şe

şe is. Türk alfabesinin yirmi üçüncü harfinin adı, okunuşu.

şeamet is. (şea:met) Ar. şe 'âmet esk Uğursuzluk, kademsizlik, nuhuset.

şeb is. Far. şeb. esk Gece.

şebabet is. (şebasbet) Ar. şebabet esk 1. Gençlik. 2. Gençlik yılları.

şebboy is. Far. şebbüy bot. Turpgillerden, güzel kokulu, dar yapraklı, değişik renkli çiçekleri olan, çok yıllık ve otsu bir süs bitkisi (Cheiranthus ehem).

sarışebboy

şebek, -ği is. 1. zool. Genellikle Afrika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan, uzun veya kısa kuyruklu türleri olan maymun. 2. sf. mec. Çirkin ve arsız (kimse).

şebekçi is. Şebek oynatan kimse; "Burgaz önlerinde birtakım ayıcılar, şebekçiler, kuklacılar..."-O. C. Kaygılı.

şebeke is. Ar, şebeke 1. Ülke çapında yaygınlaştırılmış ulaşım ve iletişim örgüsü, ağ. 2. Üniversite öğrencilerinin kimlik kartı. 3. mec. Birbiriyle bağlantılı ve gizli çalışan kimselerin tümü: "Bütün dünyaya eroin gönderen geniş bîr şebekenin peşindeydiler. " -R. Enis.

şebekler ç. is. zool. Primatların alt takımı.

şebekleşme is. Şebekleşmek işi.

şebekleşmek (-i) Şebek duruma gelmek.

şebeklik, -ği is. Şebek olma durumu.

şebiarus is. (şebiaru:s) Far. şeb + Ar. 'arüs Düğün gecesi.

Şebiarus öz. is. (şebiaru:s) Far. şeb + Ar. 'arüs Mevlana'nın ölüm yıl dönümü olan 17 Aralıkta Konya'da düzenlenen tören.

şebiyelda is. (şebiyelda:) Far. şeb + yeldâ En uzun gece.

şebnem is. Far. şebnem esk. Çiy.

şecaat, -ti is, (şecaıat) Ar. şecü'at Yiğitlik: "Şecaat arz ederken merdikıpti sirkatin söyler." -Koca Ragıp Paşa.

şecere is. Ar. şecere 1. Bir kişinin veya bir ailenin en uzak atasından başlayarak bütün kollarını belirten çizelge, soy ağacı, soy kütüğü, hayat ağacı. 2. Atların soyunun yazılı olduğu çizelge.

şecerename

şecerecî is. Şecere tutan kimse.

şecereli sf. Şeceresi olan, oldukça uzak bir ataya kadar dedeleri belli olan: "... bir Osmanlı şehzadesi, hülasa şecereli bir asil." -R. H. Karay.

şecerename is. (şecerenaıme) Ar. şecere + Far. nâme esk. Soy ağacını gösteren kitap veya yazı.

şeci sf. (şeci:) Ar. şeci' esk. Yürekli, yiğit.

şedaraban is. Ar. şedd + 'araban müz. Klasik Türk müziğinde bir şet makam.

şeddadi sf. (şedda:di:) Ar. şeddadi Çok büyük ve sağlam (yapı): "İşte dedi, şeddadi bir bina örneği." -R. H. Karay.

şedde is. Ar. şedde Arap yazısında, bir ünsüzün iki kez okunması gereken harfin üstüne konulan işaret.

şeddeli sf. Üzerinde şedde işareti bulunan veya yan yana iki tane imiş gibi okunan (harf).

şeddeli eşek

şeddeli eşek, -ği is. hkr. Çok kaba ve yeteneksiz kimse.

şedit, -di sf. (şedi:t) Ar. şedid esk. Yeğin, şiddetli: "Bu şedit boğuşma yarım saatten ziyade sürdü." -Ö. Seyfettin.

şef is. Fr. chefl. Yetki ve sorumluluğu olan, yöneten kimse: İstasyon şefi. Büro şefi. 2. Önder, lider. 3. sf. Baş, yönetici durumda bulunan: "Şef garson şarabı Övünce heveslendim. " -T. Buğra.

şefaat, -ti is. (şefatat) Ar. şefâ'at Birinin suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için o kimseyle Tanrı arasında peygamberin yaptığı aracılık, şefaat etmek birinin suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için aracılık etmek.

şefaatçi is. Birisi için şefaatte bulunan, şefaat eden kimse: "Gülsüm'ün şefaatçileri günden güne çoğalıyordu." -R. N. Güntekin.

şefaatçilik, -ği is. Şefaatçi olma durumu.

şeffaf sf Ar. Şeffaf Saydam.

şeffaflaşma is. Saydamlaşma.

şeffaflaşmak (nsz) Saydamlaşmak: "Benzi son derece uçarak teni âdeta şeffaflaşmış..." -A. Ş. Hisar.

şeffaflaştırılma is. Şeffaflaştırılmak işi.

şeffaflaştırılmak (nsz) Şeffaflaştırma işi yapılmak.

şeffaflaştırma is. Saydamlaştırma.

şeffaflaştırmak (-i) Saydamlaştırmak.

şeffaflık, -ğı is. Saydamlık: "Zeynep'in beyaz yüzünde tıpkı ay ışığındaki büyülü şeffaflık ve nur vardı." -H. E. Adıvar.

şefik sf (şefi:k) Ar. şefik esk. Sevecen, şefkatli, müşfik.

şefkat, -ti is. Ar. şefkat Acıyarak ve koruyarak sevme, sevecenlik: "Devleti adaletle, şefkatle, mürüvvetle idare ederdi." -Ö. Seyfettin.

şefkatli sf. Şefkati olan, sevecen, müşfik: "Fazla şefkatli bir ana baba elinde bin türlü nazla büyüdü." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şefkatlilik, -ği is. Sevecenlik.

şefkatsiz sf. Şefkati olmayan, katı yürekli.

şefkatsizlik, -ği is. Sevecen olmama durumu, katı yüreklilik.

şeflik, -ği is. 1. Şef olma durumu: "Biraz önce şeflik taslayan biraz sonra uysal bir uyruk olur." -H. Taner. 2. Şefin çalıştığı daire: İstasyon şefliği.

şeftali is. (şefta:li) Far. şeft-âlü bot. 1. Gülgillerden, ılıman bölgelerde yetişen, çiçekleri pembe renkli bir ağaç (Persica vulgaris). 2. Bu ağacın tatlı ve sulu meyvesi.

yarma şeftali, et şeftalisi

şeftalimsi sf. Şeftaliyi andıran, şeftaliye benzeyen, şeftali gibi.

şen is. bk. şah.

şehbender, şehname, şehzade

şehadet is. (şeha:det) Ar. şehâdet 1. Tanıklık, şahitlik: "Dünya karşısında Türk'ün kendi kendisi için yapacağı şehadet daha adamakıllı yapılmamıştır."-A. Ş. Hisar. 2. Yüksek bir ülkü uğrunda ölme, şehit olma. şehadet etmek herhangi bir konuda bildiği, gördüğü şeyleri söylemek, şehadet getirmek İslam'ın şartlarından "Tanrı'dan başka tapacak yoktur ve Hz. Muhammed onun kulu ve peygamberidir" anlamına gelen kelimeişehadet adını taşıyan Arapça sözü okumak, şehadet şerbetini içmek şehit düşmek, şehadette bulunmak tanıklık etmek.

