-sı / -si, -su / -sü (I) Teklik üçüncü kişi iyelik ekinin ünlü ile biten kelimelere eklenen biçimi: kapı-sı, köşe-si, ordusu, ütüsü vb.

-sı / -si, -su / -sü (II) İsimden isim türeten ek: buğdaysı, çocuksu, çöl-sü, erkeksi vb.

sıcacık, -ğı sf. (sı'cacık) 1. Yeter derecede ve hoşa giden bir sıcaklığı olan. 2. mec. İçten, samimi, hoş, sevimli, güzel: "Rustik barlarda her şey sıcacık tahtadır." -Ç. Altan.

sıcağı sıcağına zf. Hemen, anında, vakit geçirmeden: "Ali Rıza Bey, sıcağı sıcağına Muzafferle görüşmezse cesaretini kaybetmekten korkuyordu." -R. N. Güntekin,

sıcak, -ğı sf. 1. Yakmayacak derecede ısısı olan, yakmayacak kadar ısı veren, soğuk karşıtı: "Yorganın altında sıcak göz yaşları dökerek gecelerce beklemişti." -O. Kemal. 2. Isısı yüksek olan, çok ısınmış: "Kız kardeşim ikindiüzeri bana sıcak, limonlu bir çorba içirdi." -A. Gündüz, 3. is. Havadaki yüksek ısı: "Bu sıcakta arada bir şeyler içip yemeden çalışılmıyor." -N. Cumalı. 4. is. Sıcak yer: "Burası bir makine dairesi kadar sıcaktı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. is. Hamam. 6. mec. Dostça olan, sevgi dolu: Sıcak bir karşılama. Sıcak bir yuva. sıcak bakmak anlayışla karşılamak, olumlu değerlendirmek, ilgi duymak, sıcak basmak (veya bastırmak) hava çok ısınmak, sıcak olmak sıcak artmak, sıcak yüz göstermek yakınlık göstererek karşılamak.

sıcak çekme, sıcak dalgası, sıcak harp, sıcakkanlı, sıcak kuşak, sıcak para, sıcak renkler, sıcak savaş, sıcak sıcak, sıcağı sıcağına, ara sıcak, eş sıcak, eş sıcak eğrisi, kanı sıcak, sarı sıcak, yüzü sıcak, cehennem sıcağı

sıcakça sf. Biraz sıcak, sıcağa yakın.

sıcak çekme is. Demir çelik fabrikaları, izabe tesisleri vb. iş yerlerinde kütük demirlerini sıcak olarak tavlama derecesinde biçimlendirme ve haddeleme.

sıcak dalgası is. coğ. Atmosferde sıcaklığın yoğun olarak oluşması ve bir bölgeyi etkisi altına alması.

sıcak harp, -bi is. Sıcak savaş.

sıcakkanlı sf. 1. Normal vücut sıcaklığı, içinde bulundukları ortamın sıcaklığından bağımsız olan (hayvan): Kuşlar, memeliler sıcakkanlı hayvanlardır. 2. mec. Sevimli, cana yakın, sempatik: "Diğerine gelince: Bu pek sıcakkanlı, pek samimi bir gençtir." -M. Ş. Esendal.

sıcakkanlılık, -ğı is. Sıcakkanlı olma durumu.

sıcak kuşak, -ğı is. coğ. Oğlak ve Yengeç dönenceleri arasında kalan geniş bölge, ısı kuşak.

sıcaklama is. Sıcaklamak işi.

sıcaklamak (nsz) Sıcaktan bunalmak.

sıcaklaşma is. Sıcaklaşmak işi.

sıcaklaşmak (nsz) Sıcak duruma gelmek.

sıcaklaştırma is. Sıcaklaştırmak işi.

sıcaklaştırmak (-i) Sıcak duruma getirmek.

sıcaklık, -ğı is. 1. Sıcak olan şeyin durumu, etkisi veya sıcak olan şeyin niteliği, hararet: Sobanın sıcaklığı. 2. Bir araçla veya cihazla ölçülebilen ısı derecesi, sühunet: Havanın sıcaklığı. 3. Isı. 4. Hamamlarda yıkanılan sıcak yer. 5. mec. Sevgi, içtenlik ve sevimlilik: "Türkçesinde bir tutulduk vardır ama, anlatımındaki sıcaklık bütün aksaklıkları bir anda silip yok eder." -S. Birsel.

sıcaklıkölçer, sıcaklık seviyesi, sıcaklıkyayar, mutlak sıcaklık, salt sıcaklık

sıcaklıkölçer is. fiz. Havanın sıcaklığını veya vücudun ısısını ölçmeye, göstermeye yarayan araç, derece, termometre.

sıcaklık seviyesi is. Bir noktadan başka bir noktaya ısıl enerji gitmesine yol açan sıcaklık derecesi.

sıcaklıkyayar is. Bir cismin ısı değişikliklerini, yaydığı kızıl ötesi ışınları kaydeden cihaz, termograf.

sıcak para is. ekon. Piyasaya yeni giren nakit para.

sıcak renkler ç. is. San, kırmızı ve turuncu renk ve bu renklerin tonları.

sıcak savaş is. ask. Silaha başvurularak yapılan savaş, sıcak harp.

sıcak sıcak zf. 1. Sıcak olarak. 2. Soğutmadan, tadı kaybolmadan: "Böyle günlerde bir iki somun ekmek getirtir, bunları sıcak sıcak büyük parçalara doğrayarak onlara atardı." -A. Ş. Hisar.

sıçan is. zool. 1. Sıçangillerden, fareden iri, zararlı birçok türü bulunan kemirgen, memeli hayvan (Rattus). 2. Fare. sıçan deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna kabak bağlamış 1) kendisi sığıntı durumundayken yanma bir kişi daha almış; 2) bir işi başaramayacak durumdayken bir iş daha yükleniyor, sıçan deliği bin akçe kaçıp saklanacak yer yok. sıçan deliğine paha biçilmez olmak güç bir durumda sığınacak bir yer bulmakta güçlük çekmek, sıçan düşse başı yarılır hiçbir şey yok: "Bir zamanlar hazînemiz tamtakırdı, sıçan düşse başı yarılırdı. " -T. Halman. sıçana dönmek üstü başı çok ıslanmak.

sıçandişi, sıçan kırı, sıçankulağı, sıçankuyruğu, sıçanotu, sıçan yolu, kör sıçan, dağ sıçanı, fındık sıçanı, funda sıçanı, orman sıçanı, tarla sıçanı, toprak sıçanı, yer sıçanı

sıçandişi is. Giysi veya başka bir şey kenarını kıvırıp yapılan dikiş, antika.

sıçangiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, sıçanları ve sıçanımsıları içine alan geniş bîr familya.

sıçanımsılar ç. is. zool. Bazı sınıflandırmalara göre, omurgalı hayvanlardan memeliler sı-- nıfınm, kemiriciler takımının bir alt takımı.

sıçan kırı is. 1. Sıçanın tüyünün rengi. 2. sf. Bu renkte olan.

sıçankulağı is. bot. Farekulağı.

sıçankuyruğu is. tek. Delikleri genişletmek için kullanılan konik ve uzun bir tür törpü.

sıçanotu is. hlk. Arsenik.

sıçan yolu is. Lağım yolu veya buna benzer yer altı yolu: "Gâvurdağlı oduncu yoksul, kalenin sıçan yolunu eskiden biliyordu." -R. H. Karay.

sıçırgan sf. Sürgüne tutulup her yanı pisleten: Sıçırgan bir kedi.

sıçırganlık, -ğı is. Sıçırgan olma durumu.

sıçma is. Sıçmak işi.

sıçmak, -ar (nsz) kaba 1. Dışkıyı vücuttan dışarı atmak. 2. mec. Bozmak, berbat etmek, sıçıp sıvamak kaba öfkelenip kaba küfürlerle dolu sözler söylemek, sıçtı Cafer, bez getir kaba birinin berbat bir iş gördüğünü anlatan bir söz,

mıhsıçtı

sıçrama is. 1. Sıçramak işi. 2. sp. Ayaklarla, birdenbire yeri teperek kısa süre havaya yükselme.

sıçrama tahtası

sıçramak (nsz, -e) 1. Ayaklarla, birdenbire ve kuvvetle yeri teperek hızla yukarıya veya ileriye atılmak: Çocuk taştan taşa sıçrayarak gitti. 2. Bir uyan veya heyecan sebebiyle ürkerek birdenbire olduğu yerde doğrulur gibi sarsılmak: "Uyumuş olacak ki yataktan sıçrayarak uyandı." -S. F. Abasıyanık. 3. Yerinden koparak hızla, parçalar durumunda savrulmak: "Tarlalardan kalkan çamur parçalan etrafa, bazen de üstüme sıçrıyordu." -Ö. Seyfettin. 4. Yayılmak, bîr yerden başka bir yere geçmek: "Hatta, az önce Birgi'ye de sıçramıştı satışlar." -N.Cumalı.

sıçrama tahtası is. 1. sp. Araçtan atlamalarda, üzerine hızla basarak yükselme hızı kazanılan yaylı veya esnek tahtadan eğik yüzeyli araç. 2. mec. Daha iyi bir duruma yükselmek için kendisinden yararlanılan kişi, olay veya durum.

sıçratma is. Sıçratmak işi.

sıçratmak (-i, -e) Sıçrama işini yaptırmak.

sıçrayıcı sf. Sıçrayarak ilerleyen.

sıçrayış is. Sıçrama işi veya biçimi: "Bir sıçrayışta eyerin üzerine oturuverdi." -S. Kocagöz.

