so

soba is. (so'ba) Mac. szoba Bir yeri ısıtmak için içinde kömür, odun veya gaz yakılarak kullanılan bir araç: "Gözünü soba ateşine dikip ne düşünüyorsun." -H. E. Adıvar.

katalitik soba, gaz sobası, odun sobası

sobacı is. Soba yapan, satan, onaran veya kuran kimse.

sobacılık, -ğı is. Sobacının İşi veya mesleği.

sobalık, -ğı sf. 1. Sobaya girebilecek büyüklükte olan: Sobalık odun. 2. Soba yapmaya elverişli olan: Sobalık saç. 3. Sobanın alabileceği miktarda olan: Bir sobalık odun.

sobe is. Genellikle kovalamaca, saklambaç vb. çocuk oyunlarında, ebeden önce davranıp daha önce kararlaştırılmış yere ulaşıldığında söylenen söz.

sobeleme is. Sobelemek işi.

sobelemek (-i) 1. "Sobe" diyerek ebeden Önce kararlaştırılmış yere ulaşıldığını bildirmek. 2. mec. Yakalanmak.

soda is. (so'da) ing. soda-water' in kısaltması 1. Sindirimi kolaylaştırmak, susuzluğu gidermek, içkileri sulandırmak İçin kullanılan, İçinde sodyum karbonat bulunan, köpüren su. 2. Temizlik işlerinde kullanılan bir çeşit tuz.

çamaşır sodası, maden sodası

sodyum is. (so'dyum) Fr. sodium kim. Atom numarası 11, atom ağırlığı 22,990, yoğunluğu 0.971 olan, 97,5 °C'de eriyen, deniz ve kaya tuzlarında, doğada birleşik olarak çok yaygın bulunan, beyaz, parlak, mum gibi yumuşak bir element (simgesi Na).

sodyum bikarbonat, sodyum ftorit, sodyum fosfat, sodyum hidroksit, sodyum hiposülfît, sodyum karbonat, sodyum klorür, sodyum nitrat, sodyum sülfat

sodyum bikarbonat is. kim. Özellikle kabartma tozu olarak kullanılan madde (NaHC03).

sodyum florit is. kim. Metalürjide, eczacılıkta kullanılan kristal madde (NaF).

sodyum fosfat is. kim. Eczacılıkta, hekimlikte kullanılan fosforik asidin sodyumlu tuzu (NaH2, NaHP04, Na3P04).

sodyum hidroksit, -di is. kim. Sabun yapımında kullanılan, 320 °C'de eriyen kuvvetli bir baz, sut kostik (NaOH).

sodyum hiposülfît is. kim. Fotoğrafçılıkta, eczacılıkta kullanılan, suda eriyebilen kristal madde (Na2S204).

sodyum karbonat is. kim. Sabun yapımında, temizlik işlerinde kullanılan, güçlü bir alkali tuz (Na2C03).

sodyum klorür is. kim. Tuz.

sodyumlu sf. Birleşiminde sodyum bulunan.

sodyum nitrat is. kim. Gübre yapımında, eti korumada kullanılan madde (NaN03).

sodyum sülfat is. kim. Tekstil, kâğıt, cam sanayisinde kullanılan madde (Na2S04).

sof is. Ar. şüf esk. 1. Bir çeşit sertçe, ince yünlü kumaş. 2. Ham ipekten yapılmış astarlık kumaş: Ankara sofu.

sofa is. Ar. şuffe Evlerde oda kapılarının açıldığı genişçe yer, hol: "Bir sabah kalktım, sofaya muhtar önde bütün köylü yığılmış." -H. E. Adıvar.

sofi is. (so:fı:) Ar. şüfîdin b. Mutasavvıf.

sofilik, -ği is. Sofi olma durumu.

sofist is. fel. Sofizmden yana olan kimse, düşünce vb.

sofistik, -ği sf. Fr. sophistiaue Safsatah, yanıltman.

sofistike sf. Fr. sophistiaue 1. Aşırı ölçüde yapmacıklı davranan (kimse). 2. Aşırı karmaşık olan (durum).

sofistlik, -ği is. Sofist olma durumu.

sofiyan is. (so:fiya:n) Ar. sû/î + Far. -ân esk. Sofiler.

sofiyane sf. (so:fiya:ne) Ar. şüfî + Far. -üne esk. Tasavvufla ilgili veya mutasavvıflara yakışır biçimde olan.

sofizm is. Fr. sophisme fel. Bilgicilik.

sofora is. bot. Çin kökenli olup Kore yarımadasında yetişen, 15-20 m boy atabilen, 1 m eninde gövdeye ulaşabilen, dalları uzun, hafif kıvrık ve koyu yeşil renkte olan bir tür ağaç (Sophorajaponica).

sofra is. Ar. sufre 1. Masa, sini vb. şeylerin, yemek yemek üzere hazırlanmış durumu: "Yemek vakti gelmiş, misafirler sofraya oturmuşlardı." -R. N. Güntekin. 2. Yemek (yedirme ve yeme): Onun sofrası herkese açıktır. 3. Birlikte yemek yiyenlerin tümü: Bizim sofra çok şendir. 4. Genellikle tekerlek biçiminde, üzerinde yemek de yenebilen ayaklı hamur tahtası: "Bir gün sofra masasının altına saklanmıştım da beni bir türlü bulamamıştın." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Halı göbeğinde daire biçimindeki çiçekli bölüm. 6. hlk. Anüs: Çocuğun sofrası dışarı fırlamış, sofra donatmak sofraya bol ve türlü yiyecekler koymak, sofra (veya sofrayı) kaldırmak (veya toplamak) yemek yendikten sonra masa, sini vb.ni temizlemek: "Sofrayı topladıktan sonra yanımıza uğramadı." -M. Ş. Esendal. sofra (veya sofrayı) kurmak yemek yemek İçin sofra takımını dizmek ve yiyecekleri hazırlamak: "Hanımlar sessiz hareketlerle ortaya iki sofra kurmuşlardı." -A. Gündüz.

sofra başı, sofra bezi, sofra duası, sofra örtüsü, sofra tahtası, sofra takımı, sofra tuzu, sofrası açık, çilingir sofrası, içki sofrası, iftar sofrası, yer sofrası, Zekeriya sofrası

sofra başı is. Sofranın etrafı, yemek yeme yeri.

sofra bezi is. Sofranın altına serilen yaygı.

sofracı is. tor. Saraylarda sofrayı kurma, kaldırma, yemeği dağıtma vb. işlerle görevlendirilmiş kimse: "Çatlasan sofracı Rum'dan karı olmaz adama." -M. A. Ersoy.

sofra duası is. Yemek sonunda yapılan dua.

sofralık, -ğı sf. Sofrada yemeye yarayan: Sofralık üzüm. Sofralık zeytin.

sofra örtüsü is. Sofra kurulurken masanın üzerine serilen örtü.

sofrası açık, -ğı sf. Konuklarını yemeğe alıkoymayı seven, sofrasında konuk eksik olmayan (kimse).

sofra tahtası is. Yerde yemek yeneceği zaman üzerine sofra takımı konan alçak masa: "Sofra tahtası, çardağın köşesinde kalan zeytinin gölgesinde kurulmuştu." -N. Cumalı.

sofra takımı is. Yemek yerken kullanılan çatal, bıçak, tabak, örtü, peçete vb. şeylerin tümü.

sofra tuzu is. İyot bakımından zenginleştirilmiş, ince toz hâline getirilmiş tuz.

softa is. Far. sûhte esk. 1. Medrese öğrencisi: "Okuyanlardan biri on altı, on yedi yaşlarında genç bir softa." -M. Ş. Esendal. 2. İlmiyeden olanlara aşağılamak amacıyla verilen ad. 3. mec. Bir görüşe, bir inanışa körü körüne bağlanan kimse: "İnandığından başka inanılacak şey olmadığına inanan insan softadır." -O. V. Kanık. 4. mec. Yaşadığı çağın gerisinde kalmış, geri kafalı kimse: "Bizim moruk yeni kafalı görünmek ister amma halis muhlis softadır." -P. Safa.

softaca zf (softa'ca) Softaya yaraşır (bir biçimde).

softalaşma is. Softalaşmak işi.

softalaşmak (nsz) Bir görüşe, bir inanışa körü körüne bağlanmak, softa durumuna gelmek.

softalık, -ğı is. Softa olma durumu.

sofu sf Ar. şüfî Dinin buyruk ve yasaklarına bütünüyle uyan (kimse).

kaba sofu

sofuca zf. Sofuya yaraşır biçimde.

sofuluk, -ğu is. 1. Sofu olma durumu: "Gerek baba gerek de ana tarafından sofuluk göreneğine vâris olamadım." -Y. K. Beyatlı. 2. Sofuca davranma: "Almanlar İstanbul'a gelince sofuluk taslıyorlar." -Ö. Seyfettin.

soğan is. bot. 1. Zambakgillerden, yemeklere tat vermek için yumrusu ve yeşil yapraklan kullanılan güzel kokulu bitki (Allium cepa). 2. Çiğdem, lale, zambak, sarımsak vb. bitkilerin toprak altındaki yumru kökü.

soğan çiçeği, aksoğan, göksoğan, kuru soğan, taze soğan, yeşil soğan, ada soğanı, arpacık soğanı, çiçek soğanı, köpek soğanı

soğancı is. Soğan yetiştiren veya satan kimse.

soğancık, -ğı is. bot. 1. Yalın kat yaprakla sarılı, besin bakımından zengin küçük soğan. 2. Sarımsak dişi. 3. anat. Beyinle omurilik arasında kalan son bölge.

soğancılık, -ğı is. Soğan yetiştirme veya satma işi.

soğan çiçeği is. hlk. Fulya.

soğanımsı sf. Soğansı.

soğanlama is. Soğanlamak işi veya durumu.

soğanlamak (nsz) Soğan katmak.

soğanlı sf. İçinde soğan bulunan, içine soğan doğranmış olan, soğanla pişirilmiş olan: Soğanlı yahni.

soğansı sf. Soğanı andıran, soğana benzeyen, soğan gibi, soğanımsı.

Soğdakça öz. is. Soğdca.