şehadetname, şehadet parmağı, kelimeişehadet

şehadetname is. (şeha:detna:me) Ar. şehadet + Far. nâme 1. Diploma, sertifika, bröve: "Benim lise şehadetnamem - diplomam -koskoca bir kâğıttır." -B. Felek. 2. Bir İşin yapıldığım gösteren, yetkilisi tarafından verilmiş olan onaylanmış belge: Aşı şehadetnamesi. İyi hâl şehadetnamesi.

menşe şehadetnamesi

şehadet parmağı is. Gösterme parmağı, işaret parmağı: "Sağ elinin şehadet parmağım büktü, çaktırmadan ısırmaya başladı." -A. Gündüz.

şehbender is. Far. şeh + bender esk. Konsolos.

şehbenderlik, -ği is. esk. 1. Konsolosun yaptığı iş, konsolosluk. 2. Bu işin görüldüğü daire, konsolosluk.

şehevi sf. (şehevi:) Ar. şehevi esk. Şehvetle ilgili, kösnül, erotik.

şehir, -hri is. Far. şehr Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, kent: "İzmir üzerine dünyada bîr şehir daha yoktur diyorlar. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

şehir coğrafyası, şehir hatları, şehir kulübü, şehir merkezi, şehir rehberi, şehir turu, şehirler arası, açık şehir, ana şehir, başşehir, büyükşehir, kardeş şehir

şehirci is. Şehircilik uzmanı, şehircilikle uğraşan kimse.

şehircilik, -ği is. Şehirlerin kurulmasında, düzenlenmesinde, güzelleştirilmesinde kullanılacak, uygulanacak yöntemleri, şehirlerle ilgili toplumsal, ekonomik vb. sorunları konu edinen bilim dalı: "Şehircilik diye bir ihtisas olduğunu öğrenmiştik." -F. R. Atay.

şehir coğrafyası is. Yerleşme bölgelerinde şehrin yayıldığı yerin İnceleme ve araştırılmasını konu edinen coğrafya kolu.

şehir hatları ç. is. 1. Şehir içi yolları. 2. Şehir içi ulaşımı.

şehir kulübü is. Kentteki ileri gelenlerin yemek yemek, çeşitli oyunlar oynayarak eğlenmek amacıyla bir araya geldiği yer.

şehirler arası sf. İki veya daha çok şehir arasında ulaşım, iletişim sağlayan: Şehirler arası telefon.

şehirleşme is. sos. 1. Şehirleşmek işi. 2. Özellikle sanayinin gelişmesi sonucu nüfusun şehirlerde toplanması ve şehir alanlarının genişlemesi süreci.

şehirleşmek (nsz) Köy, kasaba büyüyerek şehir durumuna gelmek, kentleşmek.

şehirli sf. Şehir halkından olan, kentli: "Şuraya buraya konmuş sıralara bilhassa yaşlı şehirliler oturur." -B. Felek.

şehirlileşme is. Şehirlileşmek işi.

şehirlileşmek (nsz) Şehre yerleşip şehir şartlarına uyar duruma gelmek.

şehirlileştirme is. Şehirlileştirmek işi.

şehirlileştirmek (-i) Şehirli duruma getirmek.

şehirlilik, -ği is. Şehirli olma durumu: "Kalbinde garip bir şehirlilik gururu vardı." -Ö. Seyfettin.

şehir merkezi is. Şehrin en işlek yeri, iç bölümleri.

şehir rehberi is. Şehrin belli başlı yerlerini gösteren haritah, açıklamalı kılavuz.

şehir turu is. Bir şehri gezmek ve görmek amacıyla düzenlenen gezi.

şehit, -di is. Ar. şehid Kutsal bir ülkü veya İnanç uğrunda ölen kimse: "Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü. Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü." -A. N. Asya. (biri) şehit düşmek (veya olmak) ülkesi, ülküsü veya inancı uğrunda savaşırken ölmek: "Biraz sonra Veysel'in arkadaşlarından biri daha şehit oldu." -M. Ş. Esendal. "Arkadaşı, düşmanlarla cenge varır ve şehit düşer." -R. Enis. (biri) şehit edilmek ülkesi, ülküsü veya inancı uğruna öldürülmek.

vazife şehidi

şehitlik, -ği is. 1. Şehit olma durumu. 2. Şehitlerin gömüldüğü mezarlık.

şehla sf. (şehlâ:) Ar. şehlâ' Kusurlu sayılmayacak kadar hafif şaşı (göz): "Çakır Emine'nin şehla olan gözünün tarafındaki yanağına elimin tersiyle tokadı yapıştırdım." -O. C.Kaygılı.

şehname is. (şehna:me) Far. şeh + nâme ed. 1. Hükümdarların niteliklerini, üstün başarılarını anlatan, mesnevi biçiminde yazılmış manzume. 2. Manzum olarak yazılmış tarih.

şehnameci is. 1. Şehname yazarı. 2. tar. Osmanlılarda vakanüvisliğin kuruluşundan önce devletin resmî tarih yazan.

şehnaz is. (şehna.z) Far. şehnaz müz. Klasik Türk müziğinde bir makam adı.

şehnazbuselik, -ği is. müz. Klasik Türk müziğinin eski makamlarından birinin adı.

şehnişin is. bk. şahnişin.

şehremaneti is. (şe'hrema:neti) tar. 1. Osmanlı İmparatorluğunda, bugünkü belediye zabıtası görevini yapan, şehrin temizlik ve güzelliğiyle ilgilenen yerel yönetim. 2. Bugünkü belediyenin Türkiye'de kurulan ilk biçimi.

şehremini is. (şe'hremini) tar. 1. Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat'a kadar saray ve devlet yapılarının onarımına, haremin gider ve aylık işlerine bakmakla yükümlü kimse. 2. Şehremanetinin başında bulunan kimse, belediye başkam.

şehriyar is. (şehriya.r) Far. şehr + yâr tar. Padişah, hükümdar.

şehriye is. Ar. şa'riyye Çorba ve pilavda kullanılan, türlü biçimlerde kesilerek kurutulmuş buğday unu hamuru.

şehriye çorbası, arpa şehriye, tel şehriye

şehriye çorbası is. Yağ, tuz, su ve şehriyeden yapılan bir tür çorba.

şehvani sf. (şehva:ni:) Ar. şehvani esk. 1. Şehvetle ilgili, kösnül, erotik, şehevi. 2. Şehvete aşın derecede düşkün olan (kimse), şehvetli.

şehvaniyet is. (şehvamiyet) Ar. şehvâniyyet esk. Şehvetli olma durumu, kösnüllük, erotizm.

şehvet is. Ar. şehvet 1. Cinsel istek, kösnü: "Düşman zabitinin gözlerinde şehvet arzuları yandı." -R. Enis. 2. mec. Aşın istek: "Her sabah masamıza yeni bir şehvetle geçtik." -H. Taner.

şehvetli sf. 1. Cinsel isteği olan, kösnül: "Kadım âdeta şehvetli ve anormal bir zevkle, değil erkek, hatta kızlar bile seyrediyordu." -H. E. Adıvar. 2. mec. Aşın isteği olan.

şehvetperest sf. Ar. şehvet + Far. -peresi esk. Şehvete, cinsel isteklerine aşın derecede düşkün olan.