sıdk is. Ar. şidk esk. 1. Doğruluk, gerçeklik. 2. İçten bağlılık, (bir kimsenin) sıdkı sıyrılmak birine karşı duyulan güven ve inancı yitirmek: "... adına en soylu dileklerde bulunduğumuz bu bağırgan, kaba ve düşüncesiz insan yığınından, o dakikada sıdkım sıyrılmaya yetti. " -A. İlhan.

sıfat is. Ar. şifat 1. Bir kimsenin görev, ödev, toplumsal veya hukuki bakımdan yeri ve özelliği: "Başvezir sıfatıyla hükümet işlerini idare eder." -R. H. Karay. 2. dbl. Bir ismi, nitelik, nicelik, yer, sıra vb. bakımından niteleyen, belirten kelime, ön ad: Beyaz (ev), güzel (çocuk), beş (gün), bu (kitap) gibi. 3. hlk. Yüz, kılık ve dış görünüş: "Takındığı bu sıfatı boynundaki kravattan fazla mühimsediği yoktu." -F. R. Atay.

sıfat-fiil, sıfat takımı, sıfat tamlaması, belgisiz sıfat, pekiştirmeli sıfat, türemiş sıfat, yalın sıfat, belirsizlik sıfatı, belirtme sıfatı, gösterme sıfatı, işaret sıfatı, niteleme sıfatı, sayı sıfatı, sıra sayı sıfatı, soru sıfatı, üleştirme sıfatı

sıfat-fiil is. dbl. Fiilden -an (-en), -r (-ir, -ir, -ur, -ür), -acak (-ecek) vb. eklerle türetilmiş isim ve sıfat görevinde kullanılan kelimeler, ortaç, durum ortacı, partisip: gelen mektup, gelen gideni aratır, çıkar yol.

sıfat-fiil grubu, geçmiş zaman sıfat-fiili, gelecek zaman sıfat-fiili, geniş zaman sıfat-fiili

sıfat-fiil grubu is. dbl. Sıfat-fiillerin cümlede birlikte kullanıldıkları kelimelerle oluşturduğu grup.

sıfatlandırma is. Sıfatlandırmak işi.

sıfatlandırmak (-i) Herhangi bîr kimseye bir sıfat veya unvan vermek.

sıfatlaştırma is. Sıfatlaştırmak işi.

sıfatlaştırmak (-i) Bir sözü sıfat durumuna getirmek, sıfat olarak kullanmak.

sıfat takımı is. dbl. Bir cümlede sıfatların oluşturduğu ayrı ayrı öğeler.

sıfat tamlaması is. dbl. Sıfatların kendilerinden sonra gelen bir adı niteleyerek veya belirterek kurduğu tamlama: Beyaz ev. Hangi kız?

zincirleme sıfat tamlaması

sıfır is. Ar. şifr 1. mat. Kendi başına değeri olmayan, ondalık sayı sisteminde sağına geldiği rakamı on kere büyüten işaret (0). 2. mec. Hiçbir değeri olmayan şey. 3. sf. mec. Hiç yok: Sıfır makyaj. 4. sf. mec. Kötü, başarısız, verimsiz: "Sorma, su içsem kilo alıyorum, bütün rejimleri denedim, netice sıfır. " -A. İlhan. 5. sf. mec. Yeni, kullanılmamış, sıfıra inmek 1) bitmek, tükenmek, yok olmak: "Zannedersem kocamın ziyaretçileri de sıfıra indi." -Ö. Seyfettin. 2) sp. futbol, hentbol vb, oyunlarda hücum oyuncusu rakip alanda bitiş çizgisine kadar gitmek, sıfıra sıfır, elde var sıfır bütün çalışmaların boşa gittiğini, istenilen sonucun alınamadığını anlatan bir söz. sıfırdan başlamak en baştan, hiçbir şeye sahip olmadan bir işe girişmek: "Sıfırdan başladım, lisede kitabım, tıbbiyede beyaz gömleğim yoktu, bu ev, Ihlamur'daki klinik, altımdaki araba, hepsini ben yaptım." -A. İlhan, sıfırı tüketmek 1) gücü kalmamak: "Sonra ulusal sporumuzda hızla geriledik, çok geçmeden sıfırı tükettik." -T. Halman. 2) yoksul duruma gelmek, yoksullaşmak; 3) ölmek,

mutlak sıfır, salt sıfır, solda sıfır

sıfırcı is. argo Derslerde, öğrencilere çok sıfır veren öğretmen,

sıfıralık, -ğı is. Sıfırcı olma durumu.

sıfırlama is. Sıfırlamak işi,

sıfırlamak (-i) mat. 1. Bir denklemdeki bütün terimleri yalnız bir yanda toplayarak denklemin öbür yanını eşit duruma getirmek. 2. Sayma işlemi yapan bir göstergeyi sıfır sayısına getirmek.

sığ sf. 1. Derinliği az, dibi yüzeyine yakın olan (göl, deniz, akarsu vb.): "Mercan adaları sığ bir kayalığın etrafını alırlar." -S, F. Abasıyanık. 2. mec. Ayrıntıya inmeyen, yeterli olmayan, yüzeyde kalan: Sığ düşünce.

sığa is. fiz. Kapasite.

sığanı ak bk sıvamak.

sığamsal sf biy, Besin maddelerinin sindirim kanalı içinde ilerlemesini sağlayan (hareket).

sığazlanmak (nsz) bk. sıvazlanmak: "Bu, bana o büyük mimarın sığazladığı mütevazı bîr ruha bile talih cevheri kondurmaya ... yeter olduğunu gösteriyor." -R. E, Ünaydın.

sığdırılma is. Sığdırılmak işi.

sığdırılmak (nsz) Sığdırma işi yapılmak,

sığdırış is. Sığdırma işi veya biçimi.

sığdırma is. Sığdırmak işi,

sığdırmak (-İ, -e) Bir şeyi bir kabın veya bir yerin içine aldırmak: Kitapları çantaya sığdıramadım.

sığın is. zool. Alageyik.

sığınak, -ğı is. 1. Yağmur, güneş veya çeşitli tehlikelerden korunmak için sığınılacak yer, melce. 2, ask. Özellikle düşman atışlarından, hava bombardımanlarından korunmak için yapılmış yer. 3. mec. Kötülüklerden koruyan, sığınılan kimse veya şey.

sığınık, -ğı is. Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kimse, mülteci, sığınmacı.

sığınılma is. Sığınılmak işi.

sığınılmak (nsz) Sığınma işi yapılmak.

sığınış is. Sığınma işi veya biçimi.

sığınma is. 1. Sığınmak işi, iltica: "Her millette halk tabakası hisler ve heyecanlar tesir altında sanata sığınma, sanattan faydalanma ve avunma... ihtiyacı duyar." -R. H, Karay, 2. sp. Yarış sırasında, rüzgârın etkisinden korunmak için başka bir yarışçının arkasına sinme.

sığınma cebi, sığınma hakkı

sığınma cebi is. Kara yollarında araçların durmasına, beklemesine ayrılmış, sağ tarafta yer alan bölüm, alan: Sığınma cebi yoksa yolun sağ tarafına iyice yanaşılır.

sığınmacı is. 1. Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi, sığınık, mülteci. 2. Yabancı bir ülkede iltica etmeden önce belirli bir süre kalan kimse.

sığınmacılık, -ğı is. Sığınmacı olma durumu.

sığınma hakkı is. huk. Genellikle bir cezai kovuşturma ve mahkûmiyetten kurtulmak amacıyla yabancı bir ülkeye kaçma veya yabancı ülkedeyken geri verilmemeyi isteme, iltica hakkı.

sığınmak (-e) 1. Tehlikelerden kaçarak güvenilir bir yere çekilmek. 2. Korunmak amacıyla bîr yere veya birine başvurmak, başkalarının yardım ve korunmasına ihtiyaç duymak: "Karı koca o evlerden birinde bir odacığa sığınmıştık," -R, N. Güntekin. 3. Genellikle siyasi sebeplerle kendi ülkesinden kaçıp başka ülkeye gitmek, iltica etmek. 4. mec. Güvenmek, yardım istemek veya ummak: "Kendisini küçük gören bir millet, insaniyet şefkatine sığınarak yaşayamaz. " -O, S, Orhon.

sığıntı is. Bulunduğu yerde kalması istenmeyen, varlığı gereksiz görülen kimse: "Yıllarca süren sığıntı ezikliğinin hatırlamşı da vardır amcasında." -T. Buğra.

sığır is. 1. zool. Geviş getirenlerden, boynuzlu büyükbaş evcil hayvanların genel adı. 2. hkr. Anlayışsız, kaba saba kimse.

sığırdili, sığır eti, sığırgözü, sığırkuyruğu, sığır mantarı, sığırödü, sığır sineği, sığır şeridi, stğır tenyası, sığır vebası, karasığır, et sığırı, su sığın, Tibet sığın

sığırcı is. 1. Sığır besleyen veya satan kimse. 2. Sığırtmaç,

sığırcık, -ğı is. zool. Serçegillerden, siyah renkli, uzun gagalı, serçeden iri, ötücü bir kuş, çoğurcuk, çekirge kuşu (Sturnus vulgaris).

sığırcılık, -ğı is. Sığırcının işi veya mesleği.

sığırdili is. 1. bot. Siğırdiligillerden, 30-60 cm yükseklikte, tüylü, çok yıllık ve otsu bir bitki, öküzdili (Anchusa officinalis). 2. ed. Cönk.

sığırdiligiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, sığırdili ve havacıva bitkilerini içine alan familya.

