söğdürmek bk. sövdürmek.
söğe is. bk. söve.
söğmek bk. sövmek.
söğülmek bk. sövülmek.
söğürme is. Ateşte közlenerek hazırlanmış patlıcan.
söğüş is. 1. Soğuk olarak yenen haşlanmış et. 2. Üzerine yağ ve limon konulmadan ve birbirine karıştırılmadan yenen dilimlenmiş domates, salatalık vb.
söğüşlemek (-i) argo Dolandırmak.
söğüşlük, -ğü is. Söğüş yapmaya elverişli et veya sebze.
söğüşmek bk. sövüşmek.
söğüştürmek bk. sövüştürmek.
söğüt, -dü is. bot. Söğütgillerden, sulak yerlerde yetişen, yaprakları almaşık ve alt yüzleri havla örtülü büyük bir ağaç (Salbc).
→ aksöğüt, kızılsöğüt, salkım söğüt, keçi söğüdü, sepetçi söğüdü
söğütgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, söğüt, kavak vb. türleri içine alan bir bitki familyası.
söğütlü sf. Söğüt ağaçları bulunan (yer).
söğütlük, -ğü is. Söğüt ağacı bol olan yer: "Uzakta çay kenarında söğütlük içinde küçük bir köy vardı." -H. E. Adıvar.
sökel sf. hlk. 1. Sakat (kimse), malul. 2. Güçsüz. 3. Hasta.
sökme is. Sökmek işi: "Dikmenin vakti ve dikilmiş olanı sökmenin vakti var." -H. Taner.
sökmek, -er (-i) 1. Bir şeyi bulunduğu yerden kuvvet kullanarak veya gevşeterek çıkarmak, çekip ayırmak: "Bu çoban öyle güçlü görünüyor ki şu yandaki ağacı kavrasa dibinden söker götürür." -Y. Kemal. 2. Kurulmuş bir şeyi parçalarına ayırmak: Makineyi sökmek. 3. Rüzgâr, sel, akarsu, bir şeyi yerinden çıkarmak, götürmek. 4. Geçip gitmeye engel olan zorluklan atlatmak: Araba çamuru sökemedi. Gemi akıntıyı söktü. 5. Kanşık bir yazıyı okumak: "Çok okunaksız bir yazı. Ben söker gibi oldum." -H. Taner. 6. (nsz) Balgam vb.nin çıkması, akması kolaylaşmak. 7. Ayırmak, uzaklaştırmak, vazgeçirmek: "Saplandığı fikirlerden sökemezdiniz." -Y. Z. Ortaç. 8. Örülmüş, dikilmiş şeyin, örgüsünü veya dikişini ayırmak. 9. mec. Okuyabilme becerisini kazanmak: "Bunların Fransızcasını sökmek bir mesele, manalarını sökmek ikinci bir meseledir." -R. N. Güntekin. 10. argo Geçmek, etki yapmak: "Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor!" -F'. R. Atay. 11. (nsz) tkz. Gelmeye başlamak veya çıkagelmek: "Şermin'le Nermin tam bir saat sonra, yani saat beş buçukta söktüler." -H. E. Adıvar. söküp atmak gözden çıkarmak, kıymak, feda etmek: "... bütün nimet ve imtiyazları söküp atacak."-A. Ş. Hisar.
söktürme is. Söktürmek işi.
söktürmek (-i, -e) Sökme işini yaptırmak: "Şüpheli dişleri birer birer söktürdük." -R. N. Güntekin.
→ sidik söktürücü
sökük, -ğü sf. Dikişi sökülmüş veya örgüsü çözülmüş, sökük dikmek sökülmüş olan bir şeyi onarmak: "... teyzem buraya haftada üç defa sökük ve düğme dikmeye, çamaşırları tamir etmeye gelirdi." -P. Safa.
sökükçü is. Sökük dikip yama yapan (kimse): "Eve bir düzine sökükçü, terzi tutmaya kudretimiz var." -R. N. Güntekin.
sökülme is. Sökülmek işi.
sökülmek (nsz) 1. Sökme işine konu olmak: "Duvardaki bir pencerenin sökülüp alınamayacak kadar kuvvetle yerleştirilmiş demir parmaklıkları." -R. N. Güntekin. 2. (-i) argo Parayı istemeyerek vermek, harcamak.
sökülüş is. Sökülme işi veya biçimi.
söküm is. Sökme işi: Pancar sökümü.
sökün is. "Birçok kişi veya şey birbiri ardından gelmek, görünmek" anlamlarına gelen sökün etmek birleşik fiilinde geçer: "Bir geniş bayırdan oynak Çerkez atlan sökün etti." -F. R. Atay.
→ sökün avı
sökün avı is. Kuşların, özellikle kekliklerin göç zamanı yapılan av.
söküntü is. 1. Sökülen şeyin parçası. 2. Ağaçlık yerden açılan tarla.
sökü otu is. bot. Baklagillerden, kumlu topraklarda yetişen bir bitki (Omithopus).
söküş is. Sökme işi veya biçimi.
sölenterler ç. is. zool. Bitkimsi hayvanlardan deniz analarını, sifonluları ve mercanları içine alan önemli bir bölüm.
sölom is. Fr. coelome Orta derinin iki tabakası arasında bulunan ve oğulcukta genel vücut boşluğunu oluşturan oyuk.
sölomlular ç. is. zool. Bir vücut boşluğu bulunan hayvanlar.
sölpük, -ğü sf. hlk. Gevşeyip kendini koyuvermiş.
sölpüme is. Sölpümek işi veya durumu.
sölpümek (nsz) hlk. 1. Şişmanken zayıflamak. 2. Gevşemek, pörsümek.
sömestir is. Fr. semestre eğt. Yarıyıl: Birinci sömestir.