şehvetsiz sf. Cinsel isteği olmayan.

şehzade is. (şehzaıde) Far. şeh + zade tar. Padişahların ve oğullannın erkek çocuklarına verilen san.

şehzadelik, -ği is. 1. Şehzade olma durumu. 2. Şehzadenin görevi.

şek, -kki is. Ar. şekk esk. Şüphe.

şekavet is. (şeka:vet) Ar. şekavet esk. Haydutluk, soygunculuk: "Herkesin ortasında yapılan bu şekavete neden kimse karışmıyor?" -H.Taner.

şekel is. İbr. İsrail para birimi.

şeker is. Far. şeker 1. Şeker kamışı, şeker pancan, patates, havuç, mısır, buğday vb. bitkilerin sap ve köklerinin öz suyundan veya nişastasından çıkanlan, birleşiminde karbon, oksijen ve hidrojen bulunan, beyaz, suda eriyen, mayalanabilen ve çoğu tatlı olan maddelerin genel adı. 2. Bu madde katılarak yapılmış lokum, akide, çikolata vb. tatlı yiyeceklerin genel adı. 3. Şeker hastalığının belirtisi olan kan ve idrardaki yüksek şeker miktarı: "Yirmi gün evvel ameliyat edildiği hâlde biraz şekeri görüldüğü için henüz taburcu edilememişti." -H. Taner. 4. tıp Şeker hastalığı. 5. sf mec. Sevimli, cana yakın ve güzel: Hele bak, ne şeker şeyi şeker gibi çok sevimli, güzel: "O bacakları biraz kalınca ama yüzü şeker gibi tatlı, kolejli kızı gözetlemeye başlar." -H. Taner. şekeri kestirmek şeker şerbetine, limon suyu veya limon tuzu katarak kaynatıp koyulaşmasını sağlamak, şekerim! tkz. genellikle kadınların kullandığı sevgi bildiren bir seslenme sözü.

şeker ağacı, şeker aktarması, Şeker Bayramı, şeker fasulyesi, şeker hastalığı, şeker kamışı, şeker pancarı, şekerpare, şekerrenk, esmer şeker, gizli şeker, gülbeşeker, kesme şeker, küp şeker, toz şeker, açlık şekeri, akide şekeri, badem şekeri, bayram şekeri, bonbon şekeri, çay şekeri, elma şekeri, horoz şekeri, kestane şekeri, kişniş şekeri, leblebi şekeri, lohıtsa şekeri, mevlit şekeri, meyve şekeri, nane şekeri, nikâh şekeri, nöbet şekeri, peynir şekeri, pudra şekeri, süt şekeri, üzüm şekeri

şeker ağacı is. bot. Vatanı Doğu Asya olup Güneydoğu Anadolu'da da yetişen, yeşilimsi, beyaz çiçekli bir ağaç (Hovenia dulcis).

şeker aktarması is. argo İşaretlerle iletişim kurma, gizlice haberleşme: "Şeker aktarması da el, göz, baş, burun, mendil, fes ve peçeyle olur." -S. Birsel.

Şeker Bayramı is. hlk. Ramazan Bayramı.

şekerci is. 1. Şeker ve şekerleme yapan veya satan kimse: "Birkaç gün içinde anlaşıldı ki ... bir fakir şekercinin kızı ile evlenmiş." -M. Ş. Esendal. 2. Şeker satılan yer.

şekerciboyası

şekerciboyası is. bot. Şekerciboyasıgillerden, kökü iç sürdürücü olarak kullanılan, 2-3 m yükseklikte, üzümsü meyvesinden şarapları boyamak için kırmızı boya çıkarılan çok yıllık bir bitki, amerikaüzümü (Phytolacca americana).

şekerciboyasıgiller ç. is. bot. Ispanaklar takımına giren, şekerciboyası vb. bitkileri içine alan bir bitki familyası.

şekercilik, -ği is. Şeker ve şekerleme yapma veya satma işi.

şeker fasulyesi is. bot. Badıcı etli, tohumu yuvarlak ve beyaz bir tür fasulye.

şeker hastalığı is. tıp Kanda glikozun artması sonucu idrarda şeker bulunması, çok su içme, çok yemek yeme ve çok idrar yapma ile beliren hastalık, şeker: "Ben de hastayım hanım, şeker hastalığım var." -S. F. Abasıyanık.

şeker kamışı is. bot. Buğdaygillerden, çiçekleri salkım durumunda başakçıklar oluşturan, 10 m'ye kadar uzayabilen, öz suyundan şeker çıkarılan bir bitki (Saccarum ojjicinarum).

şekerleme is. 1. Şekerlemek işi. 2. Toz şekerin içine meyve özleri konduktan sonra kaynatılmasıyla yapılan her türlü şeker: "Cevahir, şekerleme, kitapçı camekânları önünde tevakkuf ede ede yürüyordum." -Y. K. Beyatlı. 3. mec. Oturduğu yerde hafif ve kısa süreli uyuma, şekerleme yapmak kestirmek.

şekerlemeci is. Şekerleme yapan veya satan kimse.

şekerlemecilik, -ği is. Şekerlemecinin işi veya mesleği.

şekerlemek (-i) İçine şeker koymak, şekerle tatlandırmak.

şekerlenme is. Şekerlenmek işi.

şekerlenmek (nsz) Şekerli eriyiklerin içindeki şeker, billur durumuna gelip ayrılmak: "Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş." -R. H. Karay.

şekerleşme is. Şekerleşmek işi.

şekerleşmek (nsz) 1. kim. Nişastalı ve selülozlu maddeler, enzimlerin veya inorganik asitlerin etkisiyle mayalanabilir şekerler durumuna dönüşmek. 2. mec. Bir kimse sevimli, hoşa gidecek bir duruma gelmek.

şekerleştirme is. Şekerleştirmek durumu.

şekerleştirmek (-i) Şekerli duruma getirmek.

şekerli sf. İçinde şeker bulunan: "Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır." -S. F. Abasıyanık.

şekerli kahve, orta şekerli

şekerlik, -ğî is. 1. Şeker konulan kap. 2. sf Şeker yapmaya elverişli: Şekerlik pancar.

şekerli kahve is. İçine bol şeker katılıp pişirilen kahve: "Üst üste birer sade, birer şekerli kahve içildi." -O. C. Kaygılı.

şeker pancarı is. bot. Ispanakgillerden, etli kökünden şeker elde edilen bir yıllık tarım bitkisi, kocabaş (Beta vulgaris var rapa).

şekerpare is. (şekerpa:re) Far. şeker + pare 1. Çok tatlı bir kayısı çeşidi. 2. Bir tür hamur tatlısı.

şekerrenk, -gi is. Far. şeker + reng esk. 1. Sarıya çalan renk. 2. sf. Bu renkte olan. 3. mec. İki kişi arasında dostluk ilişkilerinin bozuk olması: "Vergi kâtibi ile de araları şekerrenk olmuştu." -E. E. Talu.

şekersiz sf. 1. Şekeri olmayan. 2. Şekeri az, tadı az olan. 3. Sade.

