-su (I) bk -sı / -si vb. (I).
-su (II) bk -sı / -si vb. (II).
su (I) is. 1. Hidrojenle oksijenden oluşan, oda sıcaklığında sıvı durumunda bulunan, renksiz, kokusuz, tatsız madde, ab: "Dere suyu tekmil çamur. Halk fatyu suyu içmek mecburiyetinde..." -R. N. Güntekin. 2. Bu sıvıdan oluşan kitle, deniz, akarsu: "Koltuğuna oturdu, Halic'in bulanık sularına daldı." -F. R. Atay. 3. Meyve, sebze vb.nin sıkılmasıyla elde edilen sıvı: Portakal suyu. Domates suyu. 4. Bazı kokulu yaprak veya çiçekler imbikten çekilerek elde edilen kokulu sıvı: Çiçek suyu. Gülsuyu. 5. Yemeğin sulu bölümü: "Belki de iki bardak turşu suyu içecek " -S. F. Abasıyanık. 6. Kez: Meyveleri iki su yıka, 7. Demir araçları ateşte kızdırdıktan sonra, suya daldırılarak sağlanılan sertlik: Bu bıçağın suyunu iyi vermemişler. su (yüzü) görmemiş çok kirli (yüz, el), su almak 1) suyu içine çekmek: Ayakkabılarım su alıyor. 2) den. gemi veya sandalın içine dibinden su girmek; 3) den. gemiye içme suyu doldurmak; 4) tıp herhangi bir organdan tedavi maksadıyla su boşaltmak; 5) mec. bozukluk, yozlaşma başlamak: "Bu güven bir yerinden su alıyorsa, o gediği zamanında kapamak gerekir." -H. Taner, su basmak bir şey veya yer sular altında kalmak, her yanı suyla dolmak, su çarpmak yüzünü su ile yıkamak, su çekmek 1) İçine su almak; 2) alçak bir yerden tulumba vb. ile su çıkarmak, su dökmek hlk. küçük abdest bozmak, su dökünmek yıkanmak: "Kışın bile kar yağarken kova kova soğuk su dokunurum." -R. H. Karay, su etmek den. bir geminin içine herhangi bir yerinden su girmek veya su sızmak, su gelmek tıp doğumdan önce amniyon sıvısı döl yolundan akmak, su gibi (olmak) çok ıslak (olmak): "Ben bir yere gidemem, arkamda gömlek su gibi." -M. Ş. Esendal. su gibi akmak 1) zaman hızla geçmek; 2) para, yiyecek vb. bol bol gelmek: "Şoförlükten bir senede artırdığım para İle bu bağı almıştım. O vakit su gibi para akıyordu." -R. N. Güntekin. su gibi aziz ol! su getirenlere iyi dilek olarak söylenen bir söz. su gibi bilmek (veya okumak) yanlışsız bilmek veya okumak, su gibi ezberlemek yanlışsız okuyabilecek kadar ezberlemek, (bir şey) su gibi gitmek bol bol harcanmak, su gibi terlemek çok terlemek, su götürür yeri olmamak başka türlü yorumlanacak bir yönü bulunmamak: Yapılanların su götürür yeri kalmadı, su içinde en azından, kolaylıkla: Bu masa su içinde on bin lira eder. su içinde kalmak çok terlemek, su gibi ıslanmak. su iktiza etmek gusül gerekmek, su kaçırmak 1) su sızdırmak; 2) argo baş ağrıtmak, can sıkmak, su kapmak yaralar azmak, su katılmamış kendine özgü olan durumu koruyan, başka bir etkiyle değişmemiş, bozulmamış olan: "O bizim su katılmamış biricik münekkidimizdir," -B. R Eyuboğlu. su kesmek (veya kesilmek) sulanmak: Bu yoğurt su kesmiş. Bu karpuz dura dura su kesmiş, su koyuvermek 1) sebze ve et pişerken suyunu salıvermek; 2) argo sözünde durmamak, cıvıtmak: "Melahat büsbütün su koyuvermiş, yerlere yatarak gülüyor." -H. Taner. 3) vazgeçmek; 4) beklenen görevi yapmamak, su koyvermek su koyuvermek, su küçüğün, söz büyüğün büyüklerin sayılması, küçüklerin korunması gerektiğini anlatan bir söz. (birine) su serpilmek ferahlamak, su uyur, düşman uyumaz düşmana karşı her zaman uyanık davranmak gerekir, su vermek 1) bitkileri sulamak; 2) hayvanlara su İçirmek; 3) İnsanlara içmek için su getirmek; 4) çeliğin sertlik, dayanıklılık ve esnekliğini artırmak için kızgınken suya batırmak: "... yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur kırılmazdı, çeliğe su vermek, sanatının yalnız ona mahsus bir sırrı idi." -Ö. Seyfettin, su yapmak den. gemi veya sandalın içine dibinden su girmek, su almak: "Bîr adam için alın damarı çatlamış dediler mî, su yapan tekneden beterdir." -B. Felek, (ağaçlara) su yürümek ilkbahara doğru ağaçlar tomurcuklanmaya başlamak, su yüzüne çıkmak bir süre örtülü kalmış bir iş veya sorun aydınlanmak, bellî olmak, suda pişmiş kaynatılarak veya haşlanarak pişirilmiş, sudan cevap baştan savma, inandırıcı olmaktan uzak cevap. sudan çıkmış balığa dönmek herhangi bir sebeple ne yapacağım bilememek, çok şaşırmak, sudan geçirmek 1) çamaşırları üstünkörü yıkamak; 2) sabunlu çamaşırı durulamak, sudan ucuz çok ucuz, bedava. sular kararmak akşam olmaya başlamak; "... son vapur iskeleye sular kararırken yanaşırdı, " -A. Ş. Hisar, sular seller gibi bir metni yanlışsız söyleyecek kadar, suya düşmek genellikle bir iş veya tasan gerçekleşememek: "Dostlardan üç tanesi; otur oturduğun yerde, demiş olsalardı bizim gezi suya düşebilirdi." -B. R. Eyuboğlu. suya göstermek hafifçe yıkamak, suya götürüp susuz getirir çok kurnaz, hileci kimseler için kullanılan bir söz. suya sabuna dokunmamak 1) sakıncalı konularla ilgilenmemek: "iyisi mi bir yazar, hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı." -O. V. Kanık. 2) davranışlarını kimseyi incitmeyecek biçimde ayarlamak, suya salmak boşuna harcamak, suyu (veya çayı) görmeden paçaları sıvamak henüz hiçbir belirti yokken veya gereğinden çok önceden hazırlanmaya kalkışmak, suyu baştan (veya başından) kesmek işin aslı üzerinde kesin bir şey söyleyip ayrıntılarını konuşmaya gerek duymamak, suyu çıkmak çok söz edildiği veya üzerinde yerli yersiz durulduğu için değerini yitirmek, önemsizleşmek. suyu getiren de bir, testiyi kıran da testiyi kıran da bir, suyu getiren de. suyu görünce teyemmüm bozulur bir zorunluluk dolayısıyla yapılmakta olan bir işin, bu zorunluluk ortadan kalktığında gereği gibi yapılmak için yeni baştan ele alınması gerekir, suyu ısınmak (veya kaynamak) tkz. işbaşından uzaklaştırılması yaklaşmak veya gelmek. suyu kesilmiş değirmene dönmek işlemez, yararsız duruma gelmek, (bıçak veya çakı) suyu kesiyor çok körleşmiş. (bir yerin) suyu mu çıktı? beğenilmeyecek nesini gördün? (bir şey) suyu nereden geliyor? bir İşi görmek İçin harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor? suyu seli kalmamak sulu yemek kaynaya kaynaya suyu azalmak. suyun akıntısına gitmek olayların veya durumun gelişmesine göre davranmak, uymak: "Bunlarda sezilen İntibakçı, hatta biraz suyun akıntısına giden ruh, Ayşe'nin mizacına pek uymuştu." -H. E. Adıvar. suyun başı 1) suyun çıktığı yer, kaynak: "Suyun başına çöküp ellerini, yüzünü yıkamaya koyuldu. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir işin asıl yetkililerinin bulunduğu yer; 3) mec. en çok yarar sağlanacak yer. suyuna gitmek suyunca gitmek, suyuna tirit baştan savma, değersiz, özensiz, suyunca gitmek bir kimseyi sinirlendirmeyecek biçimde davranmak. (yemeğin) suyunu almak kaynatılan yiyeceğin suyunu ayırmak, suyunu çekmek 1) yemek kaynayıp suyu kalmamak; 2) tkz. tükenmek: "Esasen, paramız ... bu gidişle suyunu çekecek." -E. E. Talu. (tavşanın) suyunun suyu bir şeyle ancak çok uzaktan uzağa ilgisi olan şey.
