-si (I) bk. -sı / -si vb. (I).
-si (II) bk. -sı / -si vb. (II).
si is. İt. si müz. 1. Gam dizisinde la ile do arasındaki ses. 2. Bu sesi gösteren nota işareti.
Si kim. Silisyum elementinin simgesi.
sibaku siyak is. (siba:kusiya:k) Ar. sibak + siyak Siyakusibak.
sibernasyon is. İng. cybernatiön Güdüm biliminden yararlanarak özellikle fabrikalardaki üretimin bilgisayarlar yardımıyla denetimi: "Dünyada yeni bir üretim dönemi açılmıştır. Sibernasyon devrimi ile başlayan bir dönem bilgisayarlarla kendi kendini düzenleyen otomatik makinelerin karışımı ile belirlenmektedir," -M. C. Anday.
sibernetik, -ği is. Fr. cybernetigue Güdüm bilimi.
siborgiyum is. kim. Atom numarası 106, atom ağırlığı 266 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen, kaliforniyum ile oksijen ve kaliforniyum ile neon atomlarının reaksiyonu sonucu elde edilen yapay bir element (simgesi Sg).
sicil is. Ar. sicil 1. Resmî belgelerin kaydedildiği kütük. 2. Görevlilerin her türlü durumlarının işlendiği dosya: "Sicil ve bürokrasi baskı ve sıkısına pek gelemezdi." -F. R. Atay. sicil vermek sorumlu bir görevli, yanında çalışan birinin bir aşamaya gelmesinde yeterli olup olmadığını gereken makama bildirmek, siciline işlemek bir çalışanın yaptığı olumlu veya olumsuz davranışları siciline kaydetmek.
→ adli sicil, tapu sicili, ticaret sicili
sicilli sf. 1. Sicile geçmiş, sicili defterine işlenmiş, müseccel. 2. mec. Suçu sicile geçmiş, sabıkalı, müseccel,
Sicilyalı sf. Sicilya halkından olan,
sicim is. Keten, kenevir vb. bitkilerin liflerinden yapılan ince ip, kınnap, sicim gibi damlaları arka arkaya gelip sicim gibi akan (yağmur, gözyaşı): "Gözlerinden sicim gibi yaş inerek hepsini bir kömür sandığına doldurdu. " -A. Ağaoğlu.
→ ingiliz sicimi
siderit is. Fr. siderite 1. astr. İçinde yalnız demir ve nikel bulunan gök taşı. 2.jeol. Sideroz.
sideroz is. Fr. siderose jeol. Çoğunlukla kahverengi demir karbonat birleşimli demir cevheri.
sidik, -ği is. İdrar: "Bodrum, şimdi keskin bir eski çamaşır, sidik kokusu içinde idi." -S. F. Abasıyanık. sidik zoruyla bir iş ucu ucuna veya zar zor halledilerek.
→ sidik borusu, sidik kavuğu, sidik söktürücü, sidik torbası, sidik yarışı, sidik yolu, sidik zoru
sidik borusu is. anal. Sidiği böbreklerin her birinden sidik torbasına akıtan bir çift kanal.
sidik kavuğu is. anat. Sidik torbası.
sidikli sf. 1. Üstüne sidik bulaşmış bulunan. 2. Sidiğini tutamayan, üstüne işeyen.
→ sidikli meşe
sidiklik, -ği is. 1. Canlılarda sidiğin atıldığı organ: Yumurta bu balıkların karnından sağılmak veya yarılmak suretiyle sidiklikten çıkarılır. 2. Pisuvar. 3. argo Tutukevlerinde ağır suç işleyen kimselerin cezalandırılmak üzere kapatıldıkları hücre.
sidikli meşe is. bot. Yanarken su çıkaran bir meşe türü.
sidik söktürücü is. Sidiği artıran ilaç.
sidik torbası is. anat. Sidiğin biriktiği, yapısı zar ve kastan oluşmuş hazne, mesane.
sidik yarışı is. Önemsiz ve değersiz konularda inatlaşarak birbirinden üstün gelmeye çalışma.
sidik yolu is. anat. Sidik torbaları ve siyeğin ortak adı.
sidik zoru is. tıp İdrar zoru.
sif is. İng. c(ost), ifnsurance) ve f(reight) tic. İthalatta bir malın bedeli, sigortası ve navlunu giderleriyle birlikte olmak üzere maliyeti.
sifilis is. Fr. sypfıilis tıp Frengi.
sifin is. bot. Sarıağı,
sifon is. Fr. siphon 1. Bir sıvıyı bir kaptan başka bir kaba aktarmaya yarayan, değişik uzunlukta iki kolu olan bükülmüş boru. 2. Şose, demir yolu vb. yapıların altından bir akarsuyu geçirmek için yapılan boru biçiminde kanal. 3. Pis su tesisatındaki kokuların yapıya yayılmasını önleyen araç. 4. Hızla fışkırtılan su yardımıyla pis su ile dışkıları atık su tesisatına akıtan düzenek, sifonu çekmek (veya sifon çekilmek) sifondaki suyu boşaltmak veya su boşaltılmak: "Yukarı katların birinde bir sifon çekiliyor." -A. İlhan.
→ eviye sifonu
sifonlama is. Sifonlamak işi.
sifonlamak (-i) Sifonu çekmek.
sifonlular ç. is. zool. Yassı solungaçlılardan bir sınıf.
siftah is. Ar. istifiâh 1. tic. İlk alışveriş: "Daha sabahtan beri siftahım yok!" -N. Cumalı. 2. zf mec. İlk kez olarak: Bu haberi siftah ondan duydum, siftah etmek esnaf sabahleyin ilk alışverişi yapmak: "Bu vakit kim gelecek? Her günkü gibi siftahı sen ediyorsun?" -E. E. Talu.
siftahlama is. Siftahlamak işi.
siftahlamak (-i) 1. Bir şeyi ilk kez satmak, siftah etmek. 2. Turfanda bir şeyi ilk kez yemek.
siftinlik, -ği sf. Adi, bayağı, berbat: "Bu jurnalci, bu siftinlik yaratıklar köpeklik tarihinin yüz karası idiler." -H. Taner.
siftinme is. Siftinmek işi.
siftinmek (nsz) hlk. 1. Oyalanmak, vakit geçirmek: "Bunamış işte. Kadın gördü mü dayanamıyor, siftiniyor. Bir halt edeceğinden mi?" -M. Ş. Esendal. 2. Bir yere sürtünerek kaşınmak: "Mahallede duvar kenarlarında siftinip pinekleyen uyuz, kör, topal köpeklerden başka kimse yoktur." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sigala is. bot. Sığla.
sigar is. Fr. cigare Puro.
sigara is. (siga'ra) İsp. cigaro İnce kâğıda, kıyılmış tütün sarılarak hazırlanan, silindir biçiminde, ağızdan dumanı çekilen nesne: "İhtiyar diplomat sigara üstüne sigara yakıyordu." -Ö. Seyfettin, sigara içmek sigarayı bir ucundan yakıp öbür ucundan dumanını emerek içine çekmek: "Sigarasını, sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu." -H. Taner. sigara kâğıdı gibi çok ince. sigara sarmak sigara kâğıdına tütün koyarak sigara yapmak: "Kalın sigarasını sararken onun lafını kesti." -Ö. Seyfettin, sigarayı tellendirmek (veya tüttürmek) keyifte sigara içmek: "Birkaç tane bira çektikten sonra üzerlerine sigarayı tellendirdim mi, değme keyfime artık." -Ö. Seyfettin.
→ sigara böceği, sigara böreği, sigara kâğıdı, sigara tabakası, sigara tablası, sigara tiryakisi, zıvanalı sigara, kalıp sigarası, yaprak sigarası
sigara böceği is. zool. Kın kanatlılardan, tütünden başka, kiler ve mutfaklarda saklı birçok yiyecek maddelerine düşkünlüğü ile tanınan böcek (Lasioderma serricorne).
sigara böreği is, Yufka arasına peynir veya kıyma koyduktan sonra sigara gibi sarılıp tavada kızartılan börek.
sigaracı is. Sigara satan kimse.
sigara kâğıdı is. Sigara sarmaya yarar çok İnce kâğıt.
sigaralı sf. 1. Sigarası olan. 2. Sigara içilen.
sigaralık, -ğı is. 1. Sigara konulan kap. 2. Sigara ağızlığı.
sigarasız sf. 1. Sigarası olmayan. 2. Sigara içilmeyen. 3. zf. Sigarası olmadan, sigara içmeden: "Bu gençlerden hiçbiri sigarasız yaşayamaz."-P. Safa.
sigarasızlık, -ğı is. Sigarasız olma durumu.
sigara tabakası is. İçine sigara yerleştirilen, kapaklı, metal kutu: "Elini cebine soktu, bir sigara tabakası çıkardı." -H. E. Adıvar.
sigara tablası is. Küllük.
sigara tiryakisi is. Sigaraya aşın düşkün olan kimse.
sigorta is. (sigo'rta) İt. sicurta 1. Bir şeyin veya bir kimsenin herhangi bir yönden İleride karşılaşabileceği zararı gidermek için, önceden ödenen prim karşılığında bu işle uğraşan kuruluşla yapılan iki taraflı bağlantı sözleşmesi: "İsveç'te çok sağlam bir sigorta sistemi var." -H. Taner. 2. Bu tür sözleşmeleri yapan şirket. 3. Özellikle elektrik devresinde, akım çok güçlü olduğunda eriyerek güvenliği sağlayan, kazayı önleyen nesne veya düzen: "Bir hatta giden sigorta yanarsa o hattın lambaları söner." -S. F. Abasıyanık. sigorta atmak bir anza sonucu sigortada elektrik akımı kesilmek, sigorta etmek bir şeyi, bir kimseyi ileride olabileceği düşünülen kazanın zarannı gidermek için sigortaya bağlamak, sigorta olmak bir kimse veya bir şey ileride olabileceği düşünülen kazanın zarannı gidermek için sigortaya bağlanmak, sigortası atmak argo çığırından çıkmak, kötüleşmek.
→ sigorta poliçesi, sigorta primi, ikili sigorta, otomatik sigorta, sosyal sigorta, zorunlu sigorta, alışveriş sigortası, ferdî kaza sigortası, hayat sigortası, ihtiyarlık sigortası, işçi sigortası, ölüm sigortası, sağlık sigortası, yangın sigortası, yaşam sigortası, yaşlılık sigortası
sigortacı is. Belirli bir prim karşılığında, sigortalıya veya bir tazminattan yararlanacağı belirtilmiş olan kimseye, bir zarara uğraması durumunda belli bir para veya gelir ödemeyi üstlenen kimse.
sigortacılık, -ğı is. Sigortacının işi.
sigortalama is. Sigortalamak işi.
sigortalamak (-i) 1. Sigorta yapmak. 2. tkz. Bir şeyi güven altına almak.
sigortalanma is. Sigortalanmak işi veya durumu.
sigortalanmak (nsz) Sigorta bağlanılmış olmak.
sigortalı sf 1. Sigorta edilmiş: Sigortalı işçi. Sigortalı araba. 2. is. Sosyal sigorta kapsamına alınmış işçi. 3. mec. Güven altına alınmış, sağlama bağlanmış.
sigortalılık, -ğı is. Sigortalı olma durumu.
sigorta poliçesi is. Sigortalı ile sigorta şirketi arasında tarafların karşılıklı hak ve borçlarını gösteren ve sözleşmenin kanıtlanması amacıyla düzenlenen belge.
sigorta primi is. Sigortacının sağlamış olduğu güvenceye karşılık olarak sigortalının ödediği ücret.
sigortasız sf. 1. Sigorta edilmemiş: Sigortasız işçi. Sigortasız araba. 2. is. Sosyal sigorta kapsamına alınmamış işçi. 3. mec. Güvence altına alınmamış, sağlama bağlanmamış.
sigortasızlık, -ğı is. Sigortasız olma durumu.
siğil (I) is. Deride, özellikle ellerde oluşan zararsız, pürtüklü küçük ur.
