsal olgudan yabancı öğelerin ayıklanması taraftan olan kimse. 2. db. Özleştirmeci.
tasfiyecilik, -ği is. 1. Tasfiyeci olma durumu. 2. Özleştirmecilik.
tasfiyehane is. (tasfıyeha:ne) Ar. tasfiye + Far. hâne Rafineri.
tasgir is. (tasgiır) Ar. tasgir esk. Küçültme, ufak duruma getirme.
tashih is. (tashi:h) Ar. tashih Düzeltme, düzelti: "Ancak bir ehemmiyetsiz noktayı tashihe lüzum görüyoruz." -R. N. Güntekin. tashih etmek düzeltmek, doğrultmak: "Yüzünü, hâl ve tavırlarım aynadan bakarak tashih etmeye çalışırdı." -S. F. Abasıyanık.
→ tashihikarar
tashihikarar is. (tashi:hikarar) Ar. tashih + karâr huk. Kararın düzeltilmesi.
tasım is. man. Doğru olarak kabul edilen iki yargıdan üçüncü bir yargı çıkarma temeline dayanan bir uslamlama yolu, kıyas: Taşlar katı olur, mermer bir taştır, şu hâlde mermer katıdır uslamlaması bir tasımdır.
→ astasım, çok tasım, ön tasım
tasımlama is. 1. Tasımlamak işi. 2. Bir konuyu, nesneyi zihinde biçimlendirme, tasmim.
tasımlamak (-i) Bir işin tasarısını hazırlamak, tasmim etmek.
tasımsal sf. Tasımla ilgili.
tas kebabı is. 1. Yağsız kuşbaşı etlerin üzerine tas kapatılıp pirinç, soğan, patates vb. malzeme ile hazırlanan bir tür yemek. 2. İnce doğranmış soğanın kuşbaşı etle salça, karabiber ve patatesle birlikte kısık ateşte pişirilmesi ile hazırlanan bir yemek türü.
taslak, -ğı is. 1. Bir şeyi, bir sanat veya edebiyat eserini ana çizgileriyle, türlü bölümleriyle belirten ön çalışma, eskiz: "Evet diye devam ettim, hikâyen henüz taslak hâlinde." -R. H. Karay. 2. mec. Herhangi bir konuda başaramayacağı bir işe girişen veya kendini o işin ustası olarak kabul ettirmeye çalışan kimse.
→ kabataslak
taslama is. Taslamak işi.
taslamak 1. Kendinde olmayan bir değeri varmış gibi göstermek: "Düne kadar kibir onların, büyüklük taslamak onların." -N. Cumalı. 2. (-i) Taşçılıkta bir taşın kaba bölümlerini, çıkıntılarını almak. 3. Ciltçilikte hazırlanmış kitap kapağının cilt beziyle kaplanması ve kapağın yan kağıdıyla birleştirilmesi. 4. hlk. Gözetlemek, gizlice izlemek.
tasma is. 1. Bazı hayvanların boynuna takılan, bu hayvanları bir yere bağlamaya, çekip götürmeye yarayan kemer biçiminde bağ: "Bir adam yanaştı, tasmasından tuttuğu güzel bir koyunu gösterdi." -B. Felek. 2. Nalın ve terliğin ayağı tutan üstteki meşin bölümü.
tasmim is. (tasmim) Ar. taşmim esk. Tasımlama. tasmim etmek tasımlamak.
tasni is. (tasni:) Ar. tasni' esk. 1. Yapma, suni. 2. Düzme, uydurma, yakıştırma. 3. fel. Yapıntı.
tasnif is. (tasni:f) Ar. tasnif Bölümleme, sınıflama. tasnif etmek bölümlemek, sınıflamak: "Her akşam bana saatlerce ut çalıyor, gevezelik ediyor, komşu kızlarım tasnif ediyor." -A. Gündüz.
→ tipolojik tasnif
tasnifleme is. Tasniflemek İşi veya durumu.
tasniflemek (-i) Tasnif etmek.
tasrif is. (tasri'.f) Ar. tasrif dbl. esk. Çekim. tasrif etmek çekmek, çekimlemek.
→ fiil tasrifi
tasrih is. (tasr'v.h) Ar. tasrih esk. Açık söyleme, belirtme, tasrih etmek açıkça belirtmek: "Bunların hudutlarını iyi tasrih edememekle beraber ... eniştemizin kanaatlerine de sirayet etmiş olduğu görülüyordu." -A. Ş. Hisar.
tastamam sf. (ta'stamam) Çok uygun, tıpatıp.
tas tarak, -ğı is. Ufak tefek eşya. tası tarağı toplamak tkz. gitmek üzere bütün eşyasını toplamak: "Büyükada'da misafir akınından kaçan ev sahipleri gibi tası tarağı toplamışlar, civardaki dağlara kaçmışlar." -R. N. Güntekin.
tastir is. Ar. tastır Yazı yazma, satır dizme. tastir etmek 1) satır biçiminde dizmek; 2) yazmak: "Yazılarında ölümü, hazin bir şiir olarak tastir ederdi." -O. S. Orhon.
tasvip, -bi is. (tasvi:p) Ar. taşvib esk. Bir düşünce veya davranışın doğru olduğunu belirtme, onama, uygun bulma, tasvip etmek bir düşünce veya davranışın doğru olduğunu belirtmek, onamak, uygun bulmak: "... uykusuz geceler geçiyor, yaptığı planı Alman askerî komisyonu derhâl tasvip ediyor." -R. H. Karay, tasvip görmek birinin bir düşünce ve davranışı uygun, yerinde bulunmak.
tasvir is. (tasvv.r) Ar. tasvir esk. 1. Betimleme: "Bu, Salihli sokaklarında tasvire sığmaz bir kargaşalık ve vaveyla idi." -M. Ş. Esendal. 2. ed. Betim. 3. hlk. Resim, tasvir etmek 1) betimlemek: "Onun hayatını tasvir eden bir kitap elime geçti." -S. F. Abasıyanık. 2) resmini yapmak, tasvir gibi çok güzel (kimse): "... beyim, dadılar, tayalarla şımartılmış, kuş sütüyle beslenmiş, beyaz, tüysüz, oğlandan çok kıza yakın, tasvir gibi bir civan." -H. Taner.
tasvirci is. Betimlemeci.
tasvircilik, -ği is. Tasvirci olma durumu, betimlemecilik.
tasvirî sf. (tasvi:ri:) Ar. tasviri esk. Tasvir niteliğinde olan, tasvirle ilgili, betimlemeli, betimsel, deskriptif.
→ tasvirî dil bilgisi, tasvirî fiil
tasvirî dil bilgisi is. dbl. Betimsel dil bilgisi.
tasvirî fiil is. dbl. Zarf-fiil ekiyle oluşturulan birleşik fiil.
-taş bk. -daş / -deş vb.
taş is. 1. Kimyasal veya fiziksel durumu değişiklikler gösteren, rengini içindeki maden, tuz ve oksitlerden alan sert ve katı madde: Kireç taşı. Oltu taşı. 2. sf. Bu maddeden yapılmış, bu maddeden oluşmuş. 3. Bazı yerlerde ve işlerde kullanılmak için bu maddeden özel olarak hazırlanmış malzeme: "Ertesi günü kaldırıp Karacaahmet'e gömdüler, bir taş diken olmadı." -M. Ş. Esendal. 4. Yapı işlerinde kullanılmak için bu maddeden hazırlanmış malzeme: "Tophane yukarılarında taştan bir binada oturuyordu." -S. F. Abasıyanık. 5. Mücevherlerde kullanılan yüksek değerli cevher: Bu küpenin taşları o kadar temiz değil. 6. Dama, domino vb. oyunlarda kullanılan metal, kemik, plastik veya tahta parçalardan her biri. 7. Bazı organların içinde, özellikle idrar kesesi vb.nde oluşan, türlü biçim ve hacimdeki katı madde. 8. jeol. Bazı kütlelerden kopan veya koparılan parça. 9. mec. Üstü kapalı bir biçimde söylenen iğneleyici söz, tariz. taş atmak dolaylı olarak birine dokunacak bir söz söylemek: "ikide birde bana bunun için taş atıyordu." -R. N. Güntekin. taş attın da kolun mu yoruldu? (veya taş atıp kolu yorulmak) bir kazancın hiç yorulmadan sağlandığını anlatan bir söz: "Taş atıp kolunuz yorulmadan üstüne konduğunuz paranın nasıl kazanıldığını bir yazarsak görürsünüz." -H. E. Adıvar. taş çatlasa en fazla: "Bunlardan en iyisini taş çatlasa konakta iki aydan fazla tutamazdı." -R. N. Güntekin. (birine) taş çıkartmak (veya çıkarmak) biri ötekinden özellik, yetenek vb. bakımından üstün olmak: "Bazen hayattaki olaylar da yerli film senaryolarına taş çıkartacak kadar dramatik olabiliyor." -H. Taner, taş düşürmek böbrekte oluşan kum ve taşlan vücuttan atmak, taş gibi 1) çok sert, çok katı; 2) çok sağlam; 3) hareketsiz: "Ben olduğum yerde taş gibi donup kaldım. " -R. N. Güntekin. 4) vücudu diri, taze (kadın), taş kesilmek 1) çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilememek; 2) sesini çıkaramaz olmak: "Hayvan sanki taş kesilmiş ve kulaklarım dimdik dikmişti." -O. C. Kaygılı, taş kırdırmak böbrek taşlarını çeşitli yollarla parçalara ayırarak vücuttan atmak, taş koymak engelleyecek biçimde davranmak: "Damadım hakkında kötü şeyler düşünmeni, bu işe taş koymanı istemiyorum. " -O. Kemal, taş sürmek satranç, dama, domino vb. oyunlarda taşlardan birini oynatmak, taş taş üstünde bırakmamak baştan başa yıkıp yerle bir etmek: "Kaçsan da kaç para eder? Sana, köyde taş taş üstünde bırakmayacak diyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. taş yağar kıyamet koparken telaşlı ve tehlikeli zamanları anlatan bir söz. taş yerinde ağırdır herkesin, her şeyin kendi çevresinde önem taşıdığını anlatan bir söz. taşa çekmek bileği taşında kılağılamak, taşa tutmak 1) üst üste taş atmak, aralıksız taşlamak; 2) tek. zımparalamak amacıyla çok hızla dönen bileği taşına hafifçe dokundurmak, pürüzlerini almak, düzgünleştirmek. taşı gediğine koymak gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söyleyerek karşısındaki kimseyi susturmak, zekice davranmak: "Fırsat çıkmışken kim bilir hangi uzak meseleden tutturup taşı gediğine koymak ve tenkit etmiş olmak için, kaplarına sığamıyordu." -M. Ş. Esendal. taşı ölçeyim hlk. kırık, ezik, yara vb. durumlar anlatılırken bir kimsenin vücudu üzerinde yer gösterildiğinde "benden uzak olsun" anlamında söylenen bir söz. taşı sıksa suyunu çıkarır birinin vücutça çok güçlü olduğunu belirtmek üzere söylenen söz: "Aslan gibidir maşallah, taşı sıksa suyunu çıkarır, diyor." -A. İlhan.
