şa

şa ünl. (şa:) Sporcuların arasında yaşa ve yaşasın yerine alkış için ya kelimesinin üç kez tekrarından sonra yine üç kez tekrarlanarak söylenen bir söz.

şaban is. (şa:ba:n) Ar. şa'bân esk. Ay takviminin sekizinci ayı, üç ayların ikincisi.

şabanlaşma is. Şabanlaşmak işi.

şabanlaşmak (nsz) argo Aptal, alık, şaşkın duruma gelmek, aptallaşmak.

şahanlık, -ğı is. argo Aptallık.

şablon is. Alm. Schablone 1. Üzerindeki harf ve şekillerin çevre çizgileri kalem ucu girecek biçimde oyuk olan, bu çizgilerden kalemle istenilen biçim elde edilen, metal veya plastikten cetvel. 2. Değişik alanlarda düzeltme, belirleme, ölçme, denetleme işlerinde kullanılan ve yaptığı işe göre yapısı değişen araç. 3. mec. Körü körüne yansılanan, çok kez tekrarlandığından kanıksanmış basmakalıp örnek.

şabloncu is. Bir düşünceyi enine boyuna irdelemeden olduğu gibi benimseyen veya kabullenen kimse.

şablonculuk, -ğu is. Şabloncu gibi davranma.

şad sf. (şa:d) Far. şad esk. Sevimli, neşeli. şad etmek neşelenmesini, sevimnesini sağlamak, şad olmak sevinmek, memnun ve mutlu olmak.

şadırvan is. Far. şadurvân Genellikle cami avlularında bulunan, çevresindeki musluklardan ve ortasındaki fıskiyeden su akan, üzeri kubbeli veya açık havuz: "Eski cami yıkıldığı hâlde, onun şadırvan avlusu, olduğu gibi yerinde kalmış." -Y. K. Beyatlı.

şafak, -ğı is. Ar. şefak 1. Güneş doğmadan az önce beliren aydınlık: "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak " -M. A. Ersoy. 2. Askerler arasında terhis için kalan gün sayısından önce söylenen bir söz: Şafak otuz altı. (birinde) şafak atmak birden Önemli bir durumla karşı karşıya olduğunu anlamak: "Kapıyı kapatınca bende şafak attı." -B. Felek, şafak sökmek sabahleyin ortalık aydınlanmaya başlamak: "Şafak sökerken evden çıkıyor, akşam karanlığında dönüyordu." -R. Enis.

Şafii öz. is. (şa:fii:) Ar. şafi'i 1. İslamiyette dört Sünni mezhepten biri. 2. Bu mezhepten olan kimse. Şafii köpeği gibi titremek çok titremek. Şafii köpeğine dönmek yüzü gözü çok kirli olmak.

Şafiilik, -ği öz. is. Şafii olma durumu.

şaft is. İng. shaft tekno. Bir makinenin dönme hareketini öteki parçalara aktaran ve ucuna dişli çarklar, tekerlekler veya pervane bağlanan demir mil: "Çok geçmiyor, şaftın dönmesiyle pervane çalışıyor." -Z. Selimoğlu.

şaful is. Bal konulan ufak tekne.

şah (I) is. (şa:h) Far. şah 1. tor. İran veya Afgan hükümdarı. 2. Satranç oyununda her yönde tek hane gidebilen en önemli taş: "Sonra şahını bir hane geri aldı." -S. F. Abasıyanık. 3. Alevilik, Bektaşilikte pir. 4. sf. Benzerlerine oranla en üstün, en güzel, en iyi. (ben) şahımı bu kadar severim ben Özverinin bundan çoğunu göze alamam. şahken şahbaz olmak alay herhangi bir sebeple çirkinliği veya durumunun kötülüğü artan kimseler için kullanılan bir söz.

şah damarı, şah mat, ahım şahım

Şah (II) is. (şa:h) Far. şâh Atın, ön ayaklarını yerden keserek arka ayaklan üstünde ayakta durması, şaha kalkmak 1) at ön ayaklarını yerden kesip arka ayaklan üstünde durmak, şahlanmak; 2) mec. taşkınlık göstermek, coşmak, kükremek.

şahane sf (şa:ha:ne) Far. şüh-âne esk. 1. Hükümdarla ilgili, hükümdara özgü olan. 2. Hükümdara yakışacak durumda olan. 3. mec. Çok güzel, mükemmel, üstün nitelikli: "Kadın biraz geçkin ama güzelliği şahane!" -R. H. Karay.

şahap, -bı is. Ar. şihab astr. esk. Akan yıldız.

şahbaz is. Far. şâh-bâz 1. zool. İri bir tür ak doğan. 2. sf. mec. Çevik ve becerikli. 3. sf. Yiğit, kahraman, mert (kimse).

şah damarı is. onat. Boynun iki yanında, kanı başa ve yüze götüren aort damarlarından her biri, gazel daman.

şaheser is. (şaıheser) Far. şah + Ar. eşer 1. Kendi türünde mükemmel olan, üstün ve kalıcı nitelikte eser, başyapıt, başeser. 2. sf. Değeri üstün olan, üstün nitelikli: "Herkes, mektep müdürü dâhil, bu resmin bir şaheser olduğuna haniydi." -S. F. Abasıyanık. şaheser yaratmak üstün, kalıcı niteliği olan bir eser ortaya koymak, çok önemli bir şey yapmak: "Şu millî savaş içinde köy kadını başlı başına bir tarih, bir şaheser yaratıyor. " -A. Gündüz.

şahım, -hmı is. Ar. şahm esk. İçyağı.

şahıs, -hsı is. Ar. şahş 1. Kimse, kişi, zat: "Yazılarınız da, şahıslarınız da birbirine benzemez." -P. Safa. 2. dbl. Kişi.

şahıs eki, nevi şahsına münhasır

şahıs eki is. dbl. Kişi eki.

şahika is. (şa:hika) Ar. şahika esk. 1. Doruk, zirve: "Civar dağların karlı şahikalarım yeni sevgilime gösteriyorum." -R. H. Karay. 2. En üst derece: "Sanatın nadir kaydedeceği bir şahikadan gürlemişti." -H. F. Ozansoy.

şahin is. (şa:hin) Far. şahın zool. Kartalgillerden, 50-55 cm uzunluğunda, Avrupa ve Asya'nın dağ, orman ve çalılıklarda yaşayan yırtıcı bir kuş (Buteo buteo).

şahin bakışlı

şahin bakışlı sf. Sert ve keskin bakışlı (kimse).

şahinci is. Padişahların av şahinlerini üretip besleyen kişi.

şahit, -di is. (şa:hit) Ar. şâhid huk. Tanık: "Kendisine uzun uzun anlattığım hikâyemin şahidi yoktu." -R. H. Karay, şahit olmak tanık olmak: "Neler yapabileceğine, kasabayı, memurları iki parmağı üstünde oynattığına çok şahit olmuşlardı." -Y. Kemal. şahit tutmak birini tanık olarak göstermek: "Eniştemiz bizi şahit tuttukça babam da istihzalı bir tavır alır, kıs kıs gülerdi." -A. Ş. Hisar.

yalancı şahit

şahitli sf. Şahidi olan.

ispatlı şahitli

şahitlik, -ği is. Tanıklık, şehadet. şahitlik etmek tanıklık etmek.

şahitsiz sf. Şahidi olmayan: "Vakayı şahitsiz bırakmak için seni de öldürmeli idim." -F. R. Atay.

şahlandırma is. Şahlandırmak işi.

şahlandırmak (-i) Şahlanmasına sebep olmak.

şahlanış is. Şahlanma işi veya biçimi.

şahlanma is. Şahlanmak işi.

şahlanmak (nsz) 1. At, ön ayaklarını yerden keserek arka ayaklan üstünde durmak, şaha kalkmak: "Akımdaki beygir acı acı kişneyerek şahlanır gibi oldu." -O. C. Kaygılı. 2. mec. Taşkınlık göstermek, coşmak, kükremek: "Gösterdiğimiz kahramanlıklar, harp meydanlarında asırlarca şahlanmış Türk yiğitliği kendilerine layık olacağı kadar yazılabilmiş değildir." -A. Ş. Hisar. 3. mec. Parlamak, ışıldamak: "Zifirî siyah üstüne iki tane açık, iki tane de orta koyulukta dört renk serpildi mi gözlerimiz derhâl şahlanıyor. " -B. R. Eyuboğlu.

şahlık, -ğı is. 1. Şah olma durumu. 2. tor. Afgan ve İran hükümdarlığı. 3. Bir kimsenin saltanat dönemi.