Soğdca öz. is. (so'ğdca) 1. Orta Asya'da Soğdların kullandıkları İran kökenli ölü dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

soğrulma is. Soğrulmak işi.

soğrulmak (nsz) Soğurma işine konu olmak.

soğrumsama is. kim. vefiz. Yüze soğurma.

soğuk, -ğu sf. 1. Isısı düşük olan, sıcak karşıtı: Bit el soğuktu ve titriyordu." -P. Safa. 2. Üşütecek derecede ısısı olan: "Güneşli, soğuk bir gündü." -S. F. Abasıyanık. 3. is. Isının üşütecek kadar az veya düşük olması durumu: "Karın soğuğu başka bir tür soğuktur." -S. F. Abasıyanık. 4. zf İlgisiz, sevimsiz bir biçimde veya memnuniyetsizliğini belli ederek. 5. mec. Duygudan, sevgiden yoksun olan, yakın ve içten olmayan. 6. mec. Yakın ve içten olmayan, ilgisiz: "Soğuk tavırla birbirlerini selamlayıp uzaklaştılar. " -R. H. Karay. 7. mec. Sevimsiz veya yersiz, antipatik: "Bu soğuk, yavan sözler zevkimi rencide ediyordu." -H. C. Yalçın. 8. mec. Cinsel istek duymayan: Soğuk bir kadın. soğuk almak üşüyerek hastalanmak, üşütmek: "Soğuk almak yahut hırsızlara soyulmak tehlikesi de yok." -R. N. Güntekin. soğuk çalmak soğuk bitkiye zarar vermek. soğuk çıkmak hava soğumak, soğuk durmak ilgisiz, sevimsiz davranmak: "Suat ilgilerine heyecanla karşılık vermiyor, biraz uzak ve soğuk duruyordu." -A. İlhan, soğuk duş etkisi yapmak ansızın bildirilen tatsız bir haber olumsuz bir tepki yaratmak, soğuk düşmek (veya kaçmak) söz, davranış vb. yersiz ve sevimsiz olmak: "Bir cenaze alayında böyle bir latife az buçuk soğuk kaçmakla beraber pek yersiz de sayılmazdı." -R. N. Güntekin. soğuk ter dökmek (veya basmak) korku, heyecan anlannda birden terlemek: "Safınaz kardeşini düşününce soğuk ter döktü." -H. E. Adıvar. "Hele ansızın alnını, bıyıklarının dibini ve ensesini basan soğuk ter, sinsi bir ölüm korkusunu içine yılan gibi akıtıyor." -A. İlhan. soğuk vurmak (veya yakmak) çok soğuğun etkisiyle bitki kurumak.

soğuk algınlığı, soğuk bez, soğuk büfe, soğuk dalgası, soğuk damga, soğuk harp, soğuk hava deposu, soğuk ısırması, soğuk nevale, soğuk renkler, soğuk savaş, soğuk şaka, kuru soğuk, yüzü soğuk, kocakarı soğuğu, öküz soğuğu

soğuk algınlığı is. tıp Nezle, anjin, bronşit gibi üşütmeden İleri gelen rahatsızlık: "Hafif bir soğuk algınlığı sebebiyle dışarı çıkmamaya, oteldeki odamda çalışmaya karar verdim." -R. N. Güntekin.

soğuk bez is. Keten ipliğinden yapılmış, tülbende benzeyen bir tür ince, seyrek bez.

soğuk büfe is. Bazı toplantılarda, ayakta yenilmek için soğuk yiyecek ye içeceklerle hazırlanmış masa.

soğukça sf. 1. Soğuğa yakın. 2. zf Soğuk bir biçimde: "Getir biraz para ver diye el açmak soğukça kaçıyor." -R. N. Güntekin.

soğuk dalgası is. meteor. Yoğun olarak soğuk havanın art arda gelmesi.

soğuk damga is. Mürekkep kullanılmadan baskı ile yapılan kabartma damga.

soğuk harp, -bi is. Soğuk savaş.

soğuk hava deposu is. Bozulabilen yiyeceklerin konulduğu, sürekli olarak soğutulan depo.

soğuk ısırması is. Soğuğun etkisiyle parmaklarda, kulak kenarlarında oluşan kırmızı, kaşındıncı şiş.

soğukkanlı sf. Olaylara ve gelişmelere sakin, ılımlı ve temkinli yaklaşan (kimse), serinkanlı: "Atatürk, gündelik politika işlerinde, işte böylesine soğukkanlı, telaşsız, hesaplı ve hatta hoş görür bir insandı." -Y. K. Karaosmanoğlu. soğukkanlı olmak kolayca, öfke, telaş ve heyecana kapılmamak: "Büyük kumandanların harp zamanı soğukkanlı olmasını tavsiye ederler, fakat elde değil, diyordu."-V. R. Atay.

soğukkanlı hayvanlar

soğukkanlı hayvanlar ç. is. zool. Vücut ısıları yaşadıkları ortamın ısısına göre değişen hayvanlar: Balıklar, sürüngenler soğukkanlı hayvanlardandır.

soğukkanlılık, -ğı is. Soğukkanlı olma durumu, serinkanlılık: "Soğukkanlılığımı kaybetmek, terbiyesizlik etmek üzereyim." -R. H. Karay.

soğuklama is. Üşüterek hastalanma, soğuk algınlığı.

soğuklamak (nsz) hlk. Üşüterek hastalanmak, soğuk almak: "Yetmişi geçmiş, o hâline bakmadan geçende kahveye gitmiş, soğuklamış mı sana." -A. Gündüz.

soğuklaşma is. Soğuklaşmak işi.

soğuklaşmak (nsz) 1. Soğumak. 2. mec. İlgisiz, isteksiz, sevimsiz bir durum almak, soğuk davranmak.

soğuklaştırma is. Soğuklaştırmak işi.

soğuklaştırmak (nsz) Soğuk duruma getirmek.

soğukluk, -ğu is. 1. Soğuk olma durumu, soğuk bir etki yapan şeyin özelliği, bürudet: "Yatağımın içinde bu takır takır tahtaların soğukluğunu, sertliğini duyar gibi olurdum." -A. Ş. Hisar. 2. Yemeğin sonunda yenen meyve, hoşaf, komposto vb. şeyler. 3. Hamamlarda yıkanılan yerle giyinilen yer arasındaki az ısıtılan yer: "Öğle namazım hamamın soğukluğunda kıldı." -H. R. Gürpınar. 4. mec. Soğuk, sevimsiz ve ilgisiz davranış, İlgisizlik: "Delikanlı, soğukluğu iliklere işleyen soğuk bir sesle, evet efendim, dedi." -M. Ş. Esendal. 5. Sevimsiz olma durumu, antipati. 6. mec. Kırgınlığa, dargınlığa yol açabilen sevgi azalması. 7. mec. Cinsel istek duymama durumu.

bel soğukluğu

soğuk nevale is. İnsanlara yaklaşmayan, söz veya davranışları soğuk olan sevimsiz kimse.

soğuk renkler ç. is. Mavi, lacivert, mor ve bu renklerin tonları.

soğuk savaş is. 1. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu ve Batı Bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditlerinin bütün dünyada yarattığı gerginlik. 2. İki kişi arasında fazla belli edilmeden yaşanan çekişme.

soğuk şaka is. Hoş karşılanmayan, yersiz nükte veya sözle yapılan şaka: "Yoo sütnine, bak böyle soğuk şakalar istemem." -R. N. Güntekin.

soğulma is. Soğulmak işi.

soğulmak (nsz) hlk. 1. Suyu veya sütü çekilerek pörsümek. 2. coğ. Irmak, kuyu, pınar vb. yerlerde su çekilip yok olmak.

soğuma is. Soğumak işi.

soğumak (nsz) 1. Isısını hızla veya yavaş yavaş yitirerek soğuk duruma gelmek: "Üşüyorum, vücudumun soğuduğunu duyuyorum, dişlerim birbirine vuruyor." -R. H. Karay. 2. (-den) mec. Birine veya bir şeye duyulan istek, sevgi ve İlgi kalmamak: "Belki de benim başkasıyla evlenip gidişim üzerine hayattan soğudu, kendini koyverdi." -H. Taner.

soğumölçer is. Soğuma durumunu ölçmeye yarayan alet.

soğurgan sf. Emen, soğuran.

soğurganlık, -ğı is.fız. Bir madde veya enerjiyi soğurma gücü, yeteneği.

soğurma is. 1. Soğurmak işi. 2. astr. Bir ortamın ışık enerjisini belli nicelikte emmesi olayı. 3.Jiz. Katı veya sıvı bir maddenin bir gazı, ışığı içine alması, emmesi, absorbe.

yüze soğurma

soğurmak (-i) 1. Bir madde bir sıvıyı içine çekmek, 2. fiz. Katı veya sıvı bir madde soğurma yoluyla bir gazı içine almak, emmek, massetmek, absorbe etmek: Siyah yüzeyler ışık enerjisini soğurup ısıl enerji durumuna getirirler.

soğurman sf. Soğurma yoluyla çalışan.

soğurucu is. fiz. Soğurma özelliği gösteren madde.

soğurulma is. Soğurulmak işi.

soğurulmak (nsz) Soğurma işi yapılmak.

soğuruş is. Soğurmak işi veya biçimi.

soğuşma is. Soğuşmak işi.

soğuşmak (nsz) Toprak su soğurup tavlanmak.

soğutkan sf. 1. Sıcaklığı azaltan, soğutma özelliği oîan. 2. is. Soğutmaç, soğutucu.

soğutma is. Soğutmak işi.

beton soğutma, derin soğutma

soğutmaç, -cı is. Soğutucu.

soğutmak (-i) 1. Soğumasını sağlamak, soğumasına sebep olmak: Suyu soğutmak. 2. (-den) mec. Herhangi bir durum, kişi, olay; birine, bir yere veya bir şeye karşı duyulan sevgi ve ilginin yok olmasına yol açmak: "Fakat kız kardeşiyle annesinin iki ay ara ile ölmesi onu birdenbire istanbul'dan soğutmuştu. " -R. N. Güntekin.

soğutucu sf. 1. Soğutma özelliği olan, frigorifik. 2. is. Buzdolabı. 3. is. Bir makine veya yapıda, aşırı ısınmayı önlemek için yer alan düzen.

derin soğutucu

soğutulma is. Soğutulmak işi.

soğutulmak (nsz, -den) Soğutma işine konu olmak.

soğutuş is. Soğutma işi veya biçimi.

soğuyuş is. Soğuma işi veya biçimi.

sohbet is. Ar. şuhbet 1. Dostça, arkadaşça konuşarak hoş bir vakit geçirme, söyleşi, yârenlik, hasbihâl: "Biraz evvelki sükûtu şimdi hararetli bir sohbet takip ediyordu." -H. C. Yalçın. 2. ed. Söyleşi: "Tam fikir ve sanat sohbetlerine yakışan bir çerçeve içindeyiz." -A. Haşim. sohbet etmek dostça, arkadaşça konuşarak hoş bir vakit geçirmek, söyleşide bulunmak, yarenlik ermek, hasbihâl etmek: "Sofra başında sohbet etmeyi sever..." -A. Ş. Hisar.

sohbet ustası, hoşsohbet, can sohbeti

sohbet ustası is. Konuşması zevkle dinlenen ve doyurucu olan, dinleyicileri âdeta büyüleyen kimse: "Bu sohbet ustası radyo aracılığıyla tüm Türkiye'yi ağzına baktıran bir millî kahve ağabeyi hâline gelivermişti." -H. Taner.