→ taş arabası, taş bademi, taş balığı, taş baskı, taş basmacı, taş basması, taş bebek, taş bilimi, taş bina, taş böceği, Taş Devri, taş dolgu, taş döşeme, taş ekmek, taş îliği, taş kalpli, taş kömürü, taş küre, taş levreği, taş mantarı, taş nanesi, taş ocağı, taş pamuğu, taş pudra, taş sarımsağı, taş tahta, taş toprak, taş yağı, taş yuvarı, taş yürekli, beştaş, buzul taş, Cilalı Taş Devri, dağ taş, damla taş, dikili taş, dokuztaş, kayağan tas, kesme taş, moloz taş, pamuk taşı, püskürük taş, sesli taş, tektaş, üçtaş, yalancı faş, yaprak taş, Yontma Taş Devri, alçı taşı, alüminyum taşı, anahtar taşı, Ankara taşı, aşı taşı, atlama taşı, ayna taşı, bakır taşı, balgam taşı, bileği taşı, binek taşı, böbrek taşı, cehennem taşı, çakıl taşı, çakmak taşı, dama taşı, damla taşı, değirmen taşı, denek taşı, denge taşı, diş taşı, dolan taşı, Eskişehir taşı, etek taşı, fal taşı, gaz taşı, göbek taşı, gök taşı, göz taşı, Hacıbektaş faşı, hava taşı, hece taşı, inci taşı, işitme taşı, Kadıköy taşı, kaldırım taşı, kan taşı, kapak taşı, katran taşı, kaymak taşı, kaynaç taşı, kazan taşı, kilit taşı, kilometre taşı, kireç taşı, kösele taşı, köşe taşı, kum taşı, lacivert taşı, litografya taşı, lüle taşı, malı taşı, Malta taşı, meteor taşı, mezar taşı, mihenk taşı, mola taşı, musalla taşı, Necef taşı, ocak taşı, oksidiyon taşı, Oltu taşı, paket taşı, panzehir taşı, parke taşı, ponza taşı, raspa taşı, sabır taşı, sabun taşı, satranç taşı, Seylan taşı, sınır taşı, sutaşı, sünger taşı, süt taşı, şap taşı, şimşek taşı, temel taşı, teslim taşı, ustura taşı, uzay taşı, üzengi taşı, yağ taşı, yapı taşı, yılan taşı, yıldız taşı, zımpara taşı
taşak, -ğı is. kaba Er bezi, erkeklik bezi, haya.
taşaklı sf 1. Taşağı olan. 2. mec. Sözünü geçirir, tuttuğunu koparır, yiğit.
taş arabası is. argo Aptal, sersem.
taş bademi is. bot. Kabuğu çok sert bir tür badem.
taş balığı is. zool. Gölge balığıgillerden, Akdeniz'de yaşayan, vücudu yassı, pullu, eti lezzetli bir balık, işkine (Sciaena umbra).
taş baskı is. Taş basması: "Taş baskı ile renk verilirdi resimlere." -Y. Z. Ortaç.
taş basmacı is. Taş basması ile uğraşan kimse.
taş basması is. 1. Kalkerli taş yüzeyine sert bir cisimle kazındıktan sonra basılmış olan yazı, resim, litografya: "Masanın üstünde Lahur'da çıkan taş basması bir gazeteye bakıyorum." -F. R. Atay. 2- Bu basım yöntemi.
taş bebek, -ği is. Genellikle alçı vb.nden yapılmış oyuncak bebek, taş bebek gibi çok güzel fakat genellikle soğuk ve donuk (kadın).
taş bilimi is. jeol. Taşların yapısını inceleyen bilim, litoloji, petrografi, petroloji.
taş bina is. Taştan yapılan bina.
taş böceği is. zool. Kabuğu katır boncuğuna benzeyen bir yumuşakça (Cypraea).
taşçı is. Taş yontan, satan veya taş ocağından taş çıkaran kimse.
→ taşçı tarağı
taşçıl sf. 1. Taşı andıran, taş gibi. 2. bot. Taşlar ve kayalar üzerinde veya taşlı topraklarda yetişen.
taşçılık, -ğı is. 1. Taşçı olma durumu. 2. Her türlü yapıda kullanılacak taşları kesme, biçimlendirme sanatı.
taşçı tarağı is. Mozaik sıvayı taramak için kullanılan dişli çelik kalem.
Taş Devri is. 1. tor. İnsanın ortaya çıkışı ve taştan araçlar yapmasından başlayarak kalkolitiğin sonuna kadar geçen tarih öncesi dönem. 2. mec. Bir şeyin henüz gelişmemiş, ilkel durumu: "Açıkçası matbaacılığımız Taş Devrinde idi." -Y. Z. Ortaç.
→ Cilalı Taş Devri, Yontma Taş Devri
taş dolgu is. Taş ile yapılmış dolgu.
taş döşeme is. Geniş yüzeyli taşlarla yapılmış döşeme.
taş ekmek, -ği is. İçi taş döşeli fırında pişmiş olan ekmek.
taşemen is. zool. Taşemengillerden, suda yaşayan, çok ilkel yapılı omurgalı hayvan (Petromyzon).
taşemengiller ç. is. zool. Taşemenleri içine alan, yuvarlak ağızlı omurgalı hayvanlar familyası.
taşeron is. Fr. tâcheron Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten kendi üzerine alan ikinci müteahhit.
taşeronluk, -ğu is. Taşeronun yaptığı iş.
taşıl is. Fosil.
→ taşıl bilimi
taşıl bilimi is. jeol. Taşıllara dayanarak jeolojik devirlerde yeryüzünde yaşamış varlıkları, yerin geçmişini inceleyen bilim dalı, paleontoloji.
taşıllaşma is. jeol. Taşıllaşmak İşi, fosilleşme.
taşıllaşmak (nsz) 1. Taşıl durumuna gelmek, fosilleşmek. 2. mec. Düşünme gücünü yitirmek.
taşıllı sf. İçinde taşıl bulunan, fosilli.
taşım is. Kaynama sırasında taşma.
taşıma is. Taşımak işi. taşıma su ile değirmen dönmez işi yapacak olanda yeteri kadar güç bulunmadıkça başkalarının küçük katkılarıyla sürekli ve büyük bir iş yürütülemez.
→ aktif taşıma, toplu taşıma
taşımacı is. Başkalarının eşyasını İstenilen yere taşımayı sağlayan kimse, nakliyeci, nakliyatçı.
taşımacılık, -ğı is. İnsan, mal vb.nin çeşitli araçlarla bir yerden bir yere taşınması İşi, nakliyecilik, nakliyat, transport.
→ toplu taşımacılık
taşımak (-i) 1. Bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere götürmek: "Hastayı ekseriya yakın kasabaya kadar sırtta taşırlardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Üstünde bulundurmak: "Boynunda asılmış gümüş bir köstek taşırdı." -Y. K. Beyatlı. 3. (-i) Bir nesnenin ağırlığını yüklenmek: "Değirmenin üstünde ise değirmen koluyla birleşen çarkı taşıyan bir çanak bulunur." -S. Birsel. 4. Boru, kanal vb. ile sıvı maddeleri bir yerden başka bir yere aktarmak. 5. Giymek: "Devlet üniforması taşıyordu." -H. Taner. 6. Sahip olmak, özellik olarak bulundurmak. 7. mec. Katlanmak, üstlenmek, yüklenmek, çekmek. 8. mec. Duymak, hissetmek: "İçlerinde her şeye karşılık bir suçluluk duygusu taşırlar. " -T. Dursun K.
taşımalı eğitim is. İlköğretim öğrencilerini köy vb. yerleşim yerlerinden okulun bulunduğu daha büyük merkezlere araçlarla götürüp getirerek yapılan eğitim.
taşımlık zf. Taşacak kadar: Sütü bir taşımlık kaynattı.
taşımsı sf. Taşsı.
taşınabilir is. huk. Taşınır.
taşınır sf. 1. Taşınabilen (eşya). 2. is. huk. Para, çek, senet, tahvil vb. değerli kâğıt, taşınabilir, menkul.