şah mat is. Satranç oyununda yenme.

şahmeran is. (-raini) Far. şah + marân Başı insan, gövdesi yılan biçiminde olduğuna inanılan efsanevi yaratık.

şahmerdan is. (-da:nı) Far. şah + merdân 1. Vurucu ağırlığın, mekanik olarak yükselmesi ve düşmesi sonucu dövme işlemi yapan makine. 2. Bir yapının temel kazıklarını çakmakta kullanılan bir çeşit araç. 3. Çok ağır bir çeşit tokmak veya çekiç.

şahmerdancı is. Şahmerdan kullanan kimse.

şahne is. Ar. şahne esk. Anadolu ve İran'da devlet kurmuş halklarda devlet görevlisi.

şahniş is. Far. şâh-niş mim. esk. Şahnişin: "Salonun şahnişi içinde her zaman oturduğu koltuğa yayılarak dinledi." -P. Safa.

şahnişin is. Far. şâh-nişin mim. esk. Eski Türk mimarisinde odanın karşı ön cephesinde yer alan üç yanı pencereli çıkma, şahniş: "Lüzumsuz yere cumbalar, şahnişinler, çıkıntılar yapılıyor." -E, E. Talu.

şahnişinli sf. Şahnişini olan.

şahrem şahrem zf Herhangi bir şey parçalanmış, yarılmış olarak: Kumaş, şahrem şahrem ayrıldı.

şahsen zf (şa'hsen) Ar. şahsen 1. Kendi (kendim, kendin ...), bizzat: "İngiltere sefiri, kendi devletinin prensibini burada şahsen de takip ediyor." -E. E. Talu. 2. Tanışmadan, dış görünüşü ile, uzaktan: Onu şahsen tanırım, ahbaplığımız yoktur.

şahsi sf. (şahsi:) Ar. şahsi Kişiye ait, kişiyle ilgili, kişinin malı olan, kişisel, bireysel, özlük: "Hareketin içinde şahsi kinler ve rekabetler vardı." -F. R. Atay.

şahsiyat ç. is. (şahsiya:t) Ar. şahşiyyât esk. 1. Kişiye ait işler. 2. Bir kimsenin özel hayatı üzerinde söylenen sözler, şahsiyat yapmak (veya şahsiyata dökmek) söz edilen konudan uzaklaşarak olumsuz yönleriyle kişiler üzerinde durmak.

şahsiyet zm. Ar. şahşiyyet 1. Kişilik, belirgin özellik: "Ben birer şahsiyetleri olan bu yalıların çoğunu dostlarım gibi tanırım." -A. Ş. Hisar. 2. Değerli kişi: "Artık okuyucular için mühim bir şahsiyet olmaya başlamıştım." -H. E. Adıvar.

hükmi şahsiyet

şahsiyetli sf. Kişilikli: "... şahsiyetli bir yüzü, zeki bakışları vardı." -Y. Z. Ortaç.

şahsiyetlilik, -ği is. Şahsiyetli olma durumu.

şahsiyetsiz sf Kişiliksiz.

şahsiyetsizlik, -ği is. Şahsiyetsiz olma durumu, kişiliksizlik.

şahtere is. Far. şahterre bot. Şahteregillerden, tarla ve yol kenarlarında yetişen, 20-40 cm yükseklikte, çiçekleri hekimlikte kullanılan, çok yıllık ve otsu bir bitki (Fumaria ojfıcinalis).

şahteregiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, şahtere vb. türleri içine alan küçük bir bitki familyası.

şahtur is. den. İnce donanma gemilerinden biri.

şaibe is. (şa:ibe) Ar. şü 'ibe 1. Art düşünce. 2. Hile. 3. Eksiklik, kusur, ayıp: "Bizim efendinin indinde bundan büyük şaibe olamaz." -E. E. Talu. 4. Kir, leke. şaibe altında tutulmak kusurlu, ayıplı olmak, lekeli sayılmak: "Yakın zamanlarda bizim parlamentomuz da bu gibi şaibeler altında tutuldu." -H. Taner.

şaibeli sf Şaibesi olan.

şaibesiz sf. Şaibesi olmayan.

şair is. (şa:ir) Ar. şü'ir 1. Şiir söyleyen veya yazan kimse: "Fikri hür, vicdanı hür, İrfanı hür bir şairim." -T. Fikret. 2. sf. mec. Hayal gücü geniş olan, duyarlı, duygulu (kimse): Şair ruhlu bir adam.

saz şairi

şairane sf. (şa:'ira:ne) Ar. şâ 'ir+Far.-âne 1. Şaire yakışır biçimde, şair gibi: "Çok şairaneydi doğrusu o yazınız." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Şair niteliği taşıyan.

şairanelik, -ği is. Şaire yakışır bir biçimde, şair gibi davranma durumu, ozansılık; "Bu neşenin herhangi bir şairanelikle alakası yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şaire is. (şa:ire) Ar. şâ'ire esk. Kadın şair.

şairimsi sf. Şairi andıran, şaire benzeyen, şair gibi.

şairlik, -ği is. Şair olma durumu: "Bu koltuk ve bu sohbet, az çok şairlik, ediplik iddiasında bulunan İzzeti Efendi'nin hoşuna gidiyordu. " -E. E. Talu.

şak (I) is. Eni geniş bir şeyle vurulduğunda çıkan ses: Şak diye yüzüne vurdu.

şak şak

şak, -kkı (II) is. Ar. şakk esk. 1. Yarma, yarılma. 2. Yarık, çatlak.

şakketmek

şaka is. Güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan yapılan hareket veya söylenen söz, latife: "imamın şakasına ben de şaka ile mukabele ettim." -R. N. Güntekin. şaka etmek şaka bir kimseye eğlenmek amacıyla takılmak, şaka gibi gelmek bir türlü inanamamak. şaka götürmemek 1) bir durum veya iş hafifsemeye, dikkatsizliğe gelmemek: Rica ederim gülmeyiniz, iş pek naziktir, şaka götürmez." -H. R. Gürpınar. 2) şakadan hoşlanmamak. şaka kaldırmak şakaya dayanmak, katlanmak: "Bizim oralılar şakacıdırlar, şaka kaldırırlar. " -M. Ş. Esendal. şaka söylemek bir şeyi, şaka yapmış olmak için söylemek. şaka yapmak şaka niteliğinde bir şey yapmak: "İlk defa görüştüğümüz hâlde benimle şaka yaptı." -Ö. Seyfettin, şakası yok 1) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar; 2) tehlikeli: Bu hastalığın şakası yok. şakaya almak söylenilen gerçek sözü şaka gibi kabul etmek: "Mustafa Kemal Paşa, bu isteği ilk önce şakaya alarak şöyle cevaplandırmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. şakaya boğmak (veya dökmek veya bozmak) ciddi başlayan bir sözü veya davranışı şakaya çevirmek: "Bu gayretin boşluğunu anlayarak işi şakaya dökmeye başlıyor." -R. N. Güntekin. şakaya gelmek şakaya katlanır olmak: "Öyle zannedildiği gibi şakaya gelecek bir adam olmadığım göstermek için bit, ne güzel bir fırsattı!" -R. N. Güntekin. şakaya gelmemek 1) şakaya dayanamamak; 2) hafifsemeye, savsaklamaya gelmemek, şakaya getirmek ciddi bir şeyi açıktan açığa söyleyemeyip şaka görünümü vererek söylemek: "Şakaya getirip söyledim, latife ediyordum." -R. H. Karay, şakaya vurmak ciddi bir söz veya davranışı şaka yoluyla geçiştirmek, şakayken kaka olmak (veya şakayı kakaya çevirmek) tkz. el ve dil ile yapılan şakadan, hoş olmayan bir sonuç veya kavga çıkmak.

şaka maka, şaka yollu, şaka yoluyla, soğuk şaka, ağız şakası, dil şakası, el şakası, eşek şakası, kamera şakası, nisan bir şakası

şakacı is. Şaka yapmasını seven, şakalaşmadan hoşlanan, latifeci: "Gazi, teessürünü şakacı bir tonla örterek sözümü kesti." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şakacıktan zf. 1. Şaka olarak: Şakacıktan söyledim, ağlama. 2. Şaka yapar görünerek; "Başımı da şöyle yastığa doğru şakacıktan eğdim." -S. F. Abasıyanık. 3. Şaka olarak yapmaya başlamışken, farkında olmadan: Şakacıktan epey iş görmüşüz.