→ su akrebi, su altı, su askıları, su aygırı, su baldıranı, su bardağı, su basıncı, su baskını, su basmanı, su bidonu, su bilimi, su biti, su bitkileri, su bombası, su borusu, su boyası, su böceği, su bölümü çizgisi, su böreği, su cenderesi, su çıkrığı, suçiçeği, su çulluğu, su damarı, sn değirmeni, su deposu, su dolabı, su düzeyi, sugötürmez, su hattı, su ısıtıcısı, suibriği, su kabağı, su kabı, su kamışı, su karanfili, su kayağı, su kaybı, su keleri, su kemeri, su kesesi, su kesimi, su keteni, su kireci, su korkusu, su küre, su mantarları, su mercimeği, su mermeri, su muhallebisi, su nanesi, suoku, suölçer, su örümceği, stıperisi, su piresi, su rezenesi, su saati, su samuru, su sarımsağı, su sarnıcı, su sayacı, su seviyesi, su sığırı, su sineği, su tabakası, su tankeri, su tası, su taşkını, su tavuğu, su tedavisi, su terazisi, su teresi, su testisi, su topu, su tulumbası, su türbini, su ürünleri, su yatağı, su yelvesi, su yılanı, suyolu, su yolu, su yoncası, su yosunu, su yuvarı, acı su, ağır su, akarsu, aksu, atık su, bağlı su, basınçlı su, bengi su, iç su, kaba su, karasu, kara su, küllü su, oksijenli su, öz su, pis su, pis su borusu, pis su tesisatı, serbest su, sert su, tatlı su, tatlı su Frengi, tatlı su gelinciği, tatlı su ıstakozu, tatlı su kayası, tatlı su kefali, tazyikli su, yumuşak su, altın suyu, arpa suyu, bel suyu, besi suyu, bulaşık suyu, cam suyu, çamaşır suyu, çiçek suyu, çilek suyu, deniz suyu, dirim suyu, dümen suyu, elma suyu, er suyu, et suyu, güt suyu, ham besi suyu, havuç suyu, ıslatma suyu, içme suyu, imam suyu, katran suyu, kaya suyu, kaynak suyu, kenar suyu, kibrit suyu, kireç suyu, koruk suyu, kuyu suyu, limon suyu, maden suyu, memba suyu, meyve suyu, nane suyu, ongun besi suyu, portakal suyu, tavuk suyu, turşu suyu, üzüm suyu, vişne suyu, yüzsuyu, zemzem suyu, kara suları, yer altı suları
su (II) is. Sutaşı.
su akrebi is. zool. Vücudu geniş ve yassı, durgun sularda yaşayan zehirli bir akrep türü.
sual, -li is. (sua.i) Ar. su 'âl esk. Soru: "Hatıralarını anlattığı sırada Atatürk'e bir sual sormuştum." -F. R. Atay. sual açmak üst bir mevki, sorumlu sayılan birine soru sormak. sual etmek sormak.
→ sorgu sual, ahiret suali, kabir suali
sualli sf. Suali olan.
sualsiz sf. Suali olmayan.
→ sorgusuz sualsiz
su altı is. Deniz, göl gibi su yüzeyinin altında kalan bölüm: Su altı araştırmaları.
→ su altı arkeolojisi, su altı flaşı, su altı fotoğrafçılığı, su altı işleri
su altı arkeolojisi is. Su altında gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar.
su altı flaşı is. Suyun altında film çekmek için gerekli ışığı veren cihaz.
su altı fotoğrafçılığı is. Su altında fotoğraf çekme mesleği veya işi.
su altı işleri ç. is. Dalgıçlık, balık adamlık, inci, midye, sünger avcılığı gibi deniz, göl ve akarsularda su altında çalışmayı gerektiren işler.
suare is. Fr. soiree 1. Akşam yemeğinden sonra yapılan eğlence, toplantı: "Karargâh, şerefine büyük bir suare vermek için hazırlanmakta idi." -F. R. Atay. 2. Gece yapılan sinema, tiyatro gösterisi.
su askıları ç. is. bot. Tatlı sularda yaşayan bir alg familyası.
su aygırı is. zool. Çift parmaklılardan, Afrika ırmaklan boyunca yaşayan, çok iri yapılı ve geniş ağızlı memeli hayvan, hipopotam (Hippopotamus).
su aygırıgiller ç. is. zool. Örnek türü su aygırı olan memeli hayvanlar familyası, hipopotamgiller.
su baldıranı is. bot. Maydanozgillerden, su kıyılarında ve bataklıklarda yetişen, zehirli, otsu bir bitki, su rezenesi (Cicuta virosa).
su bardağı is. Su içmeye yarayan bardak.
su basıncı is. fiz. Durgun bir su kütlesinin birim yüzeyini etkileyen yer çekimi.
su baskını is. Sellerin veya eriyen kar sularının katılmasıyla kabaran akarsuların yataklarından taşarak çevreyi basması, taşkın, taşma, seylap.
su basmanı is. T.+ Fr. sonbassemenf dan mim. Sağlam bir taban oluşturmak için temel ile birlikte belli bir yüksekliğe ulaşmış yapının oturduğu bölüm.
subaşı is. tar. 1. Şehirlerin güvenlik İşlerine bakan görevlilerin başı. 2. Acemi ocaklarında küçük aşamalı subay. 3. Osmanlılarda kapıkulu süvarileri arasından, savaş zamanı güvenlik işlerine bakmak, barış zamanı da vergi toplamak işleri için ayrılan kimse. 4. Rumeli'de çiftlik kâhyası.
subay is. ask. Silahlı kuvvetlerde asteğmenden orgeneral veya oramirale kadar rütbedeki asker: "Seni gelin edeceğiz, kılıçlı bir subayın koluna gireceksin." -H. E. Adıvar.
→ astsubay, astsubay çavuş, astsubay başçavuş, astsubay kıdemli başçavuş, astsubay kıdemli çavuş, astsubay kıdemli üstçavuş, astsubay üstçavuş, muvazzaf subay, üstsubay, yedek subay, dâhiliye subayı, emir subayı
subaylık, -ğı is. Subayın görevi veya rütbesi.
→ yedek subaylık
su bidonu is. Su taşımaya ve depolamaya yarayan bidon.
su bilimci is. Su bilimi uzmanı, hidrolog.
su bilimi is. Suların mekanik, fizik, kimya ve biyoloji bakımından özelliklerini inceleyen bilim, hidroloji.
su biti is. zool. Su piresi.
su bitkileri ç. is. bot. Tek hücreli veya hücre toplulukları olan, suya uyum gösteren, Schizomycetes sınıfından, suda yaşayan bitki ve hayvanların ölülerinde saprofit ve su canlılarında parazit olarak yaşayan su bitkileri.
subjektif sf. Fr. subjectif Öznel, objektif karşıtı.
subjektiflik, -ği is. Sübjektif olma durumu.
subjektivist is. Fr. subjectivistefel. Öznelci.
subjektivite is. Fr. subjectivite Öznellik.
subjektivizm is. Fr. subjectivisme fel. Öznelcilik.
su bombası is. ask. Su altı bombalarını atmaya yarayan alet.
su borusu is. Suyu, su buharını bir yerden bir yere aktarmaya yarayan demir veya naylon boru.
su boyası is. Su ile eriyebilen ağaç boyası.
su böceği is. zool. Kın kanatlılardan, küçük su birikintilerinde yaşayan, 18 mm uzunluğunda kahverengi bir böcek, hidrofil (Hydrophilus caraboides).
su bölümü çizgisi is. coğ. Komşu iki akarsuyun beslenme teknelerini ayıran çizgi.
su böreği is. Fırına koymadan önce yufkaları suda haşlanan, katları arasına peynir, kıyma konarak hazırlanan bir tür börek.
subra is. (su'bra) Fr. sous bras Koltukluk.