→ taşınır değer
taşınır değer is. Senet, bono, tahvil, hisse senedi vb. belge.
taşınış is. Taşınma İşi veya biçimi.
taşınma is. Taşınmak işi.
taşınmak (nsz) 1. Taşıma İşi yapılmak. 2. (-den) Başka bir yere gitmek, göçmek: "Evi gezdim pek beğendim, ne yapıp yapıp oraya taşınmalıyız." -P. Safa. 3. (-e) Bir yere sık sık gitmek: Bir ay mahkemeye taşındı.
taşınmaz sf. 1. Taşınamayan. 2. huk. Ev, tarla vb. taşınamayan (mülk), gayrimenkul.
taşıntı is. coğ. Sel suları ile taşınmış taş, toprak.
taşırma is. Taşırmak işi.
taşırmak (-i) 1. Taşmasına yol açmak: "Kınanın akşamdan yoğrulup ellere ve ayaklara taşırmadan, çizgileri aşmadan sürülmesi lazımdır." -R. H. Karay. 2. mec. Sabrını tüketmek.
→ aşırı taşırı, süttaşırmaz
taşıt is. Taşıma aracı, vasıta.
→ açık taşıt, motorlu taşıt, hava taşıtı
taşıtçı is. 1. Taşıt kullanan kimse, sürücü. 2. Taşıt yapan, satan veya onaran kimse.
taşıtma is. Taşıtmak işi.
taşıtmak (-i, -e) Taşıma işini yaptırmak: "Bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum." -M. Ş. Esendal.
taşıyıcı is. 1. Taşıma işini yapan kimse veya şey. 2. Ücretle yük taşıyarak geçinen kimse, yükçü, hamal. 3. tıp Kendisi hastalığa yakalanmaksızın o hastalığın sebebi olan mikrobu taşıyan kimse veya hayvan, portör.
taşıyıcılık, -ğı is. Taşıyıcı olma durumu.
taşıyış is. Taşıma işi veya biçimi.
taşikardi is. tıp Kalp atışının dakikada en çok 90 olan normal atışını aşması.
taş iliği is. Taşların yapraklar durumunda ayrılmasını sağlayan ara katmanı.
taşizm is. Fr. tachisme Lekecilik.
taş kalpli sf. Acımasız, merhametsiz, taş yürekli: "Niçin diye sormadım, çünkü o, benim kadar taş kalpli değildi." -O. Kemal.
taş kalplilik, -ği is. Taş kalpli olma durumu.
taşkın sf. 1. Taşmış bir durumda olan. 2. is. Su baskını, seylap, feyezan. 3. mec. Aşırı: "Bu yüz neşeli değil, taşkın denecek kadar mutlu idi." -T. Buğra.
→ su taşkını
taşkınca sf. (taşkı'nca) 1. Biraz taşkın. 2. zf. Taşkın, aşırı bir biçimde.
taşkınlık, -ğı is. Taşkın olma durumu veya taşkınca davranış: "Başkalarını dertleriyle üzmekten, iaşkınlıklanyîa rahatsız etmekten kaçınır." -N. Cumalı.
taşkıran is. Taşkıran otu.
→ taşkıran çiçeği, taşkıran otu
taşkıran çiçeği is. bot. Taşkırangillerden, 2500 m'den yukarı yerlerde sert kayaları yarıp yetişen bir çiçek (Leontopodium alpinum).
taşkırangiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, örnek bitkisi taşkıran otu olan bir familya.
taşkıran otu is. bot. Taşkırangillerden, bazı türleri süs bitkisi olarak yetiştirilen, saplarının parçalanmasıyla üreyen bir bitki, taşkıran (Saxifraga).
taş kömürü is. jeol. Jeolojik dönemler boyunca dönüşüme uğrayarak büyük bir kalori gücü kazanan bitki fosillerinden oluşan doğal yakıt, maden kömürü: "Kara elmas sözü de taş kömürüne alem olmuştur." -B. Felek.
taş küre is. jeol. Taş yuvarı.
taşlama is. 1. Taşlamak işi. 2. Sert madenleri aşındırıcı bir taşla parlatma ve yerine uymasını sağlama. 3. ed. Alaylı halk şiiri. 4. Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, tariz. 5. Hakaret: "Paris'teki kahvelerden birine gidecek olan bir Türk orada alaylı taşlamalar, kaba davranışlarla karşılanır." -S. Birsel.
→ şeytan taşlama
taşlamacı is. 1. Taşlama işiyle uğraşan usta. 2. ed. Yergici.
taşlamacılık, -ğı is. Taşlama ustasının yaptığı iş.
taşlamak (-i) 1. Taş atmak, taşa tutmak: "Hem bağırıyor hem atlıları taşlıyordu." -Y. Kemal. 2. Bir şeyin içindeki taşları ayıklamak. 3. Metal bir parçayı zımpara ile törpüleyerek yuvasına alıştırmak. 4. Taş döşemek. 5. mec. Üstü kapalı, iğneleyici söz söylemek.
taşlanma is. Taşlanmak işi.
taşlanmak (nsz) Taşlama işi yapılmak.
taşlanmış ipek, -ği is. İpekten dokunmuş kumaşın birtakım kimyasal işlemlerden geçirilerek dayanıklı ve parlak duruma getirilmiş biçimi.
taşlanmış kot is. Sert bir yüzeye sürtülerek yer yer rengi açılmış ve kullanılmış görünümü verilmiş kumaş.
taşlaşma is. Taşlaşmak durumu.
taşlaşmak (nsz) 1. Taş durumuna gelmek. 2. mec. Çok şaşırarak bir şey yapamaz, konuşamaz duruma gelmek, donakalmak.
taşlatma is. Taşlatmak işi.
taşlatmak (-i, -e) Taş attırmak, taşa tutturmak.
taş levreği is. zool. Gölge balığı.
taşlı sf. 1. İçinde taş olan, taş karışmış olan (tahıl, bakliyat vb.): "Yağsız köpüklü ayranlar içmiş, taşlı bulgur pilavı yemişler." -S. F. Abasıyanık. 2. Üzerinde taş bulunan: "iri taşlı tespihinin parmakları arasında arada bir şıkırdaması..." -R. N. Güntekin. 3. Üzerinde süs taşı bulunan: Taşlı yüzük.
taşlık, -ğı sf. 1. Taşı bol, taşlı (yer): "Atları erlerden birine bıraktılar, inişli yokuşlu taşlık bir keçi yolundan yürüdüler." -R. H. Karay. 2. is. Taşla döşenmiş avlu, sofa, merdiven altı vb: "Sokak kapısı vuruldu. Taşlıkta kadın sesleri duyuldu." -M. Ş. Esendal. 3. zool. Kuş vb. hayvanların sindirim kanalları üzerinde bulunan kaslı, öğütücü mide, katı (II), konsa.
taşma is. 1. Taşmak işi. 2. Akarsu yatağından çıkarak çevresini kaplama.
→ lav taşması
taşmak, -ar (nsz) 1. Sıvı maddeler, içinde bulundukları kaba sığmayacak kadar çoğalma ve kabarma yüzünden kenarları aşmak: "Hayvanın ağzından taşan beyaz köpüklere biraz da kan karıştı." -H. Taner. 2. Akarsu, yatağından çıkarak çevresini kaplamak. 3. Bir yere veya şeye sığmamak: "Kasketinden taşmış siyah saçları yakına gelince çok kırçıllaştı." -S. F. Abasıyanık. 4. İnsan, nesne vb. çokça bulunmak, sayısı artmak. 5. mec. Öfke, sabırsızlık veya heyecan yüzünden kendini tutamamak: "Acaba bizim taşıp köpürmelerimizi pek çocukça mı bulmuştu?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
taş mantarı is. bot. Bir tür mantar.
taş nanesi is. bot. 10-50 cm yüksekliğinde, tüylü ve çok yıllık bir bitki (Micromeria fruticosa).
taş ocağı is. Yapı işlerinde kullanılacak taşların çıkarıldığı yer: "Mühendislerin keşfine göre, taş ocağı olarak işletirlerse, yirmi senede dümdüz olabilirmiş." -Y. K. Beyatlı.
taş pamuğu is. min. Asbest.
taş pudra is. Süslenmek için kullanılan pudra ve krem karışımı katı madde.
taşra is. (ta'şra) Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarlık: "Taşrada öğretmenlik ede ede saçı başı ağarmış, tatlı sözlü bir adamdı." -Halikarnas Balıkçısı.
→ taşra ağzı
taşra ağzı is. db. Bir ülkede, yazı dilinin dayandığı belirli bir şehir konuşması dışındaki bölge ağzı: Kapıcının taşra ağzıyla konuştuğu belli oluyordu.
taşralı sf. Taşra halkından olan (kimse), dışarlıklı: "Sonra o taşralı müteahhidin ona talip olmasıyla..." -H. Taner, taşralı kalmak bir kimse taşrada edindiği görgü, örf ve âdetleri bırakmamak: "Şehirli görünmek gururu kasaba kızının İstanbul'dan aldığı ilk kötü huy oldu; birkaç hafta geçince babasıyla anasının yeni hayata kendisi gibi uyamayacaklarını, taşralı kalacaklarını anlayınca hırçınlaştı." -R. H. Karay.
taş sarımsağı is. bot. Genç yaprakları soğan yerine kullanılan bir bitki türü (Allium scorodoprasum).
taşsı sf. Taşı andıran, taşa benzeyen, taş gibi, taşımsı.
taşsız sf. Taşı olmayan.
taş tahta is. Kayağan taştan yapılmış hesap tahtası.
taş toprak, -ğı is. Yüzeyi taş ve toprakla kaplı alan.
taş yağı is. Gaz yağı.
taş yuvarı is. jeol. Yer kabuğunu oluşturan ve yer yuvarlağının merkez çekirdeği çevresinde bulunan katı yuvar, taş küre, litosfer.
taş yürekli sf. Katı yürekli, hiç acıması olmayan, acımasız, taş kalpli: Ana leyleklerin hepsi böyle taş yürekli mi olurlar?" -H. Taner.