şakacılık, -ğı is. Şakacı olma durumu: "Her zamanki şakacılığı ile evin içindeki bu gergin havayı yatıştırmasını çok iyi becerirdi." -H. Taner.

şakadan zf. Şaka olarak, şaka diye, mahsus: Şakadan darılır gibi yaptı.

şakak, -ğı is. Göz, alın ve yanak arasında, elmacık kemiğinin üstünde bulunan çukurumsu bölge: "Genç adam tekrar elini hastanın başına, şakaklarına götürerek bütün yüzünü, boynunu okşadı." -P. Safa. şakakları ağarmak (veya beyazlanmak) 1) şakaklanndaki saçlar kırlaşmak, ağarmak: "Ben o eski adam değilim, şakaklarım nasıl beyazlanmış, görmüyor musun?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) yaşlanmak, şakağı atmak çok sinirlenmek: "Kalbinin yırtıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığım, şakaklarının attığım duyardı." -Ö. Seyfettin.

eli şakağında

şakalaşma is. Şakalaşmak işi.

şakalaşmak (nsz, -le) Karşılıklı olarak şaka etmek: "Yanında getirdiği damadı ve torunu ile şakalaşıyordu." -T. Buğra.

şaka maka zf. Ağırlığını çok duymayarak: "Şaka maka, insanı deliliğe götüren yollar, çoğu zaman böyle ehemmiyetsiz görünen patikalardır." -H. Taner.

şakasız zf Şaka yapmaksızın, ciddi olarak.

şakayık is. (şakayık) Ar. şaka 'ik bot. Düğün çıçeğigillerden, çiçekleri türlü renkte, çok yıllık güzel bir süs bitkisi (Paeonia mascula).

denizşakayığı, denizşakayıkları

şaka yollu zf. Şaka yoluyla.

şaka yoluyla zf. Ciddi bir şeye şaka görünümü vererek, şaka yollu (söyleme, konuşma).

şakıldak, -ğı is. Bir çeşit çocuk oyuncağı.

şakıma is. Şakımak işi.

şakımak (nsz) 1. Ötücü kuşlar ezgili ses çıkarmak, ötmek, şakramak, terennüm etmek: "Kalk dilber, gidelim bağ arasına / Şakısın bülbüller, gül incinmesin." -Karacaoğlan. 2. mec. Güzel şarkı söylemek veya şiir okumak: "Hep aşkı, hep inançları, hep yurt sevgisini şakıyan şairler vardır; ben şair olsaydım ışığın verdiği hazlan söyler, hep güneşe övgüler yazardım." -N. Ataç. 3. mec. Çok konuşmak, çenesi düşmek: Eskiden hiç lakırtı söylemeyen bu ihtiyar, şimdi şakıyordu."-Ö. Seyfettin.

şakırdama is. Şakırdamak işi.

şakırdamak (nsz) "Şakır" diye ses çıkarmak: "Bursa'da bir eski cami avlusu /Küçük şadırvanda sakırdayan su." -A. H. Tanpınar.

şakırdatma is. Şakırdatmak işi veya durumu.

şakırdatmak (-i) Şakır şakır ses çıkartmak: "Ağzındaki takma dişleri şakırdatacağına, adam gibi cevap ver!" -M. Ş. Esendal.

şakır şakır is, 1. Sürekli olarak yağan yağmurun, ötüşen kuşların veya buna benzer hoşa giden şeylerin çıkardığı ses. 2, zf. Bu sesi çıkararak (yağmak, ötmek vb.): "Yağmur hâlâ şakır şakır yağıyor." -T. Buğra, 3. zf. Kolaylıkla, iyi bir biçimde, akıcı olarak: Şakır şakır İngilizce konuşuyor. 4, zf. Çok parlak ve ışıklı olarak.

şakır şukur zf. Fazlaca şakırtı çıkararak.

şakırtı is. Sakırdayan bir şeyin çıkardığı ses, şakır şakır ses çıkarma: "Sokakta nal şakırtılarıyla bir araba durdu." -Y. Z. Ortaç.

şakırtılı sf Şakırtısı olan: "Sırtına, kaba etlerine yumruklar, şakırtılı silleler atmaya başladı." -R. N. Güntekin.

şakırtısız sf Şakırtısı olmayan.

şakıyış is. Şakıma işi veya biçimi.

şaki is. (şaki:) Ar. şaki Haydut, eşkıya.

şakilik, -ği is. Haydutluk.

şakirt, -di is. (şa:kirt) Far. şâgirdesk Öğrenci, çırak: "Dedeye -yeni şakirdiniz efendim- diyerek çekilip gidince kız odanın ortasında kakıldı kaldı." -H. E. Adıvar.

şakkadak zf. (şa'kkadak) Ansızın: "İşte böyle bir gün adamın hatasını şakkadak suratına vururlardı." -Ö. Seyfettin.

şakketme is. Şakketmek işi.

şakketmek, -der (-i) Ar. şakk + T. etmek esk. Yarmak, parçalamak.

şaklaban is. 1. Basit şakalar yaparak herkesi güldüren, şakacı kimse. 2. mec. Dalkavuk.

şaklabanlık, -ğı is. Şaklaban olma durumu veya şaklabanca davranış: "Dikkate şayan bir neşem, bir şaklabanlığım vardı." -A. Gündüz.

şaklama is. Şaklamak işi.

şaklamak (nsz) "Şak" diye ses çıkarmak: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı." -F. N. Çamlıbel.

şaklatma is. Şaklatmak işi.

şaklatmak (-i) "Şak" diye ses çıkartmak: "Yaygaracı kadın bir elinin tersini öteki elinin ovucuna vurarak şaklatıyor, gözlerini açıyor, bağırıyordu." -P. Safa.

şakrak, -ğı sf. 1. Şen, neşeli (ses): Şakrak bîr kahkaha. 2. zf. Şen, neşeli, hayat dolu bir biçimde: "Yeni çıkan ayın ışığında şakrak ve kıvrak oynuyordu." -H. E. Adıvar.

şakrak kuşu, şen şakrak

şakrak kuşu is. zool. İspinozgillerden, başı siyah, boynu kırmızı, ötücü bir kuş (Pyrrhula pyrrhula).

şakraklık, -ğı is. Şakrak olma durumu: "Genç kızlığın bütün şakraklığı dershaneyi kapladı, her kafadan bîr ses çıkıyordu." -A. Gündüz.

şakrama is. Şakramak işi veya durumu.

şakramak (nsz) Şakımak.

şakşak, -ğı is. Çoğunlukla hokkabazların kullandıkları, hafifçe vurulduğunda hızla vurulmuş gibi "şak" diye ses çıkaran tahta maşa.

şak şak is. 1. Eller birbirine vurulduğunda çıkan ses. 2. zf "Şak" sesi çıkararak.

şakşakçı is. esk 1. Özellikle tiyatroda oyunu alkışlamak İçin parayla tutulan kimse. 2. mec. Bir kimseyi veya onun yaptığı her şeyi doğru bularak öven ve başkalarına da kabul ettirmeye çalışan kimse, alkışçı, zilli bebek.

şakşakçılık, -ğı is. Şakşakçı olma durumu.

şakul, -lü is. (şa:kul) Ar. şâkülfız. esk Çekül.

şakuli sf. (şa:ku:li:) Ar. şakuli mat. esk 1. Çekülle ilgili. 2. Düşey.

şakulleme is. Şakullemek işi.

şakullemek (-i) esk. 1. Çekülle düşey doğrultusuna bakmak. 2. mec. Yoklamak.

şal is. Far. şal 1. Genellikle Hindistan'da dokunan, özel motifleri olan değerli bir yün kumaş: "Genç kadın, yün şalını başına almışken çıkardı." -R. Enis. 2. Kadınların omuzlannı örtmek için kullandıkları geniş atkı: "Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... / Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı..." -Y. K. Beyatlı.

şal kuşak, şal örneği

şalak, -ğı is. hlk Büyümemiş karpuz.

şalak! is. Far. şal + Yun. Şal taklidi kumaş.

şale is. Fr. chalet mim. Uzun saçaklı çatısı olan alçak dağ konutu.

şalgam is. Far. şelğam bot. 1. Turpgillerden, yumru köklü bir bitki (Brassica rapa). 2. Bu bitkinin insan ve hayvanlar için besin olarak kullanılan etli ve tatlı kökü: Şalgam suyu.

küçük şalgam, şeytan şalgamı, yağ şalgamı

şali is. (şa:lî:) Far. şâl + Ar. -i Tiftikten yapılan bir cins ince kumaş: Ankara şalisi. Bayrak yapılan şali.