sığır eti is. Sığırın kesilip parçalanmış eti: "Sonra kızarmış patatesli sığır etini kesmeye koyuldu." -S. F. Abasıyanık.

sığırgözü is. bot. Öküzgözü.

sığırkuyruğu is. bot. Sıracagillerden, ülkemizde yabani olarak birçok türleri yetişen, tüylü yapraklı, sarı çiçekli bir kır bitkisi (Verbascum).

sığır mantarı is. biy. Sığır türünde görülen bir tür mantar.

sığırödü is. bot. Kırlarda görülen bir tür çalı cinsi bitki.

sığır sineği is. zool. Yumurtalarını sığırın teni altına bırakan sinek, eğrice, büvelek (Tabanıts bovinıts).

sığır şeridi is. zool. Şerit.

sığır tenyası is. zool. Şerit.

sığırtmaç, -cı is. Sığır güden kimse, sığır çobanı: "Çok geçmeden küçük Mehmet'in bütün köye sığırtmaç olacak kabiliyette olduğunu gördü." -H. E. Adıvar.

sığır vebası is. zool. Sığırlarda yaygın olarak görülen veba türü.

sığışma is. Sığışmak işi.

sığışmak (nsz) Ancak sığmak, güçlükle sığmak: Biraz daha sıkışırsak hepimiz sığışırız.

sığıştırma is. Sığıştırmak işi.

sığıştırmak (-i, -e) Güçlükle sığdırmak.

sığla is. Yun. bot. Günlük ağacı.

sığla yağı

sığlaşma is. Sığlaşmak işi.

sığlaşmak (nsz) Sığ duruma gelmek.

sığla yağı is. Sığla ağacının gövdesinden elde edilen bir yağ.

sığlık, -ğı is. 1. Sığ olma durumu. 2. sf. Sığ (yer): "İskelenin beri yanındaki sığlıktan yürüdük." -M. Yesari. 3. mec. Yüzeyde kalma durumu, derine inmeme durumu.

sığma is. Sığmak işi veya durumu: "Sokağa bıraktıkları otomobile altı kişi sığmaya çalıştılar."-P. Safa.

sığmak, -ar (-e) 1. Bir kaba, bir yere bütünüyle girebilmek veya içinden geçebilmek: "Bir tavla zarı kadar küçücük eve / Bir kadın iki çocuk nasıl sığar?" -B. R. Eyuboğlu. 2. mec. Uygun olmak: Bu davranışın ne akla ne mantığa ne de insanlığa sığar! "Kin başka, aşk başkadır, kızım! Muhabbete cinayet sığmaz." -Ö. Seyfettin.

sıhhat, -ti is. Ar. şihfyat 1. Sağlık, esenlik: "Sıhhati yerinde imiş, bir çocuğu daha olmuş. " -R. H. Karay. 2. Doğruluk, sıhhatler olsun Yıkananlara veya tıraş olanlara söylenen bir nezaket sözü: "Bir adım geriye çekilir, iç rahatlığıyla koltuktan kalkan müşteriye sıhhatler olsun, derdi." -N. Cumalı,

sıhhatli sf. Sağlıklı: "Ne sıhhatli, ne gürbüz insandı, pastanecinin kızı..." -S. F. Abasıyanık.

sıhhi sf. (sıhhi:) Ar. şihhi Sağlıkla ilgili, sağlığa yarar.

sıhhi imdat, sıhhi tesisat

sıhhî imdat, -di is. İlk yardım: "Balolarda da bir sıhhi imdat ekibine ihtiyaç olabileceği nereden akla gelir?" S.. N. Güntekin.

sıhhi tesisat is. Yapılarda temiz ve atık su veya ısınma ile ilgili donanım.

sıhhi tesisatçı is. Yapılarda temiz ve atık su ile ilgili işleri yapan donanımcı.

sıhhi tesisatçılık, -ğı is. Sıhhi tesisatçının işi veya mesleği.

sıhhiye is. Ar. şihhiyye Sağlık işlerinin tümü.

sıhhiyeci is. 1. Sağlık memura, sağlık görevlisi. 2. Orduda basit sağlık işleri görebilecek kadar bilgi ve deneyimi olan er, çavuş veya başçavuş.

sıhri sf. (sihri:) Ar. sihri Akrabalık, hısımlık.

sıhriyet is. Ar. şihriyyet esk. Evlenme sonucu oluşan yakınlık, akrabalık, dünürlük, hısımlık, sıhriyet peyda etmek akrabalık oluşturmak: "Süleyman Şah, kurtuluşu Osman Oğulları ile sıhriyet peyda etmekte görüyordu. " -F. F. Tülbentçi.

sık sf. 1. Benzerleri veya parçaları arasında çok az aralık bulunan, seyrek karşıtı: Ağaçları sık bir bahçe. Sık saç. 2. Çok bulunan, çok rastlanan. 3. zf. Kısa zaman aralıklarıyla, az aralıklarla. 4. zf. Aralıksız olarak, aralarında az aralık bırakarak: Çiçekleri çok sık diktik.

sıkboğaz, sık otlama, sık sık

sıkacak, -ğı is. 1. Bir nesneyi, iki ağırlık arasında mekanik olarak sıkıştırmaya yarayan araç. 2. Genellikle meyve sıkmak için kullanılan her tür araç.

sıkboğaz is. Bir şey yaptırmak için "birini zorlamak, baskı yapmak" anlamlarına gelen sıkboğaz etmek deyiminde geçer: "Sen bizi sıkboğaz ediyorsun diyorum, yani bu işi yarına bıraksak ha..." -M. İzgü.

sıkça zf. (sı'kça) Oldukça sık.

sıkı sf 1. Dar: Sıkı bir kemer. 2. İyice sıkıştırılmış, doldurulmuş, tıkız, gevşek olmayan: Sıkı bir denk. 3. Zorlu, güçlü ve etkili: "En sıkı ve katı bir merkeziyet sistemi, bugün diğer faaliyet merkezlerini bloke edebilir." -B. Felek. 4. Dikkatli, titiz ve göz yummadan uygulanan: "Ankaralılarla münasebetlerinde her zaman sıkı bir ahlak ve seviye kontrolüne tabi tutuldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. İlkelerine çok bağlı, hoşgörüsü olmayan, katı. 6. Yoğun: "Samsun'a geldiğimi ve kendisiyle daha sıkı temasta bulunmak istediğimi bildirdim." -Atatürk. 7. Cimri. 8. zf. Sıkıca, iyice: Sıkı giyinmek. 9. Disiplin. 10. is. Zorlayıcı durum: Sıkıya gelmek. Sıkıyı görünce kaçtı. 11. is. Ağızdan dolma ateşli silahlarda, barut ve kurşunun üstünden namluya sokulup bastırılan bez ve kâğıt parçaları vb. şeylerin tümü: "İlk sıkıyı babam attı." -S. Kocagöz. 12. Güçlü ve çabuk, hızlı: "Karabalçıklı çiftliği, kasabadan sıkı yürüyüşle bir saat çeker." -R. N. Güntekin. sıkı basmak güçlü davranmak, direnmek, sıkı durmak güçlü, dayanıklı olmak, dikkatli bulunmak, sıkı tutmak 1) önem vermek: İşini sıkı tut. 2) sürekli olarak denetlemek, kontrol altında bulundurmak; 3) bir İşte disiplinli olmak. sıkıya almak 1) hareketlerini sınırlamak veya önlemler almak: "Seniha etrafını bu kadar sıkıya alan bu adamlardan hiç sıkılmıyor mu?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) disiplin altına almak: Başkan son zamanlarda işleri sıkıya aldı. sıkıya gelmek güç bir durumla karşılaşmak: "Sıkıya geldi mi borç etmekten çekinmez, sonra bu borçları ödemek için evinin eşyasını satar." -R. N. Güntekin. sıkıysa! kendine güveniyorsa.

sıkı ağızlı, sıkı denetim, sıkı doku, sıkı düzen, sıkı fıkı, sıkı sıkı, sıkı sıkıya, sıkıyönetim, ağzı sıkı, eli sıkı, kuru sıkı

sıkı ağızlı sf Gizli kalması gereken şeyleri başkasına söylemeyen, sır tutabilen ketum: "Bir şey var ana ama, sen babamdan daha sıkı ağızlısın, ölsen söylemezsin." -Y. Kemal.

sıkıca zf. (sıkı'ca) Sıkı bir biçimde, iyice: "İncecik belini alev renkli ipek bir kemerle sıkıca sardı. " -F. F. Tülbentçi.

sıkıcı sf. İç sıkan, can sıkan, tedirgin eden: "Etrafında her şey ona sıkıcı ve manasız geliyor." -H. Taner.

can sıkıcı

sıkıcılık, -ğı is. Sıkıcı olma durumu.

sıkı denetim is. Sansür.

sıkı doku is. Gözenekleri ve öz ışınları açıkça görünmeyen, yıl halkaları biçimde birbirinden ayrılamayan ağaçların dokusu.

sıkı düzen is. Bir topluluğun, yasalarına ve düzenle ilgili yazılı veya yazısız kurallarına titizlik ve özenle uyması durumu, disiplin, zapturapt.

sıkı fıkı sf. 1. Birbiriyle çok samimi: "Bu arada birçok bakan, senatör ve milletvekiliyle de sıkı fıkı dostluk kurmuştu." -H. Taner. 2. zf. Çok samimi bir biçimde.

sıkı fıkılık, -ğı is. Sıkı fıkı olma durumu: "Devlet ileri gelenleriyle hoş geçinmek alışkanlığında olduğundan sıkı fıkılık politikası güdermiş. "S. Birsel.