şekil, -İdi is. Ar. şekl 1. Biçim: "Dünyayı alıp amcuna bir gün Tanrı'm / Avucunda bu dünyaya bir şekil ver." -A. N. Asya. 2. Bîr konuyu açıklamaya yarayan resim veya çizim: Bu kitapta birçok şekil var. 3. Davranış biçimi, tutum, yol, tarz: Bu şekilde hareket etmek doğru değildir. 4. Bir kavramın, düşüncenin, olayın veya işin değişik oluş biçimi: "Yalnızlığın şekilleri vardır, kimsesiz bir yerde yalnızlık, sosyete ve kalabalık içinde yalnızlık." -R. N. Güntekîn. 5. Toplumsal bir bütünün kuruluş biçimi: Yönetim şekli. 6. Olma biçimi, durum, hâl: Bakır, doğada birleşik şekilde bulunur. 7. Anlatım biçimi: "Ne yapıp yapmış, bu havai konuşmayı röportaj şekline sokmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 8. ed. Biçim. 9. mat. Bazı matematiksel varlıkların gösterilmesine yarayan resim: Geometrik şekil, şekil almak belli bir biçime girmek, biçimlenmek, şekillenmek. şekil ve şemail görünüş, şekil vermek belirli bir biçime girmesini sağlamak, biçimlendirmek, şekillendirmek: "O, biraz da bana yardım olsun diye, mektepteki Amerika'dan gelen gazeteleri toplar, getirir, bu işe şekil verirdi." -H. E. Adıvar. (herhangi bir şeyi) şekle sokmak (veya koymak) 1) uygun bir biçime girmesini sağlamak; 2) herhangi bir biçimde sonuca ulaştırmak.

şekil bilgisi, şekil değiştirme, yer şekli, benzer şekiller, yer şekilleri, yüzey şekilleri

şekil bilgisi is. dbl. Yapı bilgisi.

şekilci sf. Alışılmış kural, tutum veya davranış dışına çıkamayan, biçimci, formaliteci, formalist, şekilci olmak belli biçimler, kalıplar dışına çıkamamak: "Şiir diline dayanan bir edebiyat, konuşma dilinden ayrıldığı ölçüde hayattan kopmak, şekilci olmak zorundadır." -N. Cumalı.

şekilcilik, -ği is. Biçimcilik.

şekildaş sf. Biçimleri aynı olan.

şekildaşlık, -ğı is. Biçimleri aynı olma durumu.

şekil değiştirme is. Transformasyon.

şekillendirilme is. Şekillendirilmek işi.

şekillendirilmek (nsz) Şekilli duruma getirilmek.

şekillendirme is. Şekillendirmek işi, biçimlendirme.

şekillendirmek (-i) Biçimlendirmek.

şekillenme is. Şekillenmek işi, biçimlenme.

şekillenmek (nsz) Biçimlenmek: "Adam konuştukça yaşamımın bir bölümü şekilleniyor, bazı kısımları sanki açıklığa kavuşuyordu. " -N. Eray.

şekilleşme is. Şekilleşmek işi.

şekilleşmek (nsz) Şekil durumuna gelmek.

şekilli sf. Şekli olan: "Tarihten evvelki acayip şekilli mahluklara benzeyen bazı yelkenliler..." -A. Ş. Hisar.

iki şekilli

şekilperest is. Ar. şekl + Far. -perest Biçimciliğe aşın önem veren, biçimci kimse, formaliteci.

şekilsiz sf. 1. Belirli biçimi olmayan. 2. Biçimi bozuk: "Birçok odaları ve birçok pencereleriyle bu bina biraz şekilsiz bir yalıydı." -A. Ş. Hisar.

şekilsizlik, -ği is. Şekilsiz olma durumu, biçimsizlik.

şeklen zf (şe'klen) Ar. şeklen Biçim bakımından, biçim yönünden.

şeklî sf. (şekli:) Ar. şekli esk. Biçimle ilgili, biçimsel, formel,

şekva is. (şelcva:) Ar. şekva esk. Yakınma, sızlanma, şikâyet.

şekvacı is. Şikâyet eden, yakınan: "Vali ve vezirlerin bundan resmen şekvacı olduklarını tarih kitaplarımız yazar." -B. Felek. şekvacı olmak şikâyet etmek, yakınmak.

şelale is. (şelâde) Ar. şelâle coğ. Büyük çağlayan, cavlan.

şelek, -ği is. 1. Sırtta taşman yük. 2. Boynuzunun biri kırık hayvan.

şelf is. İng. shelf coğ. Karalan çevreleyen ve karalardan sayılan, 200 m derinliğe kadar olan sığ deniz dipleri.

şem is. Ar. şem' Mum, balmumu: "Beni candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı / Felekler yandı ahundan muradım semi yanmaz mı?" -Fuzuli..

şema is. (şe'ma) Fr. schema 1. Bir aletin, bir aracın veya bir biçimin ana çizgilerini gösteren çizim. 2. Bir edebiyat eserinin, bir tasarının planı.

şemail is. (şema: il) Ar. şema'il esk. 1. Dış görünüş. 2. Huy, karakter.

şemalaştırma is. Şemalaştırmak işi veya durumu.

şemalaştırmak (-i) Çizerek şema durumuna getirmek.

şematik, -ği sf. Fr. schematique Şema biçiminde.

şempanze is. Fr. chimpanze zool. Primatlardan, ayakları beş parmaklı, tek yavru doğuran, iyi tırmanıcı olan, ormanlarda yaşayan bir maymun türü (Pan troglodytes).

şems is. Ar. şems esk. Güneş.

şemse is. Ar. şemse esk. Yazma kitapların cildine, baş sayfalarının üst bölümüne veya kumaşlara, kapı, pencere vb. yerlere işlenen veya çizilen güneş biçiminde süs.

şemsî sf. (şemsi:) Ar. şemsi Güneşle ilgili.

şemsiye is. Ar. şemsiyye 1. Bir sapın üzerinde esnek tellere gerilmiş, açılıp kapanabilen, yağmur ve güneşten korunmak için kullanılan, su geçirmez kumaştan yapılmış taşınabilir eşya: "Camın dışından şemsiyeleriyle geçen insanları seyre daldı." -S. F. Abasıyanık. 2. Genellikle plajlarda, bahçelerde kullanılan büyük güneşlik: Plaj şemsiyesi. Bahçe şemsiyesi. 3. bot. Aynı noktadan çıkan eşit uzunluktaki sapçıkların ucunda bulunan şemsiye görünüşündeki çiçek topluluğu.

şemsiyeci is. Şemsiye yapan, satan veya onaran kimse.

şemsiyecilik, -ği is. Şemsiyecinin işi veya mesleği.

şemsiyelik, -ği is. 1. Şemsiye koymaya yarayan, altında şemsiyelerden sızan suyun toplanması için özel kutusu olan, girişte bulunan mobilya: "Sofanın ışığını yaktı, şemsiyeliğin kalın aynasında dikkatle güzelliğini süzdü." -A. İlhan. 2. sf. Şemsiye yapmaya elverişli olan.

şen sf. 1. Yaşamaktan mutlu olduğunu davranışlarıyla belli eden, sevinçli, neşeli: "Hayatta daima şen insanlarla beraber olun, gamlı insanların gamı size de bulaşır." -R. Enis. 2. Neşe veren, neşelendiren, eğlenceli: "Şen kahkahalar yükseliyorken evinizden / Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden." -Y. K. Beyatlı. 3. Neşe belirtisi olan. şen olmak neşelenmek, sevinmek, mutlu olmak: "Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun." -M. E. Yurdakul.