→ yaz sömestiri
sömikok is. Fr. semi-coke mân. Taş kömürünü çok yüksek olmayan, 500-600 °C'de damıtarak elde edilen kömür.
sömürge is. Bir devletin kendi ülkesinin, sınırlan dışında egemenlik kurarak yönettiği ekonomik veya siyasal çıkarlar sağladığı ülke, sömürülen ülke, müstemleke, koloni.
sömürgeci is. 1. Sömürgesi olan, sömürge elde etmek amacında olan kimse veya ülke, müstemlekeci: "Şöyle olmuşuz, böyle olmuşuz, ama hiçbir zaman sömürgeci olmamışız." -B. R. Eyuboğlu. 2. sf. Sömürgecilikle ilgili olan.
sömürgecilik, -ği is. Genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik.
sömürgeleşme is. Sömürge durumuna gelme.
sömürgeleşmek (nsz) Sömürge durumuna gelmek.
sömürgeleştirme is. Sömürgeleştirmek işi: "Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık."-F'. R. Atay.
sömürgeleştirmek (-i) Sömürge durumuna getirmek, sömürge yapmak.
sömürgen is. Sömürücü.
sömürgenlik, -ği is. Sömürgen olma durumu.
sömürme is. Sömürmek işi.
sömürmek (-i) 1. Yiyecek içeceğin hepsini birden yiyip bitirmek, silip süpürmek. 2. Dudaklarını yapıştırarak soluğu İle çekip içmek. 3. Üretim araçları sahipleri, başkalarının emeğine ve onların yarattıkları değerlere el koymak. 4. Bir ulus veya devlet, diğer bir ulusun veya devletin doğal kaynaklarından, ekonomik değerlerinden çıkar sağlamak. 5. mec. Bir kimseden veya bir şeyden haksız ve sürekli çıkarlar sağlamak: "Batı, beynini sömürdüğü insanlara kendi uyruklarına sağladığı konfordan pay verip gönül alır." -H. Taner.
sömürü is. Sömürme işi.
sömürücü is. Sömürüyü gerçekleştiren, sömürgen, istismarcı.
sömürücülük, -ğü is. Sömürücü olma durumu.
sömürülme is. Sömürülmek işi veya durumu.
sömürülmek (nsz) Sömürme işine konu olmak.
sömürüş is. Sömürme işi veya biçimi.
söndürme is. Söndürmek işi.
söndürmek (-i) 1. Ateş ve ışık için, yanmasına, aydınlatmasına son vermek: "Parmağının ucuna kadar gelen alevi yere atıyor, terliğiyle basarak söndürüyor." -P. Safa. 2. Hava veya gaz ile şişirilmiş bir şeyin havasını veya gazını boşaltmak: Çocuk balonu söndürdü. 3. mec. Tutku ve duygular için, yatıştırmak, etkisiz duruma getirmek; "Böyle zamanlarda Hacı'da ateşi ateşle söndürmekten başka çare olmadığını bilirim. " -R. N. Güntekin.
söndürücü is. 1. Yangın söndürücü. 2. sf. Yangınları söndürmeye yarayan: Söndürücü bomba.
→ yangın söndürücü
söndürülme is. Söndürülmek işi.
söndürülmek (nsz) Söndürme İşine konu olmak.
sönme is. Sönmek işi.
sönmek, -er (nsz) 1. Yanmaz, aydınlatmaz, parlamaz olmak: "Son yıldız vadinin üstünde bir yanıp bir sönüyordu." -T. Buğra. 2. Parlaklığını, ışığını yitirmek. 3. Hava veya başka bir gaz ile şişirilmiş bir şeyin havası kaçıp şişkinliği inmek: Balon söndü. 4. jeol. Yanardağ etkinliğini yitirmek. 5. mec. Duygular dinmek, yatışmak, etkisini yitirmek: "Öfkeleri bir yaz fırtınası gibi birdenbire sönüverdi." -Ö. Seyfettin. 6. mec. Gerilemek, parlaklık ve önemini yitirmek: "Münakaşa tekrar eski hızını alamayarak biraz sonra söndü." -R. N. Güntekin. 7. mec. Ses duyulmaz olmak. 8. mec. Tükenmek, yok olmak, yitmek: "Esmer lekeler, sönmüş sivilcelerden arta kalan çukurlar, kabarcıklar yüzünü yayık ayranına çevirmiş." -S. Birsel.
→ mumsöndü
sönük, -ğü sf. 1. Sönmüş olan: "Ağızlarında iki sönük sigarayla duran iki kız..." -Ç. Altan. 2. Parlaklığı, hızı az veya azalmış olan, etkisiz, zayıf: "Karanlık, sessiz evlerden çocuklar önce sönük, sonra telaşlı, birbiri arkasından haykırırlardı." -H. E. Adıvar. 3. mec. Göze çarpmayan, dikkat çekmeyen, silik: "Bu şehirde satışı bini geçmez, yerli lisanlarda sönük cerideler çıkar."-Y. K. Beyatlı.
sönüklük, -ğü is. Sönük olma durumu: "Bir yaz gününün pırıl pırıl güneşli havası içinde bu sönüklük nereden geliyordu?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
sönüm is. fiz. 1. Bir salınım hareketinin genliğinin türlü dirençlerin etkisiyle küçülmesi, itfa: Bir sarkaç salınımının sönümü, içinde bulunduğu ortamın direncine bağlıdır. 2. tic. Bir borcun her yıl ödenen taksitlerle belli bir zaman sonunda ödenmiş olması, itfa: Bir borcun sönümü için her yıl verilmesi gereken taksit, vade uzunluğuna, ana borca ve faiz fiyatına bağlıdır.