sokak, -ğı is. Ar. zukâk İl, İlçe vb. yerleşim bölgelerinde, iki yanında evler olan, caddeye oranla daha dar veya kısa olabilen yol: "Biraz sonra şehrin bütün sokaklarında süvariler dörtnala koşmaya başladılar." -Ö. Seyfettin, sokağa atmak 1) birini düşkün, yoksul kalacak biçimde evden, iş yerinden uzaklaştırmak veya kovmak: İnsanı kolundan tutup sokağa atmazlar." -Halikarnas Balıkçısı. 2) para, eşya vb.ni boş yere harcamak. sokağa çıkmak gezmek veya bir İş görmek için evden çıkmak, sokağa dökülmek 1) herhangi bir sebeple dışarı çıkmak: "Her zaman, saat on bir buçuk dedi mi, kadın erkek, kol kola sokağa dökülürlerdi." -P. Safa. 2) gösteri, protesto gibi amaçlarla insanlar sokaklara, meydanlara inmek, sokağa (veya sokaklara) düşmek 1) kadın kötü yola saparak orta malı olmak; 2) bir şey çoğalıp değerini yitirmek; 3) sükûneti, huzura evin dışında aramak: "Babamın iğneli bakışlarından kurtulmak için o uyurken sokaklara düşerdim."-O. Kemal, (herhangi bir şeyi) sokakta bulmamak herhangi bir şeyi değerli ve önemli bulmak: "Ben böyle şeye gelemem efendim... Ben canımı sokakta bulmadım efendim." -R. N. Güntekin. sokakta kalmak sığınacak yeri olmamak, bakacak kimsesi bulunmamak: "Şimdi eski âdetler kalktı ama, bu öksüzün kimseciği yok, sokakta kaldı." -R. N. Güntekin. (bir şeyi) sokaktan toplamak kolayca sağlamak, masrafsız ve zahmetsiz elde etmek: "Baban parayı sokaktan topluyordu." -M. Ş. Esendal.

sokak çocuğu, sokak kadım, sokak kapısı, sokak kızı, sokak süpürgesi, sokaktaki adam, ara sokak, arka sokak, çıkmaz sokak

sokak çocuğu is. Vaktini genellikle sokaklarda geçirip eğitimden yoksun kalmış çocuk: "Sokak çocuklarım bir muzırlık yapmasınlar diye mektep çocukları gibi ikişer ikişer tabura sokarak bahçeden geçirdi." -R. N. Güntekin.

sokak kadını is. Kötü yola düşmüş kadın veya kız, sokak kızı.

sokak kapısı is. Evin sokağa açılan kapısı: "Sokak kapısının usulcacık açıldığını duydum. " -R. H. Karay.

sokak kızı is. Sokak kadım.

sokak süpürgesi is. Evinde oturmayıp çok gezen kadın, sürtük kadın.

sokaktaki adam is. 1. Genellikle kamuoyunun görüşünü dile getirdiğine inanılan herhangi bir kişi. 2. Vatandaş, belirgin bir özelliği olmayan, sıradan adam: "Hüsnü Paşa'nın oğlu olduğunu sık sık unutturup sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı." -H. Taner.

soket (I) is. İng. socket Kısa çorap.

soket (II) is. İng. socket Bir elektrik kablosunun ucunu oluşturan ve onu yapının bir bölümüne bağlayan parça.

sokma is. Sokmak işi.

sokmak, -ar (-i) 1. İçine veya arasına girmesini sağlamak. 2. Bir yere girmesini sağlamak, içeri almak: "Bizi içeriye aldı ve küçük bir odaya soktu." -F. R. Atay. 3. Bıçak, çakı, İğne vb. batırmak, saplamak. 4. Böcek, zehirli hayvan iğnesini batırmak veya ısırmak, zehirlemek: "Otların arasında bacaklarım yılan sokar." -R. N. Güntekin. 5. Yasak bir malı gizlice getirmek veya götürmek: Ülkeye kaçak eşya sokmak. 6. mec. Belli etmeden kötü bir malı vermek: Satıcı, elmaların çürüklerini sokmuş. 7. mec. Konuşma sırasında bir sözü, soruyu veya düşünceyi söyleyivermek: "Asım, fikrini birçok sözlerle sağlamlamaya uğraşırken, araya -Olmaz mı dersiniz, ne dersiniz?- gibi sualler sokuyor, cevap istiyordu." -R. H. Karay. 8. mec. Dokunaklı, kinci veya acı söz söylemek.

baldırsokan

sokman is. hlk. Bir çeşit uzun konçlu çizme.

sokra is. Yun. den. Güverte döşemelerinde iki ağacın uç uca gelmesiyle oluşan aralık.

sokranma is. Sokranmak işi veya durumu.

sokranmak (nsz) hlk. Söylenmek, homurdanmak, isteksiz iş görmek.

sokturma is. Sokturmak işi veya durumu.

sokturmak (-i, -e) Sokma işini yaptırmak.

soku is. hlk. 1. Taş dibek: "Evlerinin önü bulgur sokusu / Yel estikçe gelir yarin kokusu." -Halk türküsü. 2. Dibekte, havanda tahıl dövmeye yarayan tokmak.

sokucu is. Sokan, sokma işini yapan kimse.

sokulgan sf. Kısa sürede insanlarla kaynaşıp dost olabilen, kendini çabucak sevdiren: "Kaçırmaktan korkar gibi pek hafif adımlar, pek sokulgan nazarlarla ona doğru yürüdü." -R. H. Karay.

sokulganlık, -ğı is. Sokulgan olma durumu: "Hayvanın sokulganlığından cesaret alan bir başka kız da usulca yanına yaklaştı." -N. Cumalı.

sokulma is. Sokulmak işi.

sokulmak (nsz, -e) 1. Sokma İşine konu olmak. 2. Girmek: Yorganın altına sokulmak. 3. Yanaşmak, yaklaşmak: "Bazen de dayanamaz, yanına sokulur, saçlarını okşardı." -T. Buğra.

sokulu sf. 1. Sokulmuş olan: "... tokmağın altındaki kilitte bir sarı pirinç anahtar sokulu idi." -H. R. Gürpınar. 2. zfi Sokulmuş olarak.

sokuluş is. Sokulma işi veya biçimi: "Hepsinin bir sokuluşu ve birbirini sevişi vardı ki." -H. E. Adıvar.

sokum is. hlk. 1. Lokma. 2. Yufka ekmeğinden yapılan dürüm.

kuyruk sokumu, kuyruk sokumu kemiği

sokur is. esk. 1. zool. Köstebek. 2. sf. İçeriye batmış: Sokur göz. 3. sf. Bir gözü kör: Sokur hayvan.

sokuş is. Sokma işi veya biçimi.

sokuşma is. Sokuşmak işi veya durumu.

sokuşmak (-e) 1. Dar bir yere sokulmak. 2. Usulcacık araya girmek.

sokuşturma is. Sokuşturmak işi.

sokuşturmak (-i, -e) 1. Dar bir yere zorla veya iterek sokmak. 2. mec. Belli etmeden kötü bir malı vermek: Manav çürük elmaları sokuşturup çocuğa verdi. 3. mec. Dokunaklı, kırıcı veya acı söz söylemek: "İkide birde başlarında Selman gibi adamlar olduğunu sokuşturuyordu." -H. E. Adıvar.

sol (I) sf. 1. Vücutta kalbin bulunduğu tarafta olan, sağ karşıtı: Sol el. Sol kulak. 2. is. Bu taraftaki yön: Sola dönmek. 3. is. Sosyalizme yakın görüşte olan grup. 4. is. sp. Boksta sol yumrukla vuruş, sol eli beklemek şaka yemeğe beklenilen birine, yemeğe başlandığını anlatmak İçin kullanılan bir söz: Sol elimiz bekliyor, çabuk gelin, sol tarafından kalkmak 1) aksiliği, huysuzlukğu, tersliği üzerinde olmak; 2) işleri ters gitmek, iyi gününde olmamak, sol yapmak direksiyonu sola doğru çevirmek, sola yöneltmek, sola kaymak siyasette ve ekonomide sol eğilimli olmak.

sol açık, sol anahtarı, sol bek, sol eğilimli, sol haf, sol iç, sol şerit, solda sıfır, ortanın solu

sol, -lü (II) is. ît. sol müz. 1. Gam dizisinde fa ile la arasındaki ses. 2. Bu sesi gösteren nota işareti.

sol açık, -ğı is. sp. Futbolda sol başta bulunan oyuncu.

solak, -ğı sf. 1. Genellikle sol elini kullanan (kimse). 2. is. tar. Yeniçeri Ocağının, padişahın gözeticüiğini yapan asker sınıfı.

solaklık, -ğı is. Solak olma durumu.

sol anahtarı is. müz. Portedeki notaların sol yüksekliğinde olacağını gösteren işaret.

solaryum is. Fr. solarium 1. Hastalıkları güneş ışınları ile tedavi etmeyi amaçlayan kuruluş. 2. Yapay yolla bronzlaşmayı sağlayan aygıt.

sol bek is. sp. Bir takımın savunmasının sol yönünde yer alan oyuncusu.

solcu sf Sol görüşlü partilerin yandaşı olan (kimse).

solculuk, -ğu is. Solcu olma durumu.

solda sıfır sf. Hiçbir değeri ve önemi olmayan, benzerleriyle karşılaştırıldığında değersizliği daha iyi anlaşılan: "Olimpiyatlarda ne zamandır solda sıfırdık." -T. Halman.

soldurma is. Soldurmak işi.

soldurmak (-i) Solmasına sebep olmak: Güneş, boyaları soldurdu.

sol eğilimli sf. Dünya görüşü solculuğa yatkın olan.

solfej is. Fr. solföge müz. 1. Müzik ezgilerinin nota adları ile ses ve süre değerlerine uygun bir biçimde söylenmesi. 2. Notaları değerlerine göre seslendirmeyi amaçlayan müzik çalışması.

solgun sf Rengini, tazeliğini, canlılığını veya parlaklığını yitirmiş olan, solmuş: "Öyle solgun, öyle zayıftı ki, bir yolcudan ziyade bir hastaya benziyordu." -O. S. Orhon.

solgunlaşma is. Solgunlaşmak işi: "Tepedeki parmaklıklı delikten giren ışık, solgunlaşmaya başlamıştı." -Ç. Altan.

solgunlaşmak (nsz) Solgun duruma gelmek.

solgunluk, -ğu is. Solgun olma durumu.

sol haf is. T. sol + İng. half sp. Orta sahanın solunda oynayan oyuncu.

sol is. sp. Futbolda, sol açıkla santrafor arasında görev yapan hücum oyuncusu.

solidarist is. Fr. solidariste sos. Dayanışmacı.

solidarizm is. Fr. solidarisme sos. Dayanışmacılık.

solipsizm is. Fr. solipsisme fel. Tekbencilik.

solist is. Fr. soliste müz. Solocu: "Sıra şarkıcılığından çıkarak Köroğlu gibi adı dağlarda gezen şöhretli bir solist oluyor." -R. N. Güntekin.

assolist

solistlik, -ği is. Solistin görevi.

assolistlik

sollama is. Sollamak işi. sollama yapmak sollamak.

sollamak (nsz) Bir taşıt, önünden gitmekte olan taşıtın solundan geçmek: "Emirgân iskelesinin oralarda, ansızın sollayan serseri bir kamyondan kıl payı kurtuldu." -A. İlhan.

sollayış is. Sollama işi veya biçimi.

solluk, -ğu is. Sol olma durumu: "Soluz dedim ama solluğu bir başka yönden kabullendim, siz acaba ne düşündünüz de solluğu bize layık gördünüz?" -O. V. Kanık.

solma is. Solmak işi.

solmak, -ar (nsz) 1. Rengini yitirmek, rengi uçmak: "Sen, yüzü beyaz güller gibi solan / Adın ve senin?" -T. Oflazoğlu. 2. Tazeliğini, diriliğini veya parlaklığını yitirmek: "Kuşlar ağlıyor, çiçekler soluyor, yapraklar dökülüyor, ufuklar kararıyordu." -Ö. Seyfettin.

solmaz sf. Solmayan, rengini yitirmeyen.

solmazlık, -ğı is. Solmaz olma durumu.