şen şakrak, şen şatır

şenaat, -ti is. (şena:at) Ar. şenâ'at esk. İğrençlik, kötülük, alçaklık: "Bir müsteşarı elinde bulundurmak için her türlü şenaate katlanabileceğim inanmıyordu."-P'. Safa.

şendere is. 1. Kaplamacılıkta kullanılan ince tahta. 2. Fıçı kaburgası. 3. zool. Tekir cinsinden bir balık.

şenelme is. Şenelmek işi.

şenelmek (nsz) hlk. 1. Boş bir yer, İnsanların yerleşmesiyle yurt durumuna gelmek, meskûn olmak. 2. Sevinmek, keyiflenmek, neşelenmek. 3. Bitki gelişmek, büyümek, serpilmek.

şeneltme is. Şeneltmek işi.

şeneltmek (-i) Şenelmiş duruma getirmek, meskûn kılmak: "Fakat bu havalar böyle giderse zor şeneltiriz biz bu sergiyi. Şu anda dışarıda lapa lapa kar yağıyor." -B. R. Eyuboğlu.

şeni sf. (şeni:) Ar. şeni' esk. Kötü, çirkin, alçakça, utanç verici: "En büyük fedakârlığı, en şeni cinayeti de aynı kolaylıkla işlerler." -E. E. Talu.

şeniyet is. Ar. şe'niyyet Gerçeklik.

şenlendirilme is. Şenlendirilmek işi veya durumu.

şenlendirilmek (nsz) Şenlenmesi sağlanmak.

şenlendirme is. Şenlendirmek işi.

şenlendirmek (-i) Şenlenmesini sağlamak, neşelendirmek: "Yüzü, gözleri, yüreği şenlendiren bir neşe ile pırıl pırıldı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şenleniş is. Şenlenme işi veya biçimi.

şenlenme is. Şenlenmek işi.

şenlenmek (nsz) 1. Şen duruma gelmek, neşelenmek, gönlü açılmak: O arkadaş gelince hepimiz şenleniriz. 2. Bayındır duruma gelmek. 3. mec. Canlılık, hareket kazanmak.

şenlik, -ği is. 1. Şen olma durumu, şetaret: "Emine'nin yüzüne öyle bir şenlik, çakırımsı şehla gözlerine öyle bir civeleklik geldi ki..."-O. C. Kaygılı. 2. Belli günlerde yapılan, coşku veren eğlendirici gösterilerin tümü, bayram: "Ne var ki bu şenlik gününde yüzüne bakan yok." -T. Buğra. 3. sin. ve tiy. Festival. 4. mec. Sevinç, neşe: "Gece her tarafta şenlik olmuş, çalgılar, davullar çalınmış, kıyamet kopmuş." -M. Ş. Esendal. şenlik görmemiş terbiyesiz, görgüsüz (kimse).

mahya şenliği

şenlikli sf. 1. Birçok kimsenin oturduğu, kalabalık, bayındır, şerefli: "Doğancılar'da altı kahve bulunduğunu, ama hiçbirinin bunun kadar şenlikli olmadığını söyler." -S. Birsel. 2. esk. Eğlenceli.

şenliksiz sf. 1. Kalabalık olmayan. 2. Eğlenceli olmayan, eğlencesiz.

şen şakrak, -ğı sf. Çok neşeli, şakrak, şen şatır: "Hepsi şen şakrak, sesli sesli gülüşerek, haykırışarak denizden geliyorlar." -P. Safa.

şen şatır sf. Şen şakrak.

şepit, -di is. hlk. Hamurdan çok ince açılarak sacda pişirilen ekmek.

-şer bk. -şar / -şer.

şer, -rri is. Ar. şerr 1. Kötülük, fenalık: "Senin başına bir şeyler gelecek ama hayır mı desem, şer mi desem..." -A. Ş. Hisar. 2. sf. Kötü, fena. şerrine lanet kötü bir kimse ile uğraşmak istenilmediğini veya kaçınıldığını anlatan bir söz.

ehvenişer

şerait ç. is. (şera.it) Ar. şerâ'it Şartlar, koşullar: "İşte, bu ahval ve şerait içinde vazifen..." -Atatürk.

şeran zf Ar. şer'an esk. Şeriat bakımından.

şerare is. (şera:re) Ar. şerare esk. Kıvılcım: "Bir şerare aydınlığında, aklından bin şey geçti."-P. Safa.

şerbet is. Ar. şerbet 1. Meyve suyu ile şekerli su karıştırılarak yapılan içecek: "Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde ahududu şerbeti getirdiler." -A. Haşim. 2. Belli törenlerde konuklara sunulan şekerli içecek: "Hemen o haftalarda bir sabah Muhsin Beylerin evinde nikâh şerbetleri içildi." -M. Ş. Esendal. 3. Bazı maddelerin suda eritilmişi: Gübre şerbeti. Çimento şerbeti. 4. Sözlenmek veya nişanlanmak üzere tarafların anlaşması durumunda tören yapılarak içilen içecek, şerbet gibi yumuşak, güzel (hava), şerbet içmek sözlenmek veya nişanlanmak üzere tarafların anlaşması durumunda ezilen şerbet içilerek tören yapmak.

baldıran şerbeti, ecel şerbeti, kızılcık şerbeti, koruk şerbeti, lohusa şerbeti, tutkal

şerbeti şerbetçi is. 1. Şerbet yapan veya satan kimse. 2. Şerbet satılan yer.

şerbetçi otu

şerbetçilik, -ği is. Şerbet yapma ve satma işi.

şerbetçi otu is. bot. Yaprakları karşılıklı, sapı sarılgan olan, çiçekleri yumurtamsı kozalaklara dönüşen ve kozalaklarından bira yapımında yararlanılan çok yıllık ve otsu bir bitki (Humulıts hıpulus).

şerbetleme is. Şerbetlemek işi.

şerbetlemek (-e) 1. Yılan vb. hayvanların sokmaması veya soktuğunda zehrin etkisiz olması için bir kimseyi afsunlamak. 2. Tarımda toprağın verimini artırmak için bitkiye gübre suyu vermek.

şerbetlenme is. Şerbetlenmek işi.

şerbetlenmek (nsz) 1. Yılan vb. hayvanların sokmaması veya soktuğunda zehrinin etkisiz olması için afsunlanmak. 2. Tarımda toprağın verimini artırmak İçin bitkiye gübre suyu verilmek.

şerbetli sf. 1. Şerbeti olan, şerbet katılmış olan. 2. Yılan vb. hayvanların sokmasından zarar görmeyen: "Anlaşılan sen yılana şerbetli imişsin galiba!" -O. C. Kaygılı. 3. meç. Kötü davranmayı, kötü işler yapmayı huy edinmiş olan: Yalana şerbetli. 4. mec. Kendisine kötü davranılmasına alışmış olan: "Gülsüm, dayak ve hakarete ezelden şerbetliydi."-R. N. Güntekin.

şerbetlik, -ği sf. Şerbet yapmaya yarayan veya şerbet yapmak için ayrılmış olan.

şerbetsiz sf. 1. Şerbeti olmayan. 2. Yılan vb. hayvanların sokmasına karşı şerbeti olmayan. 3. Şerbet verilmemiş olan.