taş yüreklilik, -ği is. Taş yürekli olma durumu, acımasızlık: "Kadın ağzını açmış, gözünü yummuş, ne nankörlüğünü ne taş yürekliliğini bırakmıştı." -H. E. Adıvar.
tat, -di (I) is. 1. Bazı cisimlerin tat alma organı üstünde bıraktığı duyum: "Nem elbisenize işlemiştir, yaşlığında deniz suyunun tuzlu tadı ve yapışkanlığı duyuluyor." -R. H. Karay. 2. Tatlılık. 3. mec. Hoşa giden durum, lezzet, zevk: "Öğle yemeğinden sonra gelen rehavetin tadı, hiçbir gece uykusunda bulunmaz." -Ş. Rado. tat almak bir şeyden hoşlanmak, zevk almak: "Kelimenin de tadını alır, kafiyenin de." -Y. Z. Ortaç, tat kazanmak (veya tadı gelmek) belli bir tada kavuşmak, olgunlaşmak, tatlanmak, tat vermek 1) acı, tatlı, ekşi vb. bir tat kazandırmak; 2) mec. hoşa giden bir duruma sebep olmak; 3) mec. bıktırmak, tadı damağında kalmak 1) yenen bir şeyin tadını unutamamak; 2) hoşa giden, zevk alınan bir şeyi unutamamak: "Eski seyahat hürriyeti, yine tadı damağımızda kalan tatlı bir hatıra olmuş." -R. H. Karay, tadı gitmek (veya kaçmak) 1) tatsız bir duruma gelmek; 2) mec. bir şey hoşa gidecek yönlerini yitirmek. tadı tuzu kalmamak (veya bozulmak) eski zevki kalmamak, yavanlaşmak: "Buradan itibaren anladım ki memleketin hiç tadı tuzu kalmamış." -Y. K. Karaosmanoğlu. tadı tuzu yok zevksiz, yavan. tadına bakmak ağzına alıp tadını denemek, test etmek: "Ana çorbaya tuz atıyor, baba mancanın tadına bakıyor." -O. C. Kaygılı, tadına doyum olmamak 1) bir şeyin tadı çok beğenilmek; 2) mec. herhangi bir şey çok beğenilmek: "Bir orman, tadına doyum olmayan bükülüşlerle denize kadar iniyordu." -B. R. Eyuboğlu. tadına varmak bir şeydeki İnce güzelliği kavramak, duymak. tadında bırakmak aşırılığa kaçmamak: "Yeter artık! Her şeyi tadında bırakmalı." -A. İlhan, tadından yenmemek çok tatlı, çok hoşa gider olmak, tadını almak bir şeyin güzelliğini bilir olmak, zevkine varmak, tadını bulmak tadı yerine gelmek. tadını çıkarmak bir şeyin güzelliğinden veya sağladığı İmkânlardan yeterince yararlanmak: "Kırlarda karısı ile birlikte çıkacakları uzun at gezintilerinin, ocak ateşlerinin tadını çıkarırdı." -N. Cumalı. tadını kaçırmak aşırılığa kaçmak, hoşa gitmeyen bir durum yaratmak: İstemediği şeyleri, anam babama ne kadar söylerse ben de o kadar söyleyip işin tadını kaçırmamaya çalışıyorum." -M. Ş. Esendal.
→ tat alma duyusu, tat alma organı, tat duyusu, ağız tadı, damak tadı, kabak tadı
tat (II) is. hlk. Dilsiz.
Tat öz. is. esk. 1. Türklerin egemen olduğu yerlerde yaşayan Arap veya İranlılar. 2. Hazar Denizi kıyısında, İran Azerbaycanı sınırında yaşayan, İran soyundan olan bir topluluğun adı.
tat alma duyusu is. Ağza konulan nesnelerin tadını anlamaya yarayan duyu, tat duyusu.
tat alma organı is. Dil.
tatar is. esk. Postayı süren kimse.
→ tatar ağası, tatar arabası
Tatar öz. is. Tataristan'da, Batı Sibirya'da ve Rusya Federasyonu'nun değişik bölgelerinde yaşayan Türk soyundan bir halk ve bu halktan olan kimse.
→ Tatar böreği, Tatar çorbası
tatar ağası is. esk. 1. Posta görevi yapan tatarların amiri. 2. mec. Beceriksiz, başarısız, dikkate alınmayan.
tatar arabası is. esk Posta arabası: "Tatar arabalarını boyalarla süsleyen boyacıya tabelasını yazdırmak için günlerce uğraşmıştı." -T. Buğra.
Tatar böreği is. Haşlanmış yufka parçalarına yoğurt ve kıyma katılıp üzerine kızgın yağ gezdirilerek yapılan yemek.
Tatarca öz. is. (tata'rca) 1. Tatar Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
tatarcık, -ğı is. 1. zool. Sıcak ülkelerde, özellikle Akdeniz çevresinde yaşayan, türlü hastalıklara yol açan küçük bir sinek, yakarca (Phlebotomus). 2. hlk. Şiddetli karın ağnsı.
→ tatarcık humması
tatarcık humması is. tıp Tatarcıklarla insana geçen, şiddetli ateş ve baş ağrısı ile beliren bir hastalık.
Tatar çorbası is. Unun hafifçe kavrulmasından sonra soğan, domates, patates vb. malzeme ile hazırlanan bir tür çorba.
tatarı sf. Tam pişmemiş.
Tatarlaşma is. Tatarlaşmak durumu.
Tatarlaşmak (nsz) Tatar gibi davranmak.
tatbik is. (tatbi:k) Ar. tatbik Uygulama, pratik. tatbik etmek uygulamak: "Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?" -F. R. Atay.
→ tatbik imzası, tatbik mührü
tatbikat is. (tatbi:ka:t) Ar. tatbikat 1. Uygulama. 2. ask. Asker birliklerini savaşa hazırlamak amacıyla, açazi üzerinde yapılan geniş ölçüde savaş denemesi, manevra.
tatbikatçı is. Uygulayıcı.
tatbikî sf. (tatbiıki:) Ar. tatbiki Uygulama ile ilgili, uygulamaya yer veren, uygulamalı, pratik.
tatbik imzası is. Bir kimsenin, resmî makamlara sunulan ve onlar tarafından tanınan İmzası.
tatbik mührü is. Bir kimsenin, resmî makamlarca tanınmış olan mührü.
tat duyusu is. Tat alma duyusu.
tatil is. (ta:til) Ar. ta'til 1. Kanun gereğince çalışmaya ara verileceği belirtilen süre, dinlenme: Yurdumuzda hafta tatili iki gündür. 2. Okul, meclis, adliye vb. kuruluşların çalışmasını durdurduğu veya kapalı bulunduğu dönem. 3. Eğlenmek, dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süre: "Beni tatili geçirmek üzere evlerine davet ettiler." -S. F. Abasıyanık. tatil etmek 1) başka bir güne, zamana erteleyerek çalışmaya ara vermek; 2) okul, iş yeri vb.ni kapatmak, çalışmasına ara vermek: "O zamana kadar inşaatı tatil edeceksiniz, dediler." -H. Taner, tatil olmak kapanmak, ara verilmek, tatil yapmak 1) tatile çıkmak; 2) işe ara verip dinlenmek. tatile girmek belirli bir süre için çalışmalara ara vermek: Üniversite haziranda tatile girecek.
→ tatil köyü, adli tatil, öğle tatili
tatil köyü is. Turistlerin veya ülke insanlarının dinlenmesine uygun bir yerde kurulmuş olan ve evleri gerektiğinde belirli bir süre dinlenmek isteyenlere kiralanan yerleşim yeri.
tatlandırıcı sf. Yiyecek ve içeceklere tat vermek için kullanılan: Tatlandırıcı toz.
tatlandırıcılı sf. İçinde tatlandırıcı bulunan: Tatlandırıcılı sakız.
tatlandırma is. Tatlandırmak işi.
tatlandırmak (-i) Tat vermek, tadım kazanmasını sağlamak: "Şambaba, arada bir ağzımızı tatlandıran nice tatlılardan biridir..." -B. Felek.
tatlanma is. Tatlanmak işi.
tatlanmak (nsz) Tat kazanmak, tadı gelmek, olgunlaşmak.
tatlı sf 1. Şeker tadında olan: Tatlı nar. Tatlı elma. 2. Acı olmayan, içilebilen, yenilebilen: Tatlı su. Tatlı salatalık. 3. is. Şekerle veya şekerli şeylerle yapılan yiyecek: Baklava, revani, lokma birer (atlıdır. 4. zf. Sinirlendirmeden, hoşa gidecek bir biçimde, tatlılıkla: Ne tatlı bakıyordu. 5. mec. İnsanı çeken, göze, kulağa hoş gelen, rahatlatan, dinlendiren, sevindiren: "Bu acı adam, tatlı ve nüktedandı." -Y. Z. Ortaç, tatlı canını sıkmak gereksiz şeylere Üzülmek ve bunları dert edinmek, tatlı yerinde bırakmak (veya kesmek) bir İşi can sıkıcı bir duruma sokmadan sona erdirmek, (bir işi) tatlıya bağlamak kavgalı bir işi gönül hoşluğuyla bitirmek: "Hayır kardeşim, istemez diye tatlıya bağladım." -O. V. Kanık.