şal kuşak, -ğı is. Şaldan yapılmış bele sarılan kuşak: "Sırtında dört peşli entari, belinde şal kuşak başında namaz bezi." -R. H. Karay.

şallak, -ğı sf. hlk 1. Çıplak. 2. is. Giyimine özen göstermeyen kimse.

şallak mallak

şallak mallak zf. 1. Çıplak olarak. 2. Giyimi çok özensiz olarak.

şalo is. Peru para birimi.

şal örneği is. Şallarda görülen motiflerle bezenmiş kumaş örtü, hırka.

şalt binası is. Gaz boru hattı ve ana dağıtım boru hattında, boru donanımı veya vana, basmç regülatörü vb. boru donanım elemanlarını korumak için yer altında inşa edilen bina.

şalter is. Alm. Schalterfiz. 1- Anahtar. 2. Genellikle binaların girişine gelen elektrik akımını açıp kapamaya yarayan araç. 3. esk. Gişe: "Şalter dokuz buçukta açıldı." -H. Taner.

şalupa is. (şalu'pa) İt. scialuppa den. Küçük bir gemi gibi kullanılabilen büyük sandal.

şalvar is. Far. şelvâr Genellikle ağı çok bol olan, bele bir uçkurla bağlanan geniş bir tür pantolon: "Ne yapacağım bilmez şaşkın bir hâlde şalvarını bacağına geçirdi." -M. Ş. Esendal. şalvar gibi çok bol (pantolon).

çekirge şalvar

şalvarlı sf. Şalvar giyinmiş olan (kimse): "Turuncu beneklerle dolu şalvarlı, yirmi, yirmi iki yaşlarında bir kız yanımıza sokuldu." -O. C. Kaygılı.

şama is. (şa'ma) Ar. şem'a Bal mumuna veya parafine batırılmış fitil.

şamalı sf. (şa'malı) Şama ile yapılmış: "Müştak cebinden şamalı kibriti çıkardı çaktı." -H. R. Gürpınar.

şamama is. Ar. şemâme bot. 1. Güzel kokulu bir tür küçük kavun. 2. Kavuna benzer bir yıllık otsu ve sürüngen bir bitki (Cucumis dudaim). şamama gibi ufak tefek, sevimli (kimse).

Şaman öz. is. 1. Samanlıkta, gelecekten haber verme, büyü yapma vb. görevleri olan, ruhlarla İlişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine inanılan din adamı, kam. 2. Bu dine mensup olan kimse.

şamandıra is. (şama'ndıra) Yun. 1. den. Halkalarına tekne bağlamak için limanda demirlenmiş olan, içi boş, her yanı kapalı, çoğunlukla metalden yapılan fıçı vb., yüzer top. 2. den. Denizde yol göstermeye, bir tehlikeyi veya geçiş yolunu haber vermeye yarayan yüzer cisim. 3. Kapama düzenini sağlayan, metal veya plastikten yapılmış, suda yüzen top. 4. Kandilde fitili tutmak için yağda yüzen telli mantar düzeni.

cankurtaran şamandırası

şamandıralama is. Şamandıralamak işi.

şamandıralamak (-i) Belli bir noktayı işaretlemek için bir şamandırayı zincirleriyle birlikte denize bırakmak.

Şamani öz. is. (Şamanı:) Şamanist.

Şamanist öz. is. Samanlığa inanmış kimse, Şamani.

Şamanizm öz. is. din b. Samanlık.

Şamanlık, -ğı öz. is. Kuzey ve Orta Asya'da Türkler, diğer kıtalarda da başka topluluklar arasında günümüze kadar süregelen doğaya tapma, doğaüstü ruhlara inanma temeline dayalı din, Şamanizm.

şamar is. Açık elle yüze vurulan tokat, beşkardeş. şamar atmak şamarlamak, şamar indirmek şamarlamak: "Çavuş onun omzuna kuvvetli bir şamar indirdi." -R. Enis.

şamar oğlanı

şamarlama is. Şamarlamak işi.

şamarlamak (-i) Yüze açık elle vurmak, şamar atmak: Sözünüze itaat etmezse küçük ellerinizle şamarlayınız." -A. Gündüz.

şamar oğlanı is. Bütün kötü olayların sebebi sayılan, sürekli suçlu bulunan ve azarlanan kimse: "Sanatçının şamar oğlanı hâline getirilmesini kanıksamışız, ne acı." -H. Taner. şamar oğlanına dönmek yerli yersiz suçlanıp azarlanmak.

şamata is. Ar. şemâte Gürültü, patırtı: "Bu berbat şamata arasında yarım saat kadar bekledim." -O. C. Kaygılı, şamata etmek (veya koparmak) gürültü patırtı yapmak: "Amma da şamata ettin be çorbacı, dedi." -H. Taner. "... haykırarak, şamata kopararak, yarı havada, yarı yerde koşup kendilerini çeşmenin yalaklarına atarlardı." -R. H. Karay.

şamatacı is. Gürültü, patırtı yapan kimse: "... her köşe, içen, yiyen, yaygaracı, şamatacı insan yığınlarıyla kaynıyordu." -R. H. Karay.

şamatacılık, -ğı is. Şamatacı olma durumu.

şamatalı sf. Gürültülü, patırtılı: "Ben kendim, ırk ve din ayrılığına bakmadan bu şamatalı politika dünyasında daima insanların birliğine inanıyordum." -H. E. Adıvar.

şambaba is. Bir tür hamur tatlısı, baba tatlısı.

şambabası is. 1. Şambaba: "Şambabası, arada bir ağzımızı tatlandıran nice tatlılardan biridir." -B. Felek. 2. mec. Sorumluluğu olmayan, hayırsız baba.

şambrel is. Fr. chambrelle Otomobil iç lastiği.

şamdan is. Ar. şem' + Far. -dûn. Fr. Üzerine kandil, mum veya herhangi bir ışık konulan yüksek tabla, mumluk, çırakma: "Masa üstünde duran şamdandan yanar bir mum alıp pencereye doğru yanaştı." -R. H. Karay.

şamdancı is. 1. Şamdan yapıp satan kimse. 2. tar. Saraylarda aydınlatma işleriyle görevli kimse.

şamdancılık, -ğı is. Şamdancının işi veya mesleği.

Şam fıstığı is. Antep fıstığı.

şamil sf. (şaımil) Ar. şâmil esk. İçine alan, kaplayan, kapsayan.

makabline şamil

şampanya is. (şampa'nya) Fr. champagne Açık renkli, tatlı ve köpüklü şarap: "Misafirlerin girmesiyle birçok şampanya şişesinin patlaması bir oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şampanya bardağı

şampanya bardağı is. Şampanya içmeye ayrılmış özel, ince, uzun veya geniş tabanlı kısa bardak.

şampanyalı sf. Şampanya verilen: Şampanyalı bir yemek.

şampanyasız sf. Şampanya verilmeyen.

şampiyon is. Fr. champion Ulusal ve uluslararası bir yarışmada ilk dereceyi alan, birinci olan kimse veya takım, böke.

şampiyona is. Fr. championnat 1. Şampiyonluk yarışması, bökelik. 2. Şampiyonluk, bökelik.

şampiyonluk, -ğu is. Şampiyon olma durumu, bökelik: "Bugün fazla olarak şampiyonluk müsabakası varmış."-M. Ş. Esendal.

şampuan is. İng. shampooing Çoğunlukla saç yıkamakta kullanılan, kokulu ve bol köpüklü bir tür sıvı sabun.

şampuanlama is. Şampuanlamak işi veya durumu.

şampuanlamak (-i) Şampuanla yıkamak.

şan (I) is. (şa:n) Ar. şan 1. Ün, san, şöhret. 2. Gösteriş, gösterişlilik, şan vermek ün salmak. şanına yedirememek yenilgiyi kabul edememek: "Onların karşısında ilk elde çekilmeyi şanına yediremedi." -Ö. Seyfettin. şanından olmak (veya şanına yakışmak) bir şey onun büyüklüğüne, karakterine uygun olmak, yaraşmak.

şan (II) is. Fr. chant müz. İnsan gırtlağından makamla çıkan ve perde ayrımlarıyla çeşitli duyumlar uyandıran ses dizisi.

şandel is. Fr. chandelle Futbolda topu karşı takımın kalecisinin üzerinden aşırtma.

şandelleme is. Şandellemek işi veya biçimi.

şandellemek (-i) Futbolda topu karşı takımın kalecinin üzerinden aşırtmak.

şangırdama is. Şangırdamak işi.