→ sönüm ayrımı
sönüm ayrımı is. tic. Süresi gelmiş borç senetlerini ödemek amacıyla ayrılmış yedek para.
sönümleme is. Sönümlemek işi.
sönümlemek (-i) fiz. 1. Bir salınım hareketinin genliğini sıfıra indirmek, İtfa etmek. 2. tic. Bir borcu, her yıl ödenen taksitlerle belli zaman sonra ödemek, itfa etmek.
sönümlü sf.fız. Belirli bir sürede genliği sıfıra inen (salınım hareketi).
sönümsüz sf. fiz. Genliği hiçbir zaman sıfıra yaklaşmayan, her devirde beslenen (salınım hareketi), beslenen.
sör (I) is. Fr. soeur 1. Katolik mezhebinde kendini dine adayan ve manastırda yaşayan kadın. 2. Katolik mezhebinde dinle ilgili bir yükümlülük almayan, ancak din uğruna hemşirelik, hasta bakıcılık vb. işlerde çalışan kadın.
sör (II) is. İng. sir İngiliz soyluluk unvanı.
sörf is. İng. surf sp. Özel kayma aracı ve yelkenlisi ile denizde yapılan bir tür spor.
sörfçü is. Sörf sporu yapan kimse.
sörfçülük, -ğü is. Sörfçü olma durumu.
sövdürme is. Sövdürmek işi.
sövdürmek (-i, -e) Sövme işini yaptırmak veya sövmesine yol açmak.
söve (I) is. 1. Kapı ve pencerenin yerleştiği kasa, çerçeve: "Kendilerini ağaçlara, kapı sövelerine çarpmazlar." -M. Ş. Esendal. 2. Avlu kapısının iki yanına konan uzun taşlar: "Başını kapının taş sövesine koyup bir mektep çocuğu gibi bağıra bağıra ağlamak istiyordu." -H. R. Gürpınar.
söve (II) is. Fr. seuil mim. Pencere ve kapı kenarlarındaki süs kalıpları: "Cebinden çıkardığı yassı uçlu bir demiri söve ile çerçevenin arasına sokarak camı da yukarı sürdü ve rezeledi." -H. R. Gürpınar.
söven is. hlk. 1. Büyük sopa: Akşamdan sonra gelene ya soğan ya da söven. 2. Çit yapmakta kullanılan büyük kazık.
sövgü is. Sövmek için söylenen söz, sövme, küfür.
sövgücü sf. Söven, küfreden, sövücü.
sövme is. 1. Sövmek işi, sövgü, küfretme. 2. huk. Bir kimsenin namus, onur ve kişiliğine yapılan her türlü saldın.
sövmek, -er (-e) Onur kırıcı, çoğu basmakalıp kaba sözler söylemek, küfretmek: "Daha dört yaşındayken en azılı köy erkekleri gibi sövermiş." -H. E. Adıvar. sövüp saymak aralıksız küfürler sıralamak, uzun uzadıya söverek yermek: "Kılıksız kıyafetsiz adamlardan biri güya kapımızdan içeri dalarak bize sövüp saymaya başlamış sanırdım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sövücü sf. Sövgücü.
sövülme is. Sövülmek işi.
sövülmek (nsz) Sövme işine konu olmak.
sövüntü is. Hafif sövme yollu, kaba ve yakışıksız söz.
sövüş is. Sövme işi veya biçimi: "Ama sıtma doktoruna değil, kendisinedir bu sövüş." -T. Buğra.
sövüşme is. Sövüşmek işi: "Kapının önündeki sesler, sövüşmeler boğuklaştı." -M. Ş. Esendal.
sövüşmek (nsz, -le) Birbirine sövmek.
sövüştürme is. Sövüştürmek işi veya durumu.
sövüştürmek (-i, -le) Birbirine sövdürmek.
söylem is. 1. Söyleyiş, söyleniş, sesletim, telaffuz. 2. İfade, kalıplaşmış, klişeleşmiş söz. 3. Bir veya birçok cümleden oluşan, başı ve sonu olan bildiri, tez.
söyleme is. Söylemek işi. söylemesi ayıp utanılacak bir durumun açıklanması sırasında kullanılan bir söz: "O zamana kadar hamallık, boyacılık, müvezzilik ve söylemesi ayıp hırsızlık yapmıştı." -S. F. Abasıyanık.