→ siğil otu
siğil (II) is. hlk. Odun yarmakta kullanılan ağaç veya demir kama.
siğil otu is. bot. Kalmca yapraklan, çıban ve yarayı işletip iyileştirmekte kullanılan, labadaya benzer bir çeşit ot.
Sih öz. is. (Sanskritçe'den) Hindistan'ın Pencap bölgesinde yaşayan bir topluluk.
sihir, -hri is. Ar. sihr Büyü.
sihirbaz is. Ar. sihr + Far. -bâz Büyücü.
sihirbazlık, -ğı is. Büyücülük.
sinirlenme is. Sinirlenmek işi veya durumu.
sihirlenmek (nsz) Büyülenmek.
sihirli sf. Büyülü, afsunlu, füsunkâr: "Bu sihirli şarapla para, Garden Bar'da, Tanrı'nın gecesi su gibi akardı." -E. E. Talu.
Siirt battaniyesi is. Tiftik keçisinin tüyünden dokunan, uzun tüyleri çeşitli yönlere yatırılarak desenler elde edilen bir tür battaniye.
sik is. kaba Erkeklik organı.
sikalar ç. is. bot. Açık tohumlulardan, parklarda süs bitkisi olarak yetiştirilen, yurdu Güney Asya olan, palmiyelere benzer ağaç ve ağaççıkları İçine alan bir familya.
sikatif sf. Fr. siccatifkim. 1. Yükseltgenerek polimerleşmeye uygun olan. 2. is. Özellikle maden birleşiklerinden oluşan, katalitik özellikler taşıyan ve çabuk kurumasını sağlamak amacıyla boya, vernik ve yağlı boyalara az miktarda katılan madde.
sikke (I) is. Ar. sikke 1. Madenî para. 2. Madenî paralara vurulan damga.
sikke (II) is. hlk. Hayvanları bağlamak için yere çakılan demir veya ağaç kazık.
sikke (III) is. Mevlevi dervişlerinin giydikleri yüksek ve tepesi düz keçe külah.
sikkeleme is. Sikkelemek işi veya durumu.
sikkelemek (-i) hlk. 1. Hayvanları sikkeye bağlamak. 2. esk. Damgalatmak, mühürletmek.
siklamen is. (siklamen) Fr. cyclamen 1. bot. Tavşankulağı. 2. Kırmızıya çalan eflatun renk. 3. sf. Bu renkte olan.
siklememek (-i) kaba Değer ve önem vermemek, aldırış etmemek.
siklon is. Fr. cylone Atmosferde bir alçak basınç alanı çevresinde hızla dönen rüzgârların oluşturduğu şiddetli fırtına, kiklon.
sikmek, -er (-i) argo Erkek cinsel ilişkide bulunmak.
siktirici sf. Bayağı, aşağılık, adi.
siktirmek (nsz) argo Defolup gitmek, siktir et! 1) aldırma, önem verme! 2) kov, defet! siktir! defol! siktirip gitmek başını alıp gitmek.
-sil bk. -sil / -sil vb.
silah is. (-lâ:hı) Ar. silâh 1. Savunmak veya saldırmak amacıyla kullanılan araç. 2. mec. Savunmak veya saldırmak için kullanılan, başvurulan her şey. 3. mec. Bir konuda etkili nesne, etken araç: "Bir maddi menfaate dayanmayan meselelerde rica ve niyaz en kuvvetli bir silahtır." -R. N. Güntekin. silah atılmak silahla vurmaya davranmak, silah başı etmek ask. askerlikte, verilen komut üzerine herkes görevi başına geçmek, silah çatmak ask. silahları uç uca çapraz bir biçimde dayayarak durdurmak, (birine) silah çekmek 1) silahla vurmaya davranmak; 2) silahla vurmak, silah patlamak 1) silah ateş almak; 2) mec. savaş başlamak, silah silaha girmek karşılıklı olarak ateş etmek: "Üç serseri birbirleriyle silah silaha girmişler." -R. H. Karay, silaha davranmak kullanmak için silahına el atmak.
→ silahaltı, silah arkadaşı, silah başına, silahhane, ateşli silah, kimyasal silah, konvansiyonel silah, nükleer silah, pompalı silah, lav silahı
silahaltı is. ask. Askerlik görevi, silahaltına almak askerlik görevine başlatmak. silahaltında bulunmak silahaltında olmak: "Silahaltında bulunan er ve erbaşlarla askerî öğrenciler ... oy kullanamazlar." -Anayasa.
silah arkadaşı is. Birlikte savaşanlardan her biri.
silah başına ünl. ask. Silah başı etmek için verilen komut.
silahçı is. Silah yapan veya satan kimse.
silahçılık, -ğı is. Silahçı olma durumu.
silahendaz is. (silâhendaız) Ar. silah + Far. -endâz esk. Gereğinde karaya çıkarılan, özellikle tüfeklerle donatılmış deniz eri.
silahhane is. (silâhha:ne) Ar. silâh + Far. hâne Silahların saklandığı, korunduğu yer.
silahlama (-i) Silahlamak işi.
silahlamak (-i) Silahlandırmak.
silahlandırılma is. Silahlandırılmak işi.
silahlandırılmak (nsz) Silahlandırma işine konu olmak.
silahlandırma is. Silahlandırmak işi.
silahlandırmak (-i) Silahlı duruma getirmek.
silahlanma is. 1. Silahlanmak işi. 2. Silahım veya silahlı kuvvetlerini çoğaltma ve güçlendirme.
silahlanmak (nsz) Silahlı duruma gelmek: "Dedemler silahlanıp dağlarda eşkıya avına çıkmışlar domuz avına çıkar gibi." -T. Dursun K.
silahlı sf. Silahı olan.
silahlık, -ğı is. 1. Kışlada erlerin silahlarını yerleştirip bıraktıkları yer. 2. esk. Tabanca, bıçak vb. silahlan yerleştirmek için kullanılmış olan, kat kat, enli, meşin kemer.
silahsız sf. Silahı olmayan.
silahsızlandırma is. Silahsızlandırmak işi.
silahsızlandırmak (-i) Silahsızlanmasına sebep olmak, silahsızlanmasını sağlamak, silahlarını bıraktırmak.
silahsızlanma is. Genel banş ve güvenlik için silah gücünü, silah kuvvetlerini azaltma veya büsbütün ortadan kaldırma.
silahsızlanmak (nsz) Silahlanmaktan vazgeçmek;
silahsızlık, -ğı is. Silahsız olma durumu.
silahşor is. (silâhşor) Ar. silâh + Far. -sor İyi silah kullanan kimse, savaşçı.
silahşorluk, -ğu is. Silahşor olma durumu: "... silahşorluk, bıçak ve ok atma idmanları, neler yapmadık beraber!" -R. H. Karay.
silahtar is. (silâhtar) Ar. silâh + Far. -dar iar. Osmanlılar döneminde padişah, sadrazam, vezir vb. devlet büyüklerinin silahlarına bakan ve koruyan kimse.
→ silahtar ağa
silahtar ağa is. tar. Osmanlı döneminde görevi sarayda padişahı korumak, törende padişahın kılıcını taşımak olan kimse.
silaj is. (silâj) İng. silage Taze bitkilerin kıyılmış biçiminin bir siloda sıkıştırılarak korumaya ve saklamaya alınması yöntemi.
sildirilme is. Sildirilmek işi.
sildirilmek (nsz) Silme işi yapılmak.
sildirme is. Sildirmek işi.
sildirmek (-i, -e) Silme İşini yaptırmak; "Orta hizmetini bile Himmet'e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu." -Ö. Seyfettin.
sildirtme is. Sildirtmek işi.
sildirtmek (-i) Sildirme işini yaptırmak.
silecek, -ğı is. 1. Yıkandıktan sonra kurulanmak için kullanılır büyük havlu, hamam havlusu. 2. Motorlu taşıtlarda ön camı silmeye, temizlemeye yarayan alet, silgeç. 3. Evlerde ayakkabıları temizlemek için kapı önlerine konulan bez, keçe vb. şey, paspas.
silgeç, -ci is. Silecek.
silgi is. 1. Kalem veya daktiloyla yazılmış, çizilmiş şeyleri silmeye yarayan, birleşiminde kauçuk olan madde. 2. Tebeşirle yazılmış şeyleri silmeye yarayan keçe, sünger veya kumaş parçalan. 3. hlk. Hamam takımı, havlu.
silgiç, -ci is. Silmeye yarayan alet, silecek.
sili (I) is. Kilim, yünden dokunmuş yaygı.
sili (II) sf. 1. Arı, temiz. 2. mec. İffetli.
→ arı sili
silici is. Silip temizleme, düzeltme, parlatma vb. işleri yapan kimse.
silicilik, -ği is. Silici olma durumu.
silik, -ği sf: 1. Üstündeki yazı veya çizgiler silinmiş, bozulmuş, aşınmış olan: Silik para. Silik yazı. 2. mec. Kendini gösteremeyen, dikkati çekmeyen veya önemli ve belirli olmayan: "İşte, bu şahsiyetin yanında ötekiler âdeta silik ve sinmiş kalıyordu." -R. E. Ünaydın.
→ sapı silik
silikat is. Fr. silicate kim. Yapı malzemesi olarak kullanılan cam, çimento, tuğla vb. maddelerin birleşiminde bulunan, silisik asidin bazlarla birleşerek oluşturduğu tuz.
silikatlama is. Silikatlamak işi.
silikatlamak (-i) Kireç, taş, tahta vb. maddeleri sertleştirmek üzere silikata batırmak.
silikatlaşma is. kim. Bir maden oksidin silisle birleşerek silikat durumunu alması.
silikleşme is. Silikleşmek işi.
silikleşmek (nsz) Silik duruma gelmek.
silikleştirme is. Silikleştirmek işi.
silikleştirmek (-i) Silik duruma getirmek.
siliklik, -ği is. Silik olma durumu.
silikon is. Fr. silicone kim. 1. Kapı, pencere vb. aralıklarım örterek hava ve su geçmesini önlemek amacıyla kullanılan şeffaf ve yapışkan bir madde. 2. Güzel görünmek amacıyla çeşitli organlara eklenen madde.
silikoz is. Fr. cüicose tıp Silis tozu içinde çalışan işçilerin yakalandıkları hastalık.
sililik, -ği is. 1. Sili olma durumu, arılık, temizlik. 2. mec. İffet.
silindir is. Fr. cylindre 1. mat. Alt ve üst tabanları birbirine eşit dairelerden oluşan bir nesnenin eksenini dikey olarak kesen, birbirine paralel iki yüzeyin sınırladığı cisim, üstüvane. 2. tek. Metalleri inceltme, kumaşları parlatma, kâğıt üzerine baskı yapma vb. İşler İçin sanayide kullanılan merdane. 3. tek. Motorlu taşıtların motorunda pistona güçlü bir itiş sağlamak için gaz karışımının yandığı veya patladığı yer. 4. Yol yapımında toprağı sıkıştırarak düzleştirmek için kullanılan genellikle motorlu araç. silindir gibi ezmek bir kimseyi her yönüyle güçsüz duruma getirmek.