solo is. (so'lo) İt. solo müz. Bir kişi tarafından söylenen veya çalınan müzik parçası, solo yapmak müzik parçası bir kişi tarafından söylenmek veya çalınmak: "Saksofoncu, saksafonun borusunu havalara kaldırarak sololar yapıyordu." -Ç. Altan.

solocu is. müz. Bir müzik eserini tek başına çalan, söyleyen sanatçı, solist.

sol şerit, -di is. Trafikte yolun veya caddenin sol tarafında yer alan yol çizgilerinin oluşturduğu bölüm.

solucan is. zool. Yuvarlak veya yassı, uzun kurtlara verilen genel ad. solucan gibi solgun ve zayıf (kimse): "Solucan gibi cılız ve pis bir çocukmuş." -R. N. Güntekin.

solucan düşürücü, solucan otu, bağırsak solucanı, yer solucanı, iplik solucanlar, ipsi solucanlar, yassı solucanlar, yuvarlak solucanlar

solucan düşürücü is. tıp Bağırsak kurtlarını öldürmeye veya organizmadan dışarı atmaya yarayan ilaç.

solucanlar ç. is. zool. Halkalılardan, yer solucanı, tenya, askarit gibi, vücutları uzun, yumuşak ve ayaksız hayvanları içine alan takım.

solucan otu is. bot. Birleşikgillerden, Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde yetişen, 15-35 cm yükseklikte, yuvarlak yapraklı çiçekleri solucan düşürücü olarak kullanılan çok yıllık ve otsu bir bitki (Pelargonium endlicherianum).

soluğan sf 1. Nefes darlığına tutulmuş. 2. is. den. Uzaklarda esen rüzgârdan sonra başlayan dalga hareketi: "Adaların kıyılarına gürleyen açık deniz soluğanları, ıssız koylara ak bir çizgi çekmişler." -Halikarnas Balıkçısı. 3. hlk. Sık soluyan (hayvan), soluğan etmek soluk soluğa bırakmak.

soluk, -ğu (I) is. 1. Akciğerlere çekilen, akciğerlerden atılan hava veya ciğerlere hava alıp verme, nefes: "Kalp gitgide hafiflemekteydi ve soluklarda hafif bir hışıltı başlamıştı." -R. N. Güntekin. 2. mec. Dikkat çekici, çarpıcı yanlan olan kimse veya şey. 3. mec. Tarz: Gençler dergimize yeni bir soluk getirdiler, soluk aldırmamak ara vermeden çalıştırmak, vakit bırakmamak, soluk almadan (dinlemek veya izlemek veya bakmak) bir davranışın dikkatle ve heyecanla yapıldığım anlatan bir söz: "Kendisini soluk almadan dinleyen sınıfın karşısında, talebesinden birini ayağa kaldırmış, konuşuyordu." -Y. Z. Ortaç, soluk almak 1) havayı ciğerlere çekmek, nefes almak: "Soluk aldığı bile hissedilmiyor." -R. N. Güntekin. 2) dinlenmek: "Hem biraz soluk alırım hem de adamcağızın gönlünü almış olurum." -S. M. Alus. soluk soluğa kalmak nefes alamayacak duruma gelmek, çok yorulmak: "Çıkrıkçılar yokuşunu bir sincap çevikliğiyle tırmanır ve yokuşun üst başında soluk soluğa kalırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. soluğu (bir yerde) almak bir yere hemen gitmek veya sığınmak: "Ben, Falih'in tavsiyesi üzerine o gün saat üçe doğru soluğu başyaver Celal'in yanında almıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. soluğu kesilmek (veya tutulmak) soluk almaz duruma gelmek, soluğunu kesmek bir şey çok heyecan veya korku vermek: "Adımı Türk Yurdu dergisinin kalın, kırmızı kapağında gördüğüm zaman sevinç soluğumu kesmişti." -Y. Z. Ortaç.

soluk borusu, soluk darlığı, soluk kesici, soluk soluğa, ses soluk, bir solukta

soluk, -ğu (II) sf. 1. Donuk bir beyazlığı olan, rengi atmış olan, solmuş, uçuk: "Dudağının soluk rengini bile fark ettirecek kadar rengi bir tuhaf kırmızıydı." -S. F. Abasıyanık. 2. Parlaklığını, gücünü yitirmiş (ışık): "Bahçeye, kafeslerden elenen soluk bir ışık vurmuş. " -Y. Z. Ortaç. 3. Rengi atmış olan: Soluk kumaş.

soluk benizli

soluk benizli sf. Sağlık sorunu sebebiyle yüzünün rengi solmuş olan.

soluk benizlilik, -ği is. Soluk benizli olma durumu.

soluk borusu is. anat. Gırtlakla bronşlar arasında bulunan, yaklaşık 12 cm uzunluğunda, havanın akciğerlere girip çıkmasını sağlayan boru, nefes borusu.

soluk darlığı is. Soluk alamaz durama gelme, nefes darlığı.

soluk kesici is. Çok heyecan veya korku veren.

soluklama is. Soluklamak işi veya durumu.

soluklamak (nsz) Soluk duruma gelmek.

soluklanma .is. Soluklanmak işi.

soluklanmak (nsz) 1. Geniş ve rahat soluk almak: Soluklanan hava. 2. Dinlenmek, teneffüs edilmek.

soluklaşma is. Soluklaşmak işi veya durumu.

soluklaşmak (nsz) Gerçek rengini yitirmek, rengi solmak.

solukluk, -ğu is. 1. Soluk olma durumu: "Kafa işlerimizin anemik bir soluklukta oluşunda yemeğe düşkünlüğümüzün rolü sanıldığından daha fazladır." -H. Taner. 2. den. Başı su altında tutarak yüzmeyi sağlayan soluk alma borusu, şnorkel.

soluk soluğa zf. Koşmaktan güçlükle soluk alarak, sık sık soluyarak, yorgun, bitkin veya telaşla, nefes nefese: "Soluk soluğa gelmişti; mühim bir haber getirmişti, belli." -E. E. Talu.

soluksuz zf. 1. Soluk alamayacak biçimde. 2. Ara vermeden.

soluksuzluk, -ğu is. 1. Soluksuz olma durumu. 2. ed. mec. Kolay, sürekli ve verimli yazamama: "Üstat onları kısırlık, zayıflık, bücürlük ve soluksuzlukla suçlarken bu kuşağın saman ekmeği ile beslendiğini ileri sürmüştür." -H. Taner.

soluma is. Solumak işi.

solumak 1. Nefes alıp vermek. 2. (nsz) Sık ve kesik soluk alıp vermek: "Devlerle güreşmiş gibi soluyordu." -T. Buğra. 3. mec. Zorlanmak, gücünün hepsini harcamak: "Otomobil soluyarak Kırmızıtepe'ye tırmanmaya başladı." -H. E. Adıvar.

solungaç, -cı is. zool. Suda yaşayan hayvanların solunum organı, galsame.

yassı solungaçlılar

solunma is. Solunmak işi.

solunmak (nsz) Soluk alıp vermek, teneffüs etmek.

solunum is. biy. Bütün canlılarda, oksijen alıp karbondioksit verme biçiminde görülen hareket, teneffüs.

solunum aygıtı, solunum sistemi, aerobik solunum, suni solunum, yapay solunum

solunum aygıtı is. Solunum sistemi.

solunum sistemi is. anat. Organizmada solunumu sağlayan organların tümü, solunum aygıtı.

solüsyon is. Fr. solution 1. Özellikle lastikleri yapıştırmakta kullanılan koyu, yapışkan madde. 2. Çözelti.

soluş is. Solma işi veya biçimi.

solutma is. Solutmak işi.

solutmak (-i) Solumasına sebep olmak: Bu yokuş beni soluttu.

soluyuş is. Soluma işi ve biçimi: "Burnundan soluyordu ve koca sofada sadece bu soluyuşlar işitiliyordu." -T. Buğra.

solüsyon is. Fr. solution kim. Çözelti.

som (I) sf. 1. İçi dolu olan ve dışı kaplama olmayan: "Köşk, som gümüş bir parmaklıkla ikiye bölünmüştür."-S. Birsel. 2. Katışıksız: "Karşıki binaların som ve ağır gölgelerinde Orta Çağın bütün azametli sıkleti var." -Y. K. Karaosmanoğlu.

som (II) is. Rıhtımın su üstünde olan bölümü.

som (III) is. zool. Kemikli balıklardan, hem denizde hem tatlı sularda yaşayan, eti beğenilen, irice bir balık, somon balığı, somon (Salmo salar).

som (IV) Kırgısiztan para birimi.

soma (I) is. (so'ma) Yun. bk. suma.

soma (II) is. (so'ma) Yun. Cinsiyet hücreleri dışında, vücut hücrelerinin tümü.

somak, -ğı (I) is. Ar. summak bot. bk. sumak.

somak, -ğı (II) is. hlk. Hayvanlarda yüzün çıkıntılı ve az çok sivri olan ön bölümü.

somaki is. Ar. summaki min. 1. Kızıl veya yeşil renkte, damarlı ve çok sert bir porfir türü mermer. 2. sf. Bu mermerden yapılmış: "Az sonra kraliçenin yeşil somaki banyosunda idim." -R. H. Karay.

Somalili öz. is. Somali halkından olan.

somata is. (soma'ta) Yun. Bademden yapılan bir şerbet, badem subyesi.

somon is. Fr. saumon Som (III).

somon balığı

somon balığı is. Som (III).

somun (I) is. Yun. Yuvarlak ve şişkin ekmek: "Çocuk işe başlamadan Şaban amca bir çanak yoğurtla bir yarım somunu getiriyordu." -H. E. Adıvar.

somun (II) is. Fr. saumon tek. Cıvatanın ucuna geçirilen, içi yivli demir başlık.

kulaklı somun

somurma is. Somurmak işi veya durumu.

somurmak (-i) Dudakları yapıştırıp kuvvetlice içine çekmek, emmek.

somurtkan sf. Sürekli somurtan, asık suratlı, abus; "Yanında olmaktan memnunsun tabii... İstediğin kadar somurtkan dur; zaten somurtkanlığın da memnuniyetinden!" -R. H. Karay.

somurtkanlık, -ğı is. Somurtkan olma durumu: "Bu anlaşmazlık sofra halkına bir somurtkanlık getirdi. " -M. Ş. Esendal.

somurtma is. Somurtmak işi.

somurtmak (nsz) Küskünlüğünü, bir şeye sıkıldığını, keyifsizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, surat asmak: "Rıza ona dik dik bakarak somurttu, cevap dahi vermedi." -H. Taner.

somurtuk, -ğu sf. Asık suratlı, yüzü gülmez, sıkıntılı, çekilmez: "Somurtuk, buruk ve pasif bir ortamın içinde sürekli canlılığı, neşesi, sevimliliği ile manevi bir vitamin gibidir." -H. Taner.

somurtuş is. Somurtma işi veya biçimi.

somurulma is. Somurulmak işi veya durumu.

somurulmak (nsz) Somurma işi yapılmak veya somurma işine konu olmak: "Seninki gibi altı yedi seneliği, en ince elyafına kadar rahiyası somurulmuş, artık kalbe, damağa bir şey ihsan etmeyen bayat bir çiçektir. " -H. R. Gürpınar.