şerç, -ci 75. Ar. şerç anat.esk. Anüs.

şeref is. Ar. şeref 1. Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, onur: İnsanın şerefi. Yurdun şerefi. 2. Erdem, gözü peklik ve yetenekle kazanılmış iyi şöhret: "Kolay şöhret, güç sanatın şerefini daima kıskanmıştır." -F. R. Atay. şeref vermek onurlandırmak, şereflendirmek, şerefe (veya şerefinize) içki içilirken kadeh kaldırarak karşısındakine değer verildiğini belirtmek için söylenen söz, sağlığına veya sağlığınıza. şerefine kutlanmasına: "Bugünün şerefine giydiği yabanlık lacivert entarisiyle annesi kapıda bekliyordu." -H. E. Adıvar. şerefine içmek mutlu bir olay veya durumu kutlamak amacıyla içki içmek: "Dükkânın açılışı şerefine içildi." -S. F. Abasıyanık.

şeref kıtası, şeref konuğu, şeref locası, şeref misafiri, şeref salonu, şeref sözü, şeref tribünü, şeref üyesi, şeref yeri

şerefe is. Ar. şerefe Minarenin gövdesini çepeçevre dolaşan, korkuluklu, ezan okunan yer: "İstanbul'un kandilleri bile yanmayan şerefelerinde eski ışıkları arar." -R. E. Ünaydın.

şerefiye is. Ar. şerefıyye 1. Bir yer bayındır duruma getirildiğinde çevrede bulunan mülklerin değeri arttığından, sahiplerinden belediyece alınan para. 2. Kooperatiflerde üst katlardaki evlerin veya caddeye bakan evlerin sahiplerinden alınan fazla ücret.

şeref kıtası is. ask. Devlet başkanlarının, yüksek aşamada devlet adamları ve kumandanlarının karşılanma ve uğurlanmalarında hazır bulunan tören kıtası.

şeref konuğu is. Bir toplantı, davet, balo vb.ne çağrılan konuklar arasında kendisine ayrıcalık tanınan, en çok değer ve önem verilen kişi, şeref misafiri.

şereflendirilme is. Şereflendirilmek durumu.

şereflendirilmek (nsz) Şereflendirme işi yapılmak.

şereflendirme is. Şereflendirmek işi, onurlandırma.

şereflendirmek (-i) Kendisine saygı duyulan bir kimse, bir yere gelerek oradakileri mutlu etmek, onurlandırmak.

şereflenme is. Şereflenmek işi, onurlanma, teşerrüf.

şereflenmek (nsz) Onurlanmak, teşerrüf etmek.

şerefli sf. 1. Onurlu. 2. Onur veren, şeref veren: "O kadar tatlı ve şerefli hatıralarla dolu olan Çankaya..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bayındır, şenlikli: Şerefli yer.

şereflilik, -ği is. Şerefli olma durumu.

şeref locası is. Tiyatro, sinema vb. yerlerde şeref konuklarına ayrılan özel loca.

şeref misafiri is. Şeref konuğu.

şeref salonu is. Havaalanı, saray vb. büyük yapılarda kral, başkan gibi kişilerin oturdukları veya önemli törenlerin, karşılamaların yapıldığı yer: Devlet başkam, konuklarıyla şeref salonunda bir süre görüştü.

şerefsiz sf. Şereften yoksun olan, onursuz.

şerefsizlik, -ği is. Şerefsiz olma, şerefini koruyamama durumu, onursuzluk.

şeref sözü is. Namus sözü.

şeref tribünü is. Stadyum, hipodrom vb. açık seyir yerlerinde devlet başkanlarına, yüksek makamlardaki devlet adamlarına, komutanlara ve kulüp yöneticileri ile diğer yetkili kişilere ayrılmış özel koltuklu bölüm.

şeref üyesi is. Onur üyesi.

şerefyap, -bı sf. (şerefya;p) Ar. şeref+ Far. -yab esk. Şeref kazanan (kimse), şerefyap olmak onur kazanmak.

şeref yeri is. Bir toplantıda, özel saygı gösterilen kimse için ayrılmış yer.

şergil is. hlk. Askıntı, baş belası.

şerh is. Ar. şerh esk. 1. Açma, ayırma. 2. Bir anlatım veya kitabı açıklama, yorumlama. 3. Bir şeyi açıklamak amacıyla yazılmış kitap, 4. mec. Açık ve ayrıntılı anlatma, şerh etmek açımlamak.

muhalefet şerhi

şerha ıs. Ar. şerha esk. 1. Dilim, parça. 2, Yara.

şeri sf. (serî:) Ar. şer'î Şeriatla ilgili.

şeriat is. (şerkat) Ar. şeri'at din b. Kur'an'daki ayetlere, Hz. Muhammed'in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku. şeriatın kestiği parmak acımaz kanunların uygun gördüğü cezaya katlanmak gerekir: Ben bir şey yapamam, şeriatın kestiği parmak acımaz, ne yapayım, Allah acısın." -M. Ş. Esendal.

şeriatçı is. Dinin esaslarım sadece dinî hayatta değil, hukuksal, ekonomik ve siyasal düzenlemelerde de geçerli kılmak isteyen, şeriat yanlısı kimse,

şeriatçılık, -ğı is. Şeriatçı olma durumu: "31 Mart J909'da İstanbul'da bir şeriatçılık ayaklanması olmuştu." -F. R. Atay.

şerif (I) is. Ar. şerif esk 1. Kutsal, şerefli. 2. Soylu, temiz.

şerif (II) is. İng. sherıjfl. Büyük Britanya'da kendi bölgesi içinde kralı temsil eden, yasalara saygı gösterilmesini sağlamakla görevli yönetici. 2. Amerika Birleşik Devletleri'nde seçimle işbaşına gelen, hukuki yetkisi sınırlı olan yönetici.

şerik is. (şeri:k) Ar. şerik esk. Ortak.

şeriklik, -ği is. Ortaklık, arkadaşlık,

şerir is. (şeri:r) Ar. şerir esk. Kötü, kötülükçü, fesat kimse; "Ben de bu şerirleri aynı cezaya çarptıracağım." -R, H. Karay.

şerirlik, -ği is. Şerir olma durumu, kötülükçülük.

şerit, -di is. Ar. şerit 1. Dar, uzun parça ve özellikle dokuma veya kumaş parçası: "Güzel bir şeritle künyemi göğsüme bağladım ve gittim." -F. R. Atay. 2. Dar, uzun kıyı parçası; Deniz şeridi. Kara şeridi. 3. Herhangi bir maddenin dar, düz, ince ve uzun parçası. 4. Bir kara yolunda trafik çizgileri ile ayrılmış bölümlerden her biri: Sol şerit geçişe ayrılmıştır. 5. astr. Tayfta birbirine yakın iki dalga boyu arasında kalan parça. 6. zool. Şeritgillerden, vücudu yassı, birbirine kenetlenmiş boğumlan bulunan ve bazısı metrelerce boyda olan bir bağırsak asalağı, tenya, sığır tenyası, sığır şeridi, abdestbozan. şerit değiştirmek trafikte hız durumuna ve yol şartlarına göre belirli kurallar içinde bir yol şeridinden diğerine geçmek.