→ tatlı bela, tatlı dil, tatlı kaşığı, tatlı limon, tatlı sert, tatlı söz, tatlı su, tatlı su Frengi, tatlı su gelinciği, tatlı su ıstakozu, tatlı su kayası, tatlı su kefalı, tatlı su levreği, tatlı sülümen, tatlı tatlı, acı tatlı, canı tatlı, baba tatlısı, ekmek tatlısı, hamur tatlısı, hurma tatlısı, kabak tatlısı, Kemalpaşa tatlısı, lokma tatlısı, parmak tatlısı, peynir tatlısı, sakız tatlısı, tulumba tatlısı, yoğurt tatlısı
tatlı bela is. Sevildikleri için verdikleri sıkıntı ve üzüntülere katlanılan kimse: "Ayakaltında dolaşmaması şartıyla bu tatlı belaya sabırla tahammül eder." -H. Taner.
tatlıca sf. (tatlı'ca) 1. Biraz tatlı, az tatlı. 2. mec. İçten, hoş, güzel: "Hikâyemizi böyle tatlıca anlatışından onu kucaklamak içimden geçiyordu." -S. F. Abasıyanık. 3. zf. mec. Hoş, yumuşak bir biçimde: "Hükümetin kendilerini okşayarak tatlıca yöneterek zararlarını hafifletmek yolundaki siyasisi artık geçersiz kalacaktı." -H. C. Yalçın.
tatlıcı is. 1. Tatlı yapan veya satan kimse. 2. Tatlı satılan yer. 3. Tatlıyı seven kimse.
tatlıcılık, -ğı is. Tatlı yapıp satma işi.
tatlı dil is. Gönül alıcı söz, tatlı söz: "Duvardaki saatleri yaylar işletiyorsa, ev hayatındaki eşref saatlerini de tatlı dil işletir." -Ş. Rado. tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin inadı yenilebilir.
tatlı dilli sf Güzel, kandırıcı, gönül alıcı konuşan, tatlı sözlü: "Akıllı, iyi niyetli, dürüst, tatlı dilli bir adamdı." -T. Halman.
tatlı kaşığı is. Tatlı yerken kullanılan çorba kaşığından küçük kaşık.
tatlılaşma is. Tatlılaşmak işi.
tatlılaşmak (nsz) 1. Tatlı bir durum almak. 2. mec. Sevimli, hoşa giden bir durum almak.
tatlılaştırma is. Tatlılaştırmak işi.
tatlılaştırmak (-i) Tatlı bir duruma getirmek.
tatlılı sf Tatlısı olan, içinde tatlı bulunan: Tatlılı, börekli bir yemek.
tatlılık, -ğı is. 1. Tatlı olma durumu. 2. mec. Sevimlilik, hoşluk, şirinlik: "Kaba bir tatlılığı vardı konuşurken." -Y. Z. Ortaç.
tatlılıkla zf. (tatlılı'kla) Tatlı dille, anlayışla, hoşgörü göstererek, iyilikle: "Hayriye Hanım kocasını tatlılıkla yola getiremeyeceğini anladığı için birdenbire isyan bayrağını açtı." -R. N. Güntekin.
tatlı limon is. Suyu tatlı olan bir tür limon.
tatlımsı sf. Tatlıyı andıran, tatlıya benzeyen, tatlı gibi.
tatlı sert sf Ne çok sert ne çok yumuşak (söz, davranış).
tatlısı tuzlusu is. Değişik, bol ve çok yiyeceğin bulunduğu sofra, yemek: "Ev sahibi buranın varlıklı adamlarından olacak, bize tatlısı tuzlusu ile güzel bir yemek hazırlatmıştı." -M. Ş. Esendal.
tatlı söz is. Tatlı dil.
tatlı sözlü sf. Tatlı dilli.
tatlı su is. Acı veya tuzlu olmayan, içilebilen su.
→ tatlı su Frengi, tatlı su gelinciği, tatlı su ıstakozu, tatlı su kayası, tatlı su kefali, tatlı su levreği
tatlı su Frengi is. Levanten.
tatlı su gelinciği is. bot. Tatlı sularda biten bir tür gelincik.
tatlı su ıstakozu is. zool. Kerevit.
tatlı su kayası is. zool. Tatlı sularda yaşayan bir çeşit balık, karabalık, yeşilsazan.
tatlı su kefali is. zool. Sazangillerden, uzunluğu 80 cm, eti kılçıklı bir balık (Leuciscus cephalus).
tatlı su levreği is. zool. Akarsularda, göllerde yaşayan, iki sırtı yüzgeçli, beyaz etli bir balık, aklevrek.
tatlı sülümen is. kim. Cıva birleşimlerinden, hekimlikte kullanılan zehirli bir madde, kalomel.
tatlı tatlı zf. Güzel, hoşa gidecek bir biçimde, tatlılıkla, güzel güzel: "Kız İse tatlı tatlı göz kapaklarım kapatıp açmıştı." -Ç. Altan.
tatma is. Tatmak işi.
tatmak, -dar (-i) 1. Dil yardımıyla bir şeyin tadının nasıl olduğunu anlamak: "Ben de tadabilir miyim? Çok merak ediyorum." -T. Buğra. 2. Bir şeyden az miktarda yemek veya içmek: "O meşhur beyaz şaraplarını tattık." -H. Taner. 3. mec. Bir duruma uğramış olmak: Yaşamın her acısını tatmış. 4. mec. Duymak, hissetmek.
tatmin is. (tatmin) Ar. tatmin 1. îstenen bir şeyin gerçekleşmesini sağlama, gönül doygunluğuna erme, doyum. 2. Cinsel isteklerini giderme. 3. psikol. Doygunluk, tatmin etmek 1) karşısındakinin cinsel isteklerini gidermek; 2) karşısındakine güven vererek onu istenilen bir biçimde hoşnut etmek; 3) mec. doyurmak: "Yalan söyleme ihtiyacını tatmin -etmiş hâlde sustu." -R. H. Karay. tatmin olmak 1) istediği bir şeye ulaşarak hoşnut olmak, rahatlamak, doyurulmak; 2) cinsel isteklerini gidermek.
tatminkâr sf. (tatminkâ:r) Ar. tatmin + Far. -kâr Tatmin eden, tatmin edici özellikte olan, uygun, doyurucu.
tatminsiz sf. Tatmin olmayan: "Meydan tatminsizlerin tatmin arayışlarına mı kalırdı?" -T. Buğra.
tatminsizlik, -ği is. Tatmin olmama durumu.
tatsal sf. biy. Tat alma duyusu ile ilgili.
tatsız sf. 1. Tadı iyi olmayan, lezzetsiz. 2. zf. Hoşa gitmeyen bir biçimde: "Her şey, herkes boş, abes, çirkin, münasebetsiz, tatsız görünür." -A. Ş. Hisar. 3. mec. Hoşa gitmeyen, can sıkan: "O akşamki tatsız olaya benim de canım sıkıldı." -Ç. Altan. 4. mec. Sohbeti hoş olmayan veya geçimsizlik çıkaran (kimse).
→ tatsız tuzsuz
tatsızlaşma is. Tatsızlaşmak işi.
tatsızlaşmak (nsz) 1. Tadı azalmak, tadı kalmamak. 2. mec. Tatsızlık etmeye veya tatsız bir durum almaya başlamak.
tatsızlık, -ğı is. 1. Tatsız olma durumu. 2. mec. Hoşa gitmeyen, can sıkan davranış veya durum: "Düğün sahipleri erkenden tatsızlık çıkacağım gördüler, gidip delikanlılara yalvardılar." -M. Ş. Esendal. tatsızlık çıkarmak hoşa gitmeyen, can sıkıcı, gergin bir duruma sebep olmak: "Çoktandır aramızda tatsızlık çıkardığım yoktu." -N. Cumalı.
→ ağız tatsızlığı
tatsız tuzsuz sf. Çok tatsız: "Tatsız tuzsuz bir boşluk, sessizlik sürüp gider." -B. Felek.
tattırma is. Tattırmak işi.
tattırmak (-i, -e) 1. Tatma işini yaptırmak, tadına baktırmak: "Ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Duyurmak, hissettirmek: "Bunların o insanların hayatında tuttuğu yeri ve onlara kaç zevki birden nasıl tattırdığını anlatır." -A. Ş. Hisar.
tatula (tatu'Ia) Fr. datura bot. Patlıcangillerden, çiçekleri beyaz veya mor renkte, meyveleri dikenli, hekimlikte kasların kasılmasını gidermek üzere kullanılan bir yıllık ve otsu bir bitki, şeytan elması, boru çiçeği (Datura stramonium).
taun is. (ta:u:n) Ar. tâ'ün tıp esk. Veba hastalığı.
tav is. Far. tav 1. İşlenecek bir nesnede bulunması gereken ısının, nemin yeterli olması durumu. 2. Hayvanlarda besili olma durumu. 3. mec. En uygun durum ve zaman: "Demir tavında dövülür." -Atasözü, tav vermek 1) gereken ve uygun nemi sağlamak; 2) mec. en uygun duruma getirmek: "Biraz durdu. Sonra işe az daha tav vermiş olmak için..." -M. Ş. Esendal. tava gelmek 1) toprak sürülecek duruma gelmek; 2) mec. yumuşamak, kanmak, yola gelmek, tava getirmek gereği kadar ısıtmak, (işi) tavına getirmek işi en uygun duruma getirmek. tavını bulmak İş vb. için en uygun şartları yakalamak.
→ tavhane, alatav
tava is. Far. tâve 1. Yağ kızdırma, yiyecek kızartma vb. işlere yarayan, uzun saplı yayvan kap. 2. Bu kapta pişmiş yemek: Balık tavası. Ciğer tavası. 3. mân. Maden eritilen saplı pota: Kurşun tavası. 4. Kireç karıştırılan tekne. 5. zool. Deniz veya göllerde suların geri çekilmesiyle kuruyan bölüm. 6. den. Gemilerde borda iskelesinin alt başındaki sahanlık. 7. Fide yetiştirmek için ayrılmış toprak bölümü.
