-sü (I) bk. -sı / -si vb. (I).

-sü (II) bk. -sı / -si vb. (II).

sübap, -bı is. bk. supap.

sübek, -ği is. hlk. Bazı yerlerde beşikteki çocukların bacakları arasına yerleştirilen sidik şişesi veya sidiği bir kaba akıtacak boru: "Sübekten çarpık kalan bacaklarım yanlara atar gibi yengeçvari yürümeye başladı." -Ö. Seyfettin.

sübekli sf. Sübeği olan: "Beşikler sübekli olduğu gibi bazı salıncakların alt kısmında da sübek geçecek bir delik mevcuttur." -R. H. Karay.

süblime is. Fr. sublime kim. 1. Süblimleştirme yoluyla elde edilen ürün. 2. Ak sülümen.

süblimleşme is. Süblimleşmek işi.

süblimleşmek (nsz) kim. Bir cisim, katı durumdan sıvı durumuna geçmeden doğrudan doğraya gaz durumuna dönüşmek.

süblimleştirme is. kim. 1. Bir cismi katı durumdan doğrudan doğruya gaz durumuna dönüştürmeye dayanan işlem. 2. Bazı katı cisimleri ısıtarak buharlaştırdıktan sonra soğutma yoluyla yeniden katı durumda elde etmek İçin yapılan Özel damıtma yöntemi.

süblimleştirmek (-i) Bir cismi katı durumdan doğrudan doğruya gaz duruma dönüştürmek.

sübut is. (submt) Ar. şubüt esk. Gerçekleşme, şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkma, sübut bulmak tanıtlanmak, ispat edilmek: Suç sübut buldu.

sübvanse is. Fr. subvenier'den "Para yardımı yapmak, desteklemek" anlamlarındaki sübvanse etmek birleşik fiilinde geçer.

sübvansiyon is. Fr. subvention ekon. Destekleme.

sübyan ç. is. Ar. şibyân Çocuklar.

sübyan koğuşu

sübyan koğuşu is. Tutukevlerinde suçlu çocukların bulunduğu bölüm.

sübye is. (sü'bye) ît. zupya 1. zool. Mürekkep balığı. 2. Badem içi, kavun çekirdeği vb.nden yapılan boza koyuluğundaki şerbet.

sücut, -du is. (sücu:t) Ar. sıtcüd esk. Secdeye varma, secde etme.

südreme is. Südremek işi.

südremek (nsz) Sarhoş olmak, esrimek.

süet is. Fr. Suede Podösüet.

süfli sf. (süfli:) Ar. suflı 1. Aşağı, aşağılık, bayağı, adi: "Sabri'nin maceraları hep böyle süfli şeylerden ibaret değildi." -R. N. Güntekin. 2. Kılıksız, pis kılıklı, hırpani.

süflileşme is. Süflileşmek işi. süflileşmek Süfli duruma gelmek, süfli olmak.

süflilik, -ği is. Süfli olma durumu.

Süheyl öz. is. Ar. Süheyl astr. Güney yanm kürede bulunan parlak yıldız, Yıldırak.

süit is. Fr. süite 1. müz. Aynı tonda yazılmış şarkı biçimindeki dans müziği. 2. Otellerde değişik amaçlar için kullanılmak üzere donatılmış ve birden çok odaya sahip olan özel bölüm.

süje is. Fr. sujet 1. Konu. 2. dbl. özne.

süklüm püklüm zf. Suç işlemiş gibi utanç veya korku içinde büzülmüş olarak: "Güveyi kınnızı kravatı, mavi elbisesi, fazla çıkmış ipek mendiliyle süklüm püklüm oturuyordu. " -Ç. Altan.

sükse is. Fr. succes 1. Başarı. 2. Gösteriş, ilgi çekecek durum: "Nefsime itimadım, spordaki süksemle başlamıştır." -A. İlhan, sükse yapmak 1) başarı kazanmak: "Paris sosyetesinde büyük sükse yapmıştı." -A. Gündüz. 2) ilgi çekecek bir durum yaratmak.

sükûn is. (sükû:n) Ar. sükûn Sükûnet: "Sükûnu uykuda arıyor, ama o da bir türlü gelmiyor. " -S. F. Abasıyanık.

sükûnet is. (süku:net) Ar. sükûnet 1. Durgunluk, dinginlik, hareketsizlik, sessizlik: "Terbiye ve sükûnetlerini de hiç kaybetmeyen bakışlarına asla çirkin denemezdi." -R. N. Güntekin. 2. Huzur, rahat: "Büyük gürültü gibi sükûnetin büyüğü de insanı yoruyordu." -R. N. Güntekin. 3. Dinme, yatışma. sükûnet bulmak sakinleşmek, rahatlamak: "Azıcık sükûnet bulduktan sonra odayı terk etmediğime sevindim." -R. H. Karay.

sükûnetti sf. Durgun, sakin, hareketsiz.

sükût is. (süku:t) .Ar. sükût Susma, konuşmama, söz söylememe, sessizlik, sükût ikrardan gelir susmak kabul etmek demektir. sükûtla geçiştirmek sözü edilmesi gereken bir noktayı söylemeden atlamak, bile bile bir konuya hiç değinmemek.

hakkısükût, ölüm sükûtu

sükût hakkı is. Susmalık, sus payı, susma hakkı.

sükuti sf. (sükûsti:) Ar. sukûtî esk Suskun (kimse).

sükûtilik, -ği is. Sessizlik, suskunluk.

-sül bk -sil / -sil vb.

sülale is. (sülâle) Ar. sülâle 1. Soy, hısım akraba: "Öç göbek Öncesi sülalemizin mezarları Üsküdar'da, yani istanbulluyum." -B. Felek. 2. mec. Ev, aile.

sülf is. Lat. sulfkim. esk. Kükürt,

sülfamit, -di is. Fr. sulfamide kim. Mikroplara karşı etkili olan azotlu ve kükürtlü organik birleşimlerin ortak adı.

sülfat is. Fr. sulfate kim. Sülfürik asidin tuzu veya esteri.

amonyum sülfat, bakır sülfat, baryum sülfat, demir sülfat, demir sülfat, magnezyum sülfat, potasyum sülfat, sodyum sülfat, kinin sülfatı

sülfatlama is. Mantar hastalıklarına karşı bitkilere bakır sülfat, demir sülfat püskürtme veya bitkileri bu maddelere bulama işlemi.

sülfatlanma is.fız. Bir akümülatörün levhaları üzerinde kurşun sülfat tabakasının oluşması.

sülfatlaşma is. kim. Doğal maden sülfürlerinin hava ve su etkisiyle yavaş yavaş sülfat durumuna dönüşmesi.

sülfit is. Fr. sulfite kim, Sülfürlü asit tuzu.

sodyum hiposülfit

sülfitleme is. Şarapçılıkta üzüm, elma veya armut şırasını kükürt dioksitle temizleme yöntemi.

sülfür is. Fr. sülfüre kim. Kükürdün başka bir elementle yaptığı birleşik.

potasyum sülfür

sülfürik, -ği is. Fr. sulfuriaue kim. En önemlisi sülfürik asit olan asitler için kullanılan bir söz.

sülfürik asit, -di is. kim. Suda çözünerek büyük bir ısı açığa çıkaran, şurup kıvamında, renksiz, kokusuz, 10 °C'de katılaşan bir sıvı, kara boya, zaç yağı.

sülfürimetre is. Fr. sülfürimetre Bir maddedeki kükürt oramnı tespit etmek İçin kullanılan alet.

sülfürleme is. kim. 1. Kükürtle birleştirmek için yapılan işlem. 2. Kükürtleme.

sülfürlemek (-i) kim. Kükürtle birleştirmek: Bakır sülförlemek.

süline is. (süli'ne) Yun. zool. Dar ve uzun kavkılı bir deniz yumuşakçası, denizçakısı (Solen).

sülük, -kü is. (sülû:k) Ar. sülük esk. 1. Bir yola girme, bir yol tutma. 2. Bir tarikata girme: Sülük ehli. sülük etmek 1) bir işe girmek; 2) bir tarikata girmek.

sülüğen is. Erimiş kurşunun, bir hava akımında yükseltgenmesiyle üretilen, çok yoğun ve zehirli, pas önleyici astar boyaların hazırlanmasında kullanılan kırmızı boya.

sülük, -ğü is. zool. 1. Sülüklerin örnek asalak hayvanı (Hirudo). 2. Sülüklerden, tatlı sularda yaşayan, vücudunda yirmi iki sindirim kesesi olduğu için bir kezde ağırlığının sekiz katı kan emebilen, halk arasında bazı kan hastalıklarının tedavisinde yararlanılan hayvan (Hirudo medicinalis). 3. bot. Yaprak veya sapların yanlarında gelişen ince uzantı, asma bıyığı, sülük gibi çok sırnaşık, yapışkan (kimse), sülük vurmak tedavi amacıyla sülük yapıştırmak.

sülükçü is. 1. Sülük satan kimse. 2. Sülükle kan almayı meslek edinen kimse.

sülükler ç. is. zool. Tatlı ve tuzlu sularda yaşayan, halkalılar takımından, uzun ve yassı vücutları otuz dört parçadan oluşmuş, gözleri gelişmemiş, iki çekmenli, kan emen türlerinde tükürük bezlerinin bir salgısı kanın pıhtılaşmasını önleyen bir enzim yapan asalaklar sınıfı.

sülümen is. Ar. suleymâni kim. Ak sülümen.

tatlı sülümen

sülün is. zool. Sülüngillerden, kuyruğu çok uzun, eti yenilen bir kuş (Phasianus colchicus). sülün gibi boylu boslu ve yürüyüşü güzel (kız veya kadın).

sülüngiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının, tavuksular ve tavuklar alt takımına giren geniş bir familyası, tavukgiller.

sülünlük, -ğü is. Sülünlerin üretildiği ve yetiştirildiği yer.

sülüs is. Ar. şulş 1. Üçte bir. 2. Arap alfabesiyle yazılan bir tür süslü yazı: "Havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu." -Ö. Seyfettin. 3. ask. Erata yolculuklarda indirim sağlayan belge.

sümbül is. Far. sunbul bot. Zambakgillerden, soğanla üretilen, 15-20 cm yükseklikte, çiçekleri kuvvetli kokulu ve türlü renkli, çok yıllık bir süs bitkisi (Hyacinthus orientalis): "Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere / Şimdi dağlarında mor sümbül vardır." -R. T. Bölükbaşı.

yaban sümbülü

sümbüle is. Ar. sunbule müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.

muhayyersümbüle

sümbüli sf. (sümbüli:) Far. sunbul + Ar. -i Yağmur yağdırmayan koyu renkli bulutlarla örtülü (hava).

sümbülteber is. Far. sunbul + teber bot. Zambakgillerden, güzel kokulu, beyaz renkli bir çiçek (Polianthes).

sümek, -ği is. hlk. Eğirilmek için temizlenmiş, taranmış yumak biçiminde yün.

sümen is. Fr. sous-main Üzerinde yazı yazmaya, arasında evrak saklamaya yarayan deri kaplı altlık: "... yazıhanenin sumeni üzerinde, ona gerekli kâğıtları imzalatırken... " -A. İlhan, sumen altı etmek 1) bir evrakın İşleme konulmasını engellemek; 2) bir işin yapılmasını geciktirmek.

Sümer öz. is. Mezopotamya'da yaşamış bir ulus ve bu ulustan olan kimse.

Sümerce öz. is. (süme'rce) 1. Sümer dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

Sümerolog, -ğu öz. is. Fr. sumerologue Sümer dili ve eserleri ile uğraşan bilim adamı.

Sümeroloji öz. is. Fr. sumerologie Sümer dili ve eserlerini konu alan bilim dalı.

Sümerolojik, -ği sf. Fr. sumerologigue Sümeroloji ile ilgili.

sümkürme is. Sümkürmek işi.

sümkürmek (nsz) Soluğu burundan hızla vererek sümüğü dışarı atmak: "Cebinden bir sümüklü mendil çıkarıp sümkürdü." -B. Felek.

sümkürtme is. Sümkürtmek işi.

sümkürtmek (-i) Sümkürmesini sağlamak.

sümmettedarik, -ği sf. (su'mmetteda:rik) Ar. şumme + tedüruk esk. Son anda düşünülen: Sümmettedarik bir eser.

sümsük, -ğü (I) sf. hlk. Uyuşuk davranan, miskin, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık (kimse): "Beş yıl öncesine kadar kara kuru, sümsük bir kızken şimdi gelişivermiş bir dişi. " -H. Taner.

sümsük, -ğü (II) is. zool. Sümsükgillerden, sivri gagalı, kısa bacaklı deniz kuşu (Sulabassana).

sümsükgiller ç. is. zool. Leyleksiler takımının, kanatlan, kuyrukları çok uzun deniz kuşları sınıfı.

sümsükleşme is. Sümsükleşmek işi.

sümsükleşmek (nsz) Uyuşuk duruma gelmek, miskinleşmek, pısırıklaşmak: "Yalnız, işte hepsi sümsükleşti, galiba sizden çekiniyorlar." -Ö. Seyfettin.

sümsüklük, -ğü is. Sümsük olma durumu.

sümter is. bot. Kırmızımtırak, küçük taneli sert buğday.

sümük, -ğü is. 1. Burun boşluklarından gelen yapışkan sıvı. 2. Sümük doku hücrelerinin ve üzerinde bulunan bezlerin, doku yüzünde nemli, akıcı, kaygan bir tabaka oluşturan salgısı.

sümük doku, sümüklü böcek, sümüksü zar

sümük doku is. anat. Üzerinde çok sayıda ince memecik ve salgı bezi delikleri bulunan, iç organları kaplayan koruyucu doku, mukoza.

sümüklü sf. 1. Sümüğü olan. 2. Burnundan sürekli sümük akan: "Şu yumurcakların içinde temizi, sümüklüsü, çarıklısı, yarım entarilisi hepsi hepsi vardı." -A. Gündüz.

sümüklü böcek

sümüklü böcek, -ği is. zool. Karından bacaklılardan, akciğerli, otçul ve kabuksuz yer yumuşakçası (Limax).

sümükselş/; Sümükle ilgili.

sümüksü sf. Sümük özelliğinde olan, sümüğe benzer, sümük gibi.

sümüksü zar

sümüksü zar is. biy. Burun boşluklarını yutağa kadar kaplayan sümük doku.

-sün (I) bk. -sın / -sin vb. (I).

-sün (II) bk -sın / -sin vb. (II).

sündürme is. 1. Sündürmek işi. 2. hlk. Taze peynir ve şekerle yapılan bir tatlı.

sündürmek (-i) Bir şeyi çekerek uzatmak, esnetmek.

sündürülme is. Sündürülmek işi.

sündürülmek (nsz) Sürdürme işi yapılmak.

sündüs is. Ar. sundus esk. İpin yanı sıra altın ve gümüş tellerle dokunan, kaftan ve giysi dikiminde kullanılan bir tür ipekli kumaş.

süne is. zool. Yarım kanatlılardan, yumurtalarını ekin yapraklarına bırakan, esmer renkli, zararlı böcek (Eurigaster integriceps).

sünepe sf Kılıksız ve uyuşuk, sümsük (kimse): "Kızın adı Handan'dı, çünkü o sünepe herif vagona koşarken. Handan diye bağırmıştı. " -T. Buğra.

sünepelik, -ği is. Sünepe olma durumu.

sünger is. Yun. 1. zool. Genellikle denizlerde bir yere tutunarak koloni durumunda yaşayan, çok hücreli İlkel hayvan. 2. Bu hayvanın temizlik işlerinde kullanılan, suyu fazlaca çeken esnek iskeleti. 3. Yapay olarak elde edilen temizlik veya dolgu gereci, (bir şeyin üzerine veya üzerinde) sünger çekmek bir şeyi hiç olmamış saymak, silmek, silip atmak, unutmak: "Bir türlü doyamadığım hürriyetimin üstüne sünger çekmek lazım geliyordu." -O. Kemal, (bir şeyin üstünden veya üzerinden) sünger geçirmek silip atmak, unutmak, sünger gibi çok yumuşak.

sünger avcısı, sünger doku, sünger taşı, meme süngeri

sünger avcısı is. Sünger alıp satan kimse, süngerci.

süngerci is. Sünger avcısı.

süngercilik, -ği is. 1. Sünger avcılığı. 2. Sünger alıp satma işi.

sünger doku is. bot. Yaprağın alt yüzünde bulunan seyrek hücreli, gözenekli ve az klorofilli özek doku.

süngerler ç. is. zool. Vücutları içten dar ve uzun kanalcıklardan oluşan, dıştan bu kanalcıklara açılan deliklerle kaplı, çoğu kayalara tutunmuş olarak koloniler durumunda yaşayan hayvanlar takımı.

süngerleşme is. Süngerleşmek işi veya durumu.

süngerleşmek (nsz) Sünger durumuna gelmek.

süngerli sf. Süngerle döşenmiş veya süngerden yapılmış olan.

süngersi sf. Sünger gibi gözenekleri olan, süngere benzeyen.

süngersiz sf. Süngeri olmayan.

sünger taşı is. min. Metal ve fil dişi parlatmakta kullanılan, çok gözenekli ve pürüzlü, ağırlığı az, sert bir yanardağ feldspatı.

süngü is. 1. ask. Tüfek namlusunun ucuna takılan küçük kılıç biçiminde delici silah: "Cephane suyunu çekti. Süngü hücumuna kalkılacak." -A. İlhan. 2. Mezar başına nişan olarak dikilen sırık. 3. Isıtma kazanında kömürün karıştırılmasını sağlayan demir çubuk. 4. mân. Kavlakları düşürmek için kullanılan sivri uçlu, uzun çelik çubuk.

süngüsü düşük

süngüleme is. Süngülemek işi.

süngülemek (-i) 1. Süngü batırmak: "Üç yerinden süngüleyip yere serdikleri delikanlının başını taşla ezmediler mi?" -Y. K. Karaosmanoğlu, 2. Süngü ile ateşi karıştırıp külün ızgaradan aşağı dökülmesini sağlamak.

süngülenme is. Süngülenmek işi.

süngülenmek (nsz) Süngüleme işi yapılmak; "... sabahleyin geçerken atının üzerinden, yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmîş ölülerini görmüştü." -Ö. Seyfettin.

süngüleşme is. Süngüleşmek işi.

süngüleşmek (nsz, -le) Birbirine süngü İle saldırmak.

süngülü sf. Süngü takmış olan: "Süngülü düşman askerleri arasında başı açık kadınlar, yalın ayak çocuklar bir kasırgaya tutulmuş gibi tozu dumana katarak koşuşuyorlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

süngüsü düşük, -ğü sf. 1. Sağlığı, esenliği bozuk. 2. Ataklığı, etkinliği, neşesi kalmamış: "Bakımsız, pis, süngüsü düşük ufacık bir şeydi." -Y. N. Nayır.

süngüsüz sf. Süngüsü olmayan.

sünme is. Sünmek işi.

sünmek, -er (nsz) 1. Esnekliğini yitirerek gevşemek: Bu kumaş kolay kolay sünmez. 2. Kopmadan uzamak, gerilmek.