subret is. Fr. soubrette tiy. Komedilerde hafif meşrep genç kadın veya işveli hizmetçi rollerine çıkan kadın oyuncu.
subye is. (su'bye) Fr. sous-pied, soupied Ayağın altından geçen, tozluğa veya pantolon paçalarına bağlanan deriden, kumaş vb.nden şerit.
su cenderesi is. Lokomotiflerin su haznelerine veya tenderlerine su vermeye yarayan araç.
sucu is. Su satan veya evlere su taşıyan kimse, saka.
sucuk, -ğu is. 1. Şişirilip kurutulmuş bağırsak içine baharlı et kıyması doldurularak yapılan bir tür yiyecek. 2. Ceviz, badem içi vb. şeyler, bir ipliğe dizildikten sonra nişasta ile koyulaştırılmış kaynar üzüm şırasına batırılarak yapılan tatlı yiyecek, sucuk gibi olmak (veya ıslanmak) baştan aşağı ıslanmak. sucuğunu çıkarmak 1) yormak; 2) çok dövmek.
sucukçu is. Sucuk yapan veya satan kimse.
sucukçuluk, -ğu is. Sucuk yapma ve satma işi.
sucuklaşma is. Sucuklaşmak işi veya durumu.
sucuklaşmak (nsz) esk. Ter ve kirle sucuk rengini ve görünümünü almak: "Bu kuşağın içindeki meşin kemer sucuklaştı." -Ö. Seyfettin.
sucuklu sf. 1. İçinde sucuk bulunan. 2. is. İçinde sucuk bulunan gözleme, börek, pide vb. hamur İşleri.
→ sucuklu yumurta
sucuklu yumurta is. Kavrulmuş sucuğun üzerine yumurta kırılarak yapılan bir çeşit yemek.
sucul sf. 1. Suyu seven, suya düşkün. 2. Suyu çeken, hidrofil.
suculuk, -ğu is. Evlere su taşıma veya satma İşi, sakalık.
suç is. 1. Törelere, ahlak kurallarına aykırı davranış. 2. huk. Yasalara aykırı davranış, cürüm: "Casusluk suçundan yakalanıp müebbet hapse mahkûm olmadın mı?" -R. H. Karay, suç işlemek yasaya, töreye aykırı bir davranışta veya harekette bulunmak: "... ben de sizinle hapishane arkadaşlığı etmek için bir suç işleyeceğime söz veriyorum." -Y. Z. Ortaç, suç olmak suç sayılmak, suçunu bağışlamak (veya birinin suçundan geçmek) bir kimseye işlediği suçun cezasını vermemek.
→ suç aleti, suç duyurusu, suç yükleme, meşhut suç, organize suç, taksirli suç, yüz kızartıcı suç, disiplin suçu, tart suçu
suç aleti is. Suçun işlendiği alet veya suçun işlenmesinde söz konusu olan alet: "Basımevi ve eklentileri... millî güvenlik aleyhinde işlenmiş bir suçtan mahkûm olma hâli hariç, suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez." -Anayasa.
suç duyurusu is. İşlenen suçu resmî makamlara bildirme, duyurma, suç duyurusunda bulunmak ilgiliye, ilgili makama suçu bildirmek.
su çıkrığı is. esk. Kuyudan su çıkarmaya yarayan çıkrık.
suçiçeği is. tıp Genellikle çocuklarda görülen döküntülü, bulaşıcı, salgın hastalık.
suçlama is. Suçlamak işi, itham: "Hemen hemen her faturasının karşısında bir başka fatura, her suçlamaya da bir karşı suçlama vardı." -T. Buğra.
suçlamak (-i, -le) Bir kimsenin herhangi bir suç işlediğini öne sürmek, itham etmek: "Rahmetliyi suçlamak aklımın köşesinden geçmez." -H. Taner.
suçlandırılma is. Suçlandırılmak işi veya durumu.
suçlandırılmak (nsz) Suç yüklendirilmek, itham ettirilmek.
suçlandırma is. Suçlandırmak işi.
suçlandırmak (-i) Suçlu olduğuna karar vermek, suçlu olduğunu ileri sürmek: "Ama onu hiç kimse suçlandıramaz." -Y. Z. Ortaç.
suçlanma is. Suçlanmak işi.
suçlanmak (nsz, -le) Suçlama işine konu olmak, itham edilmek: "Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz." -Anayasa.
suçlayış is. Suçlama işi veya biçimi.
suçlu sf. Suç işlemiş, suçu olan (kimse), kabahatli, mücrim: Suçluların ani, delice hareketleri gizli kalabilirdi." -A. Gündüz. suçlu olmak suçlu sayılmak, suçlu sayılmak suçlu olduğu kabul edilmek: "Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılmaz," -Anayasa.
→ adi suçlu, potansiyel suçlu
suçluluk, -ğu is. Suçlu olma durumu: "Aramızda ortaklaşa bir suçluluk bağı kurulmuş gibi, çevreme bakamıyordum." -E. Bener.
→ suçluluk duygusu
suçluluk duygusu is. psikol Kişinin ahlaki, dinî kuralları çiğnediğini sezmesi sonucu bilinçli veya bilinçsiz olarak kapıldığı ve kendisiyle ilgili değer yargılarını sarsan duygu.
suçsuz sf. Suçu olmayan, suç işlememiş olan, masum.
suçsuzluk, -ğu 75. Suç İşlememiş olma durumu.
su çulluğu is. zool Bataklık çulluğu.
suçüstü zf Suçu işlerken, cürmümeşhut, meşhut suç: Hırsız suçüstü yakalandı.
→ suçüstü mahkemesi, suçüstü yakalama
suçüstü mahkemesi is. huk. Failin suçüstü yakalandığı durumlarda duruşmasının görüldüğü mahkeme, meşhut cürümler mahkemesi.
suçüstü yakalama is. huk. Suç işleyenin suçu işlediği sırada veya hareketinden çok az önce yakalanması.
suç yükleme is. Birine suç atma.
sudak, -ğı is. zool. Levrekgillerden, tatlı sularda yaşayan, eti beyaz ve lezzetli bir balık (Lucioperca fiuviatilis).
su damarı is. Su kaynağının kollan.
sudan sf. Önemsiz, saçma, baştan savma: "Doğruluğu peşin peşin kabul edilmiş bir hükme sudan sebepler aradılar." -O. V. Kanık.
Sudanlı öz. is. (su'danlı) Sudan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
Sudan tavuğu is. zool. Beç tavuğunun bir türü.
su değirmeni is. Su gücü ile çalışan değirmen.
su deposu is. Su depo etmeye yarayan merkez.
su dolabı is. Kuyudan su çıkarmaya yarayan çark.
su düzeyi is. Su yüksekliğinin durumu.
sufle is. Fr. souffler 1. tiy. Sahnedeki oyunculara, izleyicilere duyurmadan unutulmuş bir sözü veya cümleyi hatırlatma. 2. Un, şeker, yumurta vb. maddelerin muhallebi kıvamına gelinceye kadar çırpılıp pişirilmesiyle yapılan bir tür tatlı, sufle etmek 1) tiy. oyunculara, izleyicilere duyurmadan söyleyecekleri sözü veya cümleyi fısıldamak; 2) birine unuttuğu bir sözü veya cümleyi kimseye duyurmadan hatırlatmak.