şangırdamak (nsz) Tabak, bardak vb. bir yere veya birbirine çarparken, kırılırken gürültülü ve çmlayıcı ses çıkarmak.

şangırdatma is. Şangırdatmak işi.

şangırdatmak (-i) Şangırdamasına sebep olmak.

şangır şungur zf Büyük bir şangırtı çıkararak: Koca ayna şangır şungur kırıldı.

şangırtı is. Tabak, bardak, şişe vb.nin bir yere veya birbirine çarparken, kırılırken çıkardığı ses.

şanjan sf Fr. changeant Yanardöner.

şanjanlı sf. Yanardöner olan, janjanlı.

şanlı sf. 1. Tanınmış, ünlü. 2. Yüce, ulu, büyük: "Milletimin büyük ve şanlı mazisi hatıramda uyanıyordu." -H. C. Yalçın.

şanlı şöhretli, anlı şanlı, namlı şanlı

şanlı şöhretli sf. Görkemli ve etkileyici.

şano is. (şa'no) İt. scena esk. Tiyatro sahnesi: "Bir sevdiğim, şanoda şarkı söyler / Biri yanı başımda /İçer içer, ötekim kıskanır." -O. V. Kanık.

şans is. Fr. chance Rastlantıları düzenlediğine ve insanlara iyi veya kötü durumlar hazırladığına inanılan doğaüstü güç, kut, baht, talih, felek: "Bir hafta içinde kayıplar ve kazanmalarla şansım değişti." -R. H. Karay. şans tanımak imkân vermek, fırsat vermek. şansa bırakmak oluruna bırakmak, şansa kalmak bir şeyin olabilmesi için çok az umut olmak, şansı dönmek talihi iyiyken kötü veya kötüyken iyi olmak, şansı yaver gitmek talihli olmak, bahtı açık olmak.

şans oyunu, kör şans

şansız sf. hlk. 1. Ünsüz. 2. Gösterişsiz. 3. Kılıksız, kıyafetsiz.

şanslı sf. Talihi olan, talihli: "Şanslı günlerinin dışında onu yenene pek rastlanmamıştır. " -T. Buğra.

şanslılık, -ğı is. Talihli olma durumu.

şanson is. Fr. chanson ed. ve müz. 1. Kıta adı verilen ve şarkı gibi söylenen mısra dizisi. 2. Şarkı. 3. Melodi.

şansonet is. Fr. chansonnette müz. Küçük . şanson, kısa türkü.

şans oyunu is. Talih oyunu.

şansölye is. Fr. chancelier Almanya ve Avusturya'da hükümet başkanı.

şansölyelik, -ği is. Şansölye olma durumu.

şanssız sf. Talihi olmayan, talihsiz.

şanssızlık, -ğı is. Talihsiz olma durumu, talihsizlik: "Dünyada balıkçının şansı ve şanssızlığı kadar garip şey yoktur." -S. F. Abasıyanık.

şantaj is. Fr. chantage Herhangi bir çıkar sağlamak amacıyla bir kimseyi, kendisiyle ilgili lekeleyici, gözden düşürücü bir haberi yayma veya açığa çıkarma tehdidiyle korkutma: "Bu, bana bir blöften ziyade şantaj gibi görünüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. şantaj yapmak gözdağı vermek.

şantajcı is. Şantaj yapan kimse.

şantajcılık, -ğı is. Şantajcının yaptığı iş.

şantiye is. Fr. chantier 1. Yapı gereçlerinin yığılıp saklandığı veya işlendiği yer. 2. İnşa durumundaki ev, fabrika, baraj vb. her türlü yapı. 3. Gemi tezgâhı.

şantör is. Fr. chanteur müz. Erkek şarkıcı.

şantöz is. Fr. chanteuse müz. Kadın şarkıcı.

şantung is. (Çin'in Şantung eyaletinin adından) Genellikle yazlık giyim eşyası yapılan, üzerinde kendinden desenli çizgileri bulunan, ham ipekle dokunmuş kumaş.

şanzıman is. Fr. changement Motorlu taşıtlarda hız değiştirmek için, motorun yükünü azaltarak arabanın hareket etmesini sağlayan dişliler topluluğu, vites kutusu.

şap (I) is. 1. İstekle öperken çıkan ses: Şap diye elinden öptü. 2. Birden yere düşme veya çarpma sırasında çıkan ses.

şap şap

şap (II) is. Ar. şabb kim. Alüminyum ve potasyum sülfatından veya amonyum alüminyum sülfatından oluşan, sıcak suda eriyen, tadı buruk, antiseptik bir madde: "Tevekkeli dememişler: Kırkyıllık şap olur mu, şeker?" -O. C. Kaygılı, şap gibi ağza alınmayacak kadar tuzlu, şap gibi donmak (veya kalmak) şaşırarak ses çıkarmayacak duruma gelmek, şap gibi yanmak ortada kalmak, destek bulamamak, şapa oturmak içinden çıkılması güç bir duruma düşmek.

şaphane, şap hastalığı, şap taşı, kızılşap

şap (III) is. mim. İnce kum ve çimentoyla yapılan düzgün döşeme sıvası.

şapadanak zf. 1. Ansızın: Şapadanak sorar. 2. "Şap" diye ses çıkarak: Şapadanak düşüp bayılacaktım.

şapçı is. Şap yapan veya satan kimse.

şapçılık, -ğı is. Şapçının yaptığı iş.

şaphane is. (şapha.ne) Ar. şabb + Far. hâne Şap çıkarılan yer, şap ocağı.

şap hastalığı is. Sığırlarda, ağız ve tırnaklar arasında kabarcıklar görünmesi ve yüksek ateşle beliren, genellikle arıza bırakan bulaşıcı hastalık.

şapırdama is. Şapırdamak işi.

şapırdamak (nsz) Öperken veya bir şey yerken "şap" diye ses çıkarmak.

şapırdatma is. Şapırdatmak işi.

şapırdatmak (-i) Öperken veya bir şey yerken "şap" diye ses çıkartmak: "Birayı, sulu şeftali ısırır gibi şapırdatarak içiyor." -B, Felek.

şapır şapır is, 1. Acele ile yemek yeme veya üst üste öpme sırasında çıkarılan ses. 2. zf, Acele ile yemek yeme veya üst üste öpme sırasında "şap şap" sesi çıkararak: Şapır şapır yedi bitirdi. Şapır şapır öptü.

şapır şupur is. 1. Öperken veya yemek yerken çıkarılan "şap şup" sesi. 2. zf Öperken veya yemek yerken "şap şup" sesi çıkararak.

şapırtı is. Öperken veya yemek yerken çıkan ses, şapırdama sesi: "Bir müddet yalnız dudakların şapırtısı işitildi." -E. E. Talu.

şapirograf is. Fr. chapeographe tek. esk. Daktiloda, mumlu kâğıda karbon şeritsiz olarak yazılan yazıyı ispirtolu çoğaltma tekniğiyle basan ve elle çalıştırılan makine: "Mektebimizin şapirografla basılan haftalık Fidan'ında, en güzel meyve benim imzamdır."-Y.Z. Ortaç.

şapka is. (şa'pka) Rus. 1. Keçe, hasır, kumaş, ip vb. ile yapılan başlık: Türkler başlık olarak 1925'te şapkayı kabul ettiler. 2. Boru, baca, direk vb. şeylerin açık olan üst bölümünü havanın etkisinden korumak için takılan başlık: Soba borusu şapkası. Lamba şapkası. 3. bot. Bazı bitkilerde, özellikle mantarlarda sapın üstünde bulunan, üreme organlarını taşıyan şapka biçimindeki organ. 4. dbl. Düzeltme işareti, şapka çıkarmak Bir söz veya durum karşısında söylenecek söz kalmamak ve takdir etmek.

şapka işareti, kolonyalı şapka, silindir şapka, baca şapkası

şapkacı is. Şapka yapan veya satan kimse.

şapkacılık, -ğı is. Şapka yapma veya satma işi.

şapka işareti is. dbl. Düzeltme işareti.

şapkalı sf 1. Şapka giymiş olan (kimse): "Onun yanında, kadife şapkalı, siyahlar giyinmiş bir kadın var." -H. C. Yalçın. 2. Üzerinde düzeltme işareti bulunan (ünlü). 3. is. bot. Şapkası olan bitki.

şapkalık, -ğı is. 1. Şapka koymaya yarayan şey veya yer. 2. sf. Şapka yapmaya elverişli: Şapkalık kumaş.

şapkasız sf. Şapkası olmayan: "Bu hiç kendine benzemez, dedi, şapkasız resmi yok mu?" -M. Ş. Esendal.