sünnet is. Ar. sünnet 1. din b. Hz. Muhammed'İn Müslümanlarca uyulması gerekli sayılan davranışları ve herhangi bir konuda söylemiş olduğu söz. 2. Erkek çocukta, erkeklik organının ucundaki derinin çepeçevre kesilmesi. 3. Sünnet düğünü. sünnet etmek (veya yapmak) erkek çocukta erkeklik organının ucundaki deriyi çepeçevre kesmek, sünnet olmak sünnet edilmek.

sünnet çocuğu, sünnet düğünü, sünnet ehli, ehlisünnet

sünnetçi is. Çocukları sünnet eden kimse.

sünnetçilik, -ği is. Sünnetçinin yaptığı iş.

sünnet çocuğu is. Sünnet edilmiş veya edilecek çocuk: "Yaralı asker biraz sünnet çocuklarım andırır." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sünnet düğünü is. Erkek çocukların sünneti sırasında yapılan eğlence: "Dükkân komşusu bu gece onu oğlunun sünnet düğününe çağırmış." -R. N. Güntekin.

sünnet ehli is. Müslümanlıkta Hz. Muhammed'İn koyduğu kuralları olduğu gibi uygulayan, onun izinden giden kimse.

sünnefleme is. Sünnetlemek İşi veya durumu.

sünnetlemek (-i) hlk. Tabaktaki yemeği sıyırıp bitirmek.

sünnetli sf. Sünnet edilmiş olan.

sünnetlik, -ği sf. Sünnet için hazırlanmış olan.

sünnetsiz sf Sünnet edilmemiş olan.

sünnetsizlik, -ği is. Sünnetsiz olma durumu.

Sünni öz. is. (sünni:) Ar. sunni Sünnet ehlinden olan kimse.

Sünnilik, -ği Öz. is. din b. Kur'an'a ve Hz. Muhammed'İn sünnetlerine göre davranmayı en doğru ve tek yol sayan, Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri.

süper sf (süper) Fr. süper 1. Nitelik, nicelik ve derece bakımından üstün olan. 2. Belli bir normun üstünde olan.

süper benzin, süper çimento, süper lise, süpennarket, süper star

süper benzin is. Oktan indisi 100 ve 100'ün üzerinde olan, yüksek nitelikte benzin.

süper çimento is. Yüksek dirençli, çabuk sertleşen çimento.

süper lise is. Özel eğitim sistemi İle desteklenmiş lise.

süpermarket is. (sü'permarket) İng. supermarket Türlü tüketim mallarının, özellikie her türlü yiyecek maddelerinin ve mutfak gereçlerinin ahcılarca seçilip satın alınabildiği büyük satış yeri, büyük mağaza.

süpermarketçi is. Süpermarket İşleten kimse.

süpermarketçilik, -ği is. Süpermarketçinin işi veya mesleği.

süper star is. Çok ünlü veya tanınmış sanatçı.

süphanallah imi. (süpha:nallah) Ar. subhanallah din b. "Tanrı'yı her türlü kusur, ayıp ve eksikliklerden, insanlığa özgü niteliklerden uzak tutarım" anlamında şaşkınlık bildiren bir söz.

süprülmek bk. süpürülmek.

süprüntü is. 1. Süpürge ile temizlik yapıldığında toplanan toz ve çöp, çer çöp: "Elinde tuttuğu, içi süprüntü dolu faraşı merdivenlerin dibine boşalttı." -E. E. Tam. 2. mec. Bayağı, aşağılık şey veya kimse.

süprüntücü is. 1. Herhangi bîr yerin süprüntüsünü temizleyen kimse. 2. mec. Her şeyin en kötüsünü alan veya satan kimse.

süprüntülük, -ğü is. Çöplük: "Tamirden evvel Yeşil Cami bîr harabe, bir süprüntülük îdi." -A. Haşim.

süpürge is. 1. Süpürme İşinde kullanılan araç: "Hasta bakıcının elinden süpürgeyi kaparak ut gibi çalmaya başlamış." -R. N. Güntekin. 2. Elektrik süpürgesi.

süpürge çatısı, süpürge darısı, süpürge otu, cadısüpürgesi, çalı süpürgesi, elektrik süpürgesi, elektrikli süpürge, kaldırım süpürgesi, sokak süpürgesi, tavan süpürgesi

süpürgeci is. î. Süpürge yapan veya satan kimse. 2. Sokak süpürücüsü.

süpürgecîlik, -ği is. Süpürge alıp satma veya sokak süpürme işi.

süpürge çalısı is. bot. Süpürge otu.

süpürge darısı is. bot. Buğdaygillerden, sıcak bölgelerde yetişen ve çiçek saplarından süpürge yapılan, darıya benzeyen bir bitki.

süpürgelik, -ği is. 1. Süpürge yapmaya elverişli olan çalı, bitki vb. 2. Yapıların içinde, duvarların döşemeyle birleştiği yerde tabandan 10-15 cm yüksek, dışarıya çıkıntılı ağaç, mermer veya mozaik kuşak.

süpürge otu is. bot. Fundagillerden, çiçekleri pembe, küçük bîr çana benzeyen, işlenmemiş topraklar üzerinde yetişen, kökünden ağızlık, dallarından kaba süpürge yapılan, çalı görünüşünde bir bitki, süpürge çalısı, funda, erika (Erica).

süpürme is. Süpürme işi.

süpürmek (-i) 1. Bir şeyin, bir yerin üstündeki çer çöp, toz toprak vb. şeyleri süpürge, fırça veya başka bir araçla toplamak, temizlemek: "Dükkânların önünü çocuklar süpürür."-S. F. Abasıyanık. 2. mec. Çıkarıp atmak, kovmak: "Yanında binlerce kurbanlık ile / Süpürdü düşmanı, bastı dayağı." -Âşık Veysel 3. mec. Tüketmek, bitirmek: "Tatlıya öyle düşkünmüş kî geceleri usulcacık kalkar, tel dolaptaki muhallebiyi, revaniyi, kadayıfı ne bulursa hepsini süpürürmüş. "-P. Safa.

süpürtme is. Süpürtmek işi veya durumu.

süpürtmek (-i, -e) Süpürme işini yaptırmak: "Orta hizmetini bile ona gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu." -Ö. Seyfettin.

süpürülme is. Süpürülmek işi veya durumu.

süpürülmek (nsz) Süpürme işi yapılmak: "Yaya kaldırımının iki tarafına yar gibi karlar süpürülmüş tenha bîr sokakta idi." -S. F. Abasıyanık.

süpürüş is. Süpürme işi veya biçimi.

sürahi îs. (sura:hi) Ar. sürahi İçecek koymaya yarar, cam, plastik vb.nden yapılan kap; "Bardaklara, sürahilere, kırılacak şeylere iyi dikkat ediniz." -H. R. Gürpınar.

sürat, -ti is. Ar. sur'at 1. Hızlılık, çabukluk, İvinti. 2.fız. Hız.

sürat katarı, vasati sürat

sürat katarı is. Ekspres tren: "Şimalî Avrupa'dan gelen sürat katarını parçalamak istemişlerdi." -M. Ş. Esendal

süratle zf. (süra'tle) Çabucak: "Gözlerinin bir şeyden ürkmüş gibi korkunç bîr süratle birkaç defa oynadığını ve iki yana gidip geldiğini gördüm. " -R. N. Güntekin.

süratlendirme is. Süratlendirmek işi,

süratlendirmek (-i) Sürat vermek, hız kazandırmak, hızlandırmak.

süratlenme is. Süratlenmek işi.

süratlenmek (nsz) Hızı artmak, hızlanmak.

süratli sf. Çabuk hareketlenen, çabuk giden, çabuk İşleyen, hızlı.

süratsiz sf Sürati olmayan.

sürç is. Sürçme.

sürçülisan

sürçme is. Sürçmek işi.

dil sürçmesi

sürçmek, -er (nsz) 1. Yürürken yanlış adım atıp dengesini yitirmek. 2. mec. Dalgınlıkla yanlış bir İş yapmak, yanılmak.

sürçtürme is. Sürçtürmek işî veya durumu.

sürçtürmek (-i) Sürçme işini yaptırmak.

sürçülisan is. (-samı) T sürç + Ar. lisân Ağızdan yanlışlıkla çıkan söz, dil sürçmesi.

sürdürme is. Sürdürmek işî.

sürdürmek (-i) 1. Sünne İşini yaptımıak: Parmaklıklara boya sürdürdü. 2. Bir durumun, bîr şeyin sürmesini, olmasını sağlamak: "Bugün de sürdürdüğü hizmetleri onu güvenilir kişi yapmış." -T. Dursun K.

sürdürüm îs. Abonman.

sürdürüş is. Sürdürme İşi veya biçimi.

süre is. Bir olayın başı ile sonu arasında geçen zaman parçası, zaman aralığı, zaman bölümü, müddet: "Hükümdar gibi davrandığınız sürece hükümdar sayılırsınız." -T. Oflazoğlu.

süre aşımı, süreduran, süredurum, süreölçen, süreölçer, süre ölçümü, süre sonu, süreyazar, bekleme süresi, karantina süresi

süre aşımı is. huk. Bir işin üzerinden belirli bir zaman geçerek onun geçersiz kalması, zaman aşımı, müruruzaman: Bazı borçlar süre aşımına uğrayabilir.

süreç, -ci is. Aralarında birlik olan veya belli bir düzen veya zaman içinde tekrarlanan, ilerleyen, gelişen olay ve hareketler dizisi, vetire, proses: "Kitaba aldığım bu yazılar, gerçekte siyasal kavgamın gelişme sürecinde önemli bir tavır takınmayı vurgulamaktadır. " -A. İlhan.