→ patates sufle
suflör is. Fr. souflleur tiy. Oyunculara, rollerinde unuttukları sözleri izleyicilere duyurmadan söyleyip hatırlatan erkek: "Suflör çırpınıyor, ama bu da kâr etmiyordu." -T. Buğra.
suflörlük, -ğü is. Suflörün görevi.
suflöz is. Fr. souffleuse Oyunculara, rollerinde unuttukları sözleri izleyicilere duyurmadan söyleyip hatırlatan kadın.
sugötürmez sf. Başka bir yoruma elverişli olmayan, kesin, sözgötürmez: "Müftünün su götürmez bir mantığı vardı." -R. N. Güntekin.
su hattı is. den. Su kesimi.
suhulet is. (suhudet) Ar. suhulet esk. 1. Kolaylık. 2. Yumuşaklık, naziklik. 3. Uygun ortam.
suhunet is. (suhu:net) Ar. suhünet esk. Sıcaklık.
su ısıtıcısı is. Su ısıtmaya yarayan alet.
suibriği is. bot. Suibriğigillerden, yapraklan almaşık, sapları uzun ve sülüksü, yaprak ayası ibrik biçiminde gelişmiş olan, sıcak ülkelerde yetişen, tırmanıcı bir bitki (Nepeuthes destillatoria).
suibriğigiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, otuz kadar bitki türünü içine alan ve örnek bitkisi suibriği olan bir bitki familyası.
suikast ıs. Ar. sü' + kaşd 1. Gizlice cana kıyma ve kötülük etmeye kalkışma: "Bir nefes alayım derken iğrenç bir suikasta uğradım. " -S. F. Abasıyanık. 2. Bir devlet büyüğünü veya önemli bir kişiyi plan kurarak öldürme, suikastta parmağı olmak düzenlenen suikast olayında rol oynamak.
suikastçı is. Suikast yapan kimse.
suikastçılık, -ğı is. Suikastçı olma durumu.
suiniyet is. Ar. sü'+ niyyet esk. Kötü niyet.
suistima), -li is. Ar. sü' + istı'mâl Görev, yetki vb.ni kötüye kullanma: "Hırsızlıkla veya suistimalle elde ettiğini iddia etmek doğru olmaz." -H. E. Adıvar. suistimal etmek kötüye kullanmak.
suizan, -nnı is. Ar. sû' + zann esk. Kötü san, kuşku.
su kabağı is. bot. Kabakgillerden, alt bölümü şişkin, birçok yerlerde kurutulup su kabı olarak kullanılan bir tür asma kabağı, kantar kabağı (Lagenaria vuîgaris).
su kabı is. Su koymaya yarayan kap.
su kamışı is. bot Hasır otu (Typha).
su kamışıgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, su kamışı, su şeridi vb. türleri içine alan bir familya.
su karanfili is. bot. Ormanlarda, akarsu ve göl kenarlarında yetişen, 20-50 cm yükseklikte, sarı çiçekli, çok yıllık ve otsu bir bitki (Geum urbanum).
su kayağı is. sp. Su üzerinde yapılan kayak sporu.
su kaybı is. Vücutta çeşitli sebeplerle kaybolan su.
su keleri is. zool. Kurbağagillerden, durgun sularda ve karada yaşayan bir tür küçük hayvan (Lophius).
su kemeri is. mim. Üzerinde su yolu bulunan kemerli köprü.
su kesesi is. bot. Su bitkilerinde İçi hava ile dolu bölüm, şişkinlik.
su kesimi is. den. Geminin su üstünde ve su altında kalan bölümlerinin kesiştiği yer, su hattı.
su keteni is. bot. B irleşikgillerden, sulak yerlerde yetişen, boyu 1,5 m kadar olabilen, bir türü pembe çiçekli bitki, yaban keteni (Eupatorium cannabinum).
su kireci is. Suyun içinde çabucak katılaşan bir tür kireç.
su korkusu is. psikol. Sudan korkma, hidrofobi.
sukut is. (sukıt:t) Ar. sukut esk. Düşme: "Bu davanın sukutunu talep ederim." -S. F. Abasıyanık. sukut etmek düşmek.
→ sukutuhayal
sukutuhayal, -li (sukuıtıhaya.i) Ar. sukut + hayâl esk. Düş kırıklığı, hayal kırıklığı.
su küre is. Su yuvarı.
-sul bk. -sıl/-sil vb.
sulak, -ğı sf. 1. Suyu olan, suyu bol (yer): "Sulak bir sazlığın başında, önümüze bir kaplumbağa çıkmıştı." -O. C. Kaygılı. 2. is. Kuşlar için su konulan küçük kap.
sulaklık, -ğı is. Sulak olma durumu.
sulama is. 1. Sulamak işi. 2. Arklar veya savaklar yardımı ile su akıtarak herhangi bir toprak bölgesini kuraklıktan kurtarma.
sulamak (-i) 1. Toprak, bitki, hayvan vb.ne su vermek: "Babası çiçekleri suluyor ve öksürüyordu. " -P. Safa. 2. Hayvana su vermek, suvarmak. 3. argo Para ödemek, vermek, harcamak: Sabah sabah beş milyon lirayı suladık.
sulandırıcı is. Sulandırmayı sağlayan madde.
sulandırılma is. Sulandırılmak işi.
sulandırılmak (nsz) Sulandırma işi yapılmak.
sulandırma is. Sulandırmak işi.
sulandırmak (-i) 1. Sulu duruma gelmesini sağlamak. 2. Su veya başka bir sıvı katıp karıştırarak yoğunluğunu azaltmak: Yoğurdu sulandırmak. Reçeli sulandırmak. Boyayı sulandırmak. 3. mec. Ciddiyetini, ağırlığını kaybettirmek.
sulanma is. 1. Sulanmak işi. 2. Bazı nesnelerin, havanın nemini soğurarak çözünme özelliği.
sulanmak (nsz) 1. Sulama işi yapılmak: Tarla sulandı. 2. Sulu duruma gelmek: "Geceye doğru kar sulanıyor ve gevşiyor." -A. İlhan. 3. Suyu çoğalıp yoğunluğu azalma: Kanı sulandı. 4. Göz yaşarmak: "Otomobilde bir şey kaçtığı için durmadan gözü sulanıp akıyor. " -R. N. Güntekin. 5. mec. Ciddiyetini, ağırlığını kaybetmek. 6. (-e) argo İmrendiğini açığa vurmak: Bizim çiçeklere sulandı. 7. argo Birine karşı duyulan cinsel isteği kendisine sezdirmek, yeşillenmek.
sulantı is. Sulanma, cinsel isteği gösterme, asılma: "Ben erkek kalmak isterim, sulantı bana düşer ama beceremiyorum, odasından da ayrılamıyorum." -M. Ş. Esendal.
sularında zf. Yaş, saat gibi kelimelerle birlikte yaklaşık zaman bildiren bir söz, raddelerinde.
sulatma is. Sulatmak işi.
sulatmak (-i, -e) Sulama işini yaptırmak: "Belediye bahçeleri sulatıyor, yangın söndürmenin yedek sularım da kullamyormuş." -M. Ş. Esendal.
sulfata is. (sulfa'ta) hlk. Kinin sülfatı ve genel olarak kinin tuzu: "Sizin sulfatalarınız tesir etmiyor. İçine nişasta karıştırıyorsunuz." -R. N. Güntekin.
sulh is. Ar. sulh Barış: "Yurtta sulh, cihanda sulh." -Atatürk, sulh olmak uzlaşmak: Yüz milyon lira alacaklıyken kırk milyon liraya sulh oldu.
→ sulhsever
sulhçu sf. Barışsever.
sulhçuluk, -ğu is. Barışseverlik.
sulhperver sf. Ar. şulfy + Far. -perver Barışsever.
sulhsever sf. Ar. sulh + T. sever Barışsever.
sulhseverlik, -ği is. Barışseverlik.
sulp, -bü is. Ar. şulb esk. 1. Bel kemiği, omurga. 2. mec. Döl, nesil, zürriyet. 3. sf.fiz. Katı. (birinin) sulbünden gelmek bir kimsenin öz evladı olmak: "Yarım asır evvel göç etmiş Çekoslovak Yahudisi bir babanın sulbünden geliyordu." -H. Taner.
sulta is. Ar. sulta esk. 1. Otorite: "Hepimiz İnsanız Süleyman, aynı mayanın sultasındayız." -T. Oflazoğlu. 2. Yetke.
sultan is. (-ta:m) Ar. sultân tar. 1. Müslüman, Özellikle Sünni hükümdarların kullandıkları unvan, padişah: Kanuni Sultan Süleyman. 2. Padişahların erkek ve kız çocukları ile anne ve eşlerine verilen unvan: Naciye Sultan. Hürrem Sultan. 3. Bektaşi azizi: Balım Sultan. Kaygusuz Sultan. Sultan Ahmette dilenip Ayasofyada sadaka vermek kendi yoksulluğuna bakmadan başkalarına yardım etmeye kalkışmak.