sıkılama is. Sıkılamak işi.

sıkılamak (-i) 1. Sıkı duruma getirmek. 2. Sıkıştırmak. 3. Dolma tüfek, tabanca vb. ateşli silahları ağızdan doldurup sıkıştırmak. 4. İyice tembih etmek. 5. mec. Bunaltmak. 6. mec. Zorlamak.

sıkılanma is. Sıkılanmak durumu.

sıkılanmak (nsz) Sıkılama işi yapılmak.

sıkılaştırma is. Sıkılaştırmak işi.

sıkılaştırmak (-i) Sıkı duruma getirmek.

sıkılgan sf Kendinde gereken güven ve cesareti bulamayan, utangaç, çekingen: "Eski mahcup, sıkılgan Hüsam Efendi, şimdi çaçaron bir şey olmuştu." -Ö. Seyfettin.

sıkılganlık, -ğı is. Sıkılgan olma durumu: "Hâlinde, tereddüde, sıkılganlığa, korkaklığa benzer hafif bir şaşkınlık var." -P. Safa.

sıkılık, -ğı is. 1. Sıkı olma durumu. 2. mec. Cimrilik.

ağzı sıkılık, eli sıkılık

sıkılış is. Sıkılma durumu veya biçimi.

sıkılma is. 1. Sıkılma işi. 2. mec. Utanma ve çekinme duygusu, hicap.

sıkılmak (-e) 1. Sıkma işi yapılmak: Çama- I § şırlar sıkıldı. Çorbaya limon sıkılır. 2. (nsz, I -den) Can sıkıntısı duymak: "Bu merasimden fazla sıkıldığını belli eden bir sabırsızlıkla kapıdan yana bakmaya başladı." -H. Taner. 3. (nsz, -e) Utanıp çekinmek: "O dakikadan dakikaya daha ziyade şaşırıyor, sıkılıyor, buradan kurtulmak istiyordu." -M. Ş. Esendal. 4. (nsz) Sıkıntıya düşmek.

utana sıkıla

sıkılmaz sf Sıkılması olmayan, utanmaz, yüzsüz.

sıkılmazlık, -ğı is. Sıkılmaz olma durumu.

sıkım is. 1. Sıkma işi. 2. Kapalı elin alabildiği miktar. 3. Bir defada sıkılan miktar. 4. Ateşli silahlarda bir atış için yeterli olan miktar.

sıkınma is. Sıkınmak işi.

sıkınmak (nsz) Kendini sıkmak, zorlamak.

ıkına sıkına

sıkıntı is. 1. İşsizlik, tekdüzelik, bezginlik vb. sebeplerden doğan ruhsal yorgunluk, cefa, eziyet: "İçinin sıkıntısını mümkün mertebe gizlemeye çalışarak, dereden tepeden konuşarak oyalandı." -P. Safa. 2. Bir bozukluğun, karışıklığın sebep olduğu etkili ve sürekli yorgunluk, meşakkat, mihnet: "Sıkıntı ve ıstırapla sağa sola döndüm." -A. Gündüz. 3. Yokluk ve parasızlığın yol açtığı geçim darlığı: "İhtiyarın bir para sıkıntısı içinde olduğunu o söylemeden ben keşfetmiştim." -S. F. Abasıyanık. 4. Darlık, yokluk: "Bu kış yine, kok kömürü sıkıntısı baş gösterecekmiş." -H. Taner. 5. mec. Sorun, problem, mesele: "Atatürk öldüğü zaman Türkiye'nin ufak tefek sıkıntılar dışında hiçbir büyük problemi yoktu." -R. Felek, sıkıntı basmak çok sıkılmak, can sıkıntısı duymak. sıkıntı çekmek zorluk veya yoksulluk içinde yaşamak: "İki ateş arasında epeyce sıkıntı çektik." -A. Gündüz, sıkıntı vermek tedirgin etmek, bunaltmak, sıkıntıda olmak geçim darlığı çekmek, sıkıntısı olmak 1) tedirgin, rahatsız eden bir durumda bulunmak: "Bir derdi, bir sıkıntısı olup da öyle susup durduğu akşamlar bile yanında bulunmaktan hoşlanıyoruz." -N. Ataç. 2) işemesi gerekmek, sıkışmak, sıkıntıya düşmek darlık, yokluk içinde olmak, sıkıntıya gelememek güç işlere dayanamamak.

can sıkıntısı, geçim sıkıntısı

sıkıntılı sf. 1. Sıkıntısı olan: "Ağrılar kesilmeyince çok sıkıntılı vaziyete düştüm." -R. N. Güntekin. 2. Sıkıntı veren, kasvetli, meşakkatli, mukassi: "Son birkaç yılındaki oldukça sıkıntılı durumu bir yana bırakılacak olursa, maddi bakımdan rahat, ortanın epey üstünde bir hayatı olmuştur." -A. Ş. Hisar.

sıkıntısız sf. 1. Sıkıntısı olmayan. 2. Sıkıntı vermeyen, meşakkatsiz.

sıkıntısızlık, -ğı is. Sıkıntısız olma durumu.

sıkı sıkı sf. İyice: "Daima sıkı sıkı kapalı demir kepenkler işlerini göremez hâle geliyorlardı. " -T. Buğra.

sıkı sıkıya zf. 1. Çok sıkı olarak, sımsıkı: "Bekçiyi sıkı sıkıya bağlayarak ötede hendeğin içine bıraktılar." -M. Ş. Esendal. 2. İyice: Anne, çocuğuna yola çıkmaması için sıkı sıkıya tembih etti.

sıkışık, -ğı sf. Sıkışmış bir durumda olan: "Size bu kadar ücreti niye ödemekteyiz, böyle sıkışık anlarımızda? " -A. İlhan.

sıkışıklık, -ğı is. Sıkışık olma durumu.

sıkışma is. Sıkışmak durumu: "İçinde garip bir sıkışma, ezilip büzülme duyuyordu." -P. Safa.

sıkışmak (nsz) 1. Birbirine basınç yapacak kadar yaklaşmak: "Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. Basınçla iki şey arasında kalmak: Parmağı kapıya sıkışmış. 3. Dar bir yere zorla sığmak veya sığdırılmak: "Karşıda apartmanın köşesine sıkışmış baraka kahveden bir adam, bir kürek ateş çıkardı." -M. Ş. Esendal. 4. Zor bir durumda kalmak: "Osmanlı İmparatorluğu sıkışınca üç milyon asker çıkarabiliyordu." -E. İ. Benice. 5. Sıkıntı ve darlık vermek, çarpıntı duymak: Göğsü sıkışmış. 6. Tuvalet ihtiyacı gelmek.

sıkıştırıcı is. Sıkıştırma işini yapan alet.

sıkıştırılma is. Sıkıştırılmak işi.

sıkıştırılmak (nsz) Sıkıştırma işi yapılmak: "Anadolu kamyon yolcusu, kamyona yeni adam almak için sıkıştırıldıkça darılmıyor, kızmıyor." -R. N. Güntekin.

sıkıştırış is. Sıkıştırma işi veya biçimi.

sıkıştırma is. Sıkıştırmak işi.

sıkıştırmak (-i) 1. Bir şeyi dar bir yere zorla sığdırmak, tıkmak: Çamaşırları bavula sıkıştırmak. 2. Bir nesneyi sıkıca duracak biçimde bir yere koymak, yerleştirmek veya orada tutmak. 3. Gevşek veya seyrek olan şeyleri birbirine yaklaştırarak sıkı duruma getirmek: "İstanbul tren yahut vapurunda hele bir kimseyi biraz sıkıştırın, hemen çarpılır, çay semaveri gibi oturduğu yerde fıkır fıkır kaynamaya başlar." -R. N. Güntekin. 4. Bir şeyin sıkışmasına, kısılmasına, ezilmesine sebep olmak: Parmağım pencereye sıkıştırmak. 5. Ansızın, gizlice ve karşısındakinin isteyip istemediğine bakmadan bir şeyi vermek, tutuşturmak: "Eline dolu bir kadeh sıkıştırdılar." -R. H. Karay. 6. Kaçmayacak biçimde çembere almak, kıstırmak: "Anlattığına göre Niğde yakınlarındaki köylerden birinde imiş, sıkıştırmışlar. Jandarmalarla vuruşmuş." -M. Ş. Esendal. 7. mec. Zorlamak: "Kocakarı odadan çıktıkça ben Nuri'yi sıkıştırıyorum." -H. R. Gürpınar. 8. argo Sarkıntılık etmek.

sıkıt (I) is. Komprime.

sıkıt (II) is. Ar. sikt Düşük.

sıkıyönetim is. Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.

sıkkın sf. 1. Çok sıkılmış. 2. Sıkıntılı, bungun.

cam sıkkın

sıkkınlık, -ğı is. Sıkkın olma durumu.

sıklaşma is. Sıklaşmak işi.

sıklaşmak (nsz) Sık duruma gelmek veya sıkça ortaya çıkmak, sık görülmek: "Krizleri öyle bir sıklaştı ki, ne yapacağımızı şaşırıp kaldık." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sıklaştırılma is. Sıklaştırılmak işi.

sıklaştırılmak (nsz) Sıklaştırma işi yapılmak.

sıklaştırma is. Sıklaştırmak işi.

sıklaştırmak (-i) Sık duruma getirmek veya sıkça yapmak, sayısını artırmak: "Böyle gecelerde karanlık, gölgeli yerlerden geçerlerken adımlarını sıklaştırırlardı." -R. H. Karay.