şaplak, -ğı is. "Şap" diye ses çıkaran tokat: "Rahmi'nin sırtına güya şaka olsun diye bir şaplak indirdikten sonra..." -B. Felek.

şaplama is. Şaplamak işi.

şaplamak (I) (nsz) "Şap" diye ses çıkarmak: Tokat şapladı.

şaplamak (II) (-i) Bir şeyi şaplı su ile ıslatmak.

şaplamak (III) (-i) Bir yapının tabanını ince kum ve çimentoyla hazırlanan karışımla sıvamak.

şaplatma is. Şaplatmak işi.

şaplatmak (-i, -e) 1. "Şap" diye ses çıkartmak: "Sonra, bir karış sakallı yüzünden dört beş defa şaplatarak öptü." -S. F. Abasıyanık. 2. Sesli şamar vurmak: "Beyin bileğim yakalar, sonra da suratına tokadı şaplatır." -S. Birsel.

şaplı sf. İçinde şap bulunan.

şappadak zf. (şappadak) tkz. 1. Ansızın. 2. Ani bir "şapırtı" sesi çıkararak: "Sonra şappadak alnımdan öpersin." -E. E. Talu.

şaprak, -ğı is. Eyer örtüsü, çaprak.

şapşal sf. 1. Aptalca davranışlarda bulunan, alık (kimse). 2. Üstüne başına önem vermeyen, özen göstermeyen: "O pek sevdiği bahriye elbiselerini çıkarmış, yerine kendine biraz bol gelen, bol geldiği için de onu büsbütün şapşal gösteren bej bir kostüm giymiş. " -H. Taner. 3. Bol, dökük ve biçimsiz (giyecek): "Güneşli havada sırtında soluk, şapşal bir empermeabl, ayaklarında cilası kaçmış geniş galoşlar..." -Ö. Seyfettin.

şapşal yaka

şapşalak, -ğı sf hlk. Özensiz, düzensiz (kimse).

şapşalca sf. (şapşa'lca) Şapşala yakışır (bir biçimde).

şapşallaşma is. Şapşallaşmak durumu.

şapşallaşmak (nsz) Şapşal duruma gelmek.

şapşallık, -ğı is. Şapşal olma durumu veya şapşalca davranış.

şapşal yaka is. Dokumlu ve geniş yaka.

şap şap zf Üst üste (öpmek).

şap taşı is. min. Kızıldeniz'den çıkarılan, beyaza çalan renkte, pek çok dalı olan mercan türü.

-şar / -şer Ünlü ile biten sayı adlan ile yarım kelimesine eklenen üleştirme eki: altı-şar, iki-şer, yanm-şar, yedi-şer vb.

şar is. bk. şehir.

şarabi is. (şara:bi:) Ar. serabı 1. Kırmızı şarap rengi. 2. sf. Bu renkte olan.

şarampol, -lü is. Bulg. Kara yollarının kenarında yol düzeyinden aşağıda kalan bölüm.

şarap, -bı is. Ar. şerâb Üzüm veya başka meyve sularım türlü yöntemlerle mayalandırarak elde edilen alkollü içki, mey.

şarap bardağı, şarap çanağı, şarap fıçısı, Şaraphane, şarap rengi, beyaz şarap, elma şarabı

şarap bardağı is. Şarap içmek için özel olarak üretilen cam bardak.

şarap çanağı is. esk. Şarap içilen yayvan çanak.

şarapçı is. 1. Şarap yapan veya satan kimse. 2. Çok şarap içen, şaraba düşkün kimse.

şarapçılık, -ğı is. Şarap yapma ve satma işi.

şarap fıçısı is. Şarabın dinlenmeye bırakıldığı büyük tahta fıçı.

şaraphane is. (şaraphame) Ar. şerâb + Far. hâne 1. Şarap yapılan yer. 2. Şarap satılan veya içirilen yer.

şaraplı sf. Şarabı olan, şarap verilen (yemek, davet).

şarapnel is. Fr. shrapnel ask. Patladığında etrafa küçük parçalar saçan bir tür top mermisi: "Yere uzanınca tepesinde bir şarapnel patlamıştı." -Ö. Seyfettin.

şarap rengi is. 1. Kırmızı şarabın rengi. 2. sf. Bu renkte olan.

şarbon is. Fr. charbon 1. zool. Çeşitli hayvanlarda, özellikle koyun ve sığırlarda görülen, deri veya mukoza yoluyla insana bulaşan, bulaştığı yerde kara bir çıban yapan tehlikeli hastalık, karakabarcık, karayanık, yanıkara. 2. Şarbon mikrobu.

şarıldama is. Şarıldamak işi.

şarıldamak (nsz) Su bol bol akarken "şarıltı" sesi çıkarmak: "Senden ayrılırsam şu şarıldayan suyun sesini bir daha işitmez olayım. " -A. Gündüz.

şarıl şarıl zf Su veya yağmur, bol ve sesli bir biçimde (akmak, yağmak): "Yağmur şarıl şarıl akıyor damlardan." -S. F. Abasıyanık.

şarıltı is. Şarıldayan şeyin çıkardığı ses, şarıldama sesi: Derenin şarıltısı buradan duyuluyor.

şarıltılı sf Şarıltısı olan.

şarıltısız sf. Şarıltısı olmayan.

şarj is. Fr. charge fiz. Yükleme, şarj etmek 1) yüklemek; 2) argo bir şeyi anlamaya, kavramaya başlamak.

şarjör is. Fr. chargeur Otomatik silahlarda, belli sayıda mermi taşıyan ve bu mermileri namluya arka arkaya sürmeye yarayan mekanizma.

şarjörlü sf. Şarjörü olan.

şarjörsüz sf. Şarjörü olmayan.

şark is. Ar. şark esk. Doğu.

şark çıbanı, Orta Şark, Yakın Şark

Şark öz. is. Doğu.

Şarkçı öz. is. Doğucu.

şark çıbanı is. tıp Yurdumuzun doğu bölgelerinde, İran, Hindistan ve Kuzey Afrika'da insanların özellikle yüzünde veya kollarında görülen, iyileştiğinde iz bırakan bulaşıcı çıban, Halep çıbanı.

Şarkçılık, -ğı Öz. is. Doğuculuk.

şarkı is. Ar. şarkî müz. 1. Tonlama değişiklikleriyle çeşitli duygular uyandıran uyumlu, ezgili insan sesleri dizisi. 2. müz. Klasik Türk müziğinde aşk üzerine söylenen, nakaratı ve ara nağmesi olan parça: "Şirket vapurları, bîr şarkının nakaratı gibi ikide bir geçerlerdi."-A. Ş. Hisar. 3. müz. Ezgi, müzik parçası, melodi: Halk şarkıları. 4. ed. Divan edebiyatında bestelenmek için, dörtlükler biçiminde ve uyaklı olarak yazılmış olan şiir biçimi, şarkı söylemek belirli bir besteye göre güfteyi uyumlu olarak okumak: "Pürüzsüz, tane tane şarkı söyler gibi ahenkli bir konuşma tarzı vardı." -H. Taner. şarkı tutturmak bir şarkının sözlerini veya sadece bestesini seslendirmek: "Eğlenmek için derin bir heves doğdu, ıslıkla bir şarkı tutturdu."-P. Safa.

şarkıcı is. Şarkı söyleyen, şarkı söyleme yeteneği olan veya mesleği şarkı söylemek olan kimse, muganni, muganniye.

şarkıcılık, -ğı is. Şarkıcının işi veya mesleği.

şarkımsı sf. Şarkıyı andıran, şarkıya benzeyen, şarkı gibi.

Şarki sf. (şarki:) Ar. şarkî esk. 1. Doğu'yla ilgili, Doğu'ya özgü olan. 2. Doğu yönünde olan.

Şarkiyat is. (şarkiya:t) Ar. şarkiyyât esk. Doğu bilimi, oryantalizm.

Şarkiyatçı is. Doğu bilimci, Doğu bilimi uzmanı, müsteşrik, oryantalist.

Şarkiyatçılık, -ğı is. Doğu bilimleriyle uğraşma.

Şarklı Öz. sf. Doğulu: "Biz Şarklılar neden ille her şeyi büyütüp efsaneleştiririz?" -H. Taner.

Şarklılaşma öz. is. Doğululaşma.

Şarklılaşmak öz. (nsz) Doğululaşmak.

Şarklılık, -ğı is. Doğululuk.

şarküteri is. Fr. charcuterie Peynir, zeytin, salam, sucuk vb. yiyecek maddelerinin satıldığı dükkân veya büyük alışveriş merkezinin bir bölümü.