→ sultan böreği, sultan efendi, sultan kethüdası, sultanoğlu, haseki sultan, valide sultan
sultan böreği is. Yufka aralarına hafifçe pişirilmiş kuşbaşı et, soğan ve dil peyniri katılarak fırında hazırlanan bir börek.
sultan efendi is. tar. Osmanlılarda padişahın kız kardeşleri ile kızlarına verilen unvan.
sultani sf. (sulta:ni:) Ar. sultani 1. Sultanlara yaraşan veya sultanlarla ilgili: "Zevcesi, bu sultani, bu muhteşem gururuyla ne kadar güzeldi." -P. Safa. 2. is. 1908'den sonra Osmanlı ülkelerinde, bugünkü lise dengi Öğretim kurumu: "Koskoca bir sultani mualliminin anası olmak!" -Y. Z. Ortaç. 3. tar. Mısır, Trablus ve Cezayir darphanelerinde basılan Osmanlı altını. 4. bot. Çekirdeksiz bir tür üzüm.
→ sultanibuselik, sultanihüzzam, sultam tembel, sultaniyegâh
sultanibuselik, -ği is. muz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
sultanihüzzam is. müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
sultani tembel is. İş görmekten hiç hoşlanmayan, çok tembel.
sultani tembellik, -ği is. İş görmekten hiç hoşlanmama, çok tembel olma durumu: "Büfeye kadar yürümeye üşeniyor mu? Bu ne sultani tembellik kuzum." -F. R. Atay.
sultaniyegâh is. Ar. sultani + Far. ye-gâh müz. Klasik Türk müziği makamlarından biri.
sultan kethüdası is. tar. Padişahların ve şehzadelerin evlendirilen kızlarının dairelerindeki İşlere bakan görevli.
sultanlık, -ğı is. 1. Sultan olma durumu, padişahlık, saltanat. 2. Sultan sanını taşıyan bir islam hükümdarının ülkesi: Fas Sultanlığı. 3. mec. Rahat yaşama durumu: Bekârlık sultanlıktır.
sultanoğlu is. tar. Padişah kızlarının, padişah soyundan olmayan kocalarından doğan erkek çocuğu.
sulu sf. 1. Suyu olan, içinde su bulunan, koyu karşıtı: "Eczanede acaba nane suyu yahut zararsız bir sulu ilaç var mıdır?" -R. N. Güntekin. 2. Suyu çok olan: "Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele yuttu." -Ö. Seyfettin. 3. İçine su katılmış, sulandırılmış olan: Sulu süt. 4. mec. Yersiz şakalar yapan, söz ve davranışları İle çevresini tedirgin eden veya gereksiz iltifatlarda bulunan (kimse): "Ben diyor, akşamdan beri onu kolluyorum. Bilirim sarhoşluğu suludur." -M. Ş. Esendal.
→ sulu boya, sulugözlü, sulu sepken, sulu tarım, sulu zırtlak, ala sulu, gözü sulu
sulu boya is. 1. Su ile karıştırılarak kullanılan bir boya. 2. sf. Bu tür boya ile yapılmış olan (resim): "... ve bir aralık bana sulu boya resimler yaptırmaya kalkışmıştı." -R. N. Güntekin.
suluğuz sf. bk. sulugözlü.
sulugözlü sf. Çok önemsiz olaylarda bile gözyaşlarını tutamayan, ağlayan (kimse), gözü sulu.
suluk, -ğu is. 1. Öğrencilerin okula su götürdükleri kap. 2. Kuş kafeslerinde su konan kap. 3. Tavukların su gereksinimlerini karşılamak üzere uzun, yuvarlak, küçük çanak veya damlalıklı biçimlerde değişik malzemeden yapılmış yarı otomatik veya otomatik düzen. 4. Büyükbaş hayvanların barındığı yerlerde su İçmelerini kolaylaştıran küçük tekne veya havuz: "Ahırlarda her iki hayvandan birine suluk yapılması gerektiği de vurgulanmış." -T. Dursun K. 5. sp. Yarışçıların su, glikozlu su, çay veya meyve suları koymalarına yarayan su kabı. 6. tıp Küçük çocukların başlarında, yer yer saç dökülmesi ve kabartılarla beliren bir deri hastalığı. 7. hlk. Oda içinde yıkanmak için ayrılmış küçük yer, gusülhane.
→ suluk zinciri
suluk zinciri is. At vb. hayvanların gemlerinin altına takılan küçük zincir.
sululaşma is. Sululaşmak işi.
sululaşmak (nsz) 1. Yersiz, yavan şakalar yapmak: "Cins ve terbiye bakımından Fransız olan kadınlar içtikçe coşuyorlar, sululaşıyorlar." -S. F. Abasıyanık. 2. Kadınlara tatsız iltifatlarda bulunmak.
sululuk, -ğu is. 1. Sulu olma durumu. 2. mec. Yersiz şakalar yapma veya kadınlara tatsız iltifatlarda bulunma durumu: "Seyircilerin alışılmış sululuklarından, laf atmalarından kaçındıklarını gördü." -T. Buğra, sululuk yapmak (veya etmek) sululaşmak: "Bazen çok komiklik ve sululuk ettiği olur." -H. Taner.
→ gözü sululuk
sulu sepken sf. meteor. 1. Yağmurla karışık bir biçimde yağan (kar). 2. zf Kar, yağmurla karışık bir biçimde (yağmak): "Artık soğuklar başlamıştı, yağmurların ardı arkası kesilmiyor, bazen sulu sepken kar bile düşüyordu." -R. H. Karay.
sulu tarım is. Sulamaya dayalı tarım.
sulu zırtlak, -ğı is. Oyunlarda kuralları bozup mızıkçılık eden, ağlayan, kaçan kimse.
suma is. (su'ma) Yun. İlk damıtılan ve içinde anason bulunmayan rakı.
sumak, -ğı is. Ar. summük bot. 1. Antep fıstığıgillerden, sıcak bölgelerde yetişen, kabuğu hekimlikte, yaprakları dericilikte kullanılan bir ağaç (Rhus coriafıa). 2. Bu ağacm, ekşilik vermek için dövülerek yemeklere katılan mercimeğe benzeyen meyvesi.
su mantarları ç. is. bot. Klorofilleri olmadığından su içindeki bozulmuş organik madde üzerinde saprofit veya su canlıları üzerinde parazit olarak yaşayan su bitkileri.
su mercimeği is. bot. Su mercimeğigillerden, mercimeğe benzeyen yapraklan suların yüzünü kaplayan bir su bitkisi (Lemna).
su mercimeğigiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, örnek bitkisi su mercimeği olan, küçük bir bitki familyası.
su mermeri is. min. Kaymak taşı.
sumsuk, -ğu is. hlk. 1. Yumruk. 2. Yumrukla vurma.
sumsuklama is. Sumsuklamak işi veya durumu.
sumsuklamak (-i) hlk. Yumrukla vurmak, yumruklamak.
su muhallebisi is. Nişasta, süt ve su karışımının önce pişirilmesi, buzdolabında katılaşmasından sonra ceviz büyüklüğünde kesilip şeker ve gül suyu içinde üzerine fıstık serpilerek sunulan bir tatlı türü.
-sun (I) bk. -sm / -sin vb. (I).
-sun (II) bk. -sın / -sin vb. (II).
suna is. 1. Erkek ördek: "Uzatır boynunu arar eşini / Bir tek suna gördüm göl kenarında." -Karacaoğlan. 2. hlk. Göl ördeği, suna gibi suna boylu.
→ suna boylu
suna boylu sf. Boylu boslu ve yakışıklı.
sunak, -ğı is. Tapmaklarda, üzerinde kurban kesilen, günlük yakılan, dinî tören yapılan taş masa.
su nanesi is. bot. 20-90 cm yükseklikte, kırmızımtırak renkli, az veya çok tüylü, yaprakları saplı ve kuvvetli kokulu, çok yıllık ve otsu bir bitki (Mentha aauatica).
sundurma is. 1. Sundurmak işi. 2. Yağmurdan, güneşten korunmak için yapılan ve arkası bir duvara verilen çatı: "Odalarımıza gitmek üzere sundurmadan sofaya geçmeye hazırlandığımız sırada bir haberle karşılaştık." -R. N. Güntekin. 3. sf. Sundurma biçiminde olan, sundurma görevini yapan: Sundurma çatı. 4. sf. hlk. Üstü kapalı balkon, evlerin önündeki taşlık: "Hanın sundurmasına çıktığım zaman yemiş dolu tabaklar dizilmiş masa hazırdı." -R. H. Karay.
sundurmak (-i) 1. Sunma işini yaptırmak. 2. hlk. Vermek.
sungu is. 1. Bir büyüğe sunulan armağan. 2. Bir tanrıya veya tapmağa yapılan bağış.
sungur is. Doğana benzeyen, yırtıcı, avcı kuş.