→ silindir kalıplama, silindir şapka, silindir yağı, dik silindir, eğik silindir
silindiraj is. Fr. cylindrage Bir şeyin üzerinden silindir geçirme.
silindirik, -ği sf. Fr. cylindriaue Silindirle ilgili, silindir biçiminde.
silindir kalıplama is. Plaka ve naylon benzeri ince levhaların silindir arasından geçirilerek üretilmeleri yöntemi.
silindirli sf. Herhangi bir sayıda silindiri olan: Dört silindirli araba.
silindirsel sf. 1. Silindirle İlgili. 2. Silindir biçiminde olan, silindirik.
→ silindirsel yüzey
silindirsel yüzey is. Doğrultman adı verilen düzlem bir eğriye dayanarak ve durağan bir doğruya paralel olarak yer değiştiren bir ana doğrunun çizdiği yüzey.
silindir şapka is. Resmî törenlerde sivillerin giydiği, silindir biçiminde siyah şapka.
silindir yağı is. Yüksek viskoziteli ve parlama noktası yüksek olan, buhar makinelerinin valf ve silindirlerini yağlamak amacıyla kullanılan bir yağlama yağı.
siliniş is. Silinme işi veya biçimi.
silinme is. Silinmek işi.
silinmek (nsz) 1. Silme işine konu olmak. 2. Kendi kendini silmek. 3. mec. Birden yok olmak, gözden kaybolmak: "Nina'nın dudaklarımdaki ferah, tatlı tebessüm silinmiştir. " -R. H. Karay, silinip gitmek bir şey birdenbire yok olmak veya unutulmak.
silinti is. Bir yazının silinmiş olduğunu gösteren iz: Bu sayfada silintiler var.
silis is. Fr. silice kim. Kum, çakmak taşı, kuvars vb. silisyumun oksijenli birleşimleri.
→ silisseven
silisçil sf bot. Silisli yerde yetişen (bitki).
silisik asit, -di is. Fr. acide silicique kim. Silikatların asitlerle birleşmesiyle elde edilen zayıf bir asit.
silisiz sf. Silisi olmayan, iffetsiz.
silisizlik, -ği is. Silisiz olma durumu, iffetsizlik.
silisli sf. Yapısında veya birleşiminde silis bulunan.
silisseven sf. bot. Silisli toprakları seven (bitki).
silisyum is. Fr. silicium kim. Atom sayısı 14, atom ağırlığı 28,09, yoğunluğu 2,34 olan, 1420 °C'de eriyen, endüstride geniş ölçüde kullanılan ve doğada oksijenden sonra en bol bulunan element (simgesi Si).
siliş is. Silme işi veya biçimi.
silkeleme is. Silkelemek işi.
silkelemek (-i) 1. Üstündeki şeyleri düşürmek, kaydırmak için bir şeyi üst üste, birden silkmek. 2. Kuvvetle sarsmak: Birini yakasından tutup silkelemek. 3. mec. Dövmek. 4. mec. Sarsmak, etkilemek. 5. mec. Yük olan, yük sayılan birinin geçim ve sorumluluğunu üstünden atmak: "Seni ben değil, amma bu çeneyle galiba damadın sokağa silkeleyecek." -R. N. Güntekin.
silkelenme is. Silkelenmek işi.
silkelenmek (nsz) 1. Silkeleme işine konu olmak. 2. Ani bir hareket yaparak vücudu sarsılmak, silkinmek.
silkeleyiş is. Silkeleme işi veya biçimi.
silki is. Uykuda sıçrama.
silkindirme is. Silkindirmek işi veya durumu.
silkindirmek (-i) Silkinmesini sağlamak.
silkiniş is. Silkinme işi veya biçimi.
silkinme is. Silkinmek işi.
silkinmek (nsz) 1. Üstünü silkmek. 2. Ani bir hareketle, korkuyla vücudu sarsılmak, silkelenmek: "Yanımda bir dal çıtırtısı duydum. Silkindim." -S. F. Abasıyanık. 3. (-den) mec. Bir şeyi üstünden atmak, ondan kurtulmak: Tembellikten silkinmek, silkinip sıyrılmak kendine gelip kurtulmak: "Sebepsiz duyduğu bu kederden bir türlü silkinip sıyrılamıyor." -Ö. Seyfettin.
silkinti is. 1. Ürkerek sıçramak. 2. Bitkilerde çiçek düşürme durumu.
silkme is. 1. Silkmek işi. 2. İri doğranmış kabak, patlıcan vb. sebzelerle yapılan et yemeği: Patlıcan silkmesi. 3. sp. Halterde ayakları açarak halteri baş üstüne kaldırma biçimi.
silkmek, -er (-i) 1. Üstündeki şeyleri düşürmek veya temizlemek için bir şeyi kuvvetle sallamak, sarsmak: "Eline geçen her şeyi silkip akrepler varmış gibi bakıyor." -H. R. Gürpınar. 2. Ani bir hareketle sarsmak: "Sağ elini silkerek yana doğru eğildi." -P. Safa. silkip atmak her türlü ilgisini kesmek: "... çocuğun olmazsa bir gün bu herif seni silkip atar." -M. Ş. Esendal.
silktirme is. Silktirmek işi veya durumu.
silktirmek (-i, -e) Silkme işini yaptırmak.
sille is. Far. sili Elin iç yüzüyle vurulan tokat: "Adam keçinin gerisine hafif bir sille indirdi." -N. Cumalı.
→ sille tokat
sille tokat zf. Döve döve: Adamı sille tokat götürdüler.
silme is. 1. Silmek işi. 2. mim. Duvar, tavan vb. yerlerde yapılan kabartma kenar. 3. zf. Ağzına kadar dolu, sıvama, lebalep: "O çağlarda saraylar, konaklar, yalılar silme cariyedir." -S. Birsel. 4. zf. Baştan aşağı, tam olarak, tamamen.
→ silme kalıbı, silme makinesi, silme tahtası, tespihli silme
silmece zf Ağzına kadar dolacak biçimde.
silmeci is. Silme işini yapan usta.
silmek (-i) 1. Bir şeyin ıslaklığını gidererek kuru duruma getirmek: "Terlemiş gibi alnını elinin tersiyle sildi." -Ö. Seyfettin. 2. Üzerine genellikle bir bez sürterek tozlarını, kirlerini almak veya parlatmak: "Türküler çağırarak tahta siliyorlar." -Y. Z. Ortaç. 3. Bir yazı, çizgi vb.ni kazıyarak veya sürterek yok etmek: Daktilo yanlışlarım iğneyle kazıyarak sildi. 4. Tahta malzemeyi makineyle düzgün ve pürüzsüz hâle getirmek. 5. (-i, -den) Üzerini çizerek atmak, yok etmek: Defterden adını silmişler. 6. İlişkisini koparmak, yok saymak. 7. (-i, -den) mec. Üstünlük göstererek o alanda üstün olanları ikinci plana atmak: Sahneden silmek. Sahadan silmek. 8. (-i, -den) mec. Ortadan kaldırmak, yok etmek veya gidermek: "Senin gözlerin gönlümü dolduran kara düşünceleri silecek, beni korkulardan kurtaracaktır." -M. Ş. Esendal. sil baştan "olmadı, yeniden yapalım" anlamlarında kullanılan bir söz. silip atmak ilgi ve ilişkisini tamamen kesmek: "Beni aldattı diye onu kalbimden silip attım, ondan nefret ediyorum." -R. N. Güntekin. silip süpürmek 1) evi, ortalığı temizlemek; 2) ne var ne yoksa hepsini yemek: "Büyükdere'den yanına bir sepet kiraz aldığı vakit, sandalda bütün kirazı silip süpürür. " -S. Birsel. 3) ne var ne yok hepsini alıp götürmek veya yok etmek: "Bu, nereden ve kimden geldiği belli olmayan darbe son ümitlerini de silip süpürmüştü." -E. E. Talu.
silme kalıbı is. mim. İnce madenî plaka üzerine oyulan ve taş yüzeyinde silme işlemini ayarlamaya yarayan alet.
silme makinesi is. tek. Profil, kaval çubuk vb. maddelerin silme işleminde kullanılan makine.
silme tahtası is. Ölçeğe tepeleme doldurulan tahılın doruğunu almakta kullanılan tahta.
silo is. (si'lo) Fr. silo Tahıl vb. ürünlerin korunduğu, saklandığı veya depolandığı, genellikle silindir biçiminde ambar.
→ silo yemi
silolama is. Silolamak işi.
silolamak (-i) Tarım ürünlerini siloya koyup yığmak veya saklamak.
silo yemi is. Su yönünden zengin, dayanıklılığı düşük, her tür kaba yemlerin silo kabı adı verilen kaplarda, havasız ortamda, belli bir süre süt asidi bakterileri mayalanmasına tabi tutulmaları sonucu elde edilen yem.
silsile is. Ar. silsile 1. Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra: "Trende herkes uyuyor, uzun bir öksürük silsilesi ve bazı iniltilerden başka ses yok." -H. E. Adıvar. 2. Bilinen en eski atalardan yaşayan torunlara kadar aile sırası: "Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan asildi." -Ö. Seyfettin.
→ silsileimeratip, silsilename
silsileimeratip, -bi is. (silsileimeraıtip) Ar. silsile + merâtib Rütbe sıralaması.
silsilename is. (silsilena:me) Ar. silsile + Far. nâme esk. Bir kimsenin silsilesini gösteren çizelge.
siluet is. Fr. silhouette Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge: "Bir kadın siluetinin koşarak silindiğini de görür gibi olmuştum." -R. H. Karay.
silüryen is. Fr. silurien jeol. Birinci Çağın ikinci dönemi ve bu dönemde oluşan yer katmanları.
sim (I) is. Far. sim esk. 1. Gümüş. 2. Genellikle işlemelerde kullanılan, gümüş görünüşünde ve parlaklığında olan iplik vb. 3. sf. Gümüş gibi parlayan.
sim (II) is. hlk. İşaret.
sima is. (si:ma:) Far. sima 1. Yüz (II): "Beni bu sima altında tanımazsın." -H. C. Yalçın. 2. Kimse, insan, tip: "Eski tanıdığımız simalar bize şimdi, ne kadar uzak görünüyorlar. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
simetri is. Fr. symetrie 1. İki veya daha çok şey arasında konum, biçim ve belirli bir eksene göre ölçü uygunluğu, bakışım. 2. mat. Bakışım.
simetrik, -ği sf. Fr. symetriaue mat. Bakışımlı.
simetrili sf. Simetrisi olan, bakışımlı, simetrik.
simetrisiz sf. Simetrisi olmayan, bakışımsız, asimetrik.
simetrisizlik, -ği is. Bakışımsız olma durumu, bakışımsızlık.
simge is. Sembol.
simgeci is. Sembolist.
simgecilik, -ği is. ed. Sembolizm.
simgeleme is. Simgelemek durumu.
simgelemek (-i) Sembol durumuna getirmek.
simgeleşme is. Simgeleşmek işi veya durumu.
simgeleşmek (nsz) Simge durumuna gelmek.
simgeleştirme is. Simgeleştirmek işi.
simgeleştirmek (-i) Simgeleşme İşini yaptırmak.
simgesel sf. Sembolik: "Simgesel formülleri ile matematik, bilimler içinde en kurularından biri olarak biliniyordu." -H. Taner.