söylemek (-i, -e) 1. Düşündüğünü veya bildiğini sözle anlatmak: "Bu konak için de yine senelerden beri aynı şeyi söylerim." -R. N. Güntekin. 2. Bir düşünceyi ileri sürmek, ortaya atmak: "Hececiler kendilerinden sonra yeni bir edebî neslin yetişmediğim söylüyorlar." -S. F. Abasıyanık. 3. Yapılmasını istemek: "Biraz sonra nazırın yine beni istediğini söylediler." -F. R. Atay. 4. Türkü, şarkı vb. okumak: "Kanto söyler gibi hareketler ve taklitlerle söylediği şarkılar pek eğlenceli şeylerdi." -R. N. Güntekin. 5. Yazmak, düzmek: Şiir söylemek. 6. Haber vermek: "Benim burada nasıl yaşadığımı görenler gidip babama da söylerler." -A. Ş. Hisar. 7. Önceden bildirmek, tahmin etmek: "Bir değil iki tane olduğunu size söylemiştim. " -R. H. Karay. 8. mec. Herhangi bir şeyi bildirmek, anlatmak, demek istemek, hatırlatmak: "Ne söyler bu türküler / Ay karanlık gecelerde yüzen gemiler." -N. Cumalı. söylemediğini bırakmamak bir kimse veya bir konu ile ilgili olarak söylenmemesi gereken şeyleri söylemek: "Bir vakitler aralarında su sızmayan hatun kişiler şimdi birbirlerini çekemiyorlar, birbirlerinin arkasından söylemediklerini bırakmıyorlardı." -H. Taner, söyleyeceği olmak herhangi bir konuda kendisinin de diyecekleri bulunmak.
söylemseme is. Söylemsemek işi.
söylemsemek (nsz) 1. Söyleniş özelliği taşımak. 2. Söylemeye özen göstermek.
söylence is. Efsane.
söylenilme is. Söylenilmek işi.
söylenilmek (nsz) 1. Söylenmek: Bir aralık öyle söylenildi. 2. Herhangi biri söylenmek: Yabancıların önünde böyle ulu orta söylenilir mi?
söyleniş is. Söyleyiş, telaffuz.
söylenme is. Söylenmek işi.
söylenmek (nsz) 1. Söyleme işi yapılmak: "Suçluların ikisini de sağ bırakmayacağı söylenmekteydi." -H. R. Gürpınar. 2. Kendi kendine konuşmak, kendi kendine bir şeyler söylemek. 3. mec. Çıkışmak, azarlamak, eleştirmek: "Benim kırdığımı anlayınca bana söylenmeye başladı." -M. Ş. Esendal. 4. mec. Sızlanmak, yakınmak.
söylenti is. Ağızdan ağıza dolaşan, kesinlik kazanmayan haber, rivayet, şayia: "Önce kulaktan kulağa fısıldanan bu söylentilerin meclis kürsülerinde açıkça ifade edildiği oluyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
söyleşi is. 1. Arkadaşça, dostça karşılıklı konuşma, hasbihâl, sohbet: "Rakısından mı, mezesinden mi, yoksa söyleşilerin bal kıvamı kazanıp tatlı tatlı ağdalaşmasından mı, nedense." -A. İlhan. 2. Uluslararası iletişim ağ ortamlarını kullanarak çeşitli yazılımlar aracılığıyla kişilerle karşılıklı olarak yazılı, sesli veya görüntülü görüşme. 3. ed. Bir bilim veya sanat konusunu, konuşmayı andıran biçimde inceleyerek anlatan edebiyat türü, sohbet.
söyleşme is. Söyleşmek işi.
söyleşmek (nsz, -le) 1. Karşılıklı konuşmak, hasbihâl etmek, sohbet etmek: "Tanıdıklardan biri rast gelirse, durup konuşmak, söyleşmek, dedikodu etmek de var." -M. Ş. Esendal. 2. Bir işin nasıl yapılması gerektiği konusunda konuşmak, müzakere etmek.
söyletme is. Söyletmek işi.
söyletmek (-i, -e) 1. Söylemesine yol açmak. 2. Söylemek zorunda bırakmak, itiraf ettirmek: "Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı." -Ö. Seyfettin.
söylev is. Bir topluluğa düşünceler, duygular aşılamak amacıyla söylenen, uzunca, coşkulu ve güzel söz, nutuk, hitabe: "Genel sekreter, heykelin önünde verdiği söylev esnasında, biraz evvel kurdeleyi kestiği makasla oynarken parmağım kanatmıştı." -R. N. Güntekin.
söylevci is. Coşkulu ve güzel konuşan, hitabede bulunan kimse: "İttihat ve Terakki'nin en iyi söylevcisi odur." -S. Birsel.
söylevcilik, -ği is. Söylevci olma durumu.
söyleyiş is. db. Bir kelimenin ses, hece, ton ve vurgu bakımından söylenme biçimi, söyleniş, sesletim, telaffuz.