→ aksungur, baysungur
suni sf. (suni:) Ar. sun'i 1. Yapma, yapay, takma. 2. mec. Yapmacık, eğreti.
→ suni böbrek, suni çayır, suni gübre, suni ipek, suni kalp, suni peyk, suni solunum, suni tahta, suni teneffüs
suni böbrek, -ği is. Sonradan takılan böbrek.
suni çayır is. bot. Rutubetli veya sulanabilen topraklarda buğdaygil ve baklagil yem bitkilerinin bir karışım olarak yetiştirildiği çayır.
suni gübre is. Bitki kalıntılarının ticari gübre ile karıştırılmasında elde edilen gübre.
suni ipek, -ği is. Yapma İpek, yapay ipek.
suni kalp, -bi is. Sonradan takılan kalp.
sunilik, -ği is. Yapma, yapay olma durumu veya Özelliği, yapaylık.
suni peyk is. astr. Yapma uydu.
suni solunum is. 1. Normal solunumun yeterli olmadığı durumlarda onu takviye etmek amacıyla solunum aleti takma. 2. Nefes alamama durumlarında göğse bastırılarak ağızdan ağıza yapılan solunum.
suni tahta is. 1. Sunta. 2. Odun lifi levhası, yonga ve talaş levhalarının bir türü.
suni teneffüs is. Suni solunum.
sunma is. Sunmak işi.
sunmak, -ar (-i, -e) 1. Bir büyüğe veya nezaket gereğince bir kimseye bir şeyi vermek, yollamak, göndermek, takdim etmek: "Bu küçük hadiseyi devlet adamlarımıza bir müşahede olarak sunuyorum." -B. Felek. 2. Tanıtmak, bilgi vermek amacıyla çeşitli yöntemler kullanarak bir konuyu dinleyenlere aktarmak. 3. Radyoda, televizyonda, bir eğlence yerinde programı takdim etmek.
sunta is. Ar. şun'İ + Far. tahte Doğramacılıkta kereste olarak kullanılan, sıkıştırılmış talaş ve yongadan yapılan tahta.
suntıraç, -cı is. Far. sumterâş 1. Nalbantların, nallanacak hayvanın tırnağını keserken kullandıkları keskin araç, nalbant keskisi. 2. Saraçların derilere yiv açmakta kullandıkları, metalden U biçimindeki araç.
sunturlu sf. 1. Yaman, adamakıllı, dehşetli: "Çorbaya herkesten önce daldığı için annesinden sunturlu bir azar işitiyor." -A. İlhan. 2. hlk. Gösterişli, görkemli: "Nasıl, şimdi sizin falcıların içinde de böyle sunturlusu var mı? " -O. C. Kaygılı.
→ sunturlu küfür
sunturlu küfür, -frü is. Çok kötü, berbat, ağza alınmaz küfür: "Odasına girip kapısını çekince Binbaşı Ferit sövüp saymaya başladı, hem de sunturlu küfürler." -A. ilhan.
sunu is. 1. Sunulan şey. 2. Ön söz, takdim. 3. Piyasaya mal çıkartma, arz. sunu ve istem üreticinin piyasaya mal çıkarması ve tüketicinin piyasadan mal çekmesi olayları, arz ve talep.
sunucu is. Radyoda, televizyonda, bir eğlence yerinde programı sunan, açıklayan kimse, takdimci, anonsör.
→ ana haber sunucusu
sunuculuk, -ğu is. Sunucunun işi ve görevi.
sunulma is. Sunulmak işi.
sunulmak (-e) Sunma işine konu olmak veya sunma işi yapılmak.
sunuluş is. Sunulma işi veya biçimi.
sunum is. 1. Sunma işi. 2. Bir bildirinin çeşitli yollarla dinleyenlere aktarılması. 3. hlk. Lokma, parça.
→ poster sunumu
sunuş is. 1. Sunma İşi veya biçimi. 2. Büyüklere söylenilen söz, maruzat. 3. Ön söz.
suoku is. bot. Suokugillerden, bataklık bölgelerde ve su kenarlarında yetişen, kök sapları tazeyken kekre olan, kurutulduğunda yenilebilen küçük bir bitki (Sagitteria).
suokugiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, örnek bitkisi suoku olan ve yetmiş kadar türü bilinen bir bitki familyası.
suölçer is. Su vb. akışkanlara ilişkin derinliği ve ağırlığı, basıncı ölçmeye yarayan alet, hidrometre.
su örümceği is. zool. Su altında kendi Ördüğü ipekten kese içinde yaşayan örümcek (Argyroneta aquatica).
su örümceğigiller ç. is. zool. Su örümceği ile yakın türleri kapsayan, suda çeşitli böceklerin üstünde veya yumuşakçaların solungaçlarında asalak olarak yaşayan böcekler familyası.
sup is. Fr. soupe Çikolata ile yapılan bir çeşit tatlı, supangle.
supangle is. Fr. soupe-anglaise Sup.
supap, -bi is. Fr. soupape 1. tek. Bir yay yardımıyla gergin tutulan ve yatağın düzlemine dik olarak yaptığı gidip gelme hareketiyle bir akışkanın geçişini ayarlamaya yarayan kapak, açval. 2. fiz. Bir devreye yerleştirildiğinde belirli şartlar altında, akımın yalnız bir yönde geçmesini sağlayan ve böylece dalgalı akımları doğrultmaya yarayan sistem.
→ emniyet supabı
supara is. Far. si + püre esk. Osmanlı İmparatorluğumda okul kitaplarının genel adı.
superisi is. bot. Çiçekleri tek eşeyli, gövdesi iki eşeyli olan su bitkisi.
su piresi is. zool. Kabuklulardan, durgun sularda yaşayan bir hayvan, su biti (Daphnia pulex).
suples is. Fr. souplesse 1. sp. Güreşte hasmın sırtını yere getirmek için kendi üzerinden aşırıtarak yapılan bir atma hareketi. 2. Esneklik.
sur (I) is. (su:r) Ar. sür Kale duvarı.
sur (II) is. hlk. Uğur, alın yazısı, talih.
sura is. (Hindistan'da dokumacılık merkezi Surate'nin adından) 1. Yumuşak İnce bir tür ipekli kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan.
surat is. Ar. şüret tkz. 1. Yüz (II): "Neredense, suratına bir de sinek musallat olmuştu." -A. ilhan. 2. mec. Somurtkanlık, asık yüzlülük. 3. mec. Soğuk davranma: "Ne vurdumduymaz misafirdi bunlar, ne surattan anhyorlardı ne rumuzdan ne kinayeden." -H. R. Gürpınar, surat asmak kaşlarını çatıp yüzüne küskün veya dargın bir anlam vermek, somurtmak: "Babam biraz surat astı ama, anam katıldı gülmekten." -F. R. Atay. surat (veya suratı) bir karış öfkeli, kızgın ve somurtkan: "Hemen suratları bir karış asılır, ona bir sövüp saymadıkları kalır." -Y. K. Karaosmanoğlu. surat etmek birine karşı küskün durmak, asık yüzlü olmak: "Şimdi ters yüzü eve dönsek çocuklar ağlar, bayan surat eder." -R. N. Güntekin. surat kalmamak utanmaz duruma gelmek: "İkimizde de birbirimize bakacak surat kalmamıştı." -M. Ş. Esendal. surat mahkeme duvarı 1) asık suratlı, kimseye gülmeyen, suskun duran; 2) utanmaz, sıkılmaz: "Onda surat mahkeme duvarı, tükürsem yağmur yağıyor sanacak." -R. N. Güntekin. surata bak süngüye davran çok asık suratlı kimseler İçin kullanılan bir söz. suratı değişmek bir kimseye karşı davranışı değişmek, daha sert bir durum almak, suratı kasap süngeriyle silinmiş utanması, sıkılması kalmamış, suratı sirke satmak öfkeli, kızgın olduğu anlaşılmak, suratına indirmek tokat atmak, suratından düşen bin parça olmak 1) yüzünden düşen bin parça olmak; 2) çok somurtmak, can sıkıntısını açıkça belli etmek, suratını dağıtmak yüzüne zarar verecek biçimde dövmek, suratını ekşitmek yüzüne memnun olmadığını belirten bir anlam vermek: "İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeye başladı diye suratımı ekşittim." -Ö. Seyfettin.