→ tava böreği, tava ekmeği, elbasan tavası
tava böreği is. Tavada pişirilen börek.
tava ekmeği is. Tavada pişirilen ekmek.
tavaf is. (tava:f) Ar. tavaf 1. din b. İslam dininde hac sırasında Kabe'nin çevresini yedi kez dolaşma. 2. esk. Bir şeyin çevresini dolaşma. 3. esk. Kutsal bir yeri ziyaret etme. tavaf etmek 1) bir şeyin çevresini dolaşmak: "Duvarlardaki mermer levhalara kazılı yazıları okuya okuya, kendi kendine, bütün mabedi tavaf etti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) din b. İslam dininde hac ve umre sırasında Kabe'nin çevresini dolaşmak.
tavalık, -ğı sf. Tavada pişirilmeye uygun (et, balık, midye).
tavan is. 1. Bir yapının, kapalı bîr yerin üst bölümünü oluşturan düz ve yatay yüzey, taban karşıtı: "Başını kaldırdı, dumanı otobüsün tavanına üfledi." -H. Taner. 2. mec. Bir şeyi değerlendirmede kabul edilen en yüksek seviye veya fiyat: Yükseköğrenim görmüş bir devlet memurunun tavanı birinci derecenin dördüncü basamağıdır. 3. hlk. Çatı kiremidi, tavan başına çökmek (veya yıkılmak) beklenmeyen bir durum karşısında şaşırıp kalmak: "Gelmeyecek mi? Neden gelmedi? diye sordukları vakit tavan başıma yıkılıyordu." -M. Ş. Esendal. tavan yapmak Menkul Kıymetler Borsasında işlem görmekte olan hisse senedinin değeri en üst düzeye ulaşmak, tavana vurmak tavan yapmak.
→ tavan aralığı, tavan arası, tavan fiyatı, tavan penceresi, tavan süpürgesi
tavan aralığı is. Tavan arası.
tavan arası is. Bir yapının tavanı ile çatısı arasında kalan bölüm, tavan aralığı, çatı arası: "... kış için saklamak üzere tavan arasına ayvalar yerleştirmiş." -A. Ş. Hisar.
tavan fiyatı is. tic. Bir mala resmî kuruluşlarca konulan fiyatın en üst sınırı.
tavan penceresi is. mim. Binalarda veya evlerde tavan kısmında bulunan pencere.
tavan süpürgesi is. Tavandaki örümcek ağlarını temizlemek için kullanılan uzun saplı süpürge.
tavassut is. Ar. tavassut esk. Aracılık, ara bulma, aracılık etme. tavassut etmek aracılık etmek.
tavattun is. Ar. tavattun esk Yurt edinme. tavattun etmek yurt edinmek.
tavazzuh is. Ar. tavazzuh esk. Açıklık kazanma, aydınlanma, tavazzuh etmek aydınlanmak, açıklık kazanmak, belirli duruma gelmek: "Vaziyet tavazzuh edinceye kadar gizlenmekten aylardır yüzünü görmedim." -A. İlhan.
tavcı is. Birini kandırarak, yüze gülerek aldatan kimse.
tavcılık, -ğı is. Tavcı olma durumu.
taverna is. (tave'rna) İt. taverna Çalgılı meyhane.
tavernacı is. Taverna işleten kimse.
tavhane is. (tavhaıne) Far. tav + hâne 1. mim. Merdiven, balkon vb. yerlerin kıyılarına çekilen, 20-30 cm yüksekliğindeki set, limonluk. 2. mec. Yoksulların sığındığı sıcak yer.
tavır, -vn is. Ar. tavr 1. Durum, davranış, vaziyet, hâl: "Dalgın, düşünceli bir tavırla işini görmeye devam etti." -N. Cumalı. 2. Büyüklenme, yapma davranış: Bu adamın tavrı hiç çekilmez, tavır almak (veya takınmak) belli bir durum veya davranış biçimini benimsemek, vaziyet almak: "Bilgin değilim. Onun için yazılarımda da bilgince tavır takınmaktan çekinirim." -O. V. Kanık. "Parçasını söylerken aldığı tavır, insanı gülmekten katıltacak Icadar komik." -R. H. Karay, (birine karşı) tavır almak (veya takınmak) mesafeli davranmak, uzak durmak.
tavik is. (ta:vi:k) Ar. ta'vik esk. Alıkoyma, geciktirme, tehir.
taviz is. (ta:vi:z) Ar. ta'viz Ödün, ödünleme. taviz vermek ödün vermek: "Galiplerin yemlen devletlere hiçbir taviz vermeyecekleri hissediliyordu." -R. N. Güntekin.
tavizci is. Ödüncü.
tavizcilik, -ği is. Odunculuk.
tavizkâr sf. Ar. ta'vız + Far. -kâr Ödün veren.
tavla (I) is. (ta'vla) Ar. tavıle At ahırı: "Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölümünün katırları o tavlada dururdu." -N. Cumalı.
tavla (II) is. (ta'vla) İt. tavola 1. Bölümlere ayrılmış iki yanlı tahta üzerinde on beşerden otuz pul ve iki zarla iki kişinin karşılıklı oynadığı oyun: "Öğleden sonra birkaç parti tavla oynamaktan ... hiç vazgeçmiyorduk." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bu oyunun üzerinde oynandığı, iki iç yüzü bölme desenli, dikdörtgen biçimindeki tahta kutu. tavla atmak tavla oynamak: "Çoğu tedaviden sonra, bir parti de tavla atardı hastaları ile..."-Y.Z. Ortaç.
→ kız tavlası, Yahudi tavlası
tavlacı (I) is. (ta'vlacı) At beslenen tavlaya bakan kimse.
tavlacı (II) is. Tavla oyununa düşkün kimse.
tavlama is. Tavlamak işi.
→ tavlama derecesi
tavlama derecesi is. mdn. Demir çelik işletmelerinde kütük demirin şekillendirilmesi veya haddelenmesi için en uygun ısı ve nem oranı.
tavlamak (-i) 1. İşlenilecek bir nesneye gereken ısıyı veya nemi sağlamak, tav vermek. 2. mec. Yolsuz ve kolay kazanç umudu vererek dolandırmak. 3. mec. Ümit vererek kandırmak, kendine bağlamak, aldatmak. 4. argo Karşı cinsin gönlünü çelmek, kandırıp elde etmek: "Hiçbir namuslu insan kendisine gönül vermiş bir kızdan, tavladım, diye söz etmez." -O. Kemal.
tavlandırma is. Tavlandırmak işi.
tavlandırmak (nsz) 1. Tavlama işi yaptırmak. 2. Semirtmek, şişmanlatmak. 3. Beslemek: "Esirlikte ve cefada, millet ruhunu tavlandıran bir sır olduğuna o akşam inandım." -R. E. Ünaydın.
tavlanma is. Tavlanmak işi.
tavlanmak (nsz) 1. Tavlama işi yapılmak: "Deri biraz tavlansın diye talaş içinde durur." -S. F. Abasıyanık. 2. Hayvan semirmek, şişmanlamak.
tavlı sf. 1. Tavlanmış, tavı olan, tav verilmiş. 2. Semiz, şişman.
→ alatavlı
tavsama is. Tavsamak işi: "Hafif bir tavsama karşısında sanat ve kültürü canlandıracak önlemleri almayı hayati bir ödev sayıyorlar. " -H. Taner.
tavsamak (nsz) Bir iş, bir durum vb. gücünü, hızını kaybetmek, yavaşlamak, gevşemek: "Sonra sonra ziyaretler seyrekleşti, gitgide büsbütün tavsadı." -H. Taner.
tavsatma is. Tavsatmak işi.
tavsatmak (-i) Tavsamasına sebep olmak, yavaşlatmak, gevşetmek.
tavsız sf. Tavlanmamış, tav verilmemiş.
tavsif is. (tavsif Ar. tavsif esk. Nitelendirme, niteliklerini söyleme, tavsif etmek nitelendirmek, niteliklerini söylemek.
tavsiye is. Ar. tavsiye 1. Öğütleme, yol gösterme: "Doktorların tavsiyesini yerine getirmek için de yürüye yürüye evine vaktinde yetişir." -A. Ş. Hisar. 2. Bir şeyin, bir kimsenin iyi, işe yarar olduğunu ilgili kişiye söyleme, referans, tavsiye etmek 1) bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını öğütlemek, salık vermek: "Poliklinikteki doktor kendisine her sabah aç karnına incir yemesini tavsiye etmişti." -H. Taner. 2) bir şeyin, bir kimsenin iyi, işe yarar olduğunu ilgili kişiye söylemek: "Bir an İstanbul'a değilse bile Ankara'ya kadar gitmesini tavsiye ettim. " -R. N. Güntekin.
→ tavsiye mektubu, tavsiyename
tavsiyeli sf. Kayırılması istenen, kayırdan.
tavsiye mektubu is. Birinin işe uygun olduğunu, işe alınmasını bildirmek amacıyla yazılmış mektup, referans: "Hararetli tavsiye mektupları yağdırırdı." -R. H. Karay.
tavsiyename is. (tavsiyenaıme) Ar. tavsiye + Far. nâme esk. Tavsiye etmek amacıyla yazılan mektup.
tavsiyesiz sf. Kayırılmayan.
tavşan (I) is. 1. zool. Tavşangillerden, eti yenen, hızlı koşan, postundan yararlanılan bir memeli türü (Lepus europeus). 2. sp. Atletizm yarışlarında rekor kırılabilmesi için tempoyu yüksek tutup belirli bir mesafeyi diğer atletlerin önünde koşan atlet, tavşan boku gibi (ne kokar ne bulaşır) kaba ne yararı ne de zararı olan (kimse), tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış önemsiz kişi, önemli kişiye küsse, önemli kişinin umurunda bile olmaz, tavşana kaç, tazıya tut demek İki tarafı, karşıt olan davalarında kışkırtmak, ikili oynamak, tavşanı araba ile avlamak işini telaşsız ve soğukkanlılıkla görmek, tavşanın suyunun suyu iki şey arasındaki İlginin çok uzak olduğunu anlatan bir söz.