süreduran sf. fiz. Süredurum durumunda olan.

süredurum is. fiz. Bir cismin içinde bulunduğu düzgün hareket veya hareketsizlik durumunun sürüp gitmesi, hareketsizliğe veya hareketsizlikten harekete kendi başına geçememesi özelliği, atalet.

süregelme is. Süregelmek işi veya durumu.

süregelmek (nsz) Başlangıcından beri aynı biçimde sürmek, devam etmek.

süreğen sf 1. Ne kadar süreceği belli olmaksızın sürüp giden, müzmin, kronik: Süreğen bir anlaşmazlık. 2. tıp Uzun süreli olan (hastalık), müzmin, kronik, akut karşılığı: Süreğen bir hastalık.

süreğenleşme is. Süreğenleşmek işi, müzminleşme.

süreğenleşmek (nsz) Süreğen bir durum almak, müzminleşmek.

sürek, -ği is. 1. Süren, devam eden zaman. 2. sf. Hızlı süren, hızlı giden. 3. hlk. Satmak için pazara götürülen hayvan sürüsü.

sürek avı

sürek avı is. Birçok avcının katılmasıyla ve çoğu kez at üzerinde avı kuşatarak yapılan avlanma, sürgün avı.

sürekçi is. hlk. Davar alışverişiyle uğraşan kimse.

sürekli sf. 1. Kesintisiz olarak süren, kalıcı, devamlı, baki, daimî. 2. zf. Uzun süreli olarak, daima. 3. dbl. Ötümlü.

süreklilik, -ği is. Sürekli olma, kesintisiz olarak sürüp gitme durumu, devamlılık.

süreklilik ilkesi

süreklilik ilkesi is. fel. Her yerde sürekli bir gidiş olduğunu, doğada sıçramanın olmadığını, her şeyin bir bütün içinde örüldüğünü söyleyen temel ilke.

süreksiz sf. 1. Az süren, devamsız: Süreksiz bir mutluluk. 2. dbl. Ötümsüz.

süreksizlik, -ği is. Süreksiz olma durumu, devamsızlık.

süreli sf. Belirli aralıklarla yapılan, çıkan, mevkut, periyodik: Süreli yayın.

uzun süreli film

süreölçen is. sp. Süreölçeri kullanarak bir yarışta zamanı belirlemekle görevli kimse.

süreölçer is. Belirli bir işin, işlemin, yarışmanın veya teknik alanında belli bir İşin kısa süresini ölçmek amacıyla kullanılan alet, kronometre.

süre ölçümü is. Yarışlarda ve eğitimde harcanan süreyi ölçme.

sürerlik, -ği is. Uzun sürme durumu.

sürerlik fiili, sürerlik görünümü

sürerlik fiili is. dbl. Bir fiile -e zarf-fîil ekiyle durmak, kalmak, görmek fiilleri getirilerek oluşturulan ve süreklilik kavramı veren birleşik fiil: Gidedurmak. Bakakalmak. Yapagörmek gibi.

sürerlik görünümü is. dbl. Türkçede bir zarf-fiille yardımcı fiilin veya herhangi bir fiille durmak fiilinin birlikte kullanılmasından oluşan ve sürerlik kavramı veren görünüm: Gider olmak. Söylenip duruyor gibi.

süresiz sf. 1. Süresi belirli olmayan: Süresiz tatil. 2. zf. Süresi belli olmayarak: Gazete süresiz kapatıldı.

süresizlik, -ği is. Süresiz olma durumu.

süre sonu is. Vade sonu.

süreyazar is. Belirli bir işin kısa süresini çizerek belirleyen araç, kronograf.

Süreyya öz. is. (süreyya:) Ar. şureyyâ astr. Ülker.

sürfe is. Ar. surfezool esk. Kurtçuk.

sürfile is. Fr. surliller Bir kumaşın kenarlarına yapılan seyrek ve çapraz dikiş, sürfile yapmak bir kumaşın tarazlanmaması için kenarına seyrek ve çapraz dikiş yapmak.

sürfile makası, sürfile makinesi

sürfile makası is. Kumaş kenarlarını zikzaklı bir biçimde kesen ve sürfile yapılmasını gerektirmeyen bir tür makas.

sürfile makinesi is. Sürfile işi yapan makine.

sürgen doku is. bot. Bitkilerde kök ve sapların gelişebilecek durumda olan uç bölümlerindeki, çok yüzlü, kolay üreyebilir hücrelerden oluşan bir doku türü, meristem.

sürgit zf. Sonsuz olarak, sonsuzluğa kadar, ilelebet, sürgit yapmak iş için uzatmak, sürdürüp durmak.

sürgü is. 1. Kapının kapanması için arkasına yatay olarak yerleştirilen demir veya ağaç kol, tırkaz, sürme. 2. Sürülmüş tarlayı bastırmak ve düzeltmek için kullanılan, taştan veya ağaç kütüğünden tarım aracı, tapan. 3. Sıvayı bastırıp düzeltmek için kullanılan büyük mala. 4. Hastanın büyük ve küçük abdestini yapabilmesi için altına sürülen kap. 5. Çoğu kez bölümlere ayrılmış bir çubuk üzerinde veya bir cetvelin, bir kumpasın ortasına açılmış bir oluk içinde kayabilen sivri uç veya küçük lama.

sürgü kolu

sürgü kolu is. Tüfeklerde fişek sürüp kovan boşaltan sürgünün elle tutulan kolu.

sürgüleme is. Sürgülemek işi.

sürgülemek (-i) 1. Sürgü sürerek kapamak. 2. Sürgü ile bastırarak düzeltmek.

sürgülenme is. Sürgülenmek işi.

sürgülenmek (nsz) Sürgülenmek İşi yapılmak.

sürgülü sf. 1. Sürgü kolu olan: Sürgülü kapı. Sürgülü pencere. 2. Sürgüsü İtilmiş, sürgülenmiş olan.

sürgün is. 1. Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtulan kimse, menfi; "Sürgünü yalnız memleket hasreti yıkmaz." -R. H. Karay. 2. Bu biçimde sürülme işi ve bu işin sonucu, nefîy: "Sürgün benim için ölüm gibi bir şey olmuştu." -R. N. Güntekin. 3. Bir kimsenin sürüldüğü yer: "Sürgünlerde çile dolduruyordu en güzel yaşında." -Y. Z. Ortaç. 4. Bir bitkide yeni süren filiz. 5. İshal, sürgün gitmek (veya olmak) 1) sürgüne gönderilmek, sürgün cezasına uğramak; 2) olağandan daha çok, daha sık ve sulu dışkı çıkarmak, ishal olmak. sürgüne göndermek ceza olarak bir yere sürmek.

sürgün avı

sürgün avı is. Sürek avı.

sürgüsüz sf. Sürgüsü olmayan.

sürmanşet is. Fr. sur manchette Gazetelerin birinci sayfasındaki logonun üzerinde kullanılan başlık.

sürme (I) is. 1. Sürmek işi. 2. Kapı kanadını içeriden kapama, dolap kapağını yerinde tutma vb. işlere yarayan ve yuvası içinde ileri geri sürülebilen sistem, sürgü: "Kapıyı kapadı. Üstünde anahtar ve sürme yoktu." -P. Safa. 3. Masa ve dolapta küçük çekmece. 4. sf. Sürülerek kullanılan: Sürme kapı. Sürme kapak.

iç sürme, kökten sürme, top sürme

sürme (II) is. Kirpik diplerine sürülen siyah boya, İs: "Genç güzel aşçı kadının kirpiklerinde sürme, parmaklarında kına yoktu." -A. Gündüz, sürme çekmek gözleri sürme ile boyamak: "Kirpiğine sürme çek, kına yak parmağına." -R. C. Emek. sürmeyi gözden çekmek gözden sürmeyi çekmek.

sürme mantarları, buğday sürmesi

sürme (III) is. Sürme mantarıgillerin yol açtığı ve tanelerin içini kurum karası bir tozla dolduran ekin hastalığı, rastık.

sürmedan is. T. sürme + Far. -dan esk. Sürmelik.

sürmek (-i, -e) 1. Yönetip yürütmek, sevk etmek. 2. Önüne katıp götürmek: Koyunları sürmek. 3. Uzatmak, ileri doğru İtmek: "Kahveyi ısıtıyor, suyu dolduruyor, cezveyi sürüyor, fincanı boşaltıyor." -M. Ş. Esendal. 4. Dokundurmak, değdirmek: "Yüzümü saçlarına sürmek için başımı eğdim." -H. C. Yalçın. 5. Oturduğu, bulunduğu yerden, ülkeden ceza olarak başka bir yer veya ülkeye göndermek, nefyetmek: "Mütarekede İngilizler onu Malta'ya sürdüler." -Y. Z. Ortaç. 6. Bir maddeyi bir yüzey üzerine ince bir tabaka olarak yaymak, dökmek, serpmek: "Avucuna doldurup kokluyor; ensesine, şakaklarına, boynuna sürüyor." -R. H. Karay. 7. tic. Bir malı satışa sunmak, piyasaya çıkarmak: "Satılamayan ne kadar bayat, bozuk mal varsa pansiyonerlere sürerler. " -H. R. Gürpınar. 8. Yasal olmayan yolla piyasaya para çıkarmak. 9. (-i) Herhangi bir durum içinde bulunmak: "Dört duvar arasında bir memur hayat sürüyordu." -Y. Z. Ortaç. 10. (-i) Pulluk veya sabanla toprağı İşlemek: "Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi." -Ö. Seyfettin. 11. (nsz) Olmaya devam etmek: "Baygınlığım ne kadar sürdü bilmiyorum." -A. Gündüz. 12. (nsz) Zaman geçmek: Çok sürmez, her şey düzelir. 13. (nsz) Zaman almak: "Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü." -A. Haşim. 14. bot. Bitki, ot yetişip ortaya çıkmak, bitmek, yeşermek: "Bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye süren rutubetli toprakta bir bîr arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı." -R. H. Karay. 15. (nsz) Olağandan daha çok, daha sık ve sulu dışkı çıkarmak, sürüp gitmek eskiden olduğu gibi, eskiden nasılsa gene öyle olmak, öyle devam etmek: "Fakat bereket ki bu nevi duygular ancak masal ve romanlarda sürüp gider." -R. N. Güntekin.