şarlama is. Şarlamak işi veya durumu.

şarlamak (nsz) 1. Şarıldamak. 2. hlk. Bağırıp çağırmak, hakaret etmek: "Haznedar çiftliğinin oraya yaklaşınca ela gözlüm birden şarladı."-O. C. Kaygılı.

şarlatan is. Fr. charlatan 1. Kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran kimse: "Kim namuslu, kim dalavereci, kim şarlatan, laf ebesi ve dalkavuk, biliyordu." -T. Buğra. 2. Bilir geçinen kimse.

şarlatanca zf (şarlata'nca) Şarlatan gibi.

şarlatanlaşma is. Şarlatanlaşmak işi.

şarlatanlaşmak (nsz) Şarlatanca davranmak.

şarlatanlık,-ğı is. Şarlatan olma durumu veya şarlatanca davranış.

şarpi is. Fr. charpie den. Altı düz, üçgen biçiminde, tek direkli, iki yelkenli, iki kişilik tekne.

şar şar zf. Şarıl şarıl.

şart is. Ar. şart Olması başka durumların gerçekleşmesini gerektiren şey, koşul: "ister istemez bu şartlara boyun eğecekti." -F. R. Atay. şart etmek "şart olsun" diyerek yemin etmek: "Anası, oğlan gelirse içeri almayacağına şart etmişti." -M. Ş. Esendal. şart koşmak önceden bir şarta bağlamak: "Sarfiyat hususunda bir şart koşmuyorlar." -R. H. Karay, şart olmak gerekmek, kaçınılmaz bir durum almak, şart olsun 1) "nikâhım üzerine yemin ederim ki, öyle değilse veya bunu yapmazsa, karım boş düşsün (olsun)" anlamında yemin olarak kullanılan bir söz: "Artık hep, evli adamlar gibi, biz de şart olsun yeminine başladık." -Ö. Seyfettin. 2) yemin etmek için kullanılan biz söz: "Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim." -Ö. Seyfettin.

şart kipi, şartname, bilakayduşart, ön şart, hava şartları, hayat şartları

şartınca zf. (şartı'nca) Gereği gibi.

şart kipi is. dbl. Bir oluş ve kılışın şart biçiminde düşünüldüğünü anlatan, dilek görevi de yapan tasarlama kipi.

şartlama is. Şartlamak işi.

şartlamak (-i) Kirlenmiş sayılan bir şeyi en. az üç, en çok kırk kez sudan geçirip kirli sayılmaktan kurtarmak.

şartlandırılma is. Şartlandırılmak işi.

şartlandırılmak (nsz) Şartlandırma işi yapılmak.

şartlandırma is. Şartlandırmak işi.

şartlandırmak (-i) Önceden belirlenmiş şartlara göre uydurmak.

şartlanış is. Şartlanma işi veya biçimi.

şartlanma is. Önceden belirlenmiş şartlara göre uygun duruma gelinme işi.

şartlanmak (nsz) 1. Şartlama işi yapılmak. 2. Önceden belirlenmiş şartlara göre uyarlanmak, koşullanmak.

şartlaşma is. Şartlaşmak işi.

şartlaşmak (nsz, -le) Bir veya birçok şartı karşılıklı kabul etmek.

şartlı sf. 1. Şarta bağlı, koşullu. 2. Şartlanmış. Şartlanmış olan, koşullu: Şartlı kafalar. Şart etmiş olan (koca).

şartlı birleşik cümle, şartlı birleşik zaman, şartlı refleks

şartlı birleşik cümle is. dbl. Bir esas cümle ile bu esas cümleye bağlı, fiili -sa / -se ekini almış yan cümlenin oluşturduğu anlatım birliği: "Bir gecede böyle bir şeyle karşılaşsaydım hayretten çıldırabilirdim." -A. H. Tanpınar.

şartlı birleşik zaman is. dbl. Belli bir zaman eki almış yükleme -sa / -se şart eki getirilerek oluşturulan şekil: geldiyse, gelirse, gelecekse.

şartlı refleks is. psikol Koşullu tepke.

şartname is. (şartnaıme) Ar. şart + Far. nâme tic. Satın alma, satma, yaptırma, kiralama vb. işleri gerçekleştirmek isteyen tarafın düzenlediği, her iki tarafın da uymayı üstlendikleri şartların tespit edildiği resmî belge.

satış şartnamesi

şartsız sf. 1. Şarta bağlı olmayan, koşulsuz. 2. Dinî bakımdan şartlanmamış.

şartsız refleks, şartsız şurtsuz, kayıtsız şartsız

şartsızlık, -ğı is. Şartsız olma durumu.

şartsız refleks is. psikol. Koşulsuz tepke.

şartsız şurtsuz zf. Hiçbir şarta bağlı kalmaksızın.

şart şurt is. Her türlü koşul, kural, şart şurt tanımamak kendini hiçbir şarta bağlı saymamak.

şaryo is. (şa'ryo) Fr. chariot 1. Bir aletin veya aracın hareketli parçası. 2. Yazı makinesinin kâğıt takılan, tuşlara vuruldukça ilerleyen bölümü. 3. ask. Bazı avcı uçaklarının kalkışını sağlayan fırlatma düzeni. 4. Bir eğik düzlem boyunca arabaların taşınmasını sağlayan küçük vagon.

şase is. Fr. sachet İçine mendil, gecelik vb. şeyleri koymaya yarayan, çeşitli büyüklükte, kumaştan koruncak.

şasi is. Fr. châssis 1. Fotoğrafçılıkta İçine duyarlı bir cam veya kâğıt konulan, yassı, ışık geçirmez kutu. 2. Yapı işlerinde sürme çerçeve. 3. Motorlu kara taşıtlarının iskelet bölümü.

şaşaa is. (şa:şaa) Ar. şa'şa'a 1. Görkem, gösteriş. 2. esk. Parlaklık, parıltı.

şaşaalı sf. şaışaalı 1. Görkemli, gösterişli. 2. esk. Parıltılı: "Bazen mehtap bu yalının üstüne vurarak onu şaşaalı manalarla öyle pırıl pırıl parlatırdı ki..." -A. Ş. Hisar.

şaşaasız sf. Şaşaası olmayan.

şaşakalma is. Şaşakalmak işi.

şaşakalmak (-e) (şaşa'kalmak) Çok şaşırmak, şaşkınlıktan ne yapacağını bilememek: "Babam bu dostunu görmeye gittikçe onun bir bekleyişten ibaret hayatına şaşakalırmış."-A. Ş. Hisar.

şaşalama is. Şaşalamak işi.

şaşalamak (nsz) Şaşkın bir duruma düşmek, şaşkınca davranmak, şaşırmak: "Annemin tereddütsüz cevabından biraz şaşaladım." -A. Gündüz.

şaşalatma is. Şaşalatmak işi veya durumu.

şaşalatmak (-i) Şaşalamasına sebep olmak: "Bu sebepsiz kuduruşu beni şaşalattı." -Ö. Seyfettin.

şaşı sf. 1. Birbirine paralel görme ekseni olmayan (göz veya kimse): "Üstelik de şaşı ' olan bu çocuğu ne diye tutup göndermişlerdi?" -E. E. Talu. 2. zf Gözlerini çarpıtarak: Şaşı bakmak, şaşı çakır demektense kör de de kurtul dolaylı, dolambaçlı yollara başvuracağına gerçeği olduğu gibi söyle.

şaşılası sf Şaşılması gereken.

şaşılaşma is. Şaşılaşmak işi.

şaşılaşmak (-i) Şaşı duruma gelmek, şaşı olmak: "... gözleri şaşılaşmış, dili çıkmış, burnuna doğru kıvrılmış, yeni bir gayretle koşuyor." -M. Ş. Esendal.

şaşılık, -ğı is. Birbirine paralel görme ekseni bulunmama durumu.

şaşılma is. Şaşılmak işi.

şaşılmak (nsz, -e) Şaşkınlığa uğranılmak: "Cidden şaşılacak şeyler yapıyor." -A. Ş. Hisar.

şaşırış is. Şaşırma işi veya biçimi.

şaşırma is. Şaşırmak işi.