sıklet is. Ar. şiklet 1. Ağırlık, yük. 2. esk. Sıkıntı.

ağır sıklet, hafif sıklet, horoz sıklet, orta sıklet, sinek sıklet, tüy sıklet, yarı ağır sıklet, yarı orta sıklet

sıklık, -ğı is. 1. Sık olma durumu. 2. dbl. Sıkça geçme, kullanımı sık olma. 3. fiz. Frekans.

kelime sıklığı

sıkma is. 1. Sıkmak işi. 2. Bir tür pantolon veya şalvar. 3. Bayat ekmeğin su ile ıslatılıp sıkılmasıyla elde edilen malzemeyi un, tuz ve suyla yoğurup hamur durumuna getirdikten sonra arasına kavrulmuş soğan, peynir konularak pişirilen bir yemek. 4. sf. Sıkılmaya, suyu alınmaya elverişli (portakal). 5. hlk. Dar bir tür kadın yeleği.

sıkma baş

sıkma baş is. 1. Kadınların ince bir kumaşla saçlarını sararak yaptıkları bir saç bağlama biçimi. 2. Bu biçimde taranan saçın bir örtüyle tamamen kapatılmış hâli. 3. Bu biçimde giyinen kimse.

sıkmaç, -cı is. fiz. Kompresör.

sıkmak, -ar (-i) 1. Çevresine sarılarak veya bir şey sararak çepeçevre basınç altına almak: "Yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor." -Ö. Seyfettin. 2. Bir şeyin suyunu, yağını, sıvı kısmını basınçla çıkarıp akıtmak: Limon sıkmak. Üzüm sıkmak. 3. Dar gelmek: "Belimi sıktı kemer." -Halk türküsü. 4. Basınçlı bir araçla fışkırtmak, püskürtmek: Yangına su sıkmak. 5. Silahla ateş etmek: "Küçük hanım, tabancayı kalbine sıkmak istemiş." -H. R. Gürpınar. 6. Baskı altına almak, üzmek, bunaltmak, zorlamak: Çocuğu çok sıkıyorlar. 7. mec. Sıkıntı vermek: "... ihtimal inanmayacaksınız. Fakat ben sizi sıkmamak için uzatmayarak anlatacağım." -Ö. Seyfettin. 8. mec. Yalan söylemek.

sıkmalık, -ğı sf. Sıkılmaya elverişli: Sıkmalık portakal.

sık otlatma is. Otlayan hayvanların, genellikle koyun ve keçilerin, mera üzerinde sürü hâlinde, birbirlerine çok yakın bir biçimde çobanlar tarafından otlatılması.

sık sık zf. 1. Az aralıklarla: "Sahilde sık sık küçük köyler veya büyücek kasabalar birbirini kovalıyor." -F. R. Atay. 2. Arası çok geçmeden, az aralıkla, sık olarak, sıkça: "Sık sık arkama dönüyor, dişlerini kısıyor, etraftan yardımcı bekliyordu." -R. H. Karay.

sıktırma is. mdn. Tahkimat birimlerinin oynamasını veya kaymasını önlemek amacıyla birim ile arazi arasında kalan boşluklara sıkıştırılan bir tür takoz.

-sıl / -sil, -sul / -sül İsimden "... ile ilgili" anlamına sıfat türeten ek: damaksıl, diş-sil, dudaksıl, yoksul vb.

sıla is. Ar. şila 1. Bir süre ayrı kaldığı bir yere veya yakınlarına kavuşma. 2. Gurbetteki bir kimse için doğup büyüdüğü ve özlediği yer: "Bakarım bakarım sılam görünmez / Ara yerde yıkılası dağlar var." -Karacaoğlan. sıla etmek sılaya gitmek, sılaya gitmek 1) bir süre ayrı kaldığı evini, yurdunu görmeye gitmek: "Ara sıra memlekete, sılaya gitmek lazım." -R. H. Karay. 2) anne, baba ve diğer akrabalarını görmek için memlekete gitmek.

sıla hastalığı, sıla özlemi, sıla sıygası, daüssıla

sılacı is. Memleketine, doğup büyüdüğü yere dönerek yakınlarına kavuşan kimse: "Sılacıların hepsi, Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler." -Ö. Seyfettin.

sıla hastalığı is. Memlekete, aile ve akrabalara duyulan aşın özlem: "Başka bir cemiyetin içine giderse, sıla hastalığına uğrar, duygu bakımından bağlı olduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker." -Z. Gökalp.

sıla özlemi is. Yurt özlemi.

sıla sıygası is. dbl. esk. Zarf-fîil.

sılayırahim, -hmi is. Ar. şila + rahm Anne, baba ve akrabayı ziyaret etme.

sıma is. Sımak durumu veya biçimi.

sımak (-i) hlk. 1. Kırmak, bozmak. 2. Yenmek, mağlup etmek.

sımsıcak, -ğı sf. 1. Pek sıcak, sıpsıcak. 2. Çok samimi, çok duygulu: "Siz hiç her satırı sımsıcak, yepyeni bir özle dolu şiirler hatırlar mısınız?" -B. R. Eyuboğlu. 3. zf. Çok sıcak olarak, sıcak bir biçimde.

sımsıkı sf. (sı'msıkı) 1. Çok sıkı. 2. zf. Çok sıkı olarak, sıkı bir biçimde: "Etrafa dökülüyor bahanesiyle saçlarım sımsıkı bir yemeni ile bağlarlar." -Ö. Seyfettin.

-sın / -sin, -sun / -sün (I) İsim ve fiil türünden yüklemlere eklenen teklik 2. kişi eki: akıllısın, çocuksun, gençsin, kötüsün; geleceksin, gelirsin, okuyorsun, Ölmüşsün vb.

-sın / -sin, -sun / -sün (II) Teklik 3. kişi emir eki: alsın, gelsin, gülsün, otursun vb.

sınaat, -ti is. (sına:at) Ar. şinâ'at esk. Zanaat.

sınai sf (sına:i:) Ar. şinü'i Sanayi İle ilgili.

sınama is. Sınamak işi, deneme, tecrübe.

sınamak (-i) 1. Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için birini, bir nesneyi veya bir düşünceyi yoklamak, denemek, tecrübe etmek. 2. Bilgisini, yeteneğini, yeterliliğini veya niteliğini yoklamak, imtihan etmek.

sınanma is. Sınanmak işi.

sınanmak (nsz) Smama işine konu olmak.

sınatma is. Sınatmak işi.

sınatmak (-i, -e) Sınama işini yaptırmak.

sınav is. 1. Öğrencilerin veya bir işe girmek isteyenlerin bilgi derecesini anlamak için yapılan yoklama, imtihan, test. 2. mec. Direnme, dayanışma, güç gerektiren, sonuçta bir deneyim kazandıran zor durum: Evliliğin ilk yılları bir sınavdır, sınav vermek sınavdan geçmek, sınava çekilmek birinin bilgisi ölçülmek, sınava girmek bir kimse, bir konu üzerindeki bilgisinin ölçülmesini sağlamak İçin yapılan yoklamada hazır bulunmak. sınavda bırakmak sınavda başarısız saymak..

sözlü sınav, yazılı sınav, ara sınav, bütünleme sınavı, eleme sınavı, engel sınavı, muafiyet sınavı, vize sınavı, yeterlik sınavı

sınayış is. Sınama işi veya biçimi.

sıncan is. bot. Sakızlı bir tür dikenli çalı (Astragalus).

sındı is. hlk. Makas.

sındırılma is. Sındırılmak işi veya durumu.

sındırılmak Sındırma işine konu olmak.

sındırma is. Sındırmak işi veya durumu.

sındırmak (-i) hlk. 1. Kırmak, parçalamak. 2. Yenerek bozmak, mağlup etmek. 3. Sindirmek.

sıngın sf. hlk. 1. Gözü korkmuş, sinmiş (kimse). 2. Çekingen, ürkek. 3. Üzgün, düşünceli.

sınıf is. Ar. şinfl. Öğrencilerin yıllık öğrenime göre ayrıldıkları bölümlerden her biri: Birinci sınıf öğrencileri. 2. Çeşitli amaçlarla oluşmuş kümeler. 3. Ders okutulan yer, dershane, derslik. 4. Önemlerine, niteliklerine göre kişi veya nesnelerin yerleştirildiği kategorilerden her biri: "Üçüncü sınıf bir gazeteciydi." -N. Cumalı. 5. biy. Takımlardan oluşan birlik, dalların alt bölümü: Memeliler, kuşlar, balıklar, omurgalılar dalının birer sınıfıdırlar. 6. man. Belli ortak belirtileri olan tek tek nesneler Öbeği. 7. sos. Bir toplumda, aynı görevi yapan, aynı yararı sağlayan, aynı şartlarda yaşayan büyük insan grubu, klas: "Parter, her sınıftan insanla hıncahınç dolu İdi." -R. N. Güntekin. sınıfta bırakmak sınıf geçmesine engel olmak, sınıfta çakmak argo sınıfta kalmak. sınıfta çaktırmak argo sınıfta bırakmak. sınıfta kalmak başarılı olamayan öğrenci, bir Üst sınıfa geçemeyerek aynı sınıfta yeniden okumak.

alt sınıf birinci sınıf, ikinci sınıf üst sınıf, ana sınıfı, emekçi sınıfı, hazırlık sınıfı, istihkâm sınıfı, levazım sınıfı, muhabere sınıfı, ruhban sınıfı, süvari sınıfı

sınıflama is. Bölümleme, tasnif.

sınıflamak (-i) Bölümlemek, tasnif etmek.