kuyruksüren

sürmeleme is. Sürmelemek işi.

sürmelemek (-i) 1. Sürme (I) yi sürüp kapamak: "İlk iş olarak kemen koştum, oda kapısını surmeledim." -H. R. Gürpınar. 2. Göze sürme (II) çekmek.

sürmelenme is. Sürmelenmek işi.

sürmelenmek (nsz) Sürmeleme işi yapılmak.

sürmeli sf. 1. Sürme ile boyanmış olan: "Kirpikleri kudretten sürmelidir." -S. F. Abasıyanık. 2. Sürgü ile kapatılmış olan, sürmelenmiş olan: "Yavaşça vitrinin sürmeli camım açtı," -S. F. Abasıyanık.

sürmelik, -ği is. Ağaç veya kemikten yapılan, içine göz sürmesi konulan küçük kap, sürmedan.

sürme mantarıgiller ç. is. bot. Sürme mantarlarından bir familya.

sürme mantarları ç. is. bot. Bitkilerin, Özellikte tahılların dokularında yaşayan sürme veya rastık denilen hastalığı yapan, bazitli asalak mantarlar takımı.

sürmenaj is. Fr. surmenage tıp Sürekli ve aşın çalışmadan doğan yorgunluk, bitkinlik.

sürmesiz sf. Sürme ile boyalı olmayan: "... en solgun günlerinde bile gözlerini sürmesiz, dudaklarını boyasız bırakır." -P. Safa.

sürnatüralist is. Fr. surnaturalîste Doğaüstücü.

sürnatüralizm is. Fr. surnaturalisme Doğaüstücülük.

sürpriz is. Fr. surprise Beklenmeyen ve insanı şaşırtarak sevindiren veya üzen olay, beklenmedik durum: "Kocam bugün gazeteci arkadaşlarına bîr sürpriz parti vermek istiyor." -B. Felek, sürpriz yapmak birini, beklenmedik, şaşırtan, sevindiren veya üzen bir olayla karşılaştırmak.

sürre is. Ar. surre tar. Osmanlı padişahlarının her yıl Mekke ve Medine'ye gönderdikleri para ve armağanlar.

sürre alayı, sürre emini

sürre alayı îs. tan Osmanlı İmparatorluğunda her yıl recep aymın on ikisinde Hicaz'a gitmek üzere törenle yola çıkarılan.ve padişahların armağanlarını taşıyan topluluk.

sürrealist is. Fr. sürrealiste Gerçeküstücü.

sürrealite is. Fr. surrealite Gerçeküstü.

sürrealizm is. Fr. surrealisme Gerçeküstücülük.

sürre emini is. tar. Sürre alayını gideceği yere ulaştırmakla görevlendirilen kişi.

sürsat is. tar. Savaşa giden ordunun geçeceği yollar çevresindeki köylülerden savaş araç ve gereçlerini temin etmesi ve rayiç değeri üzerinden yiyecek satın atması.

sürşarj is. Fr. surcharge Bir sayının, kelimenin yerine geçmek için, üzerine başka bir sayı veya kelime basma işi: Çoğu kez pullara sürşarj yapılır.

sürtme is. Sürtmek işi.

sürtme ağı

sürtme ağı is. den. Açık denizlerde İki gemiyle sürüklenerek kullanılan, iki kollu ve geniş torbalı balık ağı.

sürtmek (-i -e) 1. Bir şeyi bastırarak diğer bir şeyîn üzerinden geçirmek: "Cemal ellerini hızlı hızlı birbirine sürttü." -S. F. Abasıyanık. 2. Dokundurmak. 3. (nsz) tkz. Başıboş dolaşmak, yararsız dolaşmak: "Çocukcağız birkaç gün sokaklarda sürtmüş." -S. F. Abasıyanık. sürtüp durmak tkz. yersiz, sebepsiz olarak durmadan dolaşmak: "Galiba bu tarihî günün yüzü suyu hürmetine, Beyoğlu'nda sürtüp durdukları yanlarına kâr kaldı îdi." -H. Taner.

sürtük, -ğü is. 1. Vaktini çok gezerek geçiren, evinde oturmayan kadın: "Bu sürtüğü oğluma almak da, sonunda çıkacağı belli olmayan bir felakettir." -H. R. Gürpınar. 2. kaba Orospu.

sürtükleşme is. Sürtükleşmek işi veya durumu.

sürtükleşmek (nsz) Sürtük durumuna gelmek.

sürtüklük, -ğü is. Sürtük olma durumu.

sürtülme is. Sürtülmek işi.

sürtülmek (-e) Sürtme işi yapılmak.

sürtünme is. 1. Sürtünmek işi. 2.fız. Yüzeyleri birbirinin üstüne gelerek biri veya her İkisi ötekine göre ters doğrultuda kayan iki cismin durumu, delk: Sürtünme, kinetik enerjinin bir bölümünü ısıl enerjiye çevirdiğinden motorun verimini azaltır.

sürtünmek (nsz) 1. Geçerken değmek, sürünmek: "Hasta gene duvarlara sürtünerek kendini alt katın merdivenlerine attı." -P. Safa. 2. mec. Başıboş, amaçsız dolaşmak. 3. mec. Kavga etmek için sebep aramak, sürtünüp durmak çıkan, kazancı için yaltaklanıp durmak.

sürtünüş is. Sürtünme İşi veya biçimi.

sürtüş is. Sürtme işi veya biçimi.

sürtüşme is. 1. Sürtüşmek işi. 2. mec. Anlaşmazlık, uyuşmazlık.

sürtüşmek (nsz, -le) 1. Birbirine sürtünmek. 2. mec. Anlaşamamak, uyuşamamak.

sürtüştürme is. Sürtüştürmek işi.

sürtüştürmek (-i, -e) İki şeyi birbirine sürtmek.

sürür is. (süru:r) Ar. sürür esk. Sevinç: "Dilde gam var şimdilik lütfeyle gelme ey sürür / Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne. " -Rasih.

sürü is. 1. Evcil hayvanlar topluluğu: "Karşıki yamaçların sırtında kısrak sürüleri çanlarını sallayarak otluyordu." -R. H. Karay. 2. Bir insanın bakımı altındaki hayvanların tümü. 3. Birlikte yaşayan hayvan topluluğu. 4. mec. Düzensiz İnsan topluluğu: "Sokaklarda alay geçerken başka çocuklar da sürüye katılır, mektebe kadar giderler." -H. E. Adıvar. sürüden ayrılan koyunu (veya kuzuyu) kurt kapar arkadaşların yardımıyla yapılan veya bir amaç uğruna topluca girişilen bir işten ayrılanlar zararlara uğrarlar. sürüden ayrılmak herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol tutturmak, herkesin yaptığını yapmamak, sürüsüne bereket! pek çok, pek bol: Onda hısım akraba sürüsüne bereket! sürüyü güden kurdu görür zor bir işe giren onun bütün sıkıntılarıyla karşılaşabilir.

sürü sepet, sürü sürü, bir simi

sürücü is. 1. Çoban, güdücü. 2. Karada kullanılan motorlu araçları sürüp yöneten kimse, şoför. 3. Sürü yetiştiren kimse.

sürücü belgesi, sürücü kursu, uzun yol sürücüsü

sürücü belgesi is. Taşıt sürücülerine ilgililerce verilen, araç kullanmada yeterli olmayı gösteren belge, ehliyet.

sürücü kursu is. Sürücü belgesi almak isteyen adaylara özel eğitim veren kuruluş, şoför okulu.

sürücül sf. Sürü durumunda yaşayan.

sürücülük, -ğü is. Sürücünün İşi, şoförlük.

sürükleme (-i) Sürüklemek işi.

sürüklemek (-i) 1. Bir şeyi yerden kaldırmadan iterek veya çekerek götürmek: "Prenses koluma girdi, sürüklercesine büfeye götürdü. " -A. Gündüz. 2. Akarsu alıp götürmek: "Sakarya nehri kırılmış söğüt dallarını, saman çöplerini sürüklüyordu." -A. İlhan. 3. mec. İstekli olmayan birini bir yere götürmek, getirmek: "Seni bırakmam vallahi diyor ve bazen gittiği yerlere bile onu sürükleyip götürmek istiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. mec. Bir kimseyi, bir işi yapmaya zorlamak. 5. (-i, -e) mec. Kötü bir duruma, sona doğru götürmek: "Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti." -S. F. Abasıyanık. 6. mec. İlgi uyandırarak bırakamayacak duruma getirmek, çok ilgilendirmek: "... benim çağdaşlarımdan kim bilir kaç bin genci bahtiyar rüyalara sürüklemiştir."-Y. Z. Ortaç.

sürüklendirme is. Sürüklendirmek işi veya durumu.

sürüklendirmek (-i, -e) Sürüklenmesine yol açmak.

sürükleniş is. Sürüklenme işi veya biçimi.

sürüklenme is. Sürüklenmek işi.