şerit balığı, şerit makarna, şerit metre, manyetik şerit, sağ şerit, sol şerit, daktilo şeridi, güvenlik şeridi, sahil şeridi, sığır şeridi, suşeridi, tırmanma şeridi, trafik şeridi

şerit balığı is. zool. Kurdele balığı.

şeritçi is. Süs şeridi yapan veya satan kimse,

şeritçilik, -ği is. Şeritçinin mesleği,

şeritgiller ç. is. zool. Şeritler.

şeritleme is. Şeritlemek işi.

şeritlemek (-i) Şerit geçirmek, şeritle süslemek.

şeritler ç. is. zool. Vücutları şerit biçiminde ve parçalı olan, asalak olarak insan veya hayvanların bağırsaklarında yaşayan yassı solucanlar takımı.

şeritli sf Şeridi olan: "Beyaz eteği, lacivert ceketi ve altın şeritli kaptan kasketiyle güvertede dolaşıyor." -R. H, Karay.

şerit makarna is. Uzun ve ince makarna.

şerit metre is. Bezden yapılmış, sarılmaya uygun metre, mezura, mezür.

şeritsiz sf. Şeridi olmayan.

şeriye sf. Ar. şer'iyye Şeriatla ilgili.

şeriye mahkemeleri, hileişeriye

şeriye mahkemeleri ç. is. tar, Osmanlı devletinde fıkıh esasına göre yargılama yapan mahkemeler.

şeş is. Far. şeş esk. Altı. şeşi beş görmek alay yanlış görmek: "Asıl âşığın gözü şeşi beş görür, kulağı Mısır'daki sağır sultanın duyduğunu bile duymaz." -R. H. Karay.

düşeş

şeşbeş is. (şe'şbeş) Far. şeş + T. beş Tavla oyununda atılan zarlardan birinin altı, öbürünün beşli gelmesi.

şeşcihar is. (şe'şcihaır) Far. şeş + çehâr Tavla oyununda atılan zarlardan birinin altı, öbürünün dörtlü gelmesi.

şeşper is. Far. şeş + per esk. Savaş araçlarından altı dilimli topuz.

şeşüdü is. (şe'şüdü:) Far. şeş + Tavla oyununda atılan zarlardan birinin altı, öbürünün ikili gelmesi.

şeşüse is. (şe'şüse) Far. şeş + se Tavla oyununda atılan zarlardan birinin altı, öbürünün üçlü gelmesi.

şeşyek is. (şe'şyek) Far. şeş + yek Tavla oyununda atılan zarlardan birinin altı, öbürünün birli gelmesi.

şet, -ddi is. Ar. şedd esk. 1. Sıkarak bağlama, sıkma. 2. müz. Klasik Türk müziğinde bir makamı kendi perdelerinden daha tiz veya pes perdelerde çalma işi.

şetaret is. (şeta:ret) Ar. şetaret esk. Sevinç, şenlik, neşe: "Bu bedbinlik yerini çocukça bir şetarete bırakıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şetaretli sf. Şetareti olan, neşeli, şen, cıvıl cıvıl: "Bu hava içinde her şey parlak bir varlık göstermeye başlar, suni ve şetaretli bir âlemin zevki ortalığı kaplardı." -A. Ş. Hisar.

şetim, -tmi is. Ar. şetm esk. Sövme, sövgü.

şetlant, -di is. İng. shetland Shetland adalarında yetişen koyun türünün yününden yapılan kumaş, örgü vb.

şev is. Far. şib esk. 1. înişli yer, bayır. 2. sf. Eğik, meyilli.

şevahit, -di ç. is. Ar. şevâhid Şahitler, tanıklar.

şevk is. Ar. şevk esk. 1. İstek, heves: "Bütün gençlik heyecanlarımızın, şevklerimizin, çabalarımızın mesnedi olan ve adına Atatürk ilkeleri dediğimiz inançlar..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sevinç, neşe: "Çiftlik yine, sabah oluyormuş gibi şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde..." -R. H. Karay. şevk vermek isteklendirmek: "Bir bitmeyecek şevk verirken beste / Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir ." -Y. K. Beyatlı. şevke gelmek 1) isteği, hevesi artmak: "Öyle keyifleniyor, öyle şevke geliyordu ki..." -Y. Z. Ortaç. 2) neşelenmek, şevke getirmek canlandırmak, isteğini artırmak, şevki kırılmak isteği, hevesi kalmamak.

şevkefza is. Ar. şevk + Far. -efzâ müz. Klasik Türk müziğinde III. Selim tarafından düzenlenmiş bir birleşik makam.

şevket is. Ar. şevket esk. Büyüklük, ululuk, yücelik, heybet.

şevketli sf. "Büyüklük, güç sahibi" anlamında padişahlara verilen bir san.

şevkli sf. Şevki olan: "Ben onun kadar şevkli oyuncu tanımadım." -H. Taner.

şevksiz sf. Şevki olmayan: "Her vakit indiğim otelin sahibi beni neden şevksiz karşılıyordu?" -Y, K. Karaosmanoğlu.

şevksizlik, -ği is. Şevksiz olma durumu.

şevval, -li is. (şewa:l) Ar. şevval esk. Hicri takvime göre ramazandan sonra gelen ay, bayram ayı.

şey is. Ar. şey' 1. Madde, eşya, söz, olay, iş, durum vb.nin yerine kullanılan, belirsiz anlamda bir söz: "Bana sen pek çok şey kazandırdın." -R. H. Karay. 2. Nesne, madde: "Asıl zorluk belki öğrenilmesi lazım gelen şeylerin değil, unutulması gereken şeylerin çokluğundan gelir." -A. Ş. Hisar.

bir şey

şeyh is. Ar. şeyh 1. Tarikat kurucusu, bir tarikatta en yüksek dereceye ulaşmış olan kimse, tarikat büyüğü veya tarikat kollarından birinin başında bulunan kimse: Mevlevi şeyhi. 2, Arap kabile ve aşireti başkanı. şeyhin kerameti kendinden menkul büyük işler gördüğünü söyleyen birinin sözüne inanılmadığmı anlatmak için söylenen bir söz.

kürsü şeyhi

şeyhlik, -ği is. Şeyh olma durumu.

şeyhülislam is. (şe'yhülislâ:m) Ar. şeyh + islâm tar. din b. Osmanlı İmparatorluğumda, kabinede sadrazamdan sonra yer alan ve genellikle din işlerinden sorumlu olan üye.

şeyhülislam kapısı

şeyhülislam kapısı is. Şeyhülislamların görev yaptığı daire, fetvahane.

şeyhülislamlık, -ğı is. 1. Şeyhülislam olma durumu. 2. Şeyhülislam makamı.