sınıflandırma is. 1. Bölümlendirme. 2. Karşılaştırma esasına bağlı olarak tasnif yapma.

sınıflandırmak is. 1. Bölümlendirmek. 2. Karşılaştırma esasına bağlı olarak tasnif yapmak.

sınıflanış is. Sınıflanma durumu veya biçimi.

sınıflanma is. Bölümlenme.

sınıflanmak (nsz) Bölümlenmek.

sınıflaşma is. Sınıflaşmak işi.

sınıflaşmak (nsz) Toplumda sınıf farkları oluşmak.

sınıflı sf. Sınıfı olan.

sınıfsal sf Sınıfla ilgili.

sınıfsız sf. Sınıfı olmayan.

sınık, -ğı sf. hlk. 1. Kırık, çıkık. 2. Yenilmiş, bozguna uğramış.

sınıkçı is. Kırık, çıkık bağlayan kimse, çıkıkçı.

sınıkçılık, -ğı is. Sınıkçının yaptığı iş.

sınır is. Yun. 1. İki komşu devletin topraklarını birbirinden ayıran çizgi, hudut. 2. Komşu il, ilçe, köy veya kişilerin topraklarını birbirinden ayıran çizgi. 3. Bir şeyin yayılabileceği veya genişleyebileceği son çizgi, uç: Bataklığın sınırı. Ormanın sınırı. 4. mec. Uç, son. sınır çekmek (veya çizmek) 1) sınırını belirtmek: "1920 baharı muhteşem bir mart sabahında Sultan Dağları'nın sınır çizdiği Batı Anadolu'ya kan ve barut kokularıyla geliverdi." -T. Buğra. 2) son vermek. sınır dışı etmek bir kimseye kendi ülkesinde veya yaşadığı başka bir ülkede bulunma, yaşama hakkını tanımamak, başka ülkeye göndermek.

sınır açı, sınır boyu, sınır dışı, sınır kapısı, sınır karakolu, smır Ötesi, sınır taşı, üst sınır, akma sınırı, takat sınırı, yaş sınırı

sınır açı is. fiz. Bir ortamda gelip daha kırıcı başka bir ortama geçerken kırılan ışının oluşturabileceği en büyük açı.

sınır boyu is. Ülke sınırları.

sınırdaş sf Ortak sınırları olan, hemhudut.

sınırdaşlık, -ğı is. Sınırdaş olma durumu.

sınır dışı is. Ülke sınırlarının ötesi.

sınır kapısı is. Gümrük kapısı.

sınır karakolu is. Sınır bölgesinde görev yapan kolluk gücü.

sınırlama is. Sınırlamak işi.

sınırlamak (-i) 1. Sınırını çizmek, sınırını belirtmek veya belirlemek. 2. Belli bir sınır içinde bırakmak, belirlemek.

sınırlandırma is. Sınırlandırmak işi.

sınırlandırmak (-i) Sınırlamak, hudutlandırmak.

sınırlanış is. Sınırlama işi.

sınırlanma is. Sınırlanmak durumu.

sınırlanmak (nsz) 1. Sınır çekilmek. 2. Belli bir smır içinde bırakılmak, belirlenmek: "Şairlerimizin duygu, düşünce dünyası. Batılı ustalarının dünyalarıyla sınırlanmıştır." -N. Cumalı.

sınırlayış is. Sınırlamak işi veya biçimi.

sınırlı sf. 1. Sınırı olan, bir sınırla ayrılmış olan, hudutlu. 2. Sınırlanmış, belirlenmiş, belirli: "Bizim divan edebiyatımızın da, halk edebiyatımızın da konuları sınırlıdır." -N. Cumalı. 3. Az miktarda: "Sınırlı hoca aylığının yarısını her ay kitaplara yatırır." -H. Taner.

sınırlı doğru, sınırlı ortaklık, sınırlı sayı, sınırlı sorumluluk

sınırlı doğru is. mat. Başı ve sonu belli olan doğru.

sınırlı ortaklık, -ğı is. tic. Belirli bir sermaye İle kurulan ortaklık.

sınırlı sayı is. mat. Sonsuz değerli olmayan sayı.

sınırlı sorumluluk, -ğu is. huk. Borçlunun borcunu ödememesi durumunda, bütün mal varlığıyla değil de mal varlığının bir bölümüyle sorumlu olması durumu.

sınır ötesi is. Ülke sınırlarının dışı.

sınırsız sf 1. Sınırı olmayan, bir sınırla ayrılmamış olan, hudutsuz. 2. mec. Pek çok, sonsuz: "Bahar geleli kargalar sınırsız bir neşe içinde." -A. Haşim.

sınırsız doğru, sınırsız sayı, sınırsız sorumluluk, sınırsız yetki

sınırsız doğru is. mat. Başı ve sonu olmayan doğru.

sınırsızlık, -ğı is. Sınırsız olma durumu.

sınırsız sayı is. mat. Sonsuz değerli sayı.

sınırsız sorumluluk, -ğu is. huk. Borçlunun borcunu ödememesi durumunda alacaklıya karşı bütün mal varlığıyla sorumlu olması durumu.

sınırsız yetki is. Alabildiğine genişletilmiş yetki.

sınır taşı is. Smırı belirlemek için koyulan taş vb. madde.

sınma is. Sınmak işi veya durumu.

sınmak (nsz) hlk 1. Kırılmak, parçalanmak, bozulmak. 2. Yenilmek, bozguna uğramak.

sıpa is. zool. Eşek yavrusu.

eşek sıpası

sıpsıcak, -ğı sf Pek sıcak, cana yakın, sımsıcak; "Gelin çıtı pıtı, esmer güzeli, sıpsıcak bir kızdı." -H. Taner.

sır (I) is. 1. Bazı nesnelere parlaklık verme, dış etkilerden koruma, sızmalarını önlemk vb. amaçlarla sürülen, saydam veya donuk vernik: Küpün sırı dökülmüş. 2. Aynaların arkasına ve kaplama metal eşyanın yüzüne sürülen ince tabaka.

sır, -rrı (II) is. Ar. sirr 1. Varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey: "Söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna." -Atasözü. 2. Aklın erişemediği, açıklanmayan veya çözülemeyen şey, giz, gizem: "Bu bahçede açılan her gonca i Sırlar açıyor yerden gökten." -T. Oflazoğlu. 3. Bir işin, bir şeyin dikkat, yetenek, deneyim ve sezgi yardımıyla kavranabilen en zor, en ince yanı. 4. Bir amaca ulaşmak için kullanılan, başvurulan özel ve gizli yöntem, sır tutmak (veya saklamak) bir sırrı açığa vurmamak, başkasına söylememek, sır vermek (veya sızdırmak) bir sırrı açığa vurmak, başkasına söylemek: "Mustafa dışarı sır sızdırmıyordu, lakin üzüntüden de eriyordu," -R. H. Karay, sırra ermek gizli tutulan veya sır durumunda olan bir şeyi anlamak, kavramak: "Fakat bu iki genç henüz bu sırra eremedikleri için sabırsızlanıyorlar, Öfkeleniyorlardı." -Y, K. Karaosmanoğlu. sırra kadem basmak bir kimse ortalıktan yok olmak, ortalıkta görünmemek: "Denizde bazı balık türleri sırra kadem bastı ama, başka nice türler kıyılara akın etmeye başladılar. " -T. Halman.

sır kâtibi, sır küpü, sırretmek, sırrolmak, Bektaşi sırrı

sıra is. 1. Yan yana, art arda olan şey veya kimselerin tümü, dizi: "Şehir esnafı şekercisinden tutun da, berberine kadar iki sıra durup kendisini alkışladılar." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu biçimdeki topluluğun durumu: Sırayı bozmayın. 3, Belirli bir düzene ve niteliğe göre dizilme durumu: Boy sırası. Yaş sırası. 4. Bir şeye aynlan, uygun görülen veya rastlayan zaman: "Bu sırada, elinde paketiyle gelen Mustafa Efendi yaklaştı." -M. Ş. Esendal. 5. Tahtadan oturak: "Oturacak yerler tahta sıralardan olur." -S. Birsel. 6. Dershane, meclis vb. yerlerde kullanılan ve oturup yazı yazacak biçimde yapılmış olan mobilya. 7. Düzen: Sıraya girmek. Sıraya dizilmek 8. sf. Sıra durumunda olan, sıra oluşturan: Bir sıra dükkân. 9. ardı, arkası, önü ve yanı kelimelerinden sonra gelerek tamlamalar kuran ve "ardından, arkasından, önünden, yanından, beraberinde" anlamlarında kullanılan bir söz: Ardı sıra gelmek. Arkası sıra koşmak. Önü sıra gitmek. Yanı sıra yürümek, sıra (veya sırasını) savmak sırayla yapılan bir işte sıra kendine geldiğinde gereğini yapmak, sıra olmak düzenli bir biçimde sıra oluşturmak, dizilmek. sırası düşmek uygun zamanı gelmek: "Söz arasında, bir sırası düşünce Salim Bey feminist'i ondan da sordu." -M. Ş. Esendal. sırası gelmek 1) bir başkasından sonra sıra birinin veya bir şeyin olmak; 2) sırası düşmek: "Hani bazen sırası geliyor da, maziye merbutiyet, filan diyoruz." -M. Ş. Esendal. sırası gelmişken "fırsat düşmüşken, söz bu konudayken" anlamlarında kullanılan bir söz, sırasına (veya sırasını) getirmek uygun zamanını, fırsatını bulmak, (adam, insan ...) sırasına geçmek adam, insan denecek bir değeri yokken nasılsa öyle sayılmak. sırasına göre durumun gerektirdiği gibi. sırasında gerekince, yerinde ve zamanında. (çocuk veya bebek) sırasını kaybetmek hastalık veya başka bir sebep dolayısıyla uyku ve meme zamanını şaşırmak, sıraya dizmek 1) sıralamak; 2) bir topluluk içinde herkese aynı biçimde davranmak, sıraya koymak düzenlemek, sıralamak.