→ surat düşkünü, asık surat, çatık surat, ekşi surat, kepçe surat
surat düşkünü sf. Çirkin yüzlü, çehre züğürdü.
suratlı sf. Yüzü gülmez, somurtkan.
→ asık suratlı, bet suratlı, çatık suratlı, işkembe suratlı, kösele suratlı, meşin suratlı, muşmula suratlı
suratlılık, -ğı is. Suratlı olma durumu.
→ asık suratlılık
suratsız sf. 1. Somurtkan. 2. Çirkin. 3. Aksi, huysuz.
suratsızlık, -ğı is. Somurtkan olma durumu.
sur dinlemek (-i) Sesini kesmek, sessiz hâle getirmek: "Ölüm, bir zamanların bu acar röportajcısını susturmadan önce, mihnet onu çoktan sur dinlemişti." -H. Taner.
sure is. (su:re) Ar. süre din b. Kur'an'ın yüz on dört bölümünden her biri: "İmam Efendi, bir serviye belini dayayıp çömelerek Mülk suresini okumaya başladı." -M. Ş. Esendal.
suret is. (su:ret) Ar. şüret 1. Görünüş, biçim: insan suretinde bir ağaç. 2. Yazı veya resim kopyası, nüsha: Bunun bir suretini almalı. 3. Biçim, yol, tarz: "Birbirimize karşı oynayacak bir rolümüz olmadığı açık surette görülüyordu." -R. N. Güntekin. 4. İslam felsefesinde, varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü. 5. hlk. Resim, fotoğraf. 6. esk. Yüz, çehre, suret almak (veya çıkarmak) bir belgenin kopyasını çıkarmak. sureti haktan görünmek 1) kendisini İyi niyetli imiş gibi göstermek; 2) birinin iyiliği için çalışıyor görünmek, suretine girmek bir şeyin görünüşüne, biçimine benzemek.
sureta zf (suı'reta:) Ar. şüretct 1. Görünüşe göre, görünüşte. 2. Yalandan.
su rezenesi is. bot. Su baldıranı.
Suriyeli öz. is. Suriye halkından veya bu halkın soyundan olan (kimse).
su saati is. Su sayacı.
susak, -ğı sf. hlk. 1. Susamış olan, susayan. 2. is. Su kabağından yapılmış veya ağaçtan oyulmuş maşrapa. 3. mec. Salak, aptal.
→ susak ağızlı, susak burunlu
susak ağızlı sf. Anlamsız, boş konuşan (kimse).
susak burunlu sf. İri, çirkin burunlu (kimse).
susaklık, -ğı is. 1. Susamış olma durumu. 2. mec. Salaklık, aptallık.
susallar ç. is. bot. Suda yaşayan bitki veya hayvan familyası.
susam is. Ar. sisâm bot. 1. Susamgillerden, sıcak bölgelerde yetişen küçük bir bitki (Sesamum indicum). 2. Bu bitkinin yağ çıkarılan, öğütülerek tahin elde edilen ve simit vb.nin üzerine serpilen küçük sarımtırak tohumu. 3. Süsen.
→ susam helvası, susam yağı
susama is. Susamak işi.
susamak (nsz) 1. Su içme gereksinimi duymak: "Yazın susamışken, birdenbire bir soğuk su içtiniz mi, bir sancı, bir ağırlık oturuverir." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Çok istemek, özlemek: "Sinemaya susamış bir mevsim başı kalabalığı." -A. İlhan.
susamgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, en önemli ve örnek bitkisi susam olan, küçük bir bitki familyası.
susam helvası is. Kaynatılmış ağdalı şekerden yapılan ve susama bulanan bir tür tatlı.
susamsı sf. Susamı andıran, susama benzeyen, susam gibi.
su samuru is. zool. Sansargillerden, tüyleri koyu kahverengi, iyi yüzen, kürkü beğenilen, küçük bir tür hayvan, lutr (Lutra).
susam yağı sf. Susam tanelerinden çıkarılan yağ, şırlağan.
su sarımsağı is. bot. Kurtluca.
su sarnıcı is. esk. Su biriktirmeye yarayan yer altı su deposu.
susatma is. Susatmak işi.
susatmak (-i) 1. Susamasına yol açmak, susuz bırakmak. 2. mec. Zorluk, güçlük çıkarmak.
su sayacı is. İçinden geçen suyun miktarını ölçen araç, su saati.
susayış is. Susama işi veya biçimi: "Hürriyetler dahi, milletten bu adalet susayışım gidermemiştir." -F. R. Atay.
su seviyesi is. Su düzeyi.
su sığırı is. hlk. Manda.
su sineği is. zool. Kın kanatlılardan, durgun sular üzerinde yaşayan, parlak yeşilimsi siyah renkli bir böcek (Hydrophilus).
susku is. Az konuşma, susma, sükût.
suskun sf. 1. Çok az konuşan, sessiz, sakin olan, sükuti: "Suat, karım. Suskun, çok az konuşan..." -A. İlhan. 2. zf Sessiz, sakin bir biçimde.
suskunlaşma is. Suskunlaşmak işi veya durumu.
suskunlaşmak (nsz) Suskun olmak.
suskunlaştırma is. Suskunlaştırmak işi veya durumu.
suskunlaştırmak (-i) Suskun duruma getirmek.
suskunluk, -ğu is. Suskun olma durumu, sükûtilik: "Neden suskunluğu ağır bir tehditle yüklü, belli değil." -A. İlhan.
susma is. 1. Susmak işi: "On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir." -S. F. Abasıyanık. 2. Türk nakışlarında bir iğne türü.
→ susma hakkı
susma hakkı is. huk. Bir soruşturma sırasında sanığın, ceza yönünden aleyhine sonuç doğuracak sorulara cevap vermeme hakkı.
susmak, -ar (nsz) 1. Konuşmasını kesmek: "Son mısraları acele okuyarak susmuştu." -H. F. Ozansoy. 2. Konuşmaktan kaçınmak. 3. Ses veya gürültüyü kesmek, ses ve gürültü yapmamak. 4. mec. Etkisini göstermemek, tepki göstermemek: Adaletin sustuğu yerde haksızlık başlar.
→ suspus
susmalık, -ğı is. huk. Sus payı.
sus payı is. huk. Susması, karşı gelmemesi veya bildiği bir sırrı yaymaması İçin birine verilen para vb. şey, susmalık, hakkısükût.
suspus sf. 1. Susmuş, sinmiş: "Başını öne eğip suspus oluşlarında böyle bir huyun tesirim keşfedebilmekteyim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. zf Susmuş, sinmiş bir biçimde, suspus olmak susmak, sinmek, hiç sesini çıkarmamak: "Bir an üçü de suspus oldular, hiç kimse konuşmadı." -T. Dursun K.
susta (I) is. (su'sta) ît. su sta Köpek arka ayakları üzerinde durma, susta durdurmak 1) köpeği arka ayakları üzerinde durdurmak; 2) mec. bir kimseyi veya birilerini yıldırmak: "Sade kazada değil, vilayette bile en belli başlı memurları ve eşrafı susta durdurur. " -R. N. Güntekin. 3) etkisi altına almak: "Yengeye yenge deyip geçmeyelim. Bir mahalleyi susta durdurur." -M. Ş. Esendal. susta durmak 1) köpek arka ayakları üzerinde durmak; 2) mec. korktuğu bîr kimsenin karşısında saygılı ve çekingen davranmak. sustaya kalkmak köpek susta durmak.
susta (II) is. (su'sta) Emniyet yayı: Çakının sustası.
sustalı sf. 1. Sustası olan: "Elinde sustalı bir bıçakla köşeye oturdu." -A. İlhan. 2. is. Emniyet yayı olan çakı.