→ tavşanağzı, tavşan anahtarı, tavşanayağı, tavşanbıyığı, tavşan dudağı, tavşan eti, tavşankanı, tavşankulağı, tavşanmemesi, tavşan uykusu, tavşan yürekli, aktavşan, ada tavşanı, Amerika tavşanı, Ankara tavşanı, Arap tavşanı, deniztavşanı, yaban tavşanı
tavşan (II) is. Değerli ağaçlar üzerine ince oymalar işleyen sanatçı, tahta oymacısı.
tavşanağzı is. bot. Pembe renkli bir tür çiçek.
tavşan anahtarı is. Maymuncuk.
tavşanayağı is. Demir yollannda iki rayın kesişme noktasında bulunan parçalardan her biri.
tavşanbıyığı is. bot. Bir yonca türü.
tavşancı is. 1. Tavşan yetiştiren kimse. 2. Tavşan satan kimse.
tavşancıl is. zool. Çoğu tavşan avlamakla beslenen kartal, akbaba vb. yırtıcı kuş.
→ tavşancıl otu, deniz tavşancılı
tavşancılık, -ğı is. 1. Tavşan yetiştiriciliği. 2. Tavşan satıcılığı.
tavşancıl otu is. bot. Maydanozgillerden, nemli yerlerde yetişen, körpesi bazı yerlerde hayvan yemi olarak kullanılan bir bitki (Heracleum).
tavşan dudağı is. anat. Doğuştan yarık dudak.
tavşan eti is. Tavşanın kesilip parçalanmış pembemsi eti.
tavşangiller ç. is. zool. Örnek hayvanı tavşan olan kemirgenlerden bir familya.
tavşankanı is. 1. Parlak ve koyu kırmızı renk. 2. sf. Bu renkte olan: Tavşankanı çay.
tavşankulağı is. bot. Çuha çiçeğigillerden, kalp biçiminde geniş yapraklı, beyaz, pembe, şarap rengi çiçekli bir bitki, buhurumeryem, siklamen (Cyclamen coum).
tavşanlık, -ğı is. 1. Tavşan üretmeye elverişli yer. 2. Değerli ağaçlarla ince işler yapma sanatı. 3. sp. Atletizm yarışlarında rekor kırması beklenen atletin önünde koşup tempoyu yüksek tutan atletin yaptığı iş.
tavşanmemesi is. bot. 30-100 cm yükseklikte, kışın yapraklarını dökmeyen bir ağaççık (Ruscus aculeatus).
tavşan uykusu is. Hafif uyku.
tavşan yürekli sf. Çok ürkek, korkak.
tavuk, -ğu is. zool. 1. Sülüngillerden, eti ve yumurtası için üretilen kümes hayvanı (Gallus). 2, Tavuktan yapılan yemek, tavuk ayağı yemek gevezelik etmek, dedikodu yapmak: "A, o nasıl lakırtı, dedi. Bunlar da tavuk ayağı yemişler, ağızlarında bakla ıslanmıyor. " -M. Ş. Esendal. tavuk gibi erken yatıp uyuyan, tavuk kaza bakmış da kıçını yırtmış tkz. başkalarından geri kalmamak için gücünü aşan işlere girişenler büyük zararlara uğrarlar.
→ tavukayağı, tavuk balığı, tavuk biti, tavuk budu, tavuk eti, tavukgöğsü, tavukgötü, tavukkarası, tavuk köftesi, tavuk kümesi, tavukpençesi, tavuk sarması, tavuk suyu, tavuk yahnisi, tavukyelpazesi, karatavuk, seme tavuk, tepeli tavuk, Avustralya karatavuğu, Beç tavuğu, bozkır tavuğu, çayır tavuğu, Çerkez tavuğu, çöl tavuğu, dağ tavuğu, et tavuğu, funda tavuğu, Gerze tavuğu, Hint tavuğu, Mısır tavuğu, orman tavuğu, saz tavuğu, su tavuğu, Sudan tavuğu
tavukayağı is. Bir tür maymuncuk.
tavuk balığı is. zool. Mezgit.
tavuk biti is. zool. Kümes hayvanlarında bulunan ve kümesleri saran bir bit türü.
tavuk budu is. Tavuğun but kısmı.
tavukçu is. 1. Tavuk besleyicisi. 2. Tavuk satan kimse. 3. Kesilmiş tavuk satıcısı.
tavukçuluk, -ğu is. 1. Tavuk yetiştiriciliği. 2. Tavuk satıcılığı.
tavuk eti is. 1. Tavuğun kesilip parçalanmış eti. 2. sf. mec. Tavuğun beyaz ve yumuşak eti gibi olan.
tavukgiller ç. is. zool. Sülüngiller.
tavukgöğsü is. Lifleri yumuşayıncaya kadar haşlanmış, didiklenmiş tavuk göğüs etinin pirinç ve süt ile koyulaşıncaya kadar pişirilmesiyle yapılan muhallebiye şeker ve tavuk suyu katılarak hazırlanan bir tatlı türü.
tavukgötü is. kaba Siğil.
tavukkarası is. tıp Gece körlüğü.
tavuk köftesi is. Haşlanıp ince kıyılmış tavuk etine ekmek içi, soğan, maydanoz, yumurta ve baharat eklenmesinden sonra hazırlanan karışımın yoğrulup galeta ununa bulanarak yağda kızartılmasıyla yapılan bir köfte türü.
tavuk kümesi is. Tavukların korunması ve bakımı için yapılmış özel kümes.
tavuklar ç. is. zool. Tavuksular takımının bir alt takımı.
tavuklu sf. İçinde tavuk eti bulunan.
tavukpençesi is. bot. Tropikal bölgelerin karakteristik çim bitkisi.
tavuk sarması is. Haşlanmış havuç, kabak ve tavuk göğsüyle hazırlanan, üzerine salça ve yoğurtlu sos dökülerek servisi yapılan bir yemek.
tavuksu sf. Tavuğu andıran, tavuğa benzeyen, tavuk gibi.
tavuksular ç. is. zool. Tavukları ve tepeli tavukları içine alan bir takım.
tavuk suyu is. Tavuk etinin haşlanmasıyla elde edilen su.
tavuk yahnisi is. Domates, patates, soğan karışımına tavuğun katılması ve kısık ateşte pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
tavukyelpazesi is. Tavuk bifteğinin pişirilmesinden sonra domates, biber, sarımsağın Üzerine beşamel sos dökülerek hazırlanan bir yemek.
tavulga is. bot. Kabuğu kırmızı veya erguvan renginde olan ve tabaklamada kullanılan bir söğüt türü.
tavus is. Ar. tavus zool. Tavus kuşu.
→ tavus kuşu, tavuskuyruğu, tavus tüyü, tavus yeşili
tavus kuşu is. zool. Sülüngillerden, erkeğinin tüyleri uzun, kuyruğu parlak, güzel renkli, acı ve tiz sesli, süs hayvanı olarak beslenen bir kuş, tavus (Pavo).
tavuskuyruğu is. argo Sarhoş kusmuğu.
tavus tüyü is. Tavus kuşunun renkli ve gösterişli tüyü.
tavus yeşili is. 1. Tavusun kuyruğunda görülen yeşil, zümrüt yeşili. 2. sf. Bu renkte olan,
tavzif is. (tavz'v.f) Ar. tavzif esk. Vazifelendirme, görevlendirme, iş verme, tavzif etmek vazifelendirmek, görevlendirmek.
tavzih is. (tavzi:h) Ar. tavzih esk. Açıklama, aydınlatma, tavzih etmek açıklamak, aydınlatmak.
tay (I) is. zool. Üç yaşına kadar olan at yavrusu.
tay (II) sf. Far. tay hlk. 1. Denk, eşit, eş. 2. is. Hayvanın bir yanındaki yük.
taya is. Far. dâye esk. Dadı.
tayalık, -ğı is. esk. Dadılık: "Osman Efendi, tayalık vazifesini üstüne almıştı." -E. E. Talu.
taydaş is. hlk Akran.
tayf is. Ar. tayf esk. 1. Görüntü, hayalet, ruh: "Orada ezelî efsanelerini yaşayan binlerce tayf vardı." -Ö. Seyfettin, 2.fiz. Birleşik bir ışık demetinin bir biçmeden geçtikten sonra ayrıldığı basit renklerden oluşmuş görüntü: Güneşin tayfı, biçmenin köşesinden tabanına doğru sıra ile şu renkleri gösterir: Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor.