sıradağ, sıra dayağı, sıra dışı, sıra gecesi, sıra malı, sıra sayı sıfatı, sıra saygı, aklı sıra, ara sıra, ardı sıra, arkası sıra, bir sıra, keyfî sıra, önü sıra, peşi sıra, sırtı sıra, yanı sıra, arada sırada, o sırada, abece sırası, alfabe sırası, aşama sırası, söz sırası

sıraca is. tıp Deride ve genellikle boyunda görülen, lenf düğümlenmelerinin şişkinliğiyle beliren tüberküloz türü: "Elifi almış, başında keli, boynunda sıracası, sırtında da paçavra entarisiyle getirmişti." -E. E. Talu.

sıracagiller ç. is. bot. Sıraca otu, bit otu vb. bitkileri içine alan, iki çeneklilerden bir bitki familyası.

sıracalı sf. Sıracası olan.

sıraca otu is. bot. Sıracagillerden, birçok türünün kökleri hekimlikte kullanılmış olan bir bitki (Scrophularia).

sıracı is. hlk. 1. Dört kişilik saz heyeti. 2. Esas çalgı takımı gelmediğinde onların yerine saz çalan ve türkü okuyan kimse: "Sıracı elinde kemanla ayağa kalkarak..." -A. Rasim.

sıradağ is. coğ. Ortak özellikler gösteren, aralarında uzunlamasına vadilerin bulunduğu dağlar dizisi.

sıradan sf. Herhangi bir, bayağı, alelade: "Bu kabil angaryalar sıradan bir memurun yaşamına hiç değilse bir renk ve canlılık katabilir. " -H. Taner.

sıradanlaşma is. Bayağılaşma durumu.

sıradanlaşmak (nsz) Bayağılaşmak.

sıradanlaştırma is. Sıradanlaştırmak işi.

sıradanlaştırmak (-i) Sıradan duruma getirmek.

sıradanlık, -ğı is. Sıradan olma durumu: "Alt tarafı oyun, sıradanlığı oynanıp durmasında, sabah akşam, dün bugün." -A. İlhan.

sıra dayağı is. Kişileri ayrım gözetmeksizin sırayla tek tek dövme: "Keşke bu sefer de kazayı bir sıra dayağı ile savuştursa." -R. N. Güntekin. sıra dayağı çekmek birden çok kişiyi teker teker ve birbirinin ardı sıra dövmek.

sıra dışı sf. Olağan dışı,

sıra gecesi is. Güneydoğu Anadolu'da genellikle kış gecelerinde her hafta bir kişinin evinde olmak üzere yapılan sazlı sözlü eğlence.

sıralaç, -cı is. Klasör.

sıralama is. Sıralamak işi.

alfabetik sıralama, rütbe sıralaması

sıralamak (-i) 1. Birbiri ardı sıra veya yan yana koyarak sıra durumuna getirmek: İskemleleri sıralamak. 2. Belirli bir düzene göre yerleştirmek veya düzenlemek, sıraya koymak: Dosyaları sıralamak. 3. Söylenecek, yazılacak, yapılacak şeylere zihinde gerekli düzeni vermek. 4. Aynı davranışı birbiri ardınca birçok kez yapmak: Bize karşı bir sürü itiraz sıraladı. 5. Aynı davranışı birçok şey üstünde tekrarlamak: Bekçi bütün kapıları sıraladı. 6. Küçük çocuk tutunarak yürümeye başlamak, tutunarak yürümek.

sıralanış is. Sıralanma durumu veya biçimi.

sıralanma is. Sıralanmak işi.

sıralanmak (nsz) 1. Sıra oluşturacak biçimde yer almak: "Başımızın üzerinde tabaka tabaka yeşil sular sıralanarak yükseliyor." -H. Z. Uşaklıgil. 2. Sıraya, düzene konulmak: "Her lakırtı konuşulmuş, yapılacak şeyler sıralanmış, yalnız onları yapmak, yaptırmak kalmıştı." -M. Ş. Esendal.

sıralatma is. Sıralatmak işi veya durumu,

sıralatmak (-i, -e) Sıralama işini yaptırmak.

sıralayıcı is. Sıralayan, sıraya koyan (kimse).

sıralayıcı harf

sıralayıcı harf, -fi is. Bir tam çok terimlinin çeşitli terimlerinde, artan veya eksilen kuvvetlerine göre bu terimlerin dizildiği sırayı gösteren harf.

sıralayış is. Sıralama işi veya biçimi.

sıralı sf. 1. Sıralanmış, düzenlenmiş, dizili: "İki yanda uzun boylu narin andızlar sıralıydı. " -C. Uçuk. 2. Yere, zamana, konuya, yönteme uygun olan: Sıralı konuşma.,

sıralı cümle, sıralı oluş, sıralı sırasız, bağımlı sıralı cümle, bağımsız sıralı cümle

sıralı cümle is. dbl. Anlam yakınlığıyla bağlanmış cümlelerin oluşturduğu cümle.

sıralı oluş is. biy. Birbirini takip etme, epigenez.

sıralı sırasız zf Yer veya zaman uygunluğu gözetmeksizin: "Karısı genç, güzel bir kadındı. Sıralı sırasız ev sahiplerine gelir gider, sık sık merdivenlerde karşımıza çıkardı. " -N. Cumalı.

sıra malı is. tic. Değeri ve Özelliği olmayan mal.

sıram sıram sf. 1. Sıra durumunda veya sıralanmış olan: "Çocukları sıram sıramdı." -S. F. Abasıyanık. 2. zf. Sırası geldikçe: "İzmir'de o semtin kimi varsa hepsi o sokağa dökülmüş, damlardan sarkmış, sel boşanır gibi sıram sıram bağırıp alkışlıyorlar." -R. E. Onaydın, sıram sıram dizilmek sıra veya sıralar oluşturacak biçimde yan yana, arka arkaya gelmek: "Sokaklarımızda sıram sıram dizili, üstü açık çöp varillerinden rızkını çıkarmaya başlamıştı." -Y. N. Nayır.

sıra saygı is. Geleneklere uygun olarak karşılıklı gösterilen saygı, sıra saygı gözetmek karşılıklı saygı göstermek.

sıra sayı sıfatı is. dbl. Bir şeyin diziliş veya aşamadaki sırasını bildiren sıfat: Üçüncü yol. Beşinci gün. İkinci sınıf.

sırasıyla zf. Sırası gelince, sırasına dikkat ederek, sıra izleyerek: "Sonra sırasıyla zayıf zayıfın arkadaşı ve Salih geldiler." -S. F. Abasıyanık.

sırasız sf. 1. Sırada olmayan, sırası olmayan, düzensiz. 2. Yere, zamana, konuya, yönteme uygun olmayan: "O hep sırasız arzularla, varlıklar içinde, yoksulluklar çekerdi." -A. Ş. Hisar.

sıralı sırasız

sırat is. Ar. şirât 1. Sırat köprüsü. 2. esk. Yol.

sırat köprüsü

sırat köprüsü is. din b. İslam inancına göre mahşer günü üstünden geçilecek olan köprü: "Sırat köprüsünü nasıl rahat geçeceğini tahayyül ederdi." -Ö. Seyfettin, sırat koprüsünden geçmek sıkıntılı, eziyetli durumlardan zarar görmeden kurtulmak: "Biz bu sevgiyi oluştururken, gerçekte bilinçli ya da bilinçsiz ne sırat köprülerinden geçtik." -E. Bener.

Sırbistanlı öz. is. Sırbistan halkından olan kimse.

sırça is. 1. Cam: "Mermere düşen sırça gibi tuz buz oldu." -A. Gündüz. 2. sf. Camdan yapılmış: Sırça kadeh. "Kadınlar kollarında birçok sırça bilezikler taşırlardı." -Y. K. Beyatlı. sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı insan kendinde herhangi bir kusur varken başkalarını aynı kusurla suçlamamalıdır.

sırdaş is. Birinin sırlarım bilen kimse, mahrem: "Bu kolay işi güçleştirme yavrum; arkadaş ol benimle, sırdaş ol." -T. Oflazoğlu.

sırdaşça zf (sırdaşça) Sırdaşlığa yakışır (bir biçimde): "Baş başa verip birbirlerine sırdaşça bir şeyler fısıldıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sırdaşlık, -ğı is. Sırdaş olma durumu.

sırf zf. Ar. şirf 1. Yalnızca: "Sırf vazife diye yaptığım bu ufak tefek hizmetler boşa gitti." -R. N. Güntekin. 2. Tümüyle, bütün olarak, büsbütün: "Kâhinliğimin sırf bir tesadüfe dayandığı oy birliği ile kabul edildi." -H. Taner.

sırık, -ğı is. Değnekten uzun ve kalınca ağaç: "Duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizilmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. sırık gibi alay uzun boylu.

sırık domatesi, sırık fasulyesi, sırık hamalı, sırıkla atlama, sırıkla yüksek atlama, hamal sırığı

sırıkçı is. sp. Atletizmde sırıkla atlayan sporcu.

sırık domatesi is. bot. Dallan sırıkla desteklenerek yetiştirilen, iri, düzgün ve etli meyve veren bir tür domates.