sürüklenmek (-e) 1. Sürükleme işi yapılmak veya sürükleme işine konu olmak: "Akşama doğru ayaklar evlere doğru sürüklenirdi." -F. R. Atay. 2. Kendi kendini sürüklemek. 3. (nsz) Bir İş, sonuçlanıncaya kadar boş yere gecikmelere uğramak: Bu dava iki yıl sürüklendi. 4. Tekne, akıntı ve rüzgârın etkisiyle gelişigüzel dolaşmak.

sürükletme is. Sürükletmek işi.

sürükletmek (-i, -e) Sürükleme işini yaptırmak.

sürükleyici sf. 1. Sürükleme niteliği veya gücü olan. 2. İlgiyi sürdüren: Sürükleyici bir roman.

sürükleyicilik, -ği is. Sürükleyici olma durumu.

sürükleyiş is. Sürükleme işi veya biçimi.

sürülme is. 1. Sürülmek işi. 2. Piyasaya çıkarılma: Yeni paraların piyasaya sürülmesi için hazırlıklar yapılıyor.

sürülmek (-e) 1. Sürme işine konu olmak veya sürme işi yapılmak. 2. mec. Uzaklaştırılmak, nefyedilmek: "Bir süre sonra müdürle iki Öğretmenin ayrı ayrı yerlere sürüldüklerini öğrendim." -E. Bener.

sürülüş is. Sürülme işi veya biçimi.

sürüm is. tic. 1. Bir ticaret malının satılır olması, revaç: Bu malın sürümü yoktur. 2. ekon. Bir paranın geçer olması, tedavül: Bu para sürümden kaldırıldı. 3. bl. Değişik biçim, versiyon.

sürüm sürüm

sürüme is. Sürümek işi.

sürümek (-i) 1. Bir şeyi yerden kaldırmaksızm çekerek, iterek götürmek, sürüklemek. 2. Hafif şey, sürüklemek: Eteğini sürümek. Duvağını sürümek. 3. Herhangi bir güçlükle yürümek. 4. Bir şeyi peşine takmak, alıp götürmek: "Diyar diyar beni aldı / Sürüdü gönlüm sürüdü." -Âşık Veysel. 5. Devam etmek: "Yenilenmesine karar verilen Meclisin yetkileri, yeni Meclisin seçilmesine kadar sürer." -Anayasa.

sürümlü sf. Sürümü çok olan, çok sürülen, satılan (mal).

sürüm sürüm zf. Sürünmek fiilini pekiştirmek için kullanılır, sürüm sürüm sürünmek yoksul ve perişan yaşamak.

sürülüşüz sf. Sürümü olmayan, az satılan veya satılmayan (mal).

sürümsüzlük, -ğü is. Sürümü olmama durumu.

sürünceme is. Bir işin sonuçlanıncaya kadar boş yere uğradığı gecikmelerin tümü. (bir işi) sürüncemede bırakmak bir işi sonuçlanıncaya kadar boş yere geciktirmek, uzatnıak. (bir iş) sürüncemede kalmak bir iş sonuçlanıncaya kadar boş yere gecikmek, uzamak, askıda kalmak, bir türlü sonuçlanamamak.

süründürme is. Süründürmek işi.

süründürmek (-i) 1. Sürünme işini yaptırmak, sürünmesine sebep olmak. 2. mec. Güçlük ve sıkıntıya uğratmak.

süründürülme is. Süründürülmek işi.

süründürülmek (nsz) Süründünne işi yapılmak.

sürüngen sf. 1. zool. Sürünerek giden (hayvan). 2. bot. Yere yatay olarak uzanan (sap veya kök).

sürüngenler ç. is. zool. Omurgalıların, suda ve karada yaşayabilen yılan, kertenkele, kaplumbağa, timsah gibi yerde sürünerek veya yürüyerek ilerleyen sınıfı.

sürünme is. 1. Sürünmek işi. 2. zool. Çoğunlukla uzun gövdeli bir hayvanın, bacaklarının yardımı olmaksızın katı bir yüzeyde ilerlemesi.

sürünmek (nsz) 1. Karnı üzerinde sürünerek gitmek: "İçimize tekrar emniyet geldikten sonra, karnımız üstünde sürünerek Nil'e, sonra öteki sahile geçtik." -R. H. Karay. 2. (-i) Kendi üzerine koku, krem vb. sürmek: Bir şişe kolonyayı süründüm. 3. (-e) Bir şeye değerek geçmek, geçerken değmek: Duvara sürünmek. Boyaya sürünmek. 4. Sürünme işine konu olmak: "Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün." -Enderunlu Vasıf. 5. mec. Yoksul ve perişan yaşamak.

sürünüş is. Sürünme İşi veya biçimi: "Kolay değil doğrusu, enginlerde kanat çırpmaya alışık bir kuşun böyle han avlularında sürünüşü. " -H. Taner.

sürü sepet zf. Birçok kimse veya şey hep birlikte: "Sürü sepet öğrenci genç, kuyruğa girmiş, sırasını bekliyor."-A. İlhan.

sürü sürü zf Pek çok: "Kuşlar geçiyor, derken / Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık." -O. V. Kanık.

sürüş is. Sürme işi veya biçimi.

sürüştürme is. Sürüştürmek işi.

sürüştürmek (-i, -e) 1. Sürekli olarak yavaş yavaş ve ovarak sürmek. 2. Özensizce, çabucak sürmek; "Ben ilk defa oyuna çıkıyorum, beyefendi de gelmiş burada allık pudra sürüştürüyor." -T. Buğra.

sürütme is. 1. Sürütmek işi. 2. den. Deniz dibini taramaya yarar, demir bir çerçeveye geçirilmiş ağ. 3. den. Deniz içinde çekilerek balık avlamaya yarar bir tür olta.

sürütmek (-i, -e) Sürüme işini yaptırmak: "îti öldürene sürütürler." -Atasözü.

sürveyan is. Fr. surveillant Gözetmen, gözetici.

Süryani öz. is. (süıya:ni:) Ar. suryâni Samilerin, Arami kolunun doğu bölümünde olan bir Hristiyan topluluğu ve bu topluluktan olan kimse.

Süryanice öz. is. (sürya:ni:'ce) 1. Süryani dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

süs is. 1. Süslemeye, süslenmeye yarayan şey, bezek. 2. Süsleme veya süslenme işi: Süse düşkün. 3. Anlamı zenginleştiren edebiyat sanatı: Divan şiiri süse önem vermiştir. 4. mec. Güzellik veren, güzelleştiren şey: "Kitabı bir süs kabul etmek, kültür görgüsüzlüğünün en somut örneğini oluşturur." -T. Dursun K. (kendisine veya herhangi bir şeye) ... süsü vermek gerçeğe aykırı olarak kendisinde veya herhangi bir şeyde üstün bir nitelik ve değer varmış gibi göstermek: "Bu zannını bir çeşit materyalist felsefeye uydurarak ona yüksek bir entelektüalizm süsü verirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. süs için "yararlı olmak amacıyla değil, gerektiği için değil" anlamlarında kullanılan bir söz.

süs bitkisi, süspüs

süs bitkisi is. bot. Yerleşim bölgesinde iç ve dış dekorasyonu sağlayan bitki.

süsen is. Far. süsen bot. Süsengillerden, yaprakları kılıç biçiminde, çiçekleri iri ve mor renkli, güzel görünüşlü ve kokulu, çok yıllık bir süs bitkisi, susam (İris germanica).

süsengiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, süsen, safran vb. bitkileri içine alan familya.

süsleme is. 1. Süslemek işi, bezeme, tezyin. 2. Süsleri yerleştirme biçimi veya sanatı. 3. Sanat eserlerinin yüzeyini süslemek için kullanılan motif, oyma vb.

süsleme sanatları

süslemeci is. Süsleme sanatıyla uğraşan kimse.

süslemecilik, -ği is. Süsleme sanatı.

süslemek (-i) 1. Birtakım katkılarla bir şeyin daha güzel, daha göz alıcı olmasını, daha hoş görünmesini sağlamak, bezemek, bezeklemek, donatmak, tezyin etmek: "Yemişçiler dükkânlarını meyvelerle süslüyorlar." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Söz oyunlarıyla güzelleştirmek: "Söylediğim şeyleri, maalesef bir kısmı da uydurma olan misallerle süsleyerek adamcağızı âdeta ağlamaklı ederdim." -R. N. Güntekin. 3. mec. Birinin kusurlarını uzun uzun yüzüne vurmak: Ben onu bir süsleyeyim de görsün. süsleyip püslemek özenle, özen göstererek süslemek, göze çarpacak kadar süslemek, telleyip pullamak.

süsleme sanatları ç. is. Bir yapıyı, bir eşyayı kullanış amacıyla birlikte göze daha güzel göstermek için çeşitli türlerde yapılan estetik çalışmaların tümü.

süslendirme is. Süslendirmek işi veya durumu.

süslendirmek (-i) Süslenmesini sağlamak.

süsleniş is. Süslenme işi veya biçimi.

süslenme is. Süslenmek işi: "Sekiz evin sekiz hanımı da hararetli bir süslenme yarışına girdiler." -H. Taner.

süslenmek (nsz) 1. Süsleme işine konu olmak: "Her türlü çiçekle kırlar süslenmiş / Yeşil yaprak giyer dumanlı dağlar." -Âşık Veysel. 2. Kendini süslemek: "O gün yılbaşı olduğu için pek süslenmişti." -S. F. Abasıyanık.

süsletme is. Süsletmek işi.

süsletmek (-i, -e) Süsleme işini yaptırmak.

süsleyici sf Süsleyen, dekoratif.