şeytan is. Ar. şeytân din b. 1. Hz. Âdem'e secde etmediği için cennetten kovulan, insanları Allah'ın emirlerine karşı kışkırtan, kötülüğe yönelten melek. 2. mec. Kötü düşünceli, kötü niyetli kimse. 3. sf. mec. Çok kurnaz, uyanık (kimse), şeytan aldatmak 1) bazı davranışlarda iradeli, güçlü davranamamak, nefsine uymak; 2) uyku halindeyken meni boşalmak, düş azmak: "O gecenin sabahı şeytanın aldattığı vücudunu soğuk suda temizlerdi." -S. F. Abasıyanık. şeytan azapta gerek "sevilmeyen bir kimse zorluk içinde kaldığında bunu hak etmiştir" anlamında kullanılan bir söz. şeytan diyor ki yapılmaması gereken bir davranış için, yapma isteği duyulduğunda söylenen bir söz: "Gül tenli, kor dudaklı, kömür sürmeli / Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kere öpmeli." -Y. K. Beyatlı. şeytan dürtmek durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak: "Ama çocukluk işte, şeytan dürttü, ya herrü ya merrü diyerek birden yukarı baktım." -H. Taner, (birinden) şeytan elini çekmiş uygunsuz bir iş yapacak veya kötülük düşünecek durumu olmayan çok yaşlı kimseler için kullanılan bir söz. şeytan geçmiş gibi konuşma sırasında kesinti yaparak: "Birden, şeytan geçmiş gibi bir sükût oldu." -H. Taner, şeytan gibi çok zeki ve kurnaz, şeytan görsün yüzünü sevilmeyen, görmek bile İstenilmeyen kimse için söylenen bir söz. şeytan kandırmak düş azmak, şeytan aldatmak, şeytan kulağına kurşun hlk. aksama ihtimali bulunan durum veya işler düzenli gittiğinde "nazar değmesin" anlamında söylenen bir söz: Şeytan kulağına kurşun, hiçbirimiz hasta olmadık, (bir kimsede) şeytan tüyü (olmak) kendini herkese kolaylıkla sevdirme Özelliği (bulunmak): "Bende şeytan tüyü vardır ." -H. R. Gürpınar, şeytana külahı (veya pabucu) ters giydirmek çok kurnaz olmak: "Fakat aynı zamanda, şeytana külahı ters giydirecek kadar açıkgöz ve kurnazdı." -R. N. Güntekin. şeytana parmak ısırtmak çok kötü ve çirkin bir şey yapmak, şeytana uymak kötü bir şey yapma isteğine kapılmak. şeytanın arka bacağı (veya kıç bacağı veya art ayağı) çok akıllı ve yaramaz (çocuk), şeytanın bacağını (veya ayağını) kırmak 1) herhangi bir sebeple yapılmayan bir işe başlamak veya gidilmeyen bir yere gitmek; 2) uğursuzluğu, şanssızlığı, aksiliği yenmek, şeytanın gör dediği başkalarının göremediği, farkına varamadığı incelikleri veya gerçekleri yakalamak, şeytanın işi yok ne hikmetse, aksilik bu ya. şeytanın yattığı yeri bilmek bilinmesi ve hatırlanması güç şeyleri bilmek, çok kurnaz ve açıkgöz olmak.

şeytanarabası, şeytan bezi, şeytan çekici, şeytan elması, şeytanfeneri, şeytanılain, şeytaniğnesi, şeytan kırmızısı, şeytan kuşu, şeytanminaresi, şeytan otu, şeytan örümceği, şeytansaçı, şeytan şalgamı, şeytan taşlama, şeytantersi, şeytan tırnağı, şeytan uçurtması, kör şeytan

şeytanarabası is. bot. Bazı bitkilerin havada uçuşan uzun ve ince tüylü tohumu.

şeytan bezi is. Erkek elbisesi yapımında kullanılan kadife dokunuşlu bir tür pamuk kumaş.

şeytanca zf. (şeyta'nca) Şeytana yaraşır bir biçimde, kurnazca, kurnazlıkla, şeytani: "Genç kadın, bir aynanın önüne gitti, saçlarını düzeltti ve kendi kendine bakarak şeytanca gülümsedi." -P. Safa.

şeytan çekici is. Hareketli ve becerikli çocuk.

şeytan elması is. bot. Tatula.

şeytanet is. Ar. şeytanet esk. Şeytanlık, kurnazlık.

şeytanfeneri is. Yanardöner fener.

şeytamlain is. (şeytaınılâin) Ar. şeytân-ı la'in Lanetlenmiş olan şeytan: "Aklın ermez, şeytamlain de aklıma sokar hep kötü şeyleri" -O.Kemal.

şeytanımsı sf. Şeytansı.

şeytani sf. (şeytaıni:) Ar. şeytani 1. Şeytanca: "Bir millete yapılabilecek sinsi ve şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir." -A. Ş. Hisar. 2. Şeytanla ilgili, rahmani karşıtı.

şeytaniğnesi is. zool. Şeytaniğnesigiller familyasına giren kız böceklerine verilen genel ad (Aeschna).

şeytaniğnesigiller ç. is. zool. Kız böcekleri takımına giren bir familya.

şeytan kırmızısı is. 1. Kırmızının parlak bir türü. 2. sf. Bu renkte olan.

şeytan kuşu is. zool. Kurbağa ile beslenen, kuyruksuz bir cins büyük yarasa (Rhinolophus ferrum eguinum).

şeytanlık, -ğı is. 1. Şeytan olma durumu. 2. mec. Hile, kurnazlık: "Aklıma bir şeytanlık geldi." -S. F. Abasıyanık. şeytanlık etmek şeytanca bir davranışta bulunmak, kurnazlık etmek: "Bir şeytanlık etmezse içi rahat etmez. " -M. Ş. Esendal.

şeytanminaresi is. zool. Bazı deniz böceklerinin koni biçimindeki kavkısı.

şeytan otu is. bot. Maydanozgiller familyasından nemli yerlerde yetişen mavi çiçekli çok yıllık bir bitki (Seabiosa ukranîca).

şeytan örümceği is. 1. zool. Ördüğü ağı rüzgâra salarak onunla birlikte uzaklara giden bir cins örümcek. 2. hlk, Öğle sıcağında havada Örümcek ağı gibi tel tel görünen güneş ışığı.

şeytansaçı is. bot. Küsküt.

şeytansı sf. Şeytanı andıran, şeytana benzeyen, şeytan gibi, şeytanımsı.

şeytan şalgamı is. bot. Kabakgillerden, iri ve etli, nişastadan oluşan, kök sapından müshil olarak yararlanılan, tırmanıcı bir süs bitkisi (Bryonia diocia).

şeytan taşlama is. 1. din b. Hac görevini yerine getiren Müslümanlar, Mina adlı yerde kurban bayramının birinci, İkinci ve üçüncü günü şeytana yedişer adet taş atmak. 2. mec. Gereksiz işlerle uğraşıp asıl yapacağı işe vakit bulamamak.

şeytantersi is. bot. 1. Maydanozgillerden, Orta Asya'da ve Akdeniz ülkelerinde yetişen, kalın köklü, sarı çiçekli, pis kokulu bitki, baldırgan (Ferula assa-foetida). 2. Bu bitkiden elde edilen ve hekimlikte kullanılan reçineli zamk.

şeytan tırnağı is. 1. onat Tırnağın yanında oluşan, rahatsız edici, sertleşip kalkmış üst deri. 2. bot. Çan çiçeğigilerden, birçoğu dağlarda yetişen bir çeşit bitki (Phyteuma).

şeytan uçurtması is. Kâğıttan, bükülerek yapılmış bir çeşit üçgen biçiminde küçük uçurtma.

şezlong is. Fr. chaiselongue Üzerine uzanılabilecek biçimde ayarlanan, döşeme yerine bez gerilen bir tür taşınabilir koltuk: "Uzun parmakları ile kumral saçının saçak köklerindeki beyazları örterek şezlongu üstünde bîr daha doğruldu." -F. R. Atay.