sırık fasulyesi is. bot. Dallan sırıkla desteklenerek yetiştirilen, ince, uzun, kılçıksız bir tür fasulye.

sırık hamalı is. Taşınacak yükleri sırığa geçirerek omuzlarında taşıyan hamal.

sırıkla atlama is. sp. Atletizmde, eldeki sırıktan güç kazanarak belirli yükseklikteki çıtayı aşmak için yapılan bir yarışma türü, sırıkla yüksek atlama.

sırıklama is. Sırıklamak işi.

sırıklamak (-i) 1. Fasulye, domates vb. bitkilerin tutunması, dallannın desteklenmesi için yanlarına sırık dikmek, hereklemek. 2. argo Aşırıp götürmek, çalmak.

sırıkla yüksek atlama is. sp. Sırıkla atlama.

sırılsıklam sf. (sırılsıklam) Büsbütün ıslak, çok ıslak, sırsıklam, sırılsıklam olmak çok ıslanmak: "Sessiz yaşlarla sırılsıklam olan yanaklarından öptüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sırılsıklam âşık

sırılsıklam âşık, -ğı is. Delicesine sevdalı, kara sevdalı, tutkun kimse.

sırım is. Bazı işlerde sicim yerine kullanılmak için, sicim kalınlığında, İnce ve uzun, esnek deri parçası, sırım gibi ince yapılı ve güçlü (kimse): "Şimdi, altmışını geçmiş olmasına rağmen, sırım gibi bir vücudu vardı." -R. N. Güntekin.

sırıma is. Sırımak işi.

sırımak (-i) hlk. 1. Yorgan, şilte vb.ni iri ve aralıklı dikmek. 2. hlk. Sağlam ve sıkıca dikmek.

sırıtık, -ğı sf. Sürekli olarak sırıtan.

sırıtış is. Sırıtma işi veya biçimi: "Cüce rolünde halkı gülmekten katıltan sırıtış, Rakım'ın bütün buruşukluklarını kaplamış, ayrık gözleri evlerinden uğramış." -H. E. Adıvar.

sırıtkan sf. Sürekli sırıtan, sırıtma huyu olan: "Çantamı kapıyor ve sırıtkan suratı hâlâ bana dönük olarak uzaklaşıp gidiyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sırıtkanlık, -ğı is. Sırıtkan olma durumu: "Söz, suratı her zaman asabi bir sırıtkanlıkla gergin olan zayıf uzun boylu bir efendiye verildi."-M. Ş. Esendal.

sırıtma is. Sırıtmak işi: "Bu karşılıklı sırıtma ne kadar sürüyor, bilmem." -Y. Z. Ortaç.

sırıtmak (nsz) 1. Dişlerini göstererek aptallık, şaşkınlık, kurnazlık veya alay belirtir biçimde gülmek: "Bir yandan karısını yatıştırmak istermiş gibi davranıyor, bir yandan hınzırca sırıtıyordu." -O. Rifat. 2. Yorgan, şilte vb.ni iri ve aralıklı diktirmek. 3. mec. Bütün çirkinliği ve kusuru ortaya çıkmak: İşi biraz karıştırınca bütün pürüzler sırıttı.

sır kâtibi is. esk. Kendisine gizli yazılar yazdırılan kimse.

sır küpü is. Birçok sırları bildiği hâlde hiçbirini açığa vurmayan kimse.

sırlama is. Sırlamak işi.

sırlamak (-i) Bazı nesnelere, toprak kaplara sır (I) sürmek.

sırlanma is. Sırlanmak durumu.

sırlanmak (nsz) Sırlama işi yapılmak.

sırlı (I) sf. Sır (I) sürülmüş, sırı (I) olan: "Toprak olanları dahi pek zevkle yapılmış olup ekserisi cam gibi sırlıdır." -F. R. Atay.

sırlı (II) sf. Sırrı (II) olan.

sırma is. 1. Altın yaldızlı veya yaldızsız ince gümüş tel: "Açık gri etrafı iki parmak kalınlığında sarı sırma işlemeli, gayet zarif bir kumaş." -R. H. Karay. 2. sf. Bu telden yapılmış veya bu tel gibi olan: "Altın yaldızlı ve siyah çiçekli aynalar duvarlara sırma kordonlarla asılıdır." -S. Birsel. 3. Rütbe gösteren şerit.

sırma saç

sırmakeş is. (sı'rma) T. sırma + Far. -keş esk. Gümüş veya başka madenleri haddeden çekip sırma yapan kimse.

sırmakeşhane

sırmakeşhane is. (sı'rmakeşha:ne) T. sırma + Far. -keş + hâne esk. Sırma yapılan yer.

sırmalı sf. Sırma ile işlenmiş veya süslenmiş: "Çarşıdan bana boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı." -Y. K. Beyatlı.

sırma saç is. Altın sarısı renginde saç.

sırma saçlı sf. Saçları altın sarısı renginde olan: "Son gülün karşısında son bülbül ah ederken / Sırma saçlım bu sabah bahçeme geldi erken" -F. N. Çamlıbel.

sırnaşık, -ğı sf. 1. Can sıktığına, rahatsız ettiğine aldırmadan bir kimseden sürekli, yalvarırcasına istekte bulunan ve bu isteğinde direnen (kimse). 2. mec. Sıkıntı veren, rahatsız eden, tedirgin eden, musallat olan: "Çavuş sırnaşık bir gülüşle sordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sırnaşıkça zf. (sırnaşı'kça) Sırnaşığa yakışır bîr biçimde.

sırnaşıklık, -ğı is. Sırnaşık olma durumu veya sırnaşıkça davranış: "izdivaç, erkek için solmuş ve yıkılmış bir kadının sırnaşıklıklarına, münasebetsizliklerine aldırmamaktan ibarettir." -Ö. Seyfettin.

sırnaşış is. Sırnaşma İşi veya biçimi.

sırnaşma is. Sırnaşmak işi: "Yataktan kalktıktan sonra Emine'ye mütemadiyen sırnaşması var ki buna, kadın hiç tahammül edemiyordu. ," -H. E. Adıvar.

sırnaşmak (nsz) Sırnaşıkça davranmak: Ters cevap alınca sırnaşmaya başladı.

sırnaştırma is. Sırnaştırmak işi.

sırnaştırmak (-i) Sırnaşıklık yapmasına sebep olmak.

Sırp öz. is. 1. Yugoslavya'nın Sırbistan bölgesinde yaşayan Slavların güney kolundan bir halk. 2. Bu halkm soyundan olan kimse.

Sırpça öz. is. (sı'rpça) 1. Sırpların kullandığı bir güney Slav dili, Sırp dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

Sırplık, -ğı Öz. is. Sırp olma durumu.

sırretme is. Sırretmek işi.

sırretmek, -der (-i) Ar. sirr + T. etmek Bir şey veya kimseyi akıl almaz bir biçimde ortadan yok etmek, görünmez kılmak.

sırrolma is. Sırrolmak işi.

sırrolmak (nsz) Ar. sirr + T. olmak Bir şey veya kimse akıl almaz bir biçimde ortadan yok olmak: "Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sırroluyor." -Ö. Seyfettin.

sırsıklam sf. (sı'rsıklam) Büsbütün ıslak, çok ıslak, sırılsıklam: "Yağmur altında sırsıklam gelip yine pazar yoluna çömelmiş." -Y. K. Karaosmanoğlu. sırsıklam olmak çok ıslanmak.

sırsıklam âşık

sırsıklam âşık, -ğı is. Sırılsıklam âşık.

sırsız (I) sf. 1. Sır (I) sürülmemiş, sm (I) olmayan: Sırsız küp. 2. Sırrı olmayan, açık, gizliliği bulunmayan: "Dünyanın en sırsız ve basit yeri orasıdır, çocuğum." -P. Safa.

sırsız (II) sf. Sırrı (II) olmayan, açık, gizliliği bulunmayan: "Dünyanın en sırsız ve basit yeri orasıdır, çocuğum." -P. Safa.

sırt is. 1. anal Omurgalı veya omurgasız hayvanlarda boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan üst bölüm: "Arabacı katırın sırtına binmiş." -F. R. Atay. 2. İnsanlarda boyundan bele kadar uzanan üst bölüm, göğüs karşıtı. 3. Kesici araçların kesmeyen kenarı: Bıçağın sırtı. 4. Dağların veya tepelerin üst bölümü: "Beşiktaş sırtları pırıl pırıl, aradaki boğaz parçası masmaviydi." -O. V. Kanık. 5. İnsanın Üstü: "Ona ikinci rastlayışımda sırtında bir pardösü vardı." -H. Taner. 6. Bir şeyin üstü, üst bölümü. 7. Dikilmiş veya ciltlenmiş kitaplarda dikişin bulunduğu bölüm, sırt çevirmek (çevirmemek) 1) birine önem vermemek, iyi davranmamak; 2) bir şeye önem vermemek, onu kabul etmemek, yapmamak veya sürdürmemek: "Batı âlemi Türkiye'den vazgeçemez, bizi yalnız bırakamaz, askerî ihtiyaçlarımıza sırt çeviremez..." -T. Halman. sırtı kaşınıyor dayak yemeyi hak edecek davranışta bulunanlar için kullanılan bir söz. sırtı yere gelmek yenilmek, alt olmak: "Anladım ki hayat savaşının birinci büyük dönümünde Ayşe'nin sırtı yere gelmişti." -H. E. Adıvar. sırtı yere gelmemek sarsılmamak, yerinden düşürülememek, güçlü