süslü sf. 1. Süsü olan, süslenmiş, bezenmiş: "Geniş, süslü karyola köşede duruyordu." - M. Ş. Esendal. 2. Süslenmeye, süse çok düşkün olan: Süslü bir kadın.

süslü püslü, süslü üslup

süslü püslü sf. Göze çarpacak derecede süslü.

süslü üslup, -bu is. ed. Türlü edebî sanatlarla süslenmiş üslup.

süsme is. Süsmek işi.

süsmek (-i) Boynuzlu hayvan boynuzu ile vurmak, tos vurmak: Koç çocuğu susmuş.

süspansiyon is. Fr. suspension 1. fız, Çözünemeyen madde parçacıklarının dibe çökmeden bir sıvı ortamda kalmış durumu. 2. Böyle bir sıvı karışımı, asıltı. 3. Bir otomobil şasisinin yayla sağlanmış esnekliği.

süs püs is. alay Süs.

süssüz sf. Süsü olmayan, süslenmemiş, gösterişsiz, yalın, sade.

süssüzlük, -ğü is. Süssüz olma durumu.

süt is. 1. Kadınların ve memeli dişi hayvanların yavrularını beslemek için memelerinden gelen, besin değeri yüksek beyaz sıvı. 2. bot. Bazı bitkilerin türlü organlarında bulunan beyaz renkte öz su. 3. Erkek balığın tohumu. 4. Süte benzeyen her türlü sıvı: Acı badem sütü. 5. argo Benzin, mazot, (çocuğu) süt çalmak bozuk süt, çocuğu hasta etmek, süt çekmek bir özelliği akrabalarına benzemek, süt dökmüş kedi gibi (olmak veya süt dökmüş kediye dönmek) suçunu bilerek bundan utanan (kimse): "İş söze döküldü mü, nedense tutuklaşıyor, süt dökmüş kediye dönüyordu." -A. İlhan. "Şimdi önümüzden süt dökmüş kedi gibi sakin sakin akıyor." -H. Taner, süt gibi çok beyaz, çok temiz: "Hacı yenge süt gibi saçları, buruşuk yüzüyle asıl şimdi eli öpülecek bir hacı yenge olmuştu." -R. N. Güntekin. süt vermek emzirmek, sütten ağzı yanan yoğurdu (veya ayranı) üfleyerek yer (veya içer) bir olaydan gerekli dersi alan, sonra uyanık davranır, sütten ağzı yanmak bir olaydan gerekli dersi alarak uyanık davranmak, sütten kesmek emzirmeye son vermek: "Fadime'yi aldım götürdüm, kaynanamın, odasına bıraktım, sütten kesmiştim." -H. E. Adıvar. (bir işi birinin) sütüne havale etmek işi, beklenen biçimde yapmasını o kişinin vicdanına bırakmak, sütüne kalmak insanlığına, namusuna kalmak.

süt ağacı, sütana, sütanne, süt asidi, sütbaba, süt beyaz, süt çocuğu, süt çorbası, süt danası, süt dişi, süthane, sütkardeş, süt kırı, sütkız, süt kuzusu, süt mavisi, sütnine, sütoğul, süt otu, sütölçer, süt şekeri, süt taşı, süt tozu, sütü bozuk, arı sütü, aslan sütü, balık sütü, bitki sütü, güneş sütü, kireç sütü, kuş sütü

süt ağacı is. bot. Isırgangillerden, Güney Amerika ormanlarında yetişen, sütlü öz suyu çok olan bitki (Galactodendron).

sütana is. Sütanne.

sütanalık, -ğı is. Sütannelik.

sütanne is. Bir çocuğun, anasından başka, sütünü emmiş olduğu kadın, sütana.

sütannelik, -ği is. Sütanne olma durumu, sütanalık.

süt asidi is. kim. Laktik asit.

sütbaba is. Sütannenin kocası: "Duvarlar hattat sütbabamın yadigâr bıraktığı levhalarla süslenmişti." -Ö. Seyfettin.

süt beyaz sf. Bembeyaz, çok beyaz: "O aslan yelesine benzeyen saçlar şimdi süt beyaz olmuş." -H. Taner.

süt çocuğu is. Sütle beslenen çocuk.

süt çorbası is. Süt, tuz, et suyu ve unun birlikte çırpılmasıyla hazırlanan çorba.

sütçü is. 1. Süt satan kimse: "Tam kapı yanında bir sütçü dükkânı gözüme ilişti." -R. H. Karay. 2. Bol süt veren hayvan, süt beygiri gibi (ayakta uyumak) çok tembel ve miskin (olmak).

sütçülük, -ğü is. 1. Süt satma işi. 2. Sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir vb. ürünler elde etme işi.

süt danası is. zool. Yeni doğmuş, daha süt emen dana.

süt dişi is. Bebeğin beş veya altı aylıkken çıkarmaya başladığı, yedi yaşlarında kendiliğinden dökülen diş.

süthane is. (sütha:ne) T. süt + Far. hâne Süt ve süt ürünleri satılan yer: "Diyojen'le beraber oturduğu kulübesinden iki günde bir inip de eski dostu hemşehrisi Pandeli ustanın süîhanesinde sabahları süt içerken rastlıyorum." -S. F. Abasıyanık.

sütkardeş is. Aynı kadından süt emmiş, kardeş olmayan çocukların her biri: "Bizim hanımın sütkardeşinin görümcesi müsteşar beylere girer çıkar." -H. Taner.

süt kırı is. 1. Beyaz renkli at donu. 2. sf Bu renkte olan (at).

sütkız is. Bir kadının kendi çocuğu değilken emzirdiği ve kocasıyla birlikte evlat olarak benimsediği kız çocuk: "Siz bizim hanımefendinin ölen kocasının erkek kardeşinin sütkızı imişsiniz." -P. Safa.

süt kuzusu is. 1. zool. Doğumdan ikinci ayın sonuna kadar olan ve ana sütü emen erkek veya dişi kuzu. 2. mec. Çok küçük çocuk, bebek, yavru. 3. mec. Çok nazlı büyütülmüş kimse.

sütlaç, -cı is. Süt, şeker ve pirinçten yapılan bir tür tatlı, sütlü.

sütleğen is. bot. Sütleğengillerden, yaprak sap ve köklerinde süt görünüşlü, kekre ve yakıcı bir öz su bulunan, verdiği öz su türlerine göre hekimlikte ve sanayide kullanılan, yedi yüz kadar türü bilinen, bir veya çok yıllık bir bitki, Japon kaktüsü (Euphorbia).

sütleğengiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, sütleğen, kauçuk, manyok vb. önemli bitkileri içine alan bir familya.

sütlendirme is. Sütlendirmek işi.

sütlendirmek (-i) Sütün artmasını sağlamak.

sütlenme is. Sütlenmek işi.

sütlennıek (nsz) Sütü gelmek, sütü çoğalmak, sütlü duruma gelmek.

sütliman sf. 1. Durgun, sakin. 2. mec. Gürültüsüz, olaysız.

sütlü sf. 1. İçinde süt bulunan, sütle yapılan: "Bir kanepeye oturdum, bir sütlü kahve ısmarladım." -Y. K. Beyatlı. 2. Süt veren, sağmal: Sütlü inek 3. Taneleri sertleşmemiş, yumuşak taneli (mısır, buğday vb.). 4. is. Sütlaç.

sütlü kahverengi, sütlü kengel, sütlü ot

sütlüce is. bot. Düğün çiçeği.

sütlük, -ğü is. Süt koymaya yarayan kap.

sütlü kahverengi is. 1. Açık kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.

sütlü kengel is. bot. Deve dikeni.

sütlü ot is. bot. Çuha çiçeğigillerden, yaprakları salata gibi yenilen bir bitki (Glaux maritima).

süt mavisi is. 1. Çok açık mavi: "Kalküta'yı süt mavisi bir akşam sisi kaplıyor." -R. H. Karay. 2. sf. Bu renkte olan.

sütnine is. Bebeğe süt vermek İçin para ile tutulmuş kadın: "Taze süt kokusu değil de, hani emzikli kadınlara, sütninelere has, o biraz ekşi, kekremsi koku vardır ya, o..." -H. Taner.

sütoğul, -ğlu is. Bir kadının kendi çocuğu değilken emzirdiği ve kocasının da evlat olarak benimsediği erkek çocuk.

süt otu is. bot. Süt otugillerden, Kuzey Amerika'da yetişen, kökleri hekimlikte kullanılan otsu bir bitki (Polygala vulgaris).

süt otugiller ç. is. bot. Sarılgan gövdeli ot ve Çalıları içine alan, iki çenekli, ayrı taç yapraklı çiçekli bitkiler familyası.

sütölçer is. Sütün yoğunluğunu ölçmeye yarayan alet.

sütre is. Ar. sutre 1. Perde, örtü. 2. Evde veya açık alanda namaz kılarken öne konulan nesne. 3. ask. Düşman gözünden ve ateşinden korunmaya yarar doğal veya yapma siper.

sütreleme is. Sütrelemek işi.

sütrelemek (-i) Sütre İle kaplamak.

sütsü sf. Sütü andıran, süte benzeyen, süt gibi.

sütsüz sf. 1. İçinde süt bulunmayan, süt katılmadan yapılan: Sütsüz irmik helvası. 2. Az süt veren: Sütsüz inek. 3. Körpe olmayan, kart: Sütsüz mısır. 4. mec. Kötü soydan gelen, sütü bozuk (kimse): "Merhametli bir kadın için böyle sütsüz mahluklarla uğraşmak ne uzak!" -R. N. Güntekin.

sütsüzlük, -ğü is. 1. Sütü olmama durumu. 2. mec. Kötü soydan gelme, sütü bozuk olma durumu veya sütsüzce davranış.