→ sustalı çakı
sustalı çakı is. Sustasına basılarak açılan, açıldıktan sonra sustasına basılmadıkça kapanmayan bir tür büyük çakı: "Babamın mendilinden bir sustalı çakı ile bir altın halka, bir de meşin kaplı defter çıktı." -R. N. Güntekin.
susturma is. Susturmak işi, ilzam.
susturmak (-i) 1. Susmasını sağlamak, susmasına sebep olmak: "Hafif sesli bütün aletleri susturup davulu sabaha kadar vurdurmak istiyorum." -F. R. Atay. 2. Verdiği karşılıkla veya yaptığı bir davranışla birini artık söz söyleyemeyecek bir duruma getirmek, ilzam etmek: Bilgili adam, hepsini susturdu. 3. mec. Etkisini, gücünü azaltmak, gidermek, bastırmak: "işimizi, gücümüzü bırakmış olmak düşüncesini bir vazife yapmakta olduğumuz fikri susturuyordu." -M. Ş. Esendal.
susturucu sf. 1. Susmasını sağlayan, susmasına sebep olan: Susturucu cevap. 2. is. Patlamalı veya tepkili motorlarda, yanmış gazların dışarıya atılmasından doğan gürültüyü önlemeye, azaltmaya yarayan araç, egzoz. 3. is. Ateşli bir silahın patlama gürültüsünü azaltan sistem: Tabancaya susturucu takmışlar.
susturulma is. Susturulmak işi.
susturulmak (nsz) 1. Susması sağlanmak, konuşması önlenmek. 2. Aldığı karşılıkla artık söz söyleyemeyecek bir duruma düşürülmek.
susuş is. Susma işi veya biçimi: "Bu susuş söyleyecek söz bulamadığı için değildi." -T. Buğra.
susuz sf. 1. Suyu olmayan, suyu bulunmayan: "Bir kadeh rakıyı susuz ve bir hamlede içti." -P. Safa. 2. Suyu çok az olan: Susuz portakal. 3. Yağmursuz, kurak geçen: Susuz bir yaz. 4. Susamış olan: "Koca bir tarihin tutuştuğu çöllerde susuz yanan insanların çatlak dudaklarında temaşa ediyoruz." -F. R. Atay. 5. zfi Su olmadan: Susuz bırakmak.
susuzluk, -ğu is. 1. Susuz olma durumu, kuraklık: "... bir genç memleketin en büyük bir nehri kenarında susuzluktan kavrulan bu şehri ... temiz bir su getirmeye, büyük, küçük cakalı şişeler içinde satmaya başlıyor." -R. N. Güntekin. 2. Susamış olma durumu: "İnsanlar susuzluklarım gidermek için suya ağız uzattıklarından beri adaleti aramışlar. " -F. R. Atay.
suşeridi is. bot. Su kamışıgillerden, şeridi andıran, 1 m'ye kadar uzayabilen, yaprakları açık yeşil renkte sucul bir bitki (Sparmanaum).
suşi is. Jap. İnce şerit biçimindeki yosun tabakasının içine çiğ balık, yağsız, tuzsuz haşlanmış pirinç ve Özel baharat karışımının konulmasıyla hazırlanan Japon yemeği.
sut, -du is. Fr. soude kim. Eskiden bazı bitkilerden, bugün sodyum klorürden elde edilen sodyum karbonatın ticaretteki adı.
su tabakası is. Su İle kaplanmış yüzey.
su tankeri is. Su taşımaya yarayan tanker.
su tası is. Çeşmelerden su içmeye yarar, özel yapılmış kap.
sutaşı is. (su'taşı) Fr. soutache Bazı giysilerin yaka, kol, cep vb. yerlerini süslemekte kullanılan işlemeli şerit, suyolu.
su taşkını is. Sel.
su tavuğu is. zool. Su tavuğugillerden, gri, kızıl karışımı tonda, benekli veya çizgili tüyleri olan bir kuş, kalinis (Fulica atra).
su tavuğugiller ç. is. zool. Bataklık ve su kıyılarında yaşayan, gagaları yandan basık, kanat ve kuyrukları kısa olan, su tavuğu, su yelvesi türlerini içine alan bir familya.
su tedavisi is. tıp Hidroterapi.
su terazisi is. 1. Basıncı çok olan suyun, basıncını azaltarak künklerin patlamasını önleyen, belli aralıklarla yapılmış, depo görevindeki kule. 2. tek. Çeşitli yüzeyleri istenilen konuma getirmek için kullanılan ölçü aleti.
su teresi is. bot. Turpgillerden, su kenarlarında yetişen, tereye benzeyen, çok yıllık ve otsu bir bitki (Nasturium officinale).
su testisi is. Su koymaya yarayan topraktan yapılmış su kabı. su testisi su yolunda kırılır bir kişi amaç edindiği İşte kazaya uğrar.
sut kostik, -ği is. Fr. soude caustiaue kim. Sodyum hidroksit.
su topçu is. Su topu oyuncusu.
su topu is. sp. Topu karşı takımın kalesine sokmak temeline dayanan, yedi yüzücüden oluşan iki takım arasında havuzda oynanan spor türü.
su tulumbası is. Kuyudan su çıkarmaya yarayan ve elle çalışan tulumba.
su türbini is. fiz. Su gücünden yararlanmayı sağlayan önemli bir makine sistemi.
sutyen is. Fr. soutien bk. sutyen.
su ürünleri ç. is. Denizlerde ve iç sularda bulunan bitkiler ve hayvanlar ile bunların yumurtaları.
suvare is. bk. Suare.
suvarım is. Bir suvarmada veya sulamada verilen su miktarı.
suvarma is. Suvarmak işi.
suvarmak (-i) Hayvana su vermek, su içirmek: "Bülbülü suvardım altın taşınan / Gurbete yolladım kara yasman." -Halk türküsü.
suvat is. Hayvan suvaracak yer.
su yatağı is. Su kaynağı.
su yelvesi is. zool. Su tavuğugillerden, sırtı yeşil kahverengi, karnı kara beyaz çizgili bir kuş (Rallus aguaticus).
su yılanı is. zool. Su yılanıgillerden, uzunluğu 50 cm kadar olan, su kenarlarında ve bağlarda yaşayan bir sürüngen (Natrix natrix).
su yılanıgiller ç. is. zool. Örnek hayvanı su yılanı olan sürüngenler sınıfının bir familyası.
su yılanları ç. is. zool. Sürüngenler sınıfının bazı zehirli ve zehirsiz yılanları kapsayan geniş bir bölümü.
su yolcu is. tar. İstanbul'un su yollarının ve bunlara ilişkin kuruluşların bakım, onarım ve işletmesiyle uğraşan kimse.
suyolu is. Sutaşı.
su yolu is. 1. mim. Künk veya demir boru ile yapılmış oluk, ark. 2. Bazı kâğıtların dokusunda bulunan, ışığa tutulduğunda görülebilen çizgi, resim veya yazı, filigran. 3. Kâğıt üzerine konulan noktaların aralannı çizgilerle birleştirerek oynanan bir çocuk oyunu: "Biz, su yolu oynar gibi kasabanın dar ve karışık sokaklarında..." -R. N. Güntekin.
su yoncası is. bot. Tacı beyaz salkım çiçekli çok yıllık su bitkisi.
su yosunları ç. is. bot. Denizlerde, tatlı ve durgun sularda, genellikle su yüzeyinde yaşayan, yaprak veya tel biçiminde tallı bitkiler alt şubesi, algler.
→ esmer su yosunları, kavuşur su yosunları, kızıl su yosunları
su yosunu is. bot. Su yosunlarından, klorofilli bitki, alg.
suyuk, -ğu is. biy. Organizmanın kan, lenf vb. sıvı bölümü.
suyukçuluk, -ğu is. tıp Organizmadaki hastalık belirtilerini suyukların bozukluğuna bağlayan tıp öğretisi.
su yuvarı is. Denizlerin yeryüzünde oluşturduğu yuvar, su küre, hidrosfer. -suz bk. -sız / -siz vb.
suzeni is. (suızeni:) Far. süzen + Ar. -i Bir tür kasnak İşi: "Tülbent üzerine suzeni işinde büyük bir ustalıkla muvaffakiyetler gösterdiğinden bahsedenler vardı." -H. Z. Uşaklıgil.
suzidil is. (su:'zidil) Far. süz + dil müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
suzidilara is. (su:'zidilâ:ra:) Far. süz + dil-ârâ müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
suzinak is. (su:zina:k) Far. süz + nâlc müz. Klasik Türk müziğinde bir basit makam.