somut sf. 1. Varlığı duyularla algılanabilen, müşahhas, konkre, soyut karşıtı: Taş, su, hava somut birer varlıktır. 2. is. Somut olan Şey.

somut isim

somut isim, -smi is. dbl. Beş duyudan biri veya birkaçı ile belirlenen varlığın adı: Ev, deniz, ışık, ses gibi.

somutlanma is. Somutlanmak işi veya durumu.

somutlanmak (nsz) Somut duruma gelmek.

somutlaşma is. Somutlaşmak işi.

somutlaşmak (nsz) Somut duruma gelmek.

somutlaştırma is. Somutlaştırmak işi: "Tanpınar bu platonik aşkları somutlaştırmaya kalksa idi, bu Tanpınar olur mu idi?" -H. Taner.

somutlaştırmak (-i) Somut duruma getirmek.

somutluk, -ğu is. Somut olma durumu.

somya is. Fr. sommier Şilteyi taşımaya ve ona esneklik vermeye yarayan, yaylı kerevet: "Onu uyandıran hafif bir somya gıcırtısı olmuştu." -S. F. Abasıyanık.

son sf. 1. Şimdiki zamana en yakın zamandan beri olan veya bu zamanda yapılmış, olmuş olan, ilk karşıtı: "Gündüzün son ışıklarıyla beraber sanki odadan eşya da çekiliyordu." -P. Safa. 2. En arkada bulunan: Son vagon. Artık ondan ötesi veya başkası olmayan: "Son atlıkarıncayı Kadırga meydanında birkaç yıl evvel görmüştüm." -H. A. Yücel. Uç, sınır. 5. Olanca: "Son kuvvetiyle: Ya Ali! diye bağırdı." -M. Ş. Esendal. 6. is. Bir şeyin en arkadan gelen bölümü, bitimi, nihayet, akıbet: Kışın sonu. Bu yolun sonu. 7. is. mec. Olum. 8. is. anat. Etene, son bulmak (veya sona ermek) bitmek, tükenmek: "Kavga âdeta göz yaşları içinde sona eriyordu." -R. N. Güntekin. "Dallar uçlara doğru gittikçe inceliyor, gecenin karanlığına karışarak son buluyordu." -N. Cumalı. son gelmemek sınır tanımamak, haddi hesabı olmamak: "Salime kadının damadından bahsederken onu övmelerine son gelmezdi." -H. Z. Uşaklıgil. son kozunu oynamak elinde bulunan son imkânı kullanmak, son noktayı koymak bir işte en son sözü söylemek. son pişmanlık fayda vermez (veya etmez) iş işten geçtikten sonra pişman olmanın yararı yoktur, son vermek bitirmek, sona erdirmek: "Çok geçmeden büyük ağabeyim bu anarşiye son vermek ihtiyacını duydu." -R. N. Güntekin. sona kalan dona kalır bir işte geç kalan istediği şeyi elde edemez. sonu gelmek bitmek, tükenmek, yok olmak, ölmek, sonunu almak 1) bir işi bitirmek; 2) bir işin bittiğini görmek, sonunu getirememek iyi başladığı bir işi başarıyla bitirememek.

son adam, sonbahar, son birim, son derece, son ek, son görev, son gürlüğü, son kânun, son kullanma tarihi, son nefes, son ses, son teşrin, son turfanda, son vazife, çeyrek son, ilk ve son, yarı son, baştan sona, hafta sonu, harman sonu, satır sonu, süre sonu, vade sonu

son adam is. sp. Futbolda savunmanın gerisinde görev yapan, önündeki savunma oyunculannı kontrol eden, yöneten, yardımcı ve serbest hareket edebilen savunma oyuncusu, libero.

sonar is. İng. so(und) na(vigation) rfanging) 1. Batmış olan nesnenin, yüzeye yakın balıkların yerini ve durumunu akustik dalgalarla belirleyen sistem. 2. Bu sistemden yararlanılarak yapılmış, denizaltılarda kullanılan cihaz.

sonat is. Fr. sonate müz. Bir veya iki çalgı için yazılmış, üç veya dört bölümden oluşan müzik eseri.

sonbahar is. (so'nbahar) T. son + Far. bahar Kuzey yanm kürede eylül, ekim ve kasım aylarını içine alan süre, güz: "Sonbahar yağmurlarından sonra güneşli, sıcak, güzel bir gün." -M. Ş. Esendal.

son birim is. En sonda yer alan yer.

soncul sf. Son bulma özelliği olan.

sonda is. (so'nda) İt. sonda tek. 1. Suyun herhangi bir noktadaki derinliğini ölçmek, dip tabakaların yapısını incelemek için kullanılan araç. 2. tek. Bir boşluğun içini yoklamaya yarayan uzunca ve ucu küt demir araç. 3. tıp Vücudun içinde birikip dışarı atılamayan sıvıyı çekmek için kullanılan araç.

sondaj is. Fr. sondage 1. Sonda ile yoklama, sondalama. 2. mec. Bir durum, bir düşünce ile ilgili olarak yapılan yoklama, araştırma: Bu konudaki sondajları iyi oldu. sondaj yapmak 1) sonda ile yoklamak, sondalamak; 2) mec. bir durum, bir düşünceyle ilgili olarak yoklama yapmak, araştırmak.

sondaj kuyusu

sondajcı is. Sondalamacı.

sondajcılık, -ğı is. Sondajcı olma durumu.

sondaj kuyusu is. Sondaj çalışmalarının yapıldığı kuyu.

sondalama is. 1. Sondalamak işi, sondaj. 2. Dip tabakaların yapısını sonda kullanarak İnceleme ve araştırma.

sondalamacı is. Sondalama yapan kimse, sondajcı.

sondalamacılık, -ğı is. Sondalamacının işi.

sondalamak (-i) 1. Suyun derinliğini sonda ile ölçmek. 2. Dip katmanların yapısını sonda kullanarak incelemek ve araştırmak. 3. Su, maden, petrol vb. araştırmaları için toprağın derinliklerine sonda sokmak.

son derece sf. Pek çok, çok fazla: "Numaralı maroken koltukları, yataklı vagon gibi önceden kiralanan lüks otokarlardan, minimini kaptıkaçtılara kadar son derece zengin çeşitler." -R. N. Güntekin. son derecede olabildiğince aşırı ölçüde.

son deyiş is. ed. Bazı edebî eserlerde yer alan son söz niteliğindeki bölüm, hatime.

sone is. Fr. sonnet ed. İki dörtlü ve iki üçlüden oluşan, on dört dizeli bir Batı şiir türü.

son ek is. dbl. Kelimelerin kök veya gövdesinin sonuna gelen ek.

son görev is. Bir akraba veya dostun ölümünde gerekli olan saygıyı gösterme, töreleri yerine getirme, son vazife: "Gamlı günümün son vazifesini de tamamladıktan sonra odama girmek üzereydim." -R. N. Güntekin.

son gürlüğü is. Bir kimsenin yaşlılığında kavuştuğu rahat, bolluk ve huzur.

son kânun is. esk. Ocak, kânunusani.

sonlama is. Sonlamak işi veya durumu.

sonlamak (-i) Bitirmek, sonuçlandırmak, sona erdirmek, noktalamak.

sonlandırılma is. Sonlandırılmak işi.

sonlandırılmak (nsz) Sonlama işi yapılmak.

sonlandırış is. Sona erdirme.

sonlandırma is. Sonlandırmak işi.

sonlandırmak (-i) Sona erdirmek.

sonlanış is. Sona erme.

sonlanma is. Sonlanmak işi.

sonlanmak (nsz) Sona ermek.

sonlu sf. 1. Sonu olan, bitimli. 2. mat. Sonu olan, sonsuz olmayan.

sonlu büyüklük

sonlu büyüklük, -ğü is. mat. Ölçüsü sonlu bir sayıyla ifade edilen büyüklük.

son nefes is. 1. Ölümden önceki son anda alınan nefes: "Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Hayatın sonu. son nefesini vermek ölmek: "Adam, iskelenin üstüne yığılmış, son nefesini verirken biçarenin şapkasını aşırmışlar." -B. R. Eyuboğlu.

sonra zf. (so'nra) 1. Daha ileri bir zamanda, müteakiben, önce karşıtı: "Hadi sen git yağmur bastırmadan ben sonra gelirim." -A. İlhan. 2. Daha uzak ve ileri bir yerde: "Bahçeden sonra geriye dönerek biraz da sokaklarda dolaştık." -R. N. Güntekin. 3. Makam, sıra, değer ve önemde arkada oluşu bildiren bir söz: "Evvela arabada, sonra sundurmada uyuyup dinlendiğime fena etmiştim." -R. N. Güntekin. 4. Yoksa, aksi hâlde: Tembellik etmesin, sonra sınıfta kalır. 5. is. Arkadan gelen bölüm veya zaman: Bunun sonrası yok. Bu işi sonraya bırakmamalı.

milattan sonra, neden sonra, okul sonrası

sonradan zf. (so'nradan) Konuşulan zamanın ardından gelen zamanda: "Mehmet o günkü budalalığının farkına ancak sonradan vardı." -H. Taner, sonradan gelen devlet devlet değildir kişi yaşlandıktan sonra gelen zenginlik İşe yaramaz.

sonradan görme, sonradan görmüş, sonradan olma

sonradan görme is. Sonradan görmüş: "Hayri'nin attığı temeller üzerine ancak bir sonradan görme türedi evi kurulabilirdi." -M. Ş. Esendal. sonradan görme, gâvurdan dönme sonradan görme olan kimseler fazla iyi niteliklere sahip değildir.

sonradan görmelik, -ği is. Sonradan görmüşlük.

sonradan görmüş is. Sonradan zenginleşerek gösteriş, övünme vb. yersiz davranışlarda bulunan kimse, sonradan görme.

sonradan görmüşlük, -ğü is. Sonradan zenginleşerek gösteriş, övünme vb. yersiz davranışlarda bulunma, sonradan görmelik: "Beş sene bütün çılgınlıklarıyla, sonradan görmüşlüğün en kaba, zevksiz, tuhaf sahneleriyle bu hayat böyle sürdü." -R. H. Karay.

sonradan olma sf. Başkasına kıyasla yeni olan, yeni ortaya çıkan: "Şeftali suyu ile yapılacak gargaranın sonradan olma kekemeliğe birebir geleceğini söyler." -S. Birsel.

sonraki sf (so'nraki) Sonra olan.

sonralarız/! (so'nraları) Sonraki zamanlarda: Önce iyi idi, sonraları bozuldu.

sonrasız sf (so'nrasız) Sonsuz.

sonrasızlık, -ğı is. Sonsuzluk.

sonsal sf. fel. Deneyden çıkan ve deneye bağlı olan (bilgi), aposteriori: Bir yerde duman görünce orada ateş yandığını kestirmek sonsal bir yargıdır.

son ses is. dbl. Bir kelimenin veya hecenin sonundaki ses.

son ses düşmesi

son ses düşmesi is. Söz sonundaki bir sesin yok olması: arıg > arı gibi.