söz is. 1. Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil: "Söz var, iş bitirir; söz var, baş yitirir." -Atasözü. 2. Bir veya birkaç heceden oluşan ve anlamı olan ses birliği, kelime, sözcük. 3. Bir konuyu yazılı veya sözlü olarak açıklamaya yarayan kelime dizisi: "Yer yer birçok türküde rastladığımız beylik sözler de vardı içinde." -B. R. Eyuboğlu. 4. Kesinlik kazanmayan haber, söylenti: Ortalıkta bir söz dolaşıyor. 5. Bir işi yapacağını kesin olarak vadetme: O, sözünde duran bir adamdır. 6. Müzik parçalarının yazılı metni, güfte: Şarkının sözleri çok anlamlı, (bir şeyden) söz açmak bir konu üzerine konuşmaya başlamak, laf açmak: "Aklıma bu maaş meselesinden bir kere de Ahmet Kerim'e söz açmak geldi." -Y. K. Karaosmanoğlu. söz almak 1) konuşmak için toplantı başkanından izin almak, konuşmaya başlamak: Toplantıda ilk olarak başkan söz aldı. 2) birinin bir işi yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak: İşimin yapılacağı konusunda bakandan söz aldım. 3) erkek tarafı oğullarıyla evlendirmek üzere kızın ailesinden olumlu cevap almak, söz anlayan beri gelsin "hiçbiriniz laf anlamıyorsunuz" anlamında kullanılan bir söz. söz altında kalmamak 1) bir kimsenin kendisine dokunan sözüne gereken cevabı vermek; 2) kendisini inciten, itham eden veya rahatsız bir duruma düşüren söze gereken karşılığı verip durumu düzeltmek, söz aramızda laf aramızda, söz arasında konuşma sırasında: "Müjgân, söz arasında, gizlice Feride sana bir iyilik ettim, dedi." -R. N. Güntekin. söz atmak 1) birine dokunacak bir sözü ortalığa söylermiş gibi söylemek, sözle takılmak, laf atmak: "Numaralar okunuyor, görüşüyoruz, gruplardan gruplara sözler atıyoruz, şakalar ediyoruz, ne hoş eğleniyoruz." -R. H. Karay. 2) birine sözle sarkıntılık etmek: "Sarhoşlar söz atıyor." -H. E. Adıvar.. söz ayağa düşmek bir sorun, karışmaları gerekmeyen veya yetkisiz ve sorumsuz kimselerin görüş bildirdikleri duruma gelmek, söz bir, Allah bir verilen sözden hiç dönülmeyeceğini anlatan bir söz: "Söz bir, Allah bir, seni ele vermem." -Y. K. Karaosmanoğlu. söz çıkmak ortalıkta bir söylenti dolaşmak, söz dinlemek . (veya tutmak) söylenen bir sözü, verilen bir öğüdü benimsemek, davranışlarını bunlara uydurmak. (birine) söz düşmemek 1) başkalarının konuşmasından kendisine sıra gelmemek; 2) başkaları dururken kendisinin söz söylemesine gereklik bulunmamak: "Bu toplantıda büyüklere söz düşmüyor." -H. E. Adıvar. 3) birinin söz hakkı olmamak, söz düşürmek konuşmayı belli bir konuya getirmek. (bir şeyden) söz etmek o şey üzerinde konuşmak, (bir şeyi) söz etmek o şeyin dedikodusunu yapmak, (birine) söz geçirmek söylediğini, istediğini, yaptırmak: "Düğün sahipleri onlara söz geçiremediler." -M. Ş. Esendal. (birine) söz gelmek bir davranışından dolayı eleştiriye konu olmak, yerilmek, (birine) söz getirmek 1) birinin eleştirilmesine sebep olmak, bir kimseye söz gelmesine yol açmak; 2) bir kimseye söz gelmesine yol açmak: "Hâlbuki bu münasebetsiz dedikodular mektebe de, söz getirmeye başladı." -R. N. Güntekin. söz götürmek 1) doğruluğu ve gerçekliği tartışılabilir olmak; 2) dedikodu yapmak; 3) tahammül etmek, katlanmak, söz götürmez doğruluğu ve gerçekliği tartışılamayacak kadar açık olan, tersi savunulamayan. söz gümüşse sükût altındır susmak bazen konuşmaktan daha iyi sonuç verir: "Söz gümüşse, sükût altındır diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyorum." -Ö. Seyfettin. söz (veya laf) işitmek laf işitmek, söz kaldırmamak onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir yaradılışta olmak, söz kesmek genellikle evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek: "O evlenmek üzere söz kesmiş, işi pişirmiş." -H. R.'Gürpınar, söz olmak dedikodu yapılmak veya bir iş hoş karşılanmamak, söz sahibi olmak bir konuda konuşma yetkisi olmak, söz sözü açmak bir konudan konuşurken hemen arkasından türlü konulara geçmek: "Söz sözü açarak bizim oraları konuşmaya başlıyor ve âdeta gurbette bulunduğumuzu unutuyoruz. " -R. N. Güntekin. söz tutmak söz dinlemek. söz vermek bir işi yapacağını kesinlikle bildirmek: "Vaktim yok, bana para bul, şu borcu ödeyeyim, söz verdim." -P. Safa. söz yok! hakkında hiçbir şey söylenilemez: "Bizim kibarlığımıza söz yok, ama veresiye deyince dayanamam." -M. Ş. Esendal. sözde kalmak yapılacağı bildirilmiş bir iş konuşulup gerçekleşmemek, söze atılmak bir konu konuşulurken birden araya girip konuşmaya başlamak: "Neyyire Hanım hemen söze atıldı." -Y. K. Karaosmanoğlu. söze başlamak konuşmaya başlamak, bir konuya girmek: "Heykelinizi diktirmek istiyormuşsunuz, diye söze başladı." -H. Taner, söze karışmak başkaları konuşurken araya girip konuşmak: "Birdenbire söze karışarak düdük gibi bir sesle işi doğruladı." -R. N. Güntekin. söze