→ tayfölçer, tayf ölçümü
tayfa is. Ar. tâ 'ife 1. den. Bir gemide bulunan, türlü işlerde çalıştırılan sefer işçileri, mürettebat: "Kayıkta hem ben hem de tayfam uyandık." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Aynı işi yapan topluluk: "Esrarkeş, serseri tayfası hava almak için çıkar, balık tutar, getirir kasabaya, satarlar." -S. F. Abasıyanık. 3. Zeytin toplayan işçi. 4. hkr. Bir adamın yanında bulunan yardakçılar, koşuntu.
tayfölçer is. fiz. Işın tayflarını incelemeye yarayan alet, spektroskop.
tayf ölçümü is. Işın tayflarının incelenmesi, spektroskopi.
tayfun is. İng. typhoon meteor. Çin Denizi'nde ve Hint Denizi'nde görülen güçlü kasırga.
tayga is. Rus. bot. Orman kuşağı, kozalaklı orman bitki örtüsü.
taygeldi is. hlk. İkinci kez evlenen kadının beraberinde getirdiği çocuk veya çocuklar.
tayın is. Ar. ta'yin ask. 1. Asker azığı. 2. Asker ekmeği. 3. Savaş veya seferberlik dönemlerinde vatandaşlara karneyle dağıtılan ekmek: "Çok defa kahvaltı tayınım olan bir dilim kuru ekmekle bir topak tulum peynirini bile tıkınmaya imkân bulamıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ tayın bedeli, asker tayım
tayın bedeli is. Bir aylık asker azığının karşılığı olan para.
tayin is. (ta:yi:n) Ar. ta'yin 1. Ne olduğunu anlama, gösterme, belirtme, kararlaştırma: "Yola devam edilmesini tayin için sordu." -R. H. Karay. 2. Atama, tayin edilmek atanmak: "Necmi Efendi palas pandıras Çorlu'ya tayin edildi." -H. Taner, tayin etmek i) kararlaştırmak; 2) atamak; 3) belli etmek, göstermek: Atılan goller maçın sonucunu tayin etti. 4) belirlemek: "O kelimelerin Ölçüsünü millet tayin etmiştir." -Y. K. Beyatlı. tayini çıkmak atanmak.
→ açıktan tayin
tayinli sf. Tayine bağlı olan.
tayinsiz sf Tayine bağlı olmaksızın.
tayip, -bi is. (ta:yi:p) Ar. ta'yib esk. Ayıplama, kınama.
taylak, -ği is. hlk. At veya deve yavrusu.
taylama is. Taylamak işi veya durumu.
taylamak (nsz) Kısrak doğurmak.
Taylorculuk, -ğu öz. is. sos. İş verimini artıracak yolda işçiliği düzenlemek için Taylor tarafından ileri sürülen yöntem.
tayt is. İng. tight 1. Bacakları sıkı saran özel kumaştan yapılmış bir tür pantolon: Tayt giymiş bir genç... 2. Sızmaz, su geçirmez bir kumaştan yapılmış şort giysi.
tay tay zf. "Emekleme döneminde, henüz yürüyemeyen çocuk ayaklan üzerinde durmak" anlamındaki tay tay durmak deyiminde geçen bir söz.
→ tay tay arabası
tay tay arabası is. Küçük çocukları yürümeye alıştıran dört tekerlekli araç, yürüteç.
Tayvanlı sf. Tayvan halkından olan.
tayyar sf. (tayyaır) Ar. tayyar esk. Uçucu.
tayyare is. (tayyaıre) Ar. tayyare esk. Uçak.
tayyareci is. Pilot: "Leyla'yı altı yedi sene evvel bir tayyareci yüzbaşıya verdik." -A. Gündüz.
tayyarecilik, -ği is. Tayyarecinin işi. tayyetme is. Tayyetmek işi.
tayyetmek, -der (-i) Ar. tayy + T. etmek esk. 1. Çıkarmak. 2. Aradan çıkarmak, yok etmek.
tayyör is. Fr. tailleur Ceket ve eteklikten oluşan kadın giysisi.
tazallüm is. Ar. tazallüm esk. Sızlanma, yanıp yıkılma, ağlaşma, yakınma: "Bu mektup ... manasız edebiyatlar ve tazallümlerden sonra şu satırlarla bitiyordu." -R. N. Güntekin. tazallüm etmek sızlanmak, yakınmak, yanıp yakılmak.
tazammun is. Ar. tazammun esk. 1. Kapsama, içine alma, içerme. 2. man. İçlem. tazammun etmek içermek.
tazarru is. (tazarru:) Ar. tazarru' esk. Yakarma. tazarruda bulunmak Tanrı'ya yakarmak.
taze sf. (ta:ze) Far. taze 1. Bozulmamış, bayatlamamış olan: "Beyaz peyniri, ekmeğin taze kabuğuna sarıp ağzıma sokuyorum." -Y. Z. Ortaç. 2. Dinç, yıpranmamış, yorulmamış: "Yüzü taze, taravetli ve güzeldi." -M. Ş. Esendal. 3. Kuru olmayan, körpe, kuru karşıtı: "Ağaçların taze yaprakları akşamın serinliğini emiyormuş gibi duruyordu." -M. Ş. Esendal. 4. mec. Yeni, zamanı geçmemiş: "Orada okuduğum en taze havadis yirmi beş, otuz günlüktü." -Halikarnas Balıkçısı. 5, is. mec. Genç kadın: "Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor." -Ö. Seyfettin, taze ot görmüş eşek gibi iştahlanmış bir biçimde: "Çamur, taze ot görmüş eşek gibi pis pis sırıtmış bunun üzerine." -H. Taner.
→ taze fasulye, taze para, taze soğan, her dem taze, terütaze
tazece sf (taze'ce) Tazeye yakın, taze gibi. taze fasulye is. 1. bot. Fasulye bitkisinin taze ve turfanda olanı. 2. Bu sebzeden yapılan yemeğin adı.
tazeleme is. Tazelemek işi.
tazelemek (-i) 1. Yenisiyle veya tazesiyle değiştirmek: "Barmenle yardımcısı boşalan kadehleri tazeliyorlardı."-Ç. Altan. 2. Bazı yiyecekleri, bayatlamışken kaynatıp taze duruma getirmek. 3. Bir işi bir daha yapmak, tekrarlamak: "Hoca bir kere daha tazeleyince harıl harıl yazmaya koyuldu." -H. Taner. 4. Bozulduğu düşünülen bir bağ veya inancı yeniden oluşturmak: "İmam Efendi abdest tazeleyecekmiş dediler." -M. Ş. Esendal. 5. mec. Unutulmuş bir duygu veya bir düşünceyi yeniden canlandırmak: "Rica ederim, bu bahisleri açıp da dert tazeleme!" -R. H. Karay.
tazelenme is. Tazelenmek işi.
tazelenmek (nsz) 1. Tazeleme işi yapılmak. 2. Taze duruma gelmek, tazelik kazanmak: "O gün gelsin, neşemiz tazelensin de gör / Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör." -M. C. Anday.
tazeleşme is. Tazeleşmek işi.
tazeleşmek (nsz) Taze bir durum almak, canlanmak, gençleşmek.
tazeletme is. Tazeletmek işi.
tazeletmek (-i) Taze duruma getirmek.
tazelik, -ği is. 1. Taze olma durumu, körpelik, taravet. 2. mec. Dinç, diri, canlı olma durumu: "Eskiden söz açılınca yorgun belleğinden şaşılacak kadar tazelikle geçmişe döner, anılarım eksiksiz anlatmaya dalardı." -N. Cumalı.
taze para is. ekon. İş gücünü güçlendirmek amacıyla farklı kaynaklardan sağlanan para.
taze soğan is. Zambakgillerden, salata ve yemeklere tat vermek için kök yumrusu ve yeşil yapraklan kullanılan, acımsı, keskin kokulu sebze.
tazı is. Far. tazı zool. Genellikle tavşan avında kullanılan, uzun bacaklı, çekik karınlı, çok çevik bir köpek türü (Canis familiaris grajus hibernicus): "Tazının burnu iki kilometre ötedeki bıldırcın kokusunu duyabilir." -H. Taner, tazı gibi 1) çok zayıf ve ince kemikli (kimse); 2) çok hızlı (kimse), tazı o tazı ama çulu değişmiş 1) tanıdığımız sıradan kişi işbaşına geçmiş; 2) giyim kuşamını düzeltmiş olduğu için tanınmaz olmuş, tazıya dönmek 1) çok zayıflamak; 2) sırılsıklam olmak.
tazıcı is. Tazı yetiştiren veya satan kimse.
tazılaşma is. Tazılaşmak işi.
tazılaşmak (nsz) Tazı gibi zayıflayıp incelmek.
tazim is. (ta:zi:m) Ar. ta'zim esk. Saygı gösterme, ululama, tazim etmek saygı göstermek, ululamak.
tazimat is. (ta:zi:ma:t) Ar. ta'zimât esk. Yüksek saygı.
tazip, -bi is. (ta:zi:b) Ar. ta'zib esk. Azaba sokma, üzme.
taziye is. (taıziye) Ar. ta'ziye Ölen kimsenin yakınlarına başsağlığı dileme, taziyet.
taziyet is. (ta:ziyet) Ar. ta'ziyet esk. Taziye.
→ taziyetname
taziyetname is. (ta:ziyetna:me) Ar. ta'ziyet + Far. nâme esk. Başsağlığı dileme yazısı.
taziz is. (ta:zi:z) Ar. ta'ziz esk. Sevgi ile anma.
tazmin is. (tazmi:n) Ar. tazmin Zararı ödeme. tazmin etmek zararı ödemek.
tazminat is. (tazmi:na:t) Ar. tazminat huk. Zarar karşılığı ödenen para, ödence: "Benim bir raporum üzerine sonradan adamcağıza bileği için üç beş lira tazminat verdiler." -R. N. Güntekin.
→ tazminat davası, manevi tazminat, ihbar tazminatı, kıdem tazminatı, makam tazminatı, ölüm tazminatı
tazminat davası is. huk. Manevi zarar ve ziyanın ödenmesini kapsayan şahsi dava, manevi tazminat.
tazyik is. (tazyi:k) tazyik 1. fiz. Basınç. 2. Manevi baskı, zorlama, zarara sokma: "Bütün hayatınca bunun tazyiki altında kaldı. " -S. F. Abasıyanık. 3. Sıkıştırma, darlaştırma: "Bütün kam göğsünü çatlatacak bir tazyikle kalbine hücum ediyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. tazyik etmek 1) zorlamak, baskı yapmak; 2) sıkıştırmak.
tazyikli sf. Tazyiki olan.
→ tazyikli su
tazyikli su is. Basınçlı su.
tazyiksiz sf. Tazyiki olmayan.