sonsuz sf. 1. Sonu olmayan, hiç bitmeyen, ebedî: "Seninle arkadaşlığımız sonsuz olacak. " -M. Yesari. 2. Ölçülemeyecek kadar çok veya büyük olan: Sonsuz gök. 3. is. Sonu ve sınırı olmayan şey. 4. mec. Sonu, sınırı olmayan, çok: "İçimdeki ülkede bu ordu insanlarına karşı sonsuz bir sevgi ve minnet var." -R. E. Ünaydın. 5. mat. Sonu olmayan, her niceliği aşabilen değişken (nicelik).

sonsuz küçük

sonsuz küçük, -ğü is. mat. Sıfıra eşit olmamak şartıyla, herhangi bir sayıdan daha çok sıfıra yakın olabilen değişken.

sonsuzlaşma is. Sonsuzlaşmak işi.

sonsuzlaşmak (nsz) Sonsuz dunıma gelmek, sonu olmamak.

sonsuzluk, -ğu is. 1. Sonsuz olma durumu. 2. Sonu olmayan gelecek zaman, ebediyet: "İyi ve yoğun yaşanan bir dakikada sonsuzluktan bir renk var." -H. Taner. 3. Sonu ve sınırı olmayan uzay.

son teşrin is. T. son + Ar. teşrin esk. Kasım, teşrinisani.

son turfanda is. Bir meyve veya sebzenin mevsiminin sonunda alınan en son ürünü.

sonuç, -cu is. 1. Bir olayın doğurduğu başka bir olay veya durum, netice: "Her koşu beklenilmeyen, şaşırtıcı bir sonuç verebilirdi. " -N. Cumalı. 2. Bir gelişim veya girişimden elde edilen şey: Sınav sonucu. 3. Öz, özet. 4. Bir yarışmada, spor karşılaşmasında tarafların elde ettikleri puan, sayı, skor. 5. ed. Yazının veya sözün bitim bölümü. sonuç almak 1) bir işi bitirmek, sonuçlandırmak; 2) istenilen sonuca ulaşmak, verim almak: Görüşmelerden sonuç alınamadı. sonuç çıkarmak 1) mat. bir işlemi bitirip sonuca ulaşmak; 2) kesin bir karar veya görüşe vanp bunu bildirmek, sonuç vermek bir durumun sağlanmasına imkân sağlamak: Çalışmaları sonuç vermedi

sonuç karşılaşması, sonuç oyuncusu, sonuç takımı, sonuç yarışması, yarı sonuç

sonuç karşılaşması is. sp. Sonuç yarışması.

sonuçlama is. Sonuçlamak işi.

sonuçlamak (-i) 1. Sonuca ulaştırmak, sonuçlandırmak, bitirmek: Bu konuşmayı artık sonuçlayahm. 2. Sonuç vermek. 3. Yol açmak.

sonuçlandırılma is. Sonuçlandırılmak işi.

sonuçlandırılmak (nsz) Sonuca ulaştırılmak.

sonuçlandırma is. Sonuçlandırmak işi, neticelendirme.

sonuçlandırmak (-i) Sonuca ulaştırmak, bitirmek, neticelendirmek, intaç etmek.

sonuçlanış is. Sonuçlanma İşi veya biçimi.

sonuçlanma is. Sonuçlanmak işi.

sonuçlanmak (nsz) Sonuca ulaştırılmak, sonuca bağlanmak, bitirilmek, neticelenmek, intaç edilmek: "Diyelim ki o düşündüğünüz sefer gerçekleşti, diyelim ki başarıyla sonuçlandı. " -T. Oflazoğlu.

sonuç oyuncusu is. sp. Maçın skorunda etkili olan oyuncu.

sonuçsuz sf. Sonuca ulaşamayan, sonuç vermeyen, neticesiz.

sonuçsuzluk, -ğu is. Sonuçsuz olma durumu.

sonuç takımı is. sp. Maçlarda sonuç almasını bilen takım.

sonuç yarışması is. sp. Sonucu almak için yapılan yarış, sonuç karşılaşması.

sonunda zf En son zamanda, nihayetinde: "Söz verdim oğluma! Söz verdim" diye diretmişti ve sonunda araba alınmıştı." -R. H. Karay.

sonurgu is. fel. Bir başlangıcın, bir olgunun, bir ilginin renkli ve zorunlu görülen sonucu, vargısı.

sonurtu is. man. Birbirine bağlı iki önermeden ikincisi: Duman çıkmıyorsa, ateş vardır sözünde "ateş vardır" önermesi bir sonurtudur.

sonuşmaz is. mat. Sonsuza giden bir eğrinin çeşitli noktalarının gittikçe yaklaştığı başka bir eğri veya doğru, asimptot.

son vazife is. Son görev.

sopa is. (so'pa) 1. Kaim değnek: "Erkekler ellerine birer sopa aldılar, köy halkı peşlerinde dere içine koştular." -H. E. Adıvar. 2. mec. Dayak, kötek, sopa atmak (veya çekmek) dövmek: "Şu budalaya bir sopa çekin de, bir daha para kazanmadan gurbette kalmayı Öğrensin." -Ö. Seyfettin, sopa yemek dövülmek, dayak yemek.

bilardo sopası

sopalama is. Sopalamak işi.

sopalamak (-i) Sopa ile vurmak, dövmek, sopalanmak.

sopalanma is. Sopalanmak işi veya durumu.

sopalanmak (nsz) Sopa ile vurulmak, sövülmek.

sopalı sf. Elinde sopası olan.

eli sopalı

soprano is. (sopra'no) İt. soprano müz. 1. Kadın veya çocuklarda en ince ses. 2. Sesi böyle olan sanatçı. 3. Bir çalgı topluluğunda en ince sesleri veren müzik araçları.

sopsoğuk, -ğu sf, (so'psoğuk) Çok soğuk.

sordurma is. Sordurmak işi.

sordurmak (-i, -e) Sorma işini yaptırmak.

sordurtma is. Sordurtmak işi.

sordurtmak (-e) Sordurma işi yaptırmak.

sorgu is. 1. Sorma İşi: "Soracakları varmış yıllardır sorarlar / Anlaşılan bu sorgu daha yıllarca sürecek." -A. ilhan. 2. huk. Ceza muhakemeleri usul kanununa göre, sanığın araştırma konusu olayla ilgili olarak yargıç karşısındaki beyanı, istintak, sorguya çekmek bir suçla İlgili olarak soru sorup cevap istemek: "Hayalimde polislerin beni karakola sürüklediklerini ve sıkı bir sorguya çektiklerim görüyordum." -H. E. Adıvar.

sorgu hâkimi, sorgu kutusu, sorgu sual, sorgu yargıcı, sorgusuz sualsiz

sorguç, -cu is. Tuğ.

sorguçlanma is. Sorguçlanmak durumu.

sorguçlanmak (nsz) Sorguç biçimiyle şekillenmiş gibi görünmek: "Sonra biz sıradağların tepelerini bazen bir ağaç yahut bir orman parçası ile sorguçlansa da çok kere gökyüzünün mavi zemini üstünde sert çizgilerle yürüyor görmeye alışmışızdır." -R. N. Güntekin.

sorguçlu sf. Sorgucu olan: Sorguçhı kuş.

sorguçsuz sf. Sorgucu olmayan.

sorgu hâkimi is. huk. Sorgu yargıcı.

sorgu kutusu is. bl. Genel Ağ'da sorgulanacak, aranacak sözün yazıldığı küçük kutu.

sorgulama is. Sorgulamak işi.

sorgulamak (-i) Suç niteliğinde bulunan bir sorun üzerine ilgili bulunanlara sorular sormak.

sorgulanış is. Sorgulanma işi veya biçimi.

sorgulanma is. Sorgulanmak işi.

sorgulanmak (nsz) Sorgulama işine konu olmak veya sorgulama işi yapılmak.

sorgun is. bot. Sepetçi söğüdü.

sorgu sual, -li is. Soruşturma: "Çocuk, anlamadığı bir sorgu sualden sonra, işin tabii yoluna girdiğine sevinmiş gibi hemen koltuktan atladı." -M. Ş. Esendal. sorgu suale çekmek sorguya çekmek.

sorgusuz zf. Sorgu yapılmadan.

sorgusuz sualsiz

sorgusuz sualsiz zf. Hiç soruşturmadan, sormadan: "El evine girilir mi sorgusuz sualsiz?" -R. N. Güntekin.

sorgu yargıcı is. huk. Sanıkları sorguya çeken yargıç, sorgu hâkimi, müstantik.

sorit is. Fr. sorite man. Öncül sayısı İkiden çok olan tasımsal çıkarım: A=B, B=C, C=D ise A=D'dir.

sorma is. Sormak işi.

sormaca is. Anket.

sormak, -ar (I) (-i, -e; -den) 1. Birine soru yönelterek herhangi bir konuda bilgi istemek, sual etmek: "Hastanenin nöbetçi doktoru yok mu? diye soruyorum." -R. N. Güntekin. 2. Bir işin sorumluluğu kendisinde olmak, bir işten sorumlu bulunmak: Bu işi benden sorarlar, sora sora Bağdat (veya Kabe) bulunur insan sora sora çok uzak yerleri bile bulur, sormak (veya sorması) ayıp olmasın sorulması teklifsizlik sayılan bir şeyi sormadan önce özür dilemek için kullanılan bir söz. sorma! (veya sormayın! veya sorma gitsin!) çokluk, aşırılık ve kötü bir durum anlatan bir söz: Öyle bir sıcak ki sorma gitsin! Sorma başımıza gelenleri! O işi sorma, sarpa sardı! sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir bir kişinin nasıl bir insan olduğu konuşmasından belli olur, soyunu sopunu öğrenmeye gerek yoktur.

sormak, -ar (II) (-i) Dudakları uzatıp soluğu kuvvetle çekerek emmek.

sormuk, -ğu is. hlk. 1. Çocuk emziği. 2. Tülbent içine lokum, şeker konularak küçük çocuklara verilen emzik.

sorti is. Fr. sortie 1. tek. Elektrik tesisatında lamba veya fiş konacak kolların her biri: Bu evde yirmi sorti vardır. 2. Çıkış, sorti yapmak ask. uçaklar bir havaalanından başka bir havaalanına gitmek.

soru is. 1. Bir şey öğrenmek için birine yöneltilen ve karşılık gerektiren söz veya yazı, sual: "Minicik ellerini uzatarak bu taş nedir, diyen sorusu hâlâ hatırımızda!" -O. S. Orhon. 2. Bir öğrenciye sınavda yöneltilen söz veya yazı, sual. soru sormak bir konu hakkında bilgi edinmek üzere soru yöneltmek.

soru cümlesi, soru eki, soru işareti, soru sıfatı, soru zamiri, soru zarfı, gensoru, sözlü soru önergesi, yazdı soru önergesi

soru cümlesi is. dbl. Herhangi bir öğesinde soru kavramı bulunan cümle: Ali geldi mi? Siz de geliyor musunuz? Nereden gelip nereye gideceksin?

soru eki is. dbl. Soru kavramı veren mı / mi eki.

soru işareti is. dbl. Soru cümlelerinin sonuna konulan noktalama işaretinin adı (?).

sorulma is. Sorulmak işi.

sorulmak (nsz, -e; -den) Sorma işine konu olmak.

sorulu görünüm is. dbl. Soru biçimindeki bir fiilin bir başka fiilden önce gelerek zaman zarfı görevinde kullanılması: Ali gitmem dedi mi gitmez.

sorum is. Sorumluluk: "Başkalarının okuyacağı bir yazıyı yazarken o yazının bize ne türlü bir sorum yüklediğini hiçbir vakit hatırdan çıkarmamalıyız." -O. V. Kanık.

soruma is. Sorumak işi.

sorumak (-i) Emmek.

sorumlu sf. Üstüne aldığı veya yaptığı işlerden dolayı hesap vermek zorunda olan, sorumluluk taşıyan (kimse), mesul: "Ailede başkan odur, kararları o alır, hepimizin geleceğinin sorumlusu ve güvencesi odur." -H. Taner, sorumlu tutmak sorumlu saymak, mesul olarak görmek: "Ben Niyazi'yi yahut başka bir arkadaşı sorumlu mu tutardım, takırtısını bile ettirmezdim." -M. Ş. Esendal.

sorumluluk, -ğu is. Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet: "Babam bütün sorumluluğu üzerine aldı." -M. Yesari. sorumluluk düşmek sorumlu sayılmak, sorumlu olarak görülmek: "Ana babaya düşen sorumluluk, okula ve devlete düşen sorumluluğa kıyasla çok daha önemlidir." -H. Taner.

sınırlı sorumluluk, sınırsız sorumluluk

sorumsuz sf. Sorumlu olmayan, sorumluluk taşımayan, sorumluluk duygusu bulunmayan, düşünmeden hareket eden (kimse), mesuliyetsiz: Sorumsuz insan. Sorumsuz davranış.

sorumsuzca zf. (sorumsu'zca) Sorumsuz bir biçimde.

sorumsuzlaşma is. Sorumsuzlaşmak İşi veya durumu.

sorumsuzlaşmak (nsz) Sorumsuzca davranmak.

sorumsuzluk, -ğu is. Sorumsuz olma durumu veya sorumsuzca davranış, mesuliyetsizlik.

sorun is. 1. Araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi, bir sonuca bağlanması gereken durum, mesele, problem. 2. mec. Sıkıntı veren durum, dert. sorun çıkarmak üzüntü verecek veya içinden güç çıkılır bir durum yaratmak, sorun etmek dert etmek, sorun olmak dert olmak, sorun yapmak dert etmek.

beslenme sorunu

sorunlu sf. Sorunu olan, problemli.

sorunsal sf. 1. Çözümü belli olmayan. 2. Doğru olma İhtimali bulunmakla birlikte, şüphe uyandıran, kesin olmayan, problematik.

sorunsuz sf. Sorunu olmayan, problemsiz.

sorunsuzluk, -ğu is. Sorunsuz olma durumu.

soru sıfatı is. dbl. İsmi soru yoluyla belirten sıfat.

soruşma is. Soruşmak işi.

soruşmak (I) (nsz) Birine sormak.

soruşmak (II) (nsz) hlk. 1. Emilip yok olmak: Derenin suyu soruştu. 2. Çamaşır kurumaya başlamak.

soruşturma is. 1. Soruşturmak işi. 2. Bir sorunu açıklığa kavuşturmak amacıyla bir idari veya adli makamın yönettiği, İlgililerden ve tanıklardan bilgi toplama, konuyu inceleme İşi, tahkik, tahkikat. 3. Anket, soruşturma açmak soruşturma yapmak.

soruşturma kurulu, soruşturma raporu, ön soruşturma

soruşturmacı is. Anketçi.

soruşturmacılık, -ğı is. Anketçilik.

soruşturmak (-i, -e) Öğrenilmek istenilen şeyi birçok kişiye inceden inceye sormak, araştırmak: "Paramıza mı göz dikiyorlar, hele bir inceden inceye soruşturalım." -A. Gündüz.

soruşturma kurulu is. Herhangi bir konuda soruşturma yapmak üzere oluşturulmuş kurul, tahkikat komisyonu.

soruşturma raporu is. Soruşturma kurulunun hazırlamış olduğu yazılı belge.

soruşturucu sf. Soruşturma yapan (kimse), muhakkik.

sorutkan sf Somurtkan.

sorutma is. Sorutmak işi.

sorutmak 1. Ayakta durmak, dikilmek, beklemek. 2. (nsz) Somurtmak, surat asmak.

soru zamiri is. dbl. İsimlerin yerini sora yoluyla tutan zamir: Neyi kaybettiniz? Ne oldu? Kim gelecek?

soru zarfı is. dbl. Bir fiilin anlamını soru yoluyla açıklayan zarf: Nasıl, neden gelecek? Nereye gidecek?

sos is. Fr. sauce Bazı yemeklerin üzerine dökülen, domates, baharat vb. şeylerle yapılan karışım.

sosis is. Fr. saucisse Kıyılmış, baharat katıl-. mış etle, tütsüleme, pişirme vb. işlemlerden sonra yapılan bir tür sucuk: Bir sosis daha yese öğle yemeğinden vazgeçebilirdi pekâlâ.

sosluk, -ğu is. Sos konulmak için kullanılan kap.

sosyal, -li sf. Fr. social Toplumla ilgili, toplumsal, içtimai: "Siz de vaktine, saatine göre ya etraftaki manzaraya ya birtakım sosyal metafizik düşüncelere yahut da sadece kendi şahsi kaygılarınıza dalıp gitmişsinizdir." -R. N. Güntekin.

sosyal adalet, sosyal antropoloji, sosyal bilgiler, sosyal bilim, sosyal bünye, sosyal değerler, sosyal değişme, sosyal demokrasi, sosyal demokrat, sosyal devlet, sosyal düzen, sosyal faaliyet, sosyal gelişme, sosyal güvenlik, sosyal hayat, sosyal ilişki, sosyal konut, sosyal olay, sosyal olgu, sosyal oluşum, sosyal psikoloji, sosyal sigorta, sosyal statü, sosyal tabaka, sosyal yapı, sosyal yardım, sosyal yaşam

sosyal adalet is. Toplumun değişik kesimlerinde hayat standardı, gelir düzeyi vb. birtakım Ölçülerin fırsat eşitliği çerçevesinde dikkate alınmasıyla sosyal alanda sağlanan denge durumu: "Anayasamız sosyal devlet, sosyal adalet temel ilkelerine dayanıyor." -N. Cumalı.

sosyal antropoloji is. Kültürü bir bütün olarak inceleyen, kültür kalıplan arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koyan bilim dalı.

sosyal antropolojik, -ği sf. Sosyal antropoloji ile ilgili.

sosyal bilgiler ç. is. Sosyal konulan içeren bilgiler.

sosyal bilim ç. is. Toplum olayları, insanın sosyal ve kültürel faaliyetleri konusunda araştırma ve inceleme yapan bilim.

sosyal bilimler ç. is. Toplum olaylarını, İnsanın sosyal ve kültürel faaliyetlerini inceleyen bilimlerin ortak adı.

sosyal bünye is. Sosyal yapı.

sosyal değerler ç. is. Toplumun fertlerini birbirine yaklaştıran, bir arada tutan, toplumun devamını sağlayan temel yargılar, değerler.

sosyal değişme is. Sosyal bakımdan söz konusu olan değişme.

sosyal demokrasi is. Sosyal alanda emekçi toplum kesimlerinin çıkarlarının korunması ve üretimi artırmak yanında hakça bölüşümü de ön planda tutan sosyal ve siyasi akım.

sosyal demokrat is. Sosyal demokrasi yanlısı olan kimse.

sosyal devlet is. Ekonomik ve sosyal alanlarda bireylere sosyal güvenlik ve adalet sağlayıcı politikalar üreten devlet modeli.

sosyal düzen is. Sosyal yapının düzenli bir biçimde oluşması.

sosyal faaliyet is. Sosyal konulu etkinlik.

sosyal gelişme is. Sosyolojik bakımdan gözlenen değişme ve gelişme.

sosyal güvenlik, -ği is. huk. Sosyal sigorta, sosyal yardım vb. araçlarla halkın sosyal durumunu güvence altına alma.

sosyal hayat is. İnsanın toplum içindeki yaşama biçimi, sosyal yaşam.

sosyal ilişki sos. Birbirlerinden haberi olan, en az iki insan arasında bir süre devam eden, anlamlı, belirli amaçları bulunan sosyal bağ.

sosyalist is. Fr. sociaiiste sos. Sosyalizm yanlısı, toplumcu.

sosyalistik, -ği sf. Fr. Sosyalizm yanlısı: "Avrupalıların yalanlarına, boş nazariyelere, sosyalistik hülyalarına aldanmamahydı." - Ö. Seyfettin.

sosyalizasyon is. Fr. socialisation psikol. ve eğt. Bazı imkânlardan, kuruluşlardan toplumun yararlanmasını sağlama, toplum hizmetine koyma, toplumsallaştırma.

sosyalizm is. Fr. socialisme sos. Toplumculuk.

bilimsel sosyalizm, nasyonal sosyalizm

sosyal konut is. mim. Dar gelirliler için özel olarak yapılmış, sağlığa uygun ucuz konut.

sosyalleşme is. sos. Toplumsallaşma.

sosyalleşmek (nsz) Toplumsallaşmak.

sosyalleştirme is. Toplumsallaştırma.

sosyalleştirmek (-i) 1. Toplumsallaştırmak. 2. Toplum kurallanna göre davranacak biçimde eğitmek.

sosyal olay is. İnsanlar arası ilişkilerden doğan ve bir defa olup biten sosyal oluşum, sosyal hadise.

sosyal olgu is. sos. Sosyal nitelikli olay, sosyal vakıa.

sosyal oluşum is. sos. Zaman içinde insanların oluşturduğu toplumla ilgili sosyal değişim.

sosyal psikoloji is. Toplumun insan davranışlarına etkisini konu edinen bilim dalı.

sosyal psikolojik, -ği sf. Sosyal psikoloji ile ilgili.

sosyal sigorta is. Bir işte ücret karşılığı çalışanların sağlığını, geleceğini güvence altına almak amacıyla kazançlanndan bir bölümü kesilerek yapılan sigorta, İşçi sigortası.

sosyal statü is. Bir sosyal pozisyonunun diğer sosyal pozisyona göre işgal ettiği durum.

sosyal tabaka is. sos. Bir toplumda yaşama biçimi, maddi imkânları, öğrenim durumu bakımlarından birbirine benzeyen kişilerin oluşturduğu sınıf.

sosyal yapı is. İçinde sosyal ilişkilerin, sosyal olayların meydana geldiği, sosyal grupların ve kurumların yer aldığı toplumun şekil ve çerçevesiyle ilgili dış görünüşe sahip olan bir sosyal varlık, toplumsal yapı.

sosyal yardım is. Yoksul kimselere yiyecek, giyecek, yakacak, tedavi ve ilaç sağlanarak yapılan parasız yardım.

sosyal yaşam is. Sosyal hayat.

sosyete is. Fr. societe 1. Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü yaşama biçimleri olan topluluk: "Sosyetede bir kişinin etrafına toplanmak, öteki misafirleri açıkta bırakmak ayıptır." -P. Safa. 2. esk. Topluluk, toplum, cemiyet: "Sosyetemizde yerli zenginlerden bazıları ve birkaç İstanbullu büyük memur ailesi vardı." -R. N. Güntekin.

yüksek sosyete

sosyetik, -ği sf. Fr. societiaue' den 1. Sosyete ile ilgili. 2. Yüksek sınıfın yaşama biçimine özenen, asortik.

sosyoekonomik, -ği sf. Fr. socio-economigue Aynı anda hem toplumsal alanı hem ekonomik alam veya aralarındaki ilişkileri ilgilendiren.

sosyokültürel sf. Fr. socio-culturel Aynı anda bir toplumu veya toplumsal bir grubu ve kendine özgü olan kültürü ilgilendiren.

sosyolengüistik, -ği is. Fr. sociolingustiaue Dil, toplum ve kültür arasındaki ilişkileri konu edinen dil bilimi dalı.

sosyolog, -ğu is. Fr. sociologue sos. Toplum bilimci.

sosyoloji is. Fr. sociologie sos. Toplum bilimi.

sosyolojik, -ği sf. Fr. sociologiaue Toplum bilimi ile ilgili.

sosyolojizm is. Fr. sociologisme Bütün sosyal bilimleri yalnız sosyolojinin bir dalı olarak sayan ve bunların sadece sosyolojik metotlarla açıklanabileceğini söyleyen görüşün adı.

sote is. Fr. saute Küçük küçük doğranmış et, ciğer, böbrek vb. şeyler yağda hafifçe kavrulduktan sonra su, domates, biber vb. katılarak yapılan yemek: Ciğer sotesi.

ciğer sotesi, et sotesi

sovhoz is. Rus. Sovyetler'de devlet eliyle yönetilen tarım işletmesi.

Sovyet öz. is. Fr. Soviet 1990 öncesi SSCB'de Danışma kurulu, şura, konsey: Sovyetler Birliği.

soy .is. 1. Bir atadan gelen kimselerin topluluğu, sülale: "Bizler hadi neyse, böyle biraz gülünç bir adamın hafif adına katlanalım ama, yarın, bizim soyumuzdan kimlerin yetişeceğini kim bilir.” -M. Ş. Esendal. 2. Cins, tür, çeşit. 3. sf. İyi ve üstün nitelikleri bulunan. 4. esk. Manzum söz: "Boy boyladı, soy soyladı." -Dede Korkut, soya çekmek soyunun özelliklerini taşımak, soydur çeker, boktur kokar kaba her insan veya yaratık az çok soyuna benzer.

soyadı, soy ağacı, soy gazlar, soykırım, soy oluş, soy sop, soya çekim, köpek soyu

soya is. (so'ya) Fr. soja bot. Protein değeri bakımından zengin bir tür fasulye (Soia hispida): Soya yağı. Soya unu.

soya fasulyesi

soya çekim is. biy. Kalıtım.

soyadı is. Herkesin ailece anılmasına yarayan öz adından sonraki adı, aile adı: "Babası evvela soyadını Öz-Cengiz diye kaydettirmişti."-R. E. Adıvar.

soya fasulyesi is. bot. Kökeni Çin ve Japonya'ya uzanan bir tür fasulye, soya.

soy ağacı is. Bir kişinin veya bir ailenin en uzak atasından başlayarak bütün kollarını belirten çizelge, hayat ağacı, şecere.

soydaş is. Soyları bir olan bireylerden her biri.

soydaşlık, -ğı is. Soyları bir olma, bir soydan olma durumu.

soydurma is. Soydurmak işi.

soydurmak (-i, -e) Soyma işini yaptırmak: "Çadırda esvaplarını soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi."-Ö. Seyfettin.

soy gazlar ç. is. kim. Asal gazlar.

soygun is. 1. Genellikle çete durumunda bir araya gelmiş haydutlar tarafından yapılan silahlı hırsızlık. 2. Hiçbir emek harcamadan ve yolsuz olarak elde edilen büyük kazanç, vurgun.

soyguncu is. Soygun yapan kimse.

mezar soyguncusu

soygunculuk, -ğu is. Soygun yapma, haydutluk, şekavet: "Belki de büsbütün başka bir şey; bir soygunculuk mu yoksa?" -R. H. Karay.

soyka (I) is. hlk Ölünün üzerinden çıkan giysi.

soyka (II) is. Bulg. zool. Tüyleri alacalı, küçük bir karga türü.

soykırım is. sos. Bir insan topluluğunu ulusal, dinsel vb. sebeplerle yok etme, jenosit.

soy kırımı is. bk. soykırım.

soylama is. Soylamak işi.

soylamak (nsz) Manzum söz söylemek.

soylu sf 1. Doğuştan veya hükümdar buyruğuyla, bazı ayrıcalıklara sahip olan ve özel unvanlar taşıyan (kimse), asil: "Soylu kişidir, iyi bir öğrenim görmüştür, zekidir, yeteneklidir." -N. Cumalı. 2. İyi tanınmış, köklü bir aileden gelen (kimse), necip, kişizade, asil: "İzmir'in varlıklı ve soylu ailelerinden birinin tek erkek çocuğu." -T. Buğra. 3. Saygı uyandıran, yücelik taşıyan: "Japonların soylu ve çetin savaşçılık gururuna, bu eğiliş ağır geldi." -F. R. Atay. 4. Soyu iyi nitelikli olan, iyi cins soydan gelen (at vb.).

soylu erki, soylu soplu, baba soylu, kent soylu

soylu erki is. sos. Ekonomik, toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu yönetim biçimi, aristokrasi.

soyluluk, -ğu is. Soylu olma durumu, asillik, asalet, necabet.

baba soyluluk, kent soyluluk

soylu soplu sf. esk. Köklü ve tanınmış bir aileden olan.

soyma is. Soymak işi.

soymak, -ar (-i) 1. Bir şeyin üzerinden kabuk, deri, zar vb.ni çıkarmak: "Takkesini geçirmiş, entarisini kuşanmış, elma soyuyordu," -A. Gündüz. 2. Birinin giysilerini çıkarmak: "Yaralıyı soyuyor ve ilk tedaviye başlıyorum." -R. N. Güntekin. 3. Birinin üstünde, yanında veya bir yerde bulunan şeyleri çalarak alıp götürmek: "Hariçten ortak hırsızlar bulup evimizi soymaya kalkar." -Ö. Seyfettin. soyup soğana çevirmek 1) hiçbir şey bırakmamacasına soymak: "Şimdi bu herifi soyduk soğana çevirdik, değil mi?" -A. Mithat. 2) hırsız bir yeri veya bir kişiyi adamakıllı soymak.

soymuk, -ğu is. 1. bot. Damarlı bitkilerin kök, gövde ve yapraklarında, ongun besi suyunu ileten borularla, yakın hücrelerden ve bunların arasını dolduran özek dokudan oluşan tabaka. 2. hlk. Çam ağacının çiğnenip emilen iç kabuğu ve bunu almak için ağacın gövdesine açılan yara, yalamuk.

soy oluş is. biy. Türlerin, ortaya çıktıkları zamandan bulundukları zamana kadar geçirdikleri gelişim evrelerinin tümü, filogenez, birey oluş karşıtı.

soysal is. Soyla ilgili.

soy sop is. 1. Bütün soy ve hısımlar. 2. Döl, zürriyet.

soysuz sf. 1. Soyunun özelliklerini yitirmiş olan (kimse, bitki vb.), dejenere. 2. Biyolojik ve toplumsal ölçüler yönünden göze batacak kadar kötüye giden (kimse), dejenere: "Ağaç deyip geçme, onun da soylusu olur, soysuzu olur." -T. Buğra. 3. mec. Kötü tanınmış, ahlaksız.

soysuzca is. (soysu'zca) Soysuz bir biçimde, soysuzca yakışırcasına.

soysuzlaşma is. Soysuzlaşmak işi.

soysuzlaşmak (nsz) 1. Biyolojik, toplumsal, doğal bozulmaya, dağılmaya uğramak, tefessüh etmek. 2. Yaşama biçimi ve görevlerinde gerilemek, bozulmak, yozlaşmak, tefessüh etmek.

soysuzlaştırma is. Soysuzlaştırmak işi.

soysuzlaştırmak (-i) Soysuz bir duruma getirmek.

soysuzluk, -ğu is. Soysuz olma durumu veya soysuzca davranış: "Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız." -F. R. Atay.

soytarı is. Ar. sa'terli. Söz ve davranışlarıyla halkı güldürüp eğlendiren kimse, maskara: "Çirkin bir oyun bu. Soytarıların zaferinden tehlikeli sonuçlar çıkarıyorsunuz." -T. Oflazoğlu. 2. mec. Hileci, yaltak kimse, kaşmer.

soytarılık, -ğı is. Soytarı olma durumu veya soytarıya yakışır davranış, kaşmerlik, maskaralık: "Vergi kâtibinin yaradılışında biraz soytarılık vardı." -E. E. Talu.

soyucu is. Soyma işini yapan kimse.

kefen soyucu, ölü soyucu

soyuculuk, -ğu is. Soyucu olma durumu.

soyulma is. Soyulmak işi.

soyulmak (nsz) Soyma işine konu olmak: "Küçük çocuğun gözü soyulmuş bir taze badem gibi parladı." -S. F. Abasıyanık.

soyunma is. Soyunmak işi.

soyunmak (nsz) 1. Üstündeki giysilerin bir bölümünü veya tümünü çıkarmak: "İslıkla, hafif şarkılar mırıldanarak soyunuyorum." -Y. Z. Ortaç. 2. Mevlevilikte tarikata girmek. 3. (-e) mec. Kendini herhangi bir biçimde göstermeye, bir işi, bir mesleği yapmaya girişmek: Yazarlığa soyundu, soyunup dökünmek sokak giysilerini çıkarıp ev İçinde kullandığı rahat kılığını giymek.

soyuntu is. 1. Soyulup atılan şey. 2. sf. Bir yer soyularak alınan: Soyuntu eşya.

soyunuş is. Soyunma işi veya biçimi.

soyuş is. Soyma işi veya biçimi.

soyut is. fel. 1. Soyutlama ile elde edilen, varlığı duyularla algılanamayan, mücerret, somut karşıtı, abstre: "En soyut konuları çok çarpıcı somut örneklerle herkesin anlayacağı bir yalınlığa getirirdi." -H. Taner. 2. mec. Anlaşılması, kavranılması güç.

soyut isim, soyut sayı, soyut sanat

soyutçuluk, -ğu is. fel. Soyutlamalara, somut gerçeklerinkine eşit değer verme, amaç olarak soyutu alan tutum, abstraksiyonizm.

soyut isim, -smi is. dbl Düşünce yoluyla kabul edilen varlığın adı: Akıl, hayal, ülkü gibi.

soyutlama is. fel. Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem, gerçeklikte ayrılamaz olanı düşüncede ayırma, tecrit.

soyutlamak (-i) fel. 1. Bir şeye soyutlama işlemini uygulamak. 2. (-i, -den) mec. Bir kimseyi, durumu, düşünce vb.ni içinde bulunduğu toplum, durum veya düşünceden ayrı tutmak.

soyutlaşma is. Soyutlaşmak durumu.

soyutlaşmak (nsz) Soyut duruma gelmek.

soyutlaştırma is. Soyutlaştırmak durumu.

soyutlaştırmak (-i) Soyut duruma getirmek.

soyutluk, -ğu is. Soyut olma durumu.

soyut sanat is. Soyut gerçeği yansıtan sanat, abstre sanat.

soyut sayı is. mat. Birimlerinin türü belirlenmemiş sayı, abstre sayı.

sobe sf. Biçimi yumurta gibi olan, beyzi, "oval.