→ simgesel mantık
simgesel mantık, -ği is. Sembolik kalıplara verdiği önemli yerden dolayı çağdaş mantığa verilen ad.
simit, -di is. Ar. semid 1. Halka biçiminde, genellikle üzerine susam serpilmiş çörek. 2. Denizde kullanılan halka biçiminde cankurtaran. 3. hlk. İnce bulgur, düğürcük.
→ simit fırını, akşam simidi, cankurtaran simidi, kandil simidi
simitçi is. Simit yapan veya satan kimse: "Safranbolulu Halil, al yanaklı, ürkek gözlü, köse bir simitçidir." -S. F. Abasıyanık.
→ simitçi fırını
simitçi fırını is. Simit fırını.
simitçilik, -ği is. Simit yapma veya satma işi.
simit fırını is. Simit pişirip satan fırın, simitçi fırını.
simpozyum is. bk. sempozyum.
simsar is. Ar. simsar tic. Komisyoncu: "Bu adam kıyafet itibarıyla öbür sandaldaki simsar tercüman, satıcı, gezdirici vesaireden farklı değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ borsa simsarı
simsariye is. (simsa.riye) Ar. simsâriyye tic. Komisyon.
simsarlık, -ğı is. Komisyonculuk: "Başka iş görmez, yalnız pazarlarda ekin simsarlığı edermiş." -M. Ş. Esendal.
→ borsa simsarlığı
simsiyah sf. (si'msiyah) Çok kara, her yanı kara, kapkara: "Karşımdaki karanlık odanın kapısı aralandı, simsiyah iki el dışarıya doğru uzandı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
simültane sf Fr. simültane Aynı anda olan: Simültane tercüme.
Simurg öz. is. Ar. sı+ murğ Anka.
simülasyon is. (simülâsyon) Fr. simulation Benzetim.
simya is. (simya:) Ar. simiyâ Alşimi.
simyacı is. Alşimist.
-sin (I) bk. -sın / -sin vb. (I).
-sin (II) bk. -sın / -sin vb. (II).
sin, -ni (I) is. esk. Ölü gömülen yer, gömüt, mezar, kabir, metfen, makber: "Sana ibret gerek ise / Gel göresin bu sinleri." -Yunus Emre.
sin, -nni (II) is. Ar. sinn Yaş (I): "Hoş uyanık da olsam, biz sindekileri artık erkekten saymazlar ya..." -H. Taner.
sinagog is. Yun. din b. Yahudilerin ibadet etmek için toplandıkları yer, havra. sinagrit is. bk. sinarit.
sinameki is. (sina:meki) Ar. sena + mekki 1. bot. Baklagillerden, sıcak bölgelerde yetişen, birçok türü bulunan bir bitki (Cassia). 2. bot. Bu bitkinin meyvesi. 3. Bu bitkinin bazı türlerinden elde edilen, hekimlikte iç sürdürücü olarak kullanılan madde. 4. mec. Mızmız, sevimsiz, başkalarıyla ilişki kurmayan kimse, sinameki gibi mızmız, sevimsiz, kimseyle ilişki kurmayan (kimse).
sinara is. Yun. den. Büyük zoka.
sinarit is. Yun. zool. İzmaritgillerden, Akdeniz'de yaşayan, pullu, eti beğenilen bir balık (Dentex vulgaris).
sincabi is. (sincasbi:) Far. sincâb + Ar. -i 1. Kahverengi ile kurşun rengi arasında olan renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Sincabi dağlar, dağların arkasındaki mavi ve müphem sisler gittikçe koyulaşıyor..." -Ö. Seyfettin.
sincap, -bı is. Far. sincâb zool. Sincapgillerden, ağaçlarda yaşayan, genellikle meyveyle beslenen, çok tüylü, uzun kuyruklu, ince gövdeli bir hayvan, değin, çekelez (Sciurus vulgaris).
sincapgiller ç. is. zool. Kemirgen memeli hayvanları içine alan, geniş bir familya.
sindirilme is. Sindirilmek işi.
sindirilmek (nsz) Sindirme işine konu olmak.
sindirim is. biy. Besinlerin çeşitli enzimlerle eritilerek, parçalanarak ince bağırsakta emilebilir, kana karışabilir duruma gelmesi için uğradıkları fiziksel ve kimyasal değişikliklerin bütünü, hazım.
→ sindirim aygıtı, sindirim bilimi, sindirim organları, sindirim sistemi
sindirim aygıtı is. Sindirim sistemi.
sindirim bilimci is. tıp Sindirim sistemi hastalıkları hekimi, gastroenterolog.
sindirim bilimi is. tıp Tıbbın sindirim organları hastalıklarını inceleyen dalı, gastroenteroloji.
sindirim organları ç. is. anat. Sindirim aygıtı içinde yer alan organların bütünü.
sindirim sistemi is. anat. Organizmada besin maddelerinin sindirilip emilmelerini ve geri kalan yararsız maddelerin dışarı atılmalarını sağlayan organların bütünü, sindirim aygıtı.
sindiriş is. Sindirme işi veya biçimi.
sindirme is. Sindirmek işi.
sindirmek (-i, -e) 1. Sinmesini sağlamak veya sinmesine sebep olmak; "Kartal burunlu, kalın kaşlı, çember sakallı ihtiyar, Sertman'ı biraz sindirdi." -H. E. Adıvar. 2. (-i) Yenilen besin maddesini sindirim sisteminde gereken değişikliklere uğratarak kana karışabilir bir duruma getirmek, hazmetmek: "Hoca, sabahleyin bir bahçıvanın ikram ettiği turp salatasını henüz sindirememişti." -M. Yesari. 3. mec. Kendine mal etmek, anlayışla karşılayıp benimsemek: "Bir de o düşünceleri gerçekten sindirmiş bilginlerin, bilge kişilerin tutumuna bir bakın." -N. Cumalı.
sine is. (sime) Far. sine 1. Göğüs. 2. mec. Gönül, yürek: "Elif kaşlarını çatar / Gamzesi sineme batar." -Karacaoğlan. 3. mec. Bağır, iç: "Hangi semtin eczanesi bu kadar değerli insanı sinesinde toplayabilmiştir?" -H. Taner, sineye çekmek kötü bir davranış, söz veya olaya İster istemez katlanmak: "Onlar hızla geçer veya düşer; musibeti sineye çekmek millete düşer." -T. Halman.
→ sineyimillet
sinek, -ği is. 1. zool. Çift kanatlılardan, birtakım uçucu böceklerin genel adı. 2. İskambil kâğıtlarının siyah renkte yoncayı andıranı, ispati, sinek avlamak şaka işi veya müşterisi olmayıp boş oturmak, sinek ufak (veya küçük), ama mide bulandırır önemsiz, küçük gibi görünen bir şeyin kötü ve olumsuz bir izlenim yarattığını anlatan bir söz. sinekten yağ çıkarmak olmayacak şeylerden yararlanmaya çalışmak: "Elverişli durumların kokusunu hemencecik alıyor, sinekten yağ çıkartmasını biliyordu." -T. Buğra.
→ sinek ağırlık, sinekkapan, sinekkaydı, sinek kuşu, sinek mantarı, sineksavar, sinek sıklet, sinekyutan, beyazsinek, karasinek, piçsinek, sivrisinek, at sineği, cız sineği, et sineği, ev sineği, kurt sineği, kül rengi et sineği, meyve sineği, sığır sineği, sirke sineği, su sineği, uyuz sineği, zeytin sineği
sinek ağırlık, -ğı is. sp. Sinek sıklet.
sinekçil is. zool. Serçegillerden, sinekle beslenen, Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan bir kuş, sinekyutan (Muscicapa).
sinekkapan is, bot. 1. Droseragillerden, Kuzey Karolina bataklıklarında yetişen, yapraklarına konan sinekleri, böcekleri sıkıp emen bir bitki (Dionaea muscicapa). 2. zool. Böcekleri, özellikle sinekleri yakalayarak beslenen küçük Ötücü kuşlar.
sinekkapangiller ç. is. 1. bot. Sıcak ve ılıman bölgelerde, özellikle bataklıklarda böcekle beslenen bitkileri içine alan bir bitki familyası. 2. zool. Omurgalı hayvanlardan çeşitli ötücü kuşları içine alan bir kuş familyası.
sinekkaydı sf. Özenle yapılmış (tıraş): "Her sabah siperlerde kan gövdeyi götürse sinekkaydı tıraşını olur, komutanına saygıda kusur etmez, efendiden bir genç..." -A. İlhan.
sinek kuşu is, zool. Serçegillerden, küçük, güzel bir kuş türü (Trochilus).
sineklenme is. Sineklenmek işi.
sineklenmek (nsz) 1. Sineği çoğalmak, sinekli duruma gelmek. 2. Sineklerini kovmak: "Öküzler sağa sola bakınır / Göz kırpar sineklenir. " -N. Cumalı.
sinekler ç. is. zool. Birçok sinek türünü içine alan çift kanatlılar familyası.
sineklik, -ği is. 1. Sinekleri kovmaya yarayan ucu püsküllü değnek. 2. Sineklerin yapışması için üzerine yapışkan madde sürülmüş kâğıt. 3. Ucu yassı ve geniş plastik, tel vb.nden sinek öldürmek için kullanılan saplı araç. 4. Özellikle karasineklerin girmesini önlemek için dükkân kapısına takılan şerit, boncuk dizisi vb.nden yapılmış eğreti perde. 5. Sinekleri çok olan yer.
sinek mantarı is. bot. Bir mantar türü.
sinekoloji is. Fr. synecoîogie biy. Hayvan ve bitki topluluklarını inceleyen bilim dalı.
sinekolojik, -ği sf. biy. Sinekoloji ile ilgili.
sinekromi is. Fr. sinechromie Filmlerin renklendirilmesi ile ilgili sinema kolu.
sineksavar is. Sinekleri savıp öldürmekte kullanılan ve ilaç püskürten sprey.
sinek sıklet is. sp. Boksta 48 kg'dan 51 kg'a kadar olan ağırlık, sinek ağırlık.
sinekyutan is. zool. Sinekçil.
sinema is. (sine 'ma) Fr. cinema (cinematograpne'in kısa biçimi) 1. Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi. 2. Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapı: "Bir haber bırakıp mahallenin sinemasına girdi." -S. F. Abasıyanık. 3. Güzel sanatların dalı olarak yansıtılmaya uygun olan filmleri gerçekleştirme ve yaratma sanatı, beyaz perde: "Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz." -H. A. Yücel.
→ sinema endüstrisi, sinema perdesi, sinema salonu, sinema sanatçısı, sinema sanayisi, sinemasever, sinema tekniği, açık hava sineması, benzetim sineması
sinemacı is. 1. Sinemanın çeşitli kollarından birinde çalışan kimse filmci. 2. Film yapımcısı veya yönetmeni, filmci. 3, Sinema işleten kimse.
sinemacılık, -ğı is. sin. ve TV 1. Sinema filmlerinin gerçekleştirilmesi için gerekli araç ve gereçleri yapmak, film çevirmek, bunların sürüm ve dağıtımını sağlamak amacıyla yapılan çalışmaların tümü, filmcilik. 2. Bu çalışmaları yapanların işi. 3. Sinema çalışmalarıyla ilgili konular.
sinema endüstrisi is. sin. Film yapımını, dağıtımını gerçekleştiren, sinema araçlarını üreten endüstri, sinema sanayisi.
sinemalaştırma is. Sinemalaştırmak işi.
sinemalaştırmak (-i) Sinema durumuna getirmek.
sinema perdesi is. Film görüntüsünün yansıtıldığı bez veya plastik maddeden yapılmış beyaz satıh.
sinema salonu is. sin. Film gösterimi için seyircilere ayrılan geniş salon.
sinema sanatçısı is. sin. Sinema yapımında emeği geçen sanatçı.
sinema sanayisi is, sin. Sinema endüstrisi.
sinemasever is. Fr. cinema + T. sever Sinemayı seven, sinema sanatı, kültürü ve çalışmalarıyla ilgilenen kimse.
sinemaseverlik, -ği is. Sinemasever olma durumu.
sinemaskop, -bu is. Fr, cinemascope (firma adından) sin. Geniş bir sahnenin 55 mm'lik film üzerindeki görüntüye sığdın İmasından sonra göstericiye takılan, ikinci bir merceğe sıkıştırılmış görüntüyü, asıl büyüklüğüne çevirmesi temeline dayanan geniş perde ve üç boyutlu sinema tekniği.
sinematek, -ği is, Fr. cinemathegue sin. Sinema filmlerinin sanat, eğitim ve genellikle kültür amaçlan göz önünde tutularak toplandığı, korunduğu yer veya kurum.
sinema tekniği is. sin. Bir sinema filmini yaratmada kullanılan teknik araçlarla ilgili yöntem.
sinematik, -ği is. Fr. cinematiaue fiz. Kinematik.
sinematograf is. Fr. cinematographe Görüntüleri film üzerine kaydetmeye yarayan araç.
sinematografi is. Fr. cinematographie Sinemacılık.
sinematografik, -ği sf. Fr. cinematographiaue Sinemaya ilişkin, sinemayla ilgili.
sinerama is. Fr. cinerama sin. Mercekleri 27 mm aralıklı üç ayn alıcının yan yana birleştirilip eşlemeli olarak çalıştırılmasıyla ortaya çıkan bir geniş perde ve üç boyutlu sinema tekniği.
sinerji is. Fr. synergie Görevdaşlık.
sinerjik, -ği sf. Fr. synergigue Görevdaşlık ile ilgili.
sineroman is. ed. ve sin. Sinema İçin kaleme alınan roman.
sinestezi is. Fr. synesthesie psikol. Duyum ikiliği.
sineyimillet is. (svneyimittet) Far. sine + Ar. millet Halk içi, halk kucağı, sineyimillete dönmek 1) bulunduğu makamı veya görevi terk edip halktan biri olmak; 2) halk oylamasına başvurmak.
singin sf. hlk. Utangaç, sıkılgan.
single is. İng. single müz. bk. tekli.
sini is. Far. sini Üzerinde yemek de yenilebilen yuvarlak, bakır veya pirinçten büyük tepsi: "Sininin üstünde, çepeçevre tahta kaşıklar ve yerde sini etrafında birer küçük minder dizilmişti." -A. Haşim.
sinik, -ği (I) sf. Sinmiş, yılmış, pusmuş: "Bundan zevk alan ve bazı kere de bununla kadının sempatisini kazanan sinik erkeklerden biri de Atıftır." -R. H. Karay.
sinik (II) sf. Fr. ciniauefel. Kinik.
sinir is. anat. 1. Duyu ve hareket uyarılarını beyinden organlara, organlardan beyne ileten beyazımsı teller ve bu tellerin oluşturduğu demet; "Koket ruhu artık yüzünün sinirlerini idare etmiyordu." -R. N. Güntekin. 2. Rahatsız edici, hastalık derecesine varan özellik: Bu kadının bir siniri var, kan görünce bayılır. 3. Herhangi bir şey, bir olay karşısında tepki gösterme duyarlığı ve kişinin ruhsal niteliği: Sende hiç sinir yok mu, bu kadar aldırmazlık olur mu? "Tren kalktıktan biraz sonra sinirlerdeki gerginlik geçer. " -R. N. Güntekin. 4. sf Hoşa gitmeyen, can sıkan: Ne sinir şey! 5. hlk. Kas kirişi ve zarı: Etin sinirlerini ayırmak, sinir kesilmek çok sinirlenmek, öfkelenmek, sinir sahibi olmak devamlı sinirlenir durumda olmak, siniri oynamak öfkelenmek, sinirlenmek. siniri tutmak birdenbire sinirlenmek veya davranışlarını denetleyememek: "... moda deyince çıfdırmaz, çok gülerse siniri tutup sonra yarım saat ağlamaz." -M. Ş. Esendal. (bir durum birinin) sinirine dokunmak hoşuna gitmemek, sinirlendirmek: "Bu söz sarhoş olmayan zevcesinin fena hâlde sinirine dokunmuş." -R. N. Güntekin. (birinin) sinirleri altüst olmak sinirleri bozulmak, sinirlenip ne yapacağını şaşırmak, sinirleri ayakta olmak çok sinirlenmiş veya öfkelenmiş bulunmak, sinirleri boşanmak sinirlenip kendini tutamayarak gülmek, ağlamak veya bağırmak. sinirleri bozulmak çok sinirlenmek, ne yapıp edeceğini bilmeden şaşkın, karmaşık bir duruma düşmek; "Genç kadının korkudan sinirleri bozuldu." -H. Taner, sinirleri gergin olmak sinirlendirici yeni bir olay çıkarsa hemen tepki gösterecek durumda olmak. (birinin) sinirleri gerilmek sinirlenmeye hazır bir durumda bulunmak, sinirleri gevşemek (veya yatışmak) sinirliyken ferahlamak, sakinleşmek, (bir kimse) sinirlerine hâkim olmak davranışlarını ve kendini denetleyebilmek, soğukkanlı olmak, (birinin) sinirlerini bozmak kızdırmak, sinirlendirmek.
→ sinir argınlığı, sinir bilimi, sinir buhranı, sinir doku, sinir harbi, sinir hastalığı, sinir hastası, sinir ilacı, sinir kanatlılar, sinir küpü, sinir otları, sinir otu, sinir savaşı, sinir sistemi, sinir törpüsü, parasempatik sinir sistemi, sempatik sinir sistemi, yaşatkan sinir sistemi
sinir argınlığı is. psikol. Nevrasteni.
sinir bilimi is. tıp Sinir sistemini inceleyen tıp dalı, nöroloji.
sinir buhranı is. tıp Sinir sisteminde görülen bozukluğun yarattığı sıkıntı veya hastalık. sinir buhranı geçirmek bunalım içinde olmak: "Kız kardeşim bir sinir buhranı geçiriyordu." -A. Gündüz, sinir buhranına tutulmak bunalım geçirmek: "Öç dört gün olmuştu, acayip sinir buhranlarına tutulmuştum. " -R. H. Karay.
sinirce is. psikol. Nevroz.
sinir doku is. anat. Beyni ve sinirleri oluşturan ve nöron denilen hücrelerle örülmüş bulunan doku.
sinir harbi is. psikol. Söz veya davranışlarla birbirini sinirlendirme.
sinir hastalığı is. tıp Sinir sistemiyle ilgili hastalıkların genel adı.
sinir hastası is. psikol. Sinir hastalığına tutulmuş olan, nevropat.
sinir ilacı is. psikol. Sinir sistemiyle ilgili bir hastalığı tedavi etmek için kullanılan yatıştırıcı ilaç.
sinir kanatlılar ç. is. bol. Saydam olan kanatları ağ biçiminde damarlarla örülü, dört kanatlı böcekler takımı.
sinir küpü is. psikol. Çok sinirli olma durumu.
sinirleme is. Sinirlemek işi.
sinirlemek (-i) 1. Etin içindeki kas kirişlerini ve kalın zarları ayıklamak. 2. Savaşlarda, hasmın altındaki Atın art ayak kirişlerini kılıçla kesmek. 3. hlk. Sindirmek, hazmetmek.
sinirlendirici sf. Sinirlenmeye yol açıcı: "Kontun hikâyesini sinirlendirici bir lezzetle dinlemekteyim." -R. H. Karay.
sinirlendirme is. Sinirlendirmek işi.
sinirlendirmek (-i) Sinirlenmesine sebep olmak: "Aklıma gelince sinirlendiriyor, hasta ediyor." -N. Ataç.
sinirleniş is. Sinirlenme işi veya biçimi.
sinirlenme is. Sinirlenmek işi.
sinirlenmek (nsz, -e) Duygu ve davranışlarını denetleyemeyecek duruma gelmek, öfkelenmek, köpürmek, feveran etmek: "Elindeki mendili didikleyerek dudaklarını ısırarak yürüyor, gittikçe sinirleniyordu." -P. Safa.
sinirleri kuvvetli sf. Kolayca, çabuk heyecanlanmayan veya sinirlenmeyen.
sinirleri zayıf sf. Kolayca, çabuk heyecanlanan veya sinirlenen.
sinirli sf. 1. İçinde sinir bulunan: Sinirli et. 2. Kolayca ve çabuk sinirlenen, asabi: "İskele memuru, zayıf kuru, sinirli bir adamdı." -S. F. Abasıyanık.
sinirlilik, -ği is. Sinirli olma durumu veya sinirli bir biçimde davranma, asabilik, asabiyet: "Çıplak ayağını o ana kadar görmediğim bir sinirlilikle oynatmaya başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sinir otları ç. is. bot. İki çenekli, çiçekli bitkiler takımı.
sinir otu is. bot. Sinir otugillerden, çiçekleri tek bir sapın ucunda başak durumunda, birçok yabani türü bulunan ve hekimlikte kullanılan bir bitki (Plantago).
sinir otugiller ç. is. bot. Sinir otlanndan, iki çenekli, bitişik taç yapraklı bitkiler familyası.
sinir savaşı is. Sinir sisteminde oluşan zayıflık ve buhran.
sinirsel sf. Sinirle ilgili, sinir bakımından, asabi.
sinir sistemi is. psikol. Yüksek yapılı organizmalarda, organizmanın yaşadığı ortama uymasını, çeşitli organların iş birliği durumunda çalışmasını sağlayan, sinir hücreleri, sinirler ve sinir merkezinden oluşan sistem.
sinirsiz sf 1. Siniri olmayan. 2. mec. Kolayca sinirlenmeyen, sakin.
sinirsizlik, -ği is. Sinirsiz olma durumu.
sinir törpüsü is. Sinirleri, ruhsal durumu zayıflatan, yıpratan şey.
siniş is. Sinme işi veya biçimi.
sinizm is, Fr. cynisme fel. İnsanın erdem ve mutluluğa, hiçbir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden sıyrılarak bağımsız olarak erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi, kinizm.
sinle is. esk. Mezarlık.
sinlik, -ği is. Mezarlık, kabristan, gömütlük.
sinme is. Sinmek işi.
sinmek, -er (nsz, -e) 1. Kendini göstermemek için büzülmek, saklanmak, pusmak: "Salonda bulunan yirmiyi aşkın insan ürkmüş, sinmişti." -T. Buğra. 2. Korku, yılgınlık vb. sebeplerle konuşmamak, hareket etmemek veya tepki göstermemek: "Artık Emine'nin takdirine, maskaralıklarına mukabele etmiyor, bir köşeye siniyor, düşünüyordu." -H. E. Adıvar. 3. (-e) Hiç çıkmayacak veya güç çıkacak biçimde işlemek, nüfuz etmek. 4. Huy, alışkanlık vb. iyice yerleşmek: "Doktorun bütün ömrüne sinecek bir çirkin dedikodu başlayacak." -M. Ş. Esendal.
Sinolog, -ğu öz. is. Fr. sinologue Sinoloji bilgini.
Sinoloji Öz. is. Fr. sinologie Konu olarak Çin ile ilgili dil, uygarlık, tarih bilgilerini ele alan filoloji.
sinonim is. Fr. synonyme dbl. Eş anlamlı.
sinsi sf. 1. Gizli ve kurnazca kötülük yapan: "Bu kadın ne kadar inatçı, sinsi bir kadın!" -M. Ş. Esendal. 2. Gizlilik ve kurnazlık belirten: "Beklenilmeyen, sessiz, sinsi bir giriş." -R. H. Karay. 3. Gizlice başlayan, yavaş gelişen ve ağır sonuçlar doğurabilen (hastalık vb.): "Birtakım aslı faslı olmayan ağrılar yaratan sıtma mikrobu gibi sinsi bir yorgunluk vardı." -S. F. Abasıyanık.
sinsice sf. (sinsi'ce) 1. Gizlice, belli etmeden, el altından yapılan: "Nasıl sinsice yaklaşmıştı baykuş, düşmanlarını nasıl gafil avlamıştı." -C. Meriç. 2. zf Belli etmeyerek, el altından.
sinsileşme is. Sinsileşmek işi.
sinsileşmek (nsz) Sinsi duruma gelmek.
sinsilik, -ği is. Sinsi olma durumu veya sinsice davranış: "Karda yürüyüp izini belli etmemek", cümlesiyle tarif edilen bu sinsilik, hedefine asla varamayan adi bir hiledir." -P. Safa.
sinsin is. 1. Geceleyin, ateş çevresinde, genç erkeklerin davul, zurna eşliğinde oynadıkları bir halk oyunu. 2. Bu oyunun müziği.
sintigrafî is. Fr. tıp Gama ışınları yayan radyoaktif bir izotopun organizma içindeki yolunu izlemek temeline dayanan teşhis yöntemi.
sintine is. (sintı'ne) İt. sentine den. Geminin içinde en alt bölüm.
sinüs is. (si'nüs) Fr. sinüs anat. 1. Organların veya dokuların arasında bulunan boşluklar. 2. mat. Trigonometrik bir çember üzerine taşınmış bir yayın ucunun ve bu yaya karşılık olan merkez açısının ordinatı.
sinüzit is. Fr. sinusite tıp Ateş, baş ağrısı, burun tıkanıklığı ve akıntısı ile beliren yüz sinüslerinin iltihaplanması.
sinüzoidal, -li sf. Fr. sinuso'idal Sinüzoit ile ilgili olan.
sinüzoit, -di is. Fr. sinuso'ide mat. Bir çemberin, sıfır dereceden 360 dereceye kadar olan yaylarının sinüslerinin değişmelerini grafik ile gösteren devirli düzlem eğri.
sinyal, -li is. Fr. signal 1. Bir şey bildirmek için verilen işaret. 2. Telefonda, hat bağlantısının olduğunu, numaraları çevirmeye başlanabileceğini haber veren ses, çevir sesi. sinyal vermek bir şeyi işaretle bildirmek.
→ sinyal lambası, sinyal müziği, çevir sinyali
sinyalizasyon is. Fr. signalisation Demir yolu, kara yolu ve limanlarda trafiği düzenleyen ışıklı sistem.
sinyal lambası is. Genellikle motorlu taşıtlarda, taşıtın hangi yöne döneceğini gösteren lamba.
sinyal müziği is. Radyo ve televizyonda aynı programın başında çalınan müzik.
sinyor is. İt. signore "Bay" anlamında kullanılan bir unvan.
sipahi is. (sipa:hi:) Far. sipahi tar. Osmanlılarda tımar sahibi bir sınıf atlı asker: "Bazı sipahi ağası gibi mağrurdu, kimi cengâver tavırlı ve sakindi." -Y. K. Beyatlı.
sipahilik, -ği is. Sipahi olma durumu veya sipahinin görevi.
sipariş is. (sipa:riş) Far. sipariş 1. Bir şeyin yapılmasını, gönderilmesini, getirilmesini isteme, ısmarlama. 2. Yapılması ısmarlanan şey: "Bütün bu siparişleri bir ayrı deftere kaydetmeyi unutmazmış." -A. Ş. Hisar. 3. esk. Birinin kendi maaşından kesilerek başkasına gönderdiği, ödediği aylık para: Bu kadının oğlundan 300 lira siparişi vardır. sipariş almak bir şeyin yapılması veya gönderilmesi kendisine ısmarlanmak, sipariş etmek bir şeyin yapılmasını veya bir şeyin gönderilmesini istemek, ısmarlamak. sipariş vermek bir şeyin yapılmasını, getirilmesini veya gönderilmesini birine ısmarlamak.
siparişçi is. Sipariş veren kimse.
siper is. Far. siper 1. Korunulacak, arkasına, altına veya içine girerek saklanılacak yer. 2. Yağmur, güneş ve rüzgârın etkilemediği gizli, kuytu yer, dulda: "Pencereden güneş yahut rüzgâr gelirse şu siper köşeye kaçacak." -R. H. Karay. 3. Güneş ve yağmurun , etkisinden korunmak amacıyla şapka, kasket vb.nin önüne yapılan çıkıntı, siperlik: "Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti." -Ö. Seyfettin. 4. ask. Askerlerin savaşta vurulmamalan ve rahat ateş edebilmeleri için kazılmış, üstü açık hendek: "Ateş yağmuru ikinci kat siperleri geçti. " -A. Gündüz. 5. sf. Kuytu, korunulabilen: Burası siper bir yerdir, (bir şeyi veya bir yeri) siper almak bir şeyi siper olarak kullanarak gizlenmek: "Kayaların arasım siper aldım, çevreyi gözetlemeye başladım." -M. Yesari. (bir şeyi veya kendini) siper etmek 1) kendini veya bir şeyi korumak amacıyla bir başka şeyi siper olarak kullanmak: "Tuğla harmanındaki ameleler durup ellerini gözlerine siper ederek etrafı aradılar." -S. F. Abasıyanık. 2) bir şey veya bir kimse için kendini tehlikeye atmak: "Siper ederek etrafı aradılar." -S. F. Abasıyanık. sipere yatmak siper içine saklanmak, gizlenmek: "Çatın arkadaşlar da atları çatın / Kurşun bizi tutuyor sipere yatın." -Halk türküsü.
→ siperisaika, tam siper, yıldırım siperi
siperisaika is. (sipe'risa:ika) Far. siper + Ar. şâ'ika esk. Yıldırımsavar.
siperlenme is. Siperlenmek işi.
siperlenmek (nsz) Korunmak, saklanmak amacıyla bir yeri, bir şeyi kendine siper etmek veya siper altına, arkasına veya içine girmek.
siperli sf. Siperi olan: "Ceketini çıkarmış, masasının üstündeki yeşil siperli lambasını yakmış." -H. E. Adıvar.
siperlik, -ği is. 1. Güneş ve yağmurun etkisinden korumak amacıyla şapka, kapı, lamba vb. şeylere yapılan koruyucu engel, siper, güneşlik: "Alanın elektrik lambalarının siperlikleri önünde pırıl pırıl, iri taneler halinde geçen yağmurun hızı daha iyi belli oluyordu." -N. Cumalı. 2. Siper olma özelliği bulunan yer.
sipolin is. Fr. cipolin jeol. Katmanlannda İç içe daireler bulunan billurlu bir kalker türü.
sipsi is. hlk. 1, Ağaç dallarından yapılan düdük. 2. den. Gemici düdüğü. 3. müz. Zurnanın dudaklara gelen kamış bölümü.
sipsivri sf. (sipsivri) Çok sivri: "Uçları sipsivri demir kalemleri duvarlara atıyorum." -S. F. Abasıyanık. sipsivri kalmak herkesin çekilmesiyle yalnız kalmak veya ortada kalmak.
sirayet is. (sira.yet) Ar. sirayet 1. Hastalık başkalarına geçme, bulaşma: "Yapılan muayene neticesinde, hastalığın kimseye sirayetine meydan verilmeyecektir." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Yayılma, dağılma: "Vehbi'nin bu şüphesi büyüklere sirayete başladı, çocuk bu fırtınada başka köye gitmiş olamaz." -R. N. Güntekin. sirayet etmek 1) hastalık geçmek, bulaşmak: "Yazın korkunç sıtması, gölcyüzüne ve gökyüzünün yıldızlarına kadar sirayet eden bu küçük kasabayı terke hazırlanıyordu." -S. F. Abasıyanık. 2) mec. yayılmak, dağılmak: "Bu dedikodular bizim eve bile sirayet etti." -A. Gündüz.
siren (I) is. Fr. sirene İtfaiye, cankurtaran ve polis araçlarında bulunan, tiz ses çıkaran uyarıcı alet, canavar düdüğü.
siren (II) is. Fr. sirene Üst tarafı kız, alt tarafı balık olduğuna inanılan deniz kızı.
sirk is. Fr. cirque Eğitilmiş hayvanların ve cambazların gösteri yaptıkları genellikle kapalı yer.
sirkat, -ti is. Ar. sirkat esk. Çalma, hırsızlık.
sirke (I) is. Bit, tahtakurusu vb. asalak böceklerin yumurtası: "Hepsi bit, sirke içinde, sıvandım, hepsini temizledim." -H. E. Adıvar.
sirke (II) is. Far. sirke 1. Salatalara, yemeklere ekşilik vermek için kullanılan ekşimiş üzüm, elma, limon vb. suyu. 2. Birtakım kimyasal yöntemlerle hazırlanmış birleşiklerin ortak adı.
→ sirke ruhu, sirke sineği, elma sirkesi, üzüm sirkesi
sirkeci is. Sirke yapan veya satan kimse.
sirkecilik, -ği is. Sirke yapma veya satma işi.
sirkelenme is. Sirkelenmek işi.
sirkelenmek (nsz) 1. Birçok sirke türemek. 2. İçine sirke konmak: "Sakalının rengi kınaya, kokusu sirkelenmiş tarçına benzer." -F. R. Atay.
sirkeleşme is. Sirkeleşmek işi.
sirkeleşmek (nsz) Sirke durumuna gelmek, ekşimek: "Meyhanelerin şarabı sirkeleşmiştir." -S. F. Abasıyanık.
sirkeli sf. 1. Üzerinde veya içinde sirke oluşmuş olan. 2. İçinde sirke bulunan, içine sirke konmuş olan: Sirkeli salata.
sirkelik, -ği sf. 1. Sirke yapmaya yarar: Sirkelik üzüm. 2. is. Sirke kabı.
sirken is. hlk. Yabani ıspanak (Chenopodium albüm).
sirkengebin is. Far. sirkengubin esk. Sirkeli bal şerbeti.
sirke ruhu is. kim. Asetik asit.
sirke sineği is. zool. Eklem bacaklılardan, kısa duyargalı bir sinek (Drosophila).
sirkülasyon is. (sirkülasyon) Fr. circulation Dolanım, dolanış, tedavül.
sirküler is. Fr. circulaire 1. Genelge, tamim. 2. Yazılı çağrı, duyuru.
→ imza sirküleri
sirmo is. (si:rmo) bot. Doğu Anadolu'da yetişen bir yabani sarımsak türü (Allium atrovilaceum, Allium vineale).
siroko is. (siro'ko) ît. scirocco meteor. Akdeniz havzasında görülen çok sıcak bir rüzgâr.
siroz is. Fr. cirrhose tıp Karaciğerin büyümesi veya körelmesi ile ortaya çıkan bir hastalık.
sirozlu sf. Siroza tutulmuş olan.
sirrus is. (si'rrus) Lat. cirrus coğ. Saçak bulut.
sirtaki is. Yun. Bir çeşit dans.
sirto is. (si'rto) Yun. müz. 1. Türk müziğinde bir oyun havası. 2. Bir tür halk oyunu.
sis is. coğ. Atmosferin alt tabakalarındaki küçük su taneleri veya buhardan oluşan bulutların çok alçalarak yeryüzüne kadar inmesiyle oluşan duman: "Kalkuta'yı süt mavisi bir akşam sisi kaplıyor." -R. H. Karay.
→ sis bombası, sis farı, sis lambası, sis perdesi
sis bombası is. Sis oluşturmak için kullanılan bomba.
sis farı is. Otomobillerde sisli havalarda görüş mesafesini açan lamba.
sis lambası is. Sisli havalarda trafiği kolaylaştırmak için kullanılan, sarı ışık veren bir lamba.
sislendirme is. Sislendirmek işi.
sislendirmek (-i) Sislenmesine sebep olmak, sisli duruma getirmek.
sislenme is. Sislenmek işi.
sislenmek (nsz) Sisle kaplanmak, sise bürünmek, bulanmak.
sisli sf. Üzerine sis inmiş olan, sislenmiş, bulanık: "Haliç, aşağılarda, sisli bir bahar sabahının altında, erimiş gümüşlerin ırmağına benziyordu." -T. Buğra.
sismik, -ği sf. Fr. sismiaue Depremle ilgili: Sismik araştırmalar.
sismograf is. Fr. sismographe 1. Depremyazar. 2. mec. En ince ayrıntıları bilen, her hareketi gözleyip değerlendiren (kimse): "Halkın nabzını elinde tutan halk sanatçısı, halkın bir sismografı gibidir." -H. Taner.
sismolog, -ğu is. Fr. sismologue Deprem bilimi uzmanı.
sismoloji is. Fr. sismologie Deprem bilimi.
sismolojik, -ği sf Fr. sismologiaue Deprem bilimi İle ilgili.
sis perdesi is. 1. Ordunun hareketlerini düşmandan saklamak için istenilen bir yerde oluşturulan perde görünümünde sis. 2. mec. Herhangi bir olayın gizli ve karanlık olduğunu belirtmek için kullanılan bir söz.
sistem is. Fr. systeme 1. fel. Dizge. 2. Düzen. 3. Bir sonuç elde etmeye yarayan yöntemler düzeni: "Servet, nasıl kazanılmış olursa olsun, onun kontrolüne girecek rejim ve sistem memleketi mahvedecektir." -H. E. Adıvar. 4. Yol, yöntem: Eski bir sistem. 5. Bir aracı oluşturan düzen, düzenek, tertibat: Fren sistemi. 6. Model, tip: "... son sistem, pırıl pırıl bir rotatif almışlar." -Y. Z. Ortaç.
→ metrik sistem, modüler sistem, ondalık sistem, parçalı sistem, açık dolaşım sistemi, başkanlık sistemi, çoğunluk sistemi, denklemler sistemi, güneş sistemi, kontenjan sistemi, metre sistemi, otlatma sistemi, parasempatik sinir sistemi, rüping sistemi, sempatik sinir sistemi, sindirim sistemi, sinir sistemi, solunum sistemi, yaşatkan sinir sistemi, yazılım sistemi
sistematik, -ği sf. Fr. systematigue Sistemli.
sistemcilik, -ği is. Toplum biliminde etkileşim alanlarını çeşitli sistemlere ayıran bilim yöntemi.
sistemik, -ği sf. Fr. systemiaue Sayısal ve ekonomik konulara belli sistemler çerçevesinde bakan.
sistemleşme is. Sistemleşmek işi.
sistemleşmek (nsz) 1. Sistemli duruma gelmek. 2. Sistem durumuna gelmek.
sistemleştirme is. Sistemleştirmek işi.
sistemleştirmek (-i) 1. Sistemli duruma getirmek. 2. Sistem durumuna getirmek.
sistemli sf. 1. Düzenli. 2. Belli ilkelere, kurallara uyan, dizgeli, sistematik.
sistemsiz sf. 1. Düzensiz. 2. Belirli kural ve ilkelere uymayan, dizgesiz.
sistemsizlik, -ği is. Sistemsiz olma durumu.
sistire is. (si'stire) Yun. Bir tahtanın üzerindeki ufak pürüzleri giderip onu dümdüz bir duruma getirmeye yarayan ince çelik lama.
sistireci is. Sistire yapan kimse.
sistireleme is. Sistirelemek işi.
sistirelemek (-i) Düzgün bir yüzey elde etmek için ağaç vb. şeyleri sistireden geçirmek.
sistit is. Fr. cystite tıp Genellikle bakterilerin sebep olduğu sidik torbası iltihabı.
sistol is. Fr. systolefızy. Kalp kasının kasılma devresi.
sit is. Fr. site Tarih öncesinden günümüze kadar değişik çağların ve uygarlıkların kültür değerlerini temsil eden eser veya kalıntı.
sit alanı is. Sit bütünlüğünü veya onun bir parçasını üzerinde bulunduran yer.
sitayiş is. (sita.yiş) Far. sitayiş esk. Övme veya övgü.
sitayişkâr sf. Far. sitüyiş-kâr esk. Övücü, öven.
site is. Fr. çite 1. Genellikle belli meslek adamları için yapılmış veya belli amaçlarla kurulmuş konutlar topluluğu, iş merkezi. 2. tar. İlk Çağda kendi yasalarıyla yönetilen bir veya birkaç kentten oluşan devlet. 3. Kent, şehir. 4. Kentlerde, belirli bir merkezden yönetilen, genellikle güvenliği sağlanmış toplu yerleşim merkezi.
→ ağ sitesi, kültür sitesi, sanayi sitesi
sitem is. Far. sitem Bir kimseye, yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme: "Millî Mücadelenin başından o güne kadar Atatürk'ün en hafif bir sitemine uğramamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. sitem etmek bir kimseye üzüldüğünü, kırıldığını öfkelenmeden belirtmek: "Ancak müsaade ederseniz size başka bir cihetten sitem edeceğim." -R. N. Güntekin. sitemde bulunmak sitem etmek.
sitemkâr sf. (sitemkâ:r) Far. sitem-kâr Sitem edici, sitem eden.
sitemli sf. Sitem taşıyan: "Ruhsar tatlı ama sitemli bakışıyla susturmasa, bacı daha kim bilir ne kadar konuşacak." -A. İlhan.
sitil is. hlk. Büyük bakraç, su kovası.
sitoloji is. Fr. cytologie biy. Hücre bilimi.
sitolojik, -ği sf. Fr. cytologique biy. Hücre bilimi ile ilgili.
sitoplazma is. (sitoplâzma) Fr. cytoplasme biy. Çekirdek dışta kalmak üzere protoplazma yığını.
sitrik asit, -di is. Fr. acide citrique kim. Birçok meyve ve sebzede serbest durumda veya potasyum, kalsiyum tuzu olarak bulunan, hafifçe mayalanmış limon suyunun kaynar durumdaki kalsiyum karbonatla işlenmesinden elde edilen asit, limon asidi, limon tozu, limon tuzu.
sitteiseyir, -vri is. (sitte'isevir) Ar. sitte + şevr esk. öküz soğuğu, sitteisevir her saati bir devir bu fırtına günlerinde hava her saat değişikliğe uğrar, sitteisevir kapıyı çevirir bu fırtına günlerinde dışarı çıkmamayı öğütleyen bir söz.
sittinsene zf. (sitti'nsene) Ar. sittin sene Sonu gelmeyecek kadar uzun zaman, ömür boyu: "Ben radyosuz insan, ben ... zevksiz, neşesiz, ... ben hep böyle sittinsene başkalarının dilediğini mi dinleyecektim?" -H. Taner.
sivil sf. Fr. civil 1. Askerî olmayan: Sivil savunma. _ 2. Asker sınıfından olmayan (kimse). 3. Özel bir biçimde olmayan, üniforma olmayan (giysi): Arkasında siyah şayaktan bir sivil elbise vardı." -R. N. Güntekin. 4. Üniforma veya özel giysi giymemiş olan (kimse): "Çoğunlukla sivil insanları yadırgardım. " -F. R. Atay. 5. is. Sivil polis. 6. argo Çıplak, çırçıplak.
→ sivil idare, sivil polis, sivil savunma, sivil toplum kuruluşu, sivil toplum örgütü, sivil yönetim
sivilce is. tıp İçinde irin bulunan küçük deri kabarcığı, en küçük çıban.
sivilceli sf. Sivilceleri olan (kimse).
sivil idare is. Sivil yönetim.
sivilize sf Fr. civilise Medenileşmiş, uygar: "Hayatta gözlerini böyle yüksek bir muhitte açan Beatris'in ne kadar sivilize bir insan olacağı kolayca tasavvur buyrulur." -H. Taner.
sivilleşme is. Sivilleşmek işi veya durumu.
sivilleşmek (nsz) Sivil duruma gelmek.
sivilleştirme is. Sivilleştirmek işi veya durumu.
sivilleştirmek (-i) Sivil duruma getirmek.
sivillik, -ği is. Sivil olma durumu: "Hayatımızın askerlikte ve sivillikte kırk beş senesi öğretmenlik ile geçti." -B. Felek.
sivil polis is. Özellikle üniformasız güvenlik görevlisi, sivil: "Sivil polis daha fazla bir şey sormadı." -R. H. Karay.
sivil savunma is. Barışta doğal afetlere karşı, savaşta sıcak çatışma içinde sivil halkı korumaya yönelik önlemler bütünü.
sivil toplum kuruluşu is. Toplumdaki çeşitli sorunları bağımsız olarak ele alıp kamuoyunu bilgilendirme ve aydınlatma görevi yapan, öneriler sunan her türlü birlik.
sivil toplum örgütü is. Sivil toplum kuruluşu.
sivil yönetim is. Askerî açıdan bağımlı olmayan yönetim biçimi, sivil idare.
sivişmek (nsz) bk. sıvışmak.
sivri sf. 1. Ucu keskin ve batıcı olan: "Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Ucuna doğru gittikçe incelen: "Aşağıda gördüğümüz dik ve sivri bir binanın üst katında çay içmeye gideceğiz." -F. R. Atay. 3. is. zool. Palamut. 4. mec. Genel tutumun veya geleneklerin dışında kalan, göze batıcı özelliği olan, aşırı: Sivri uçlar. Sivri bir adam.
→ sivri akıllı, sivri biber, sivri dil, sivri fare, sivrikuyruk, sivrisinek
sivri akıllı is. Acayip düşünceleri olan ve kimsenin aklım beğenmeyen (kimse).
sivri biber is. bot. Uzunca ve ince yeşilbiber.
sivriç, -ci h. mdn. Kaya çatlakları arasına sokulup üzerine balyozla vurulan, ucu sivri, yaklaşık 1 m boyunda çelik çubuk.
sivri dil is. İğneleyici ve kırıcı söz.
sivri dilli sf. İğneleyici ve kırıcı söz söyleyen (kimse).
sivri dillilik, -ği is. Sivri dilli olma durumu.
sivri fare is. zool. Kurt, fare vb. hayvanları yiyen ve bu bakımdan tarıma yararlı sayılan küçük bir memeli (Sorex araneus).
sivrikuyruk, -ğu is. zool 3-12 mm uzunluğunda, insanların, özellikle çocukların bağırsaklarında yaşayan küçük bir solucan, oksiyür.
sivrileşme is. Sivrileşmek işi.
sivrileşmek (nsz) Sivri duruma gelmek.
sivrileştirme is. Sivrileştirmek işi.
sivrileştirmek (-i) Sivri duruma getirmek.
sivrilik, -ği is. Sivri olma durumu.
sivriliş is. Sivrilme işi veya biçimi.
sivrilme is. Sivrilmek işi.
sivrilmek (nsz) 1. Sivri duruma gelmek, sivrileşmek: "Çenesine doğru sivrilen armudi bir yüzün, ince bir burnu, hâlâ beyaz ve düzgün dişleri vardı." -H. E. Adıvar. 2. mec. Başkalarını geride bırakıp yükselmek veya ün kazanmak: "Ben kardeşlerimin en küçüğü olmakla beraber epeyce sivrilmiştim." -R. N. Güntekin.
sivriltme is. Sivriltmek işi.
sivriltmek (-i) Sivri duruma getirmek.
sivrisinek, -ği is. zool Çift kanatlılardan, insan ve memeli hayvanların kanıyla beslenen, birçok türü bulunan ve bir türü sıtma mikrobu aşılayan, sulak, bataklık yerlerde çok üreyen ve bulaşıcı hastalıkları yayan uçucu böcek (Culexpipiens).
siya is. (si'ya) Yun. den. Kürekleri tersine kullanarak sandalı geriye yürütme.
→ siya siya
siyah is. Far. siyah 1. Kara (II), beyaz karşıtı: "İri siyah gözlerini kalın kaslarıyla beraber kaldırdı." -Ö. Seyfettin. 2. Baskıda başka harflerden daha koyu görünen harf türü. 3. mec. Koyu renkte olan: Siyah ekmek.
→ siyah beyaz, siyah gemre, siyah ırk, siyah kalem, kuzguni siyah
siyah beyaz is. 1. Yalnız siyah çizgilerle kâğıdın beyazlığından oluşan resim veya bu iki rengi verecek gibi hazırlanmış klişe tekniği. 2. sin. ve TV Tek renk temeline dayanan, siyahtan beyaza kadar çeşitli yoğunluk derecelerini gösteren film.
siyah gemre is. hlk. Siyah gübre.
siyahımsı sf. Rengi siyahı andıran, siyaha benzeyen, siyahımtırak.
siyahımtırak, -ğı sf. Siyahımsı.
siyah ırk is. Orta Asya, Afrika'da yaşayan, teninin rengi siyah olan insan ırkı.
siyahi sf. (siya:hi:) Far. siyah + Ar. -i Zenci.
siyahlanma is. Siyahlanmak İşi veya durumu.
siyahlanmak (nsz) Siyahlaşmak.
siyahlaşma is. Siyahlaşmak işi.
siyahlaşmak (nsz) Rengi karaya dönmek, kararmak: "... o mor karanlıkların siyahlaştığı yere yaklaşıyordu." -Ö. Seyfettin.
siyahlatma is. Siyahlatmak işi.
siyahlatmak (-i) Rengini karaya çevirmek, karartmak.
siyahlık, -ğı is. 1. Siyah olma durumu, kara renk. 2. Karanlık veya koyuluk.
siyak is. (siyask) Ar. siyak Sözün gelişi, anlatım biçimi.
→ siyakusibak, sibakusiyak
siyakat, -ti is.- (siyaıkat) Ar. siyakat esk. Genellikle devlet dairelerinde kullanılmış bir yazı türü.
→ siyakat yazısı
siyakat yazısı is. Siyakat tarzı ile kaleme alınmış yazı.
siyakusibak is. (siya:kusiba:k) Ar. siyak + sibak Sözdeki uygunluk ve tutarlılık.
siyanojen is. Fr. cyanogene kim. Oksalik asidin azot ve karbon birleşimi (C2N2).
siyanojen is. Fr. cyanogene kim. Suda çözünebilen, 1,8 yoğunluğunda olan, -21 C'de sıvılaşan zehirli, keskin kokulu, renksiz bir gaz (simgesi Cy).
siyanür is. Fr. cyanure kim. Hidrosiyanik asidin tuzu veya esteri olan çok güçlü bir zehir.
siyanürik, -ği is. Fr. cyanurique kim. içinde siyanür bulunan asit.
siyanürleme is. Siyanürlemek işi.
siyanürlemek (-i) Siyanürden geçirmek.
siyasa is. (siya.sa) Ar. siyâset' den Politika, siyaset.
siyasal sf. (siya.sal) Ar. siyâset + Fr. -I' den bozma. Politika ile ilgili, siyasi, politik.
→ siyasal parti
siyasal parti is. Siyasi parti.
siyaset is. (siya:set) Ar. siyâset 1. Politika, siyasa: "Siyaset alanında ismi zaman zaman çok geçen bir simadır." -H. E. Adıvar. 2. Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış.
→ siyaset bilimi, siyaset meydanı, siyasetname, açık kapı siyaseti, bağlantısızlık siyaseti, İngiliz siyaseti
siyaset bilimi is. Siyasi kurum, kuruluş ve oluşumlarının çalışma işleyişlerini inceleyen ve irdeleyen bilim dalı.
siyasetçi is. Politikacı.
siyasetçilik, -ği is. Siyasetçinin işi.
siyâseten zf. (siyâ:seten) Ar. siyâseten Siyaset bakımından, siyaset açısından.
siyaset meydanı is. 1. Siyasi konularda çeşitli kesimlerden görüşlerin ortaya konduğu ve tartışıldığı yer veya ortam. 2. esk. Ölüm cezalarının uygulandığı yer.
siyasetname is. (siya:setna:me) Ar. siyâset + Far. nâme esk. Siyaset bilimini anlatan ve bu konuda öğüt veren eser.
siyasi sf. (siya:si:) Ar. siyâsi 1. Siyasetle ilgili, siyasal, politik: "Siyasi işlere karışmamanı tavsiye ederim." -P. Safa. 2. is. Siyasetçi, politikacı.
→ siyasi ambargo, siyasi coğrafya, siyasi harita, siyasi parti
siyasi ambargo is. Bir ülkeyi cezalandırmak amacıyla siyasi alanda yaptırım uygulama.
siyasi coğrafya is. Devlet ile ülke arasındaki ilgiyi kuran ve inceleyen beşerî coğrafyanın bir kolu.
siyasi harita, is. Devlet ve ülke sınırlarını gösteren harita.
siyasi parti is. Politik hayatın en önemli öğesi olan ve belli bir siyasi görüşü temsil eden parti, siyasal parti.
siya siya zf. Yavaş yavaş: "Tanrı rast getirdi, avı bol oldu, küreklerini topladı, siya siya kıyıyı buldu." -T. Dursun K. siya siya gitmek geri geri gitmek.
siyasiyat is. (siya:siya:t) Ar. siyâsiyyât esk. Politika işleri.
siyatik, -ği is. Fr. sciatiaue tıp Kalça sinirlerinde oluşan ağrılı hastalık.
siyek, -ği is. anat. Sidik torbasından başlayarak dışarıya kadar uzanan sidik yolunun son bölümü.
siyem siyem zf. Siyim siyim, siyem siyem ağlamak iplik iplik gözyaşı dökmek, siyem siyem yağmak yağmur, kar İnce ince yağmak.
siyenit is. Fr. syenite jeol. Birleşiminde bol miktarda alkali feldspat bulunan bir granit.
siyer is. Ar. siyer esk. Hz. Muhammed'in hayatını anlatan kitap.
siyim siyim zf. İnce ince, yavaş yavaş, siyem siyem: Siyim siyim yağmur çiseliyordu.
siyme is. Siymek işi.
siymek, -er (nsz) Kedi, köpek işemek.
→ siyim siyim
siyonist sf. Fr. sioniste 1. Siyonizmle ilgili: Siyonist hareket. 2. is. Siyonizm yanlısı.
siyonizm is. Fr. sionisme (Kudüs'ün eski adı olan Sion'dan) XIX. yüzyıl sonlarında çeşitli ülkelerde Yahudilerce ortaya atılan, Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan akım.
-siz bk. -sız / -siz vb.
siz zm. 1. Çokluk ikinci kişi zamiri. 2. Bir kişiye saygı ve incelik belirtisi olarak kullanılan bir seslenme sözü. siz bilirsiniz nasıl istersiniz öyle olsun, siz sağ olun ne yapalım, ziyanı yok. sizden iyi olmasın hlk. birinin, orada bulunmayan bir kimseyi överken karşısındakine söylediği bir nezaket sözü: "... sizden iyi olmasın pek babacan, cana yakın bir adamdır." -H. Taner, size (veya sizlere) ömür bir kimsenin öldüğünü bildirmek için kullanılan bir söz. size doyum olmaz bir yerden ayrılırken söylenen bir nezaket sözü: "Doktor 'size doyum olmaz' diye gülerek müsaade istedi. Ayağa kalktı." -Ö. Seyfettin.
→ sizli bizli
sizce zf. Size göre, düşündüğünüz gibi.
sizde zm. Siz zamirinin bulunma durumu eki almış biçimi.
sizden sf. 1. Karşı taraftan olan (kimse). 2. zf. Siz zamirinin çıkma durumu eki almış biçimi.
size zf. Siz zamirinin yönelme durumu eki almış biçimi.
-sizin bk. -sızm / -sizin.
sizinki zm. 1. Sizin olan, sizinle ilgili olan. 2. alay Yakın çevremizde olan bir kimseden söz ederken kullanılan bir söz.
sizli bizli zf. Resmî olarak, samimi olmaksızın: Sizli bizli konuşmalar devam ediyordu.