son vermek konuşmayı bitirmek: "Umarım ki sizi tatmin ettim diyerek sözlerine son verdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. söze yatmak söz dinlemek, sözü açılmak bir şey veya bir konu üzerinde konuşulmaya başlanmak. sözü ağzına tıkamak bir kimsenin konuşmasına fırsat vermeden kendisi konuşmaya başlamak, sözü ağzında bırakmak (veya ağzından almak) (birinin) söylemekte olduğu şeyi bitirtmemek: "Kız, sözü anasının ağzından alarak: -Zaten biz geleli daha kaç gün oldu? dedi." -M. Ş. Esendal. sözü ağzında gevelemek lafı ağzında gevelemek. sözü ağzında kalmak konuşmasını bitirememek: "Doktorun sözü ağzında kaldı. Sevim hanım: -Hâl neresi oluyor? diye sordu." -M. Ş. Esendal. sözü bağlamak konuşmayı bir sonuca vardırmak: "Sözü şöyle mi bağlayacağız: aydın kişinin hem akıllı hem bilgili hem zeki olması zorunludur. " -A. İlhan, sözü çevirmek konuşmanın sakıncalı bir biçim aldığını anlaşıldığında başka bir konuya yönelmek, lafı veya konuyu değiştirmek: "Yüzüm biraz değişmiş olmalı ki, Hayri sözünü çevirdi." -M. Ş. Esendal. sözü dağıtmak konuşurken birçok konuya değinerek anlatmak isteği konudan uzaklaşmak: "Konuştuğu konu üstünde, sözü dağıtmadan dikkatini, bilgisini onun kadar toplayan insan görmedim." -Y. Z. Ortaç. sözü edilmek 1) adı anılmak, bahsedilmek; 2) önemli sayılmak: "Kendim askerlikte sözü edilir bir hizmet görmüş değilim. " -B. Felek, sözü geçmek 1) kendisini kabul ettirmiş olmak, hatırı sayılmak: "Sağ olsun, tanıdıklardan hatırı sayılır, sözü geçer emekli bir millî eğitim müfettişi vardı." -H. Taner. 2) adı anılmak, bahsedilmek, sözü kesmek 1) konuşmasını bitirmeden susmak; 2) başkasının konuşmasını önlemek. sözü mü olur? üzerinde konuşacak kadar önemi yok. sözü sohbeti yerinde güzel, oyalayıcı, kırmadan konuşan: "Bayanın kocası olan şişman adamcağız, sözü sohbeti yerinde, efendiden bir adam." -M. Ş. Esendal. sözü tartmak ölçülü konuşmak. sözü uzatmak gereğinden çok konuşmak: "Bu hesapları yapabildiğimi göstermek için bu kadar sözü uzatıyorum." -A. Mithat, sözüm yabana (veya meclisten dışarı) konuşma arasında çirkin bir söz kullanmak gerektiğinde o sözden orada bulunanların alınmamasım belirtmek için söylenen bir söz: "Gülseren, sözüm meclisten dışarı, uygunsuz bir çift yakalamış bekçi, dedi." -H. Taner, sözün ardı boşa çıkmak söz olumlu sonuca ulaşmamak: Her sefer ki gelişimde bu katakulliyi okursun, fakat sözün ardı hep boşa çıkar." -H. R. Gürpınar, sözünde durmak verdiği sözü yerine getirmek, verdiği sözden dönmemek, verdiği sözü tutmak: "Sözümüzde durmuştuk, benzeme bahsine girmedik." -R. H. Karay, sözünden çıkmamak birinin isteklerine, öğütlerine, sözlerine uyarak davranmak: "Halit Ağabey ..sen benim büyüğümsün, sözünden çıkmam." -S. F. Abasıyanık. sözünden dönmek verdiği sözü yerine getirmemek veya tutmamak. (bir kimsenin) sözüne gelmek sonunda birinin söylediğini kabul etmek, sözünü (veya sözünüzü) balla kestim (veya kesiyorum) karşısındakinin konuşmasını kesip arada herhangi bir şey hatırlatmak istenildiğinde izin dilemek için söylenen bir söz. sözünü esirgememek (veya sakınmamak) düşündüğünü, karşısındakini kıracak bir söz olsa bile söylemekten çekinmemek: "Dikbaşlı ve sözünü esirgemez bir insan olduğundan orada bir köşede, küçük bir kâtip kalmıştı." -Y. K. Beyatlı. "Emine iskambil falı açıyor, dikiş dikiyor, çorap örüyor, kafasına uyan insanlarla konuşuyor, sözünü sakınmıyor." -H. E. Adıvar. sözünü geri almak 1) üstüne aldığı bir işten vazgeçtiğini söylemek; 2) söylemiş olduğu bir sözde haksız olduğunu kabul ederek onun söylenmemiş sayılmasını istemek, sözünü kesmek biri konuşurken söze karışıp onun konuşmasına fırsat vermemek: "Birkaç söz daha söyleyip esasa geçmek istedi ise de arkada oturanlardan biri onun sözünü kesti." -M. Ş. Esendal. (birinin) sözünü tutmak öğüdüne uymak, (kendi) sözünü tutmak verdiği sözü yerine getirmek: "Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin." -S. F. Abasıyanık. sözünün eri olmak verdiği sözü ne olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak.
→ söz başı, söz birliği, söz bölüğü, söz bölükleri, söz cambazı, söz dağarcığı, söz dalaşı, söz dizimi, söz dizimsel, söz düellosu, söz ebesi, söz ehli, sözgelimi, sözgelişi, söz gösterisi, sözgötürmez, söz hazinesi, söz karışıklığı, söz kesimi, söz konusu, söz meydanı, söz misali, söz rüşveti, söz sahibi, söz sırası, söz temsilî, söz ustası, söz varlığı, söz yarışı, söz yazarı, söz yitimi, söz zinciri, sözüm ona, sözün kısası, sözüne sahip, sözünübilmez, sözünün eri, acı söz, ağır söz, ara söz, beylik söz, bir çift söz, eğri söz, iğneli söz, ilke söz, katı söz, kuru söz, lastikli söz, ön söz, özlü söz, pis söz, tatlı söz, atalar sözü, atasözü, namus sözü, şeref sözü
söz başı is. Ön söz.
söz birliği is. Ağız birliği, söz birliği etmek ağız birliği etmek: "Çocuklar sanki söz birliği etmişçesine ortadan yok olmuşlar." -H. Taner.
söz bölüğü is. dbl. Anlatımın herhangi bir parçası.
söz bölükleri ç. is. dbl. Kelimelerin isim, sıfat, fiil, zamir, edat, bağlaç, zarf, ünlem diye adlandırılan türleri.
söz cambazı is. Söz söylemesini iyi bilen, ağzı laf yapan kimse.
söz cambazlığı is. Sözü iyi kullanma becerisi.
sözce zf. (sözce) Söz bakımından.
sözcü is. 1. Bir kurul, bir topluluk veya kişi adına söz söyleme, onun düşünce ve davranışlarını savunma yetkisi olan kimse: "Kongrede bunların beş yüz sözcüsü bulunuyordu." -H. Taner. 2. Bir komisyonun verdiği kararların gerekçesini kaleme alıp genel kurul karşısında savunmakla görevlendirilen üye, raportör.
→ basın sözcüsü, grev sözcüsü, kanun sözcüsü, yasa sözcüsü
sözcük, -ğü is. Kelime.
→ sözcük hazinesi, sözcük türü, sözcük vurgusu
sözcük hazinesi is. dbl. Söz varlığı.
sözcük türü is. dbl. Kelime türü.
sözcük vurgusu is. dbl. Kelime vurgusu.
sözcülük, -ğü is. Bir kurul, bir topluluk veya kişi adına konuşma görevi, raportörlük: "Bana sözcülük etmişsiniz, onun elçisine karşı benim elçim olmuşsunuz." -T. Oflazoğlu.
söz dağarcığı is. dbl. Bir dilde kullanılan veya bir kimsenin bildiği, kullandığı sözlerin bütünü, söz varlığı, vokabüler, kelime hazinesi.
söz dalaşı is. Karşılıklı söz söyleme, sözle saldırma.
sözde sf. 1. Gerçekte öyle olmayıp öyle geçinen veya bilinen: Sözde bilgin. 2. zf Sözüm ona, sanki, güya: "Yazı yazmakta o kadar tembelim ki sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım." -Ö. Seyfettin.
→ sözde özne
sözde özne is. dbl. Edilgen fiilin özne görevini yüklenmiş nesnesi, dolaylı özne: Kapı açıldı cümlesindeki kapı sözde öznedir.
söz dizimi is. dbl. Bir cümleyi oluşturan kelime türlerinin arasındaki İlişkileri inceleyen dil bilgisi kolu, cümle bilgisi, nahiv, sentaks.
söz dizimsel sf. dbl. Söz dizimi ile ilgili olan, sentaktik.
söz düellosu is. îki kişi arasında sözle yapılan tartışma, söz yarışı.
söz ebeliği is. Laf ebeliği.
söz ebesi is. Laf ebesi.
söz ehli is. Konuşması istekle, zevkle dinlenen kimse.
sözel sf 1. Sözle ilgili, söze dayanan. 2. Sosyal konuları kapsayan (smav).
→ sözel Öğrenme
sözel öğrenme is. eğt. Düşüncelerin iletişimi ve açıklanması için gerekli anlama ve anlatma becerilerini elde etme işi.
söz gelimi e. Söz gelişi.
söz gelişi e. Bir düşünceyi açıklamak için Örnek gösterileceğinde o örneğe giriş olarak söylenen bir söz, söz gelimi, söz misali, temsil, söz temsili, örneğin, mesela, bilfarz: "Söz gelişi, dün sırlında torbasıyla eskicilik yapan biri, bugün özel arabasıyla tiyatroya geliyor." -N. Cumalı.
söz gösterisi is. TV Toplumun İlgisini çeken, çeşitli konuların ele alındığı, karşılıklı şaka ve takılmalarla süslenen program, çene yarıştırma, tolkşov.
sözgötürmez sf. Sugötürmez.
söz hazinesi is. Söz varlığı.
söz karışıklığı is. psikol. Bir kelimenin yerine bir başkasını kullanma biçiminde görülen konuşma bozukluğu, kelime karışıklığı, parafazi.
söz kesimi is. Gençlerin evlenmeleri için Ön anlaşma yapılması, sözlenme.
söz konusu sf. Sözü edilen, üzerinde konuşulan, bahis konusu, bahis mevzusu, mevzuubahis. söz konusu edilmek sözü edilmek, konuşulmak, söz konusu olmak üzerinde konuşulmak, bahis konusu olmak, bahis mevzusu olmak.
sözlendirici is. sin. Bir filmin sözlendirilmesinde çalışan kimse, dublajcı.
sözlendiricilik, -ği is. Sözlendirici olma durumu ve sözlendiricinin İşi, dublajcılık.
sözlendîrme is. Sözlendirmek işi.
sözlendirmek (-i) sin. 1. Bir filmi görüntüleriyle eş zamanlı olarak sözlü duruma getirmek. 2. Yabancı bir filmin dilini başka bir dile çevirmek.
sözlenme is. Sözlenmek işi veya durumu.
sözlenmek (nsz) Evlenmek için anlaşarak kesin karar vermek.
sözleşme is. 1. Sözleşmek işi. 2. huk. Hukuki sonuç doğurmak amacıyla iki veya daha çok kişinin, kuruluşun karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarıyla gerçekleşen işlem, bağıt, akit, mukavele, kontrat: "Anayasa, her şeyden önce bütün vatandaşların uymak zorunda olduğu bir toplum sözleşmesidir." -N. Cumalı. 3. Bu işlemi gösteren belge, mukavelename, sözleşme yapmak huk. bir sözleşmeyi yazılı olarak belirlemek, mukavele yapmak, kontrat yapmak.
→ sözleşme tutanağı, ana sözleşme, opsiyonlu sözleşme, ön sözleşme, toplu sözleşme, iş sözleşmesi, kira sözleşmesi, kredi sözleşmesi, lisans sözleşmesi, ortaklık sözleşmesi, satış sözleşmesi
sözleşmek (nsz, -le) 1. Herhangi bir iş konusunda birbirine karşılıklı söz vermek. 2. Belli bir yerde, belli bir saatte buluşmayı kararlaştırmak.
sözleşmeli sf. 1. Sözleşmeye dayanan, sözleşme yapılmış olan, mukaveleli, kontratlı. 2. zf. Sözleşme yapılarak.
sözleşmesiz sf. 1. Sözleşmeye dayanmayan, sözleşme yapılmamış olan, mukavelesiz, kontratsız. 2. zf. Sözleşme yapılmayarak, sözleşme olmaksızın.
sözleşme tutanağı is. Sözleşme şartlarını içeren belge.
sözlü sf. 1. Sözle, konuşma biçiminde yapılan, ağızdan, şifahi, yazdı karşıtı; Sözlü sınav. 2. Herhangi bir konu ile ilgili olarak biri ile sözleşmesi bulunan. 3. Evlenmek için birbirine söz vermiş olan (kimse), yavuklu.
→ sözlü film, sözlü saldırı, sözlü soru önergesi, açık sözlü, çok sözlü, sazlı sözlü, tatlı sözlü, tok sözlü
sözlü film is. sin. Oyuncuların yalnız davranışlarını değil, konuşmalarını da veren film.
sözlük, -ğü is. Bir dilin bütün veya belli bir çağda kullanılmış kelime ve deyimlerini alfabe sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan, başka dillerdeki karşılıklarını veren eser, lügat: Türkçe Sözlük. Tarama Sözlüğü. Fransızca-Türkçe Sözlük. Türkçeden Almancaya Sözlük.
→ sözlük bilgisi, sözlük bilimi, sözlük birimi, ansiklopedik sözlük, cep sözlüğü, el sözlüğü
sözlük bilgisi is. Sözlük bilimine ilişkin bilgiler.
sözlük bilimci is. Sözlük bilimi uzmanı, leksikograf.
sözlük bilimi is. Sözlük yazma ve hazırlama işi, leksikografı.
sözlük birimi is. Sözlükte madde başı olarak yer alacak anlamlı söz varlığı.
sözlükçe is. Herhangi bir bilim dalının söz varlığını içeren sözlük.
sözlükçü is. Sözlük yazarı veya hazırlayanı, lügatçi.
sözlükçülük, -ğü is. Sözlük yazma veya hazırlama işi, sözlük yazarlığı, lügatçilik.
sözlü saldırı is. Kişi veya kişileri rahatsız etmek amacıyla söz ile sataşma, laf atma.
sözlü soru önergesi is. Türkiye Büyük Millet Meclisinde sözlü olarak cevaplandırılması istenen soru.
söz meydanı is. Serbestçe konuşulacak yer.
söz misali is. Söz gelişi.
söz rüşveti is. Bir çıkar sağlamak için bir kimseyi övme: "Hacı Ömer, beni bir kere de bir söz rüşveti ile yemlemeye çalıştı." -R. N. Güntekin.
söz sahibi is. Bir konuda bilgisi veya yetkisi olan kimse.
söz sırası is. Bir toplulukta konuşma yapma zamanı: "Bu fırsattan istifade ederek söz sırasını elime geçirmek istedim." -P. Safa.
sözsüz sf. Konuşmadan yapılan.
→ sözsüz oyun
sözsüz oyun is. tiy. Pandomim.
söz temsili e. Sözgelişi: "Değişik yüz görmek, değişik söz işitmek - insanın ne bileyim ben söz temsili bu - gözünü, gönlünü açıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
söz ustası is. Söz söylemesini bilen veya ağzına söz yakışan kimse.
sözüm ona zf. Sanki, öylesine, güya: "Sakal, tozpembe yanaklarına sözüm ona, erkeksi bir gölge katıyor kuruntusundalar." -H. Taner.
sözüne sahip, -bi sf. Söylediğini yerine getiren, sözünü tutan.
sözün kısası zf. Kısacası.
sözünübilmez sf. Bir sözü, nereye varacağını düşünmeden söyleyen, patavatsız.
sözünün eri is. Verdiği sözü ne olursa olsun yerine getiren kimse.
söz varlığı is. dbl. Bir dildeki sözlerin bütünü, söz hazinesi, söz dağarcığı, sözcük hazinesi, vokabüler, kelime hazinesi.
söz yarışı is. Söz düellosu.
söz yazarı is. Müzik parçalarının metnini yazan kimse, güfteci.
söz yitimi is. tıp Ses çıkarma yeteneği kaybolmadığı hâlde istenilen sözü bulup söyleyememe hastalığı, afazi.
söz zinciri is. dbl. Dil birimlerinin birbirini izlemesinden doğan ve ardışıklığa dayanan düzen.