şaşırmak (-i, -e) 1. Bir işe nasıl başlayıp o işi nasıl sürdüreceğini ve nasıl sonuçlandıracağını bilemeyecek duruma gelmek, içinden çıkamamak: Söyleyeceğini şaşırmak 2. Doğru, gerçek ve gerekli olanı ayırt edemeyecek duruma gelmek: "Hastasını muayene ederken başında bulundular mı, hele söz söylediler mi eli ayağı dolaşır, ya kalbi bulamaz ya nabzı şaşırır." -A. İlhan. 3. (nsz) Ne yapmak gerektiğini bilememek, nasıl davranacağını kestirememek, hayret etmek: "... o kadar bağırırdı ki nihayet herif sersem olur, şaşırır, istediğini verirdi." -M. Ş. Esendal. şaşırıp kalmak çok şaşırmak, büyük bir şaşkınlığa düşmek: "Hasta adamı da evden çıkarıp atmak olmaz, ne yapacağını şaşırmış kalmış." -M. Ş. Esendal.

şaşırtıcı sf. Şaşırtma niteliği olan, şaşırtan: "Her koşu beklenilmeyen, şaşırtıcı bir sonuç verebilirdi." -N. Cumalı. şaşırtıcı olmak şaşırtmak.

şaşırtıcılık, -ğı is. Şaşırtıcı olma durumu.

şaşırtma is. 1. Şaşırtmak işi. 2. Ağaç fidanlarını veya çiçek fidelerini başka yerlere aktarma işi.

şaşırtmaca is. Şaşırtmak için yapılan oyun.

şaşırtmak (-i) 1. Şaşırmasına sebep olmak: "Aklına geleni yapar, anî, asabi hareketlerle herkesi şaşırtırdı." -Ö. Seyfettin. 2. Yanıltmak: "iri vücudunu sizi çok, ama çok şaşırtan bir yumuşaklıkta kullanabiliyor." -T. Dursun K. 3. bot. Daha iyi yetişmelerini sağlamak için ağaç fidanlarının veya çiçek fidelerinin yerlerini değiştirmek. 4. (nsz) Şaşkınlaşmak, şaşmak.

şaşkaloz sf. hkr. 1. Şaşı (kimse). 2. Şaşkın (kimse).

şaşkın sf 1. Düşünceleri dağılmış, karışmış, ne yapacağını bilemez duruma gelmiş. 2. Akılsız, sersem, budala, (birini) şaşkına çevirmek şaşırtmak: "Bir mektupla kadınlarınız sizi şaşkına çeviriyorlar." -M. Ş. Esendal. (biri) şaşkına dönmek beklenmedik bir durum karşısında şaşkınlaşmak: "Bunlar da, Mustafa Kemal'i ifratlı hareketlere, yanlış yollara sevk etmek töhmeti altında bunalmış, şaşkına dönmüş idiler." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şaşkın şavalak

şaşkınca zf Şaşkm bir biçimde.

şaşkınlaşma is. Şaşkınlaşmak işi.

şaşkınlaşmak (nsz) Şaşkın bir duruma gelmek.

şaşkınlık, -ğı is. Şaşkm olma durumu veya şaşkınca davranış: "Piyasadaki şaşkınlık, kararsızlık hayâsızlık kendilerinin en büyük yardımcılarıydı." -E. E. Talu.

şaşkınlıkla zf. Şaşkm bir biçimde, şaşkın olarak: "Çadırlardan uzanan bir sürü kadın ve erkek, çoluk çocuk kafası benim bu halimi şaşkınlıkla seyrediyorlardı." -O. C. Kaygılı.

şaşkın şavalak zf Şaşkm şaşkın: "Şehirler dümdüz edilmiş, fabrikalar yıkılmış, taş üstünde taş kalmamış. Sağ kalan talihsizler şaşkın şavalak etrafa bakmıyor." -S. Dölek.

şaşlık, -ğı is. Baharatlı sirkeye yatırılmış koyun etinden hazırlanmış et.

şaşma is. Şaşmak işi.

şaşmak, -ar (-e) 1. Umulmayan, beklenmeyen veya olağanüstü bir olay, bir olgu karşısında şaşkın duruma gelmek, hayret etmek: "Aynı anda nasıl olur da başka bir iş tutabileceğine şaşar kalırdınız." -B. R. Eyuboğlu. 2. (-den) Yolundan sapmamak, gidişini değiştirmemek veya yanılmamak: "Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma / Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma." -T. Fikret. 3. (-i) Şaşırmak: Yolunu şaşmak Gününü şaşmak

şaşmaz sf. Değişmez ve yanılmaz nitelikte olan: "O, gerçekte ne anlatıyorsa, o anlattıklarının şaşmaz bir gözlemcisi." -T. Dursun K.

şaşmazlık, -ğı is. Şaşmaz olma durumu.

şat is. Fr. chatte den. Sığ sularda ağır yükleri taşımak için kullanılan, altı düz bir çeşit tekne: "Bordadan aşağı şailara inip torbaları sata bırakarak eli boş geri dönüyor." -Z. Selimoğlu.

şataf is. hlk Çalım, süs.

şatafat is. Görkem: "Hamam alayı da yine şatafat ve masraf cihetinden bundan aşağı kalmazmış." -O. C. Kaygılı.

şatafatlı sf. Görkemli: "Maksat debdebeli ve şatafatlı bir ömür sürmek değildir." -Y. K. Karaosmanoğlu.

şatafatsız sf. Görkemsiz: "Şatafatsız bir muamele sayesinde Ali Bey zenginlenmiş." -R. H. Karay.

şathiyat ç. is. (şathiyaıt) Ar. şathiyyât ed. Ciddi bir düşünceyi, konuyu, şaka ve alay yollu anlatmak için yazılmış deyişler.

şathiye is. Ar. şathiyye ed. 1. Yergiye, alaya, şakaya yer veren manzum eser. 2. Tasavvuf konularını mizahlı bir biçimde işleyen, coşku hâlinde söylenen bir şiir türü.

şatır sf. (şa:tır) Ar. şâtir esk. 1. Neşeli, keyifli, şen. 2. tor. Tören ve alaylarda padişahın, vezirin yanında yürüyen görevliler.

şen şatır

şato is. (şa'to) Fr. château 1. Avrupa'da soylu kimselerin oturduğu, çevresi hendek, sur ve kulelerle çevrili konak. 2. Geniş toprağı olan büyük konut: "Bir ahırdan farkı olmayan çiftlik binasını, bîr yıl içinde bir küçük şato hâline soktum." -Y. K. Karaosmanoğlu. şato gibi büyük, görkemli (yapı).

Şavak peyniri is. Bir tür tulum peyniri.

şavalak, -ğı sf. hlk Aptal, alık, sersem, budala.

şaşkın şavalak

şavk is. Ar. şevk hlk Işık. şavkı vurmak bir şeyin ışığı yansımak.

şavkıma is. Şavkımak işi.

şavkımak (nsz) hlk Işık saçmak, parlamak.

şavul is. Ar. sökül hlk Şakul, çekül.

şavullama is. Şavullamak işi.

şavullamak 1. Yoklamak veya kollamak: "... kocasına düşen, gerçek niyetlerini ve duygularım böyle uzaktan şavullamak." -A. ilhan. 2. (-i) hlk Şakullemek. 3. Göz gezdirmek, araştırmak: Yerimi şavulladım, yerleştim.

şayak, -ğı is. Yun. 1. Kaba dokunmuş, dayanıklı bir çeşit yün kumaş. 2. Bu kumaştan yapılmış elbise: "Beyaz şayaklar giymiş, kuvvetli, güzel, genç bir âşık " -Ö. Seyfettin.

şayan sf (şa:ya:n) Far. şâyân esk. Uygun, yaraşır, değer, layık: "Alacağımız cevaplar içinde dikkate şayan görülenleri gazetemizde neşredeceğiz." -H. C. Yalçın.

şayeste sf (şayeste) Far. şöyeste esk. Uygun, yakışır.

şayet bağ. (şa'.yet) Far. şöyed (ihtimal derecesi daha az olmak üzere) Eğer: "Bu parayı şayet sen ben vermezsek, veren, başkaları olacak " -E. E. Talu.

şayi sf (şayi:) Ar. şayi' esk. 1. Yaygın, yayılmış (söz veya haber). 2. Bir şeyin her noktasıyla İlgisi bulunan (pay).

şayia is. (şayia) Ar. şâyi'a Yayılmış haber, yaygın söylenti, duyultu: "Hava arada bir bu hâle bir panik niteliği veren korkunç şayialarla dolup boşalıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

hisseişayia, hisseişayialı

şayka is. (şa'yka) Mac. den. Türklerin Karadeniz'deki ırmak kıyılarının korunmasında, Rus Kazakların kıyılara saldırmada kullandıkları altı düz, yayvan gemi.

şaz sf. (şa:z) Ar. şözz esk Ayrık, kural dışı, müstesna.