süt şekeri is. Laktoz.

süt taşı is. Süt kaynatılırken taşmaması için tencerenin içine konulan bombeli, yuvarlak, camdan yapılmış araç.

süt tozu is. Sütün özel yöntemlerle kurutularak toz durumuna getirilmiş biçimi.

sütun is. (sütu:n) Far. sütün 1. mim. Herhangi bir maddeden yapılan, üstünde sütun başlığı denilen çıkıntılı bir bölüm olan, genellikle bir altlığa, bazen doğrudan doğruya yere dayalı silindir biçiminde düşey destek, kolon: "Terasın mermer sütunlarından birine dayanmış, sessiz sedasız bana baktığını görüyorum. " -R. N. Güntekin. 2. Gazete, dergi, kitap vb. yazılı şeylerde, sayfanın yukarıdan aşağıya doğru ayrılmış olduğu dar bölümlerden her biri, kolon: "Böyle misaller sayıp dökmek gerekse, satırlar değil, sütunlar dolar." -R. E. Onaydın. 3. Alt alta sıralanmış şeyler dizisi: Rakam sütunu. 4. mec. Oldukça yükseğe çıkan ve silindire benzeyen şey: Alev sütunu. Su sütunu. 5. mat. Bir tablo veya grafikte düşey durumdaki yüzey, sütun açmak yer vermek, yayımlamak: "Sanat dergilerinden biri bir ara, genç şairlere sütunlarım açmıştı." -B. R. Eyuboğlu.

sütuncuk, -ğu is. Gövdesi klasik sütunlardan ince ve uzun olan küçük sütun.

sütü bozuk, -ğu sf. Kötü soydan gelen (kimse): "Ben belki karışık bir adamım, ille velakin berbat, sütü bozuk bir herif değilim." -O. C. Kaygılı.

sütyen is. Fr. soutien Göğüsleri dik tutup dolgun göstermek için kullanılan, saten, dantel vb. kumaşlardan yapılan kadın iç çamaşırı.

sütyenci is. Sutyen diken ve satan kimse.

sütyencilik, -ği is. Sutyen dikip satma işi.

süvari is. (suva:ri:) Far. sevâri 1. Atlı. 2. ask. Atlı asker: "Bir sabah süvarilerimizin şehre girdiği işitildi." -P. Safa. 3. den. Gemi kaptanı.

süvari alayı, süvari bölüğü, süvari polis, süvari sınıfı

süvari alayı is. ask. Atlı askerlerden oluşan alay.

süvari bölüğü is. ask. Altı askerlerden oluşan bölük.

süvarilik, -ği is. 1. Süvari olma durumu. 2. hlk. Pantolonun dizine ve arkasına konulan parça.

süvari polisi is. Atlı polis.

süvari sınıfı is. ask. Harekât ve manevra yeteneğini at üstünde gerçekleştiren, aynı zamanda piyade gibi de görev yapan askerî sınıf.

süve is. hlk. bk. söve.

süven is. mân. Bozuk ve gevşek arazide veya göçük açmada bağ direklerinin üst ve yanından arazi içine çakılarak sürülen ucu sivri direk veya kama.

süveter is. (süve'ter) Fr. sweater Genellikle altına gömlek veya bluz giyilen kolsuz kazak.

süveyda is. (süveyda:) Ar. suveydâ esk. 1. Kalbin ortasında var olduğuna inanılan siyah benek. 2. mec. Kalpteki gizli günah.

süyek, -ği is. Cebire.

süyüm is. hlk. İğneye geçirilen bir sap iplik.

-süz bk. -sız/-siz vb.

süzdürme is. Süzdürmek işi.

süzdürmek (-i, -e) Süzme İşini yaptırmak.

süzek, -ği is. hlk. 1. Süzgeç, filtre. 2. sin. Işığın önüne konulan, ince kumaş veya tülden yan saydam yayındırıcı.

süzeni is. Far. süzen + Ar. -i Kasnağa gerilmiş kumaşa iğne veya tığla yapılan bir tür nakış.

süzgeç, -ci is. 1. Sıvıları süzmeye yarayan araç. 2. Bir akışkandaki yabancı maddeleri süzüp ayıran alet veya aletlerden oluşan düzenek, filtre. 3. Sulama kovasının ucuna takılan, küçük delikli metal parça.

süzgeç gagalılar

süzgeç gagalılar ç. is. zool. Ördek, kaz, flaman vb. perde ayaklı kuşları içine alan alt takım.

süzgeçleme is. Süzgeçlemek işi veya durumu.

süzgeçlemek (-i) Süzgeçten geçirmek.

süzgeçli sf. Süzgeci olan.

süzgü is. hlk. 1. Delikli çanak. 2. Balıkçı kepçesi. 3. Fide sulamak için tenekeden yapılan, ucunda süzgeci olan kap.

süzgün sf. Biraz zayıflamış, güçsüzleşmiş: "Dikkat ettim, süzgün bir yüzü, güzel kirpikleri, nemli, şeffaf dudakları vardı." -O. V. Kanık.

süzgün bakış, süzgün göz

süzgün bakış is. Üst göz kapakları biraz kapalı olarak bakış: "Kendim o süzgün bakışların en süzgününe kaptırmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

süzgün göz is. Süzgün veya ölgün bakışlarla bakan göz: "Süzgün gözleri bugünkü gibi alaycı, çenesi daha sivriydi." -H. E. Adıvar.

süzgünleşme is. Süzgünleşmek işi.

süzgünleşmek (nsz) Süzgün duruma gelmek.

süzgünlük, -ğü is. Süzgün olma durumu: "Ağır bir süzgünlükle gözlerim kapayarak elini uzattı." -H. Z. Uşaklıgil.

süzme is. 1. Süzmek işi. 2. sf. Süzülmüş olan, süzülerek elde edilen: Süzme bal. Süzme yoğurt. 3. sf. argo Kötü, aşağılık, malın gözü (kimse). 4. sf. Katışıksız, saf: "Son derece zeki babalardan süzme salak oğulların çıktığı görülmüştü." -A. İlhan.

süzme bal, süzme yoğurt

süzme bal is. Peteklerden süzülerek elde edilen bal.

süzmek (-i) 1. Bir sıvıyı, içindeki katı maddelerden ayırmak için bez veya delikli bir kaptan geçirmek: Suyu süzmek. Şerbeti süzmek. 2. Bazı sıvıların yoğunlaşmasına yol açan, katı ve tortulu maddeleri bu sıvılardan ayırmak: Sirkenin tortusunu süzmek. 3. Gözle inceleyerek dikkatle bakmak: "Yarı kapalı, yumuk yumuk gözlerini büsbütün küçülterek nehrin iki kıyısını süzdü." -S. Kocagöz. 4. Göz baygın ve anlamlı bakmak: "Bir ara yandaki masada oturan adamın beni süzdüğünü sezinledim." -E. Bener.

süzme yoğurt, -du is. Bir torbaya konularak suyu süzülen yoğurt.

süzücü sf Süzme özelliği olan.

süzük, -ğü sf. 1. Zayıf, güçsüz, süzgün: "Parasızın yürüyüşü sürtük, gözleri süzük, rengi uçuk, sesi bozuktur." -R. H. Karay. 2. Süzgünleşmiş, süzülmüş: "Uykudan uyandırılmış gibi gözleri süzük, döndü baktı." -M. Ş. Esendal.

süzülme is. 1. Süzülmek işi. 2. Bir kuşun kanat vurmadan yaptığı uçuş. 3. Bir uçağın motorunu boşa alarak veya durdurarak yaptığı uçuş.

süzülmek (nsz) 1. Süzme işine konu olmak: Bal süzüldü. 2. Akmak: Gözlerimden yaşlar süzüldü. 3. Kuş kanatları gerili olarak görünür bir hareket yapmadan havada İlerlemek: "Kuş, gene havada süzülüp daireler çiziyor. " -M. Ş. Esendal. 4. mec. Sessizce ve görünür bir hareket yapmadan ilerlemek: "Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal." -Y. K. Beyatlı. 5. mec. İnsan sessiz, gizlice ve kayıyormuş gibi gitmek: "Bir daha vurdum ve cevap alamayınca her zaman yaptığım gibi usulca kapıyı açıp içeri süzüldüm." -H. Taner. 6. mec. Göz baygınlaşmak, mahmurlaşmak: "Bu sözleri söylerken mebusun gözleri süzülerek ufalıyordu." -P. Safa. 7. mec. Uyumlu bir biçimde ve salınarak yürümek: "Bir tanesinin elinde -muhakkak çalmış olacak- bir şık şemsiye, o günün sosyete hanımlarım taklit ederek kırıtıyor, süzülüyorlardı." -H. E. Adıvar. 8, mec. Yüzüne nazlı bir anlam vermek. 9. mec. Çok zayıflamak: "Yedi sekiz gün içinde kızcağız, süzülmüş, solmuş, gözleri çukura kaçmıştı." -M. Ş. Esendal.

süzülüş is. Süzülme işi veya biçimi.

süzüm süzüm zf Kendini ağıra satarak, nazlı bir eda vererek, süzüm süzüm süzülmek kendini beğenmiş bir tavırla ağırbaşlı oturup çevreye bakmak: "Gelin tarafı da, görümceler de yerlerinden kımıldamadılar, süzüm süzüm süzüldüler." -E. Bener.

süzüntü is. 1. Bir sıvıyı süzerek elde edilen tortu. 2. biy. Vücut suyunun dışarı atılması sırasında böbrekte kıvrımlı kanalcıklara geçen ve içinde çeşitli kimyasal maddeler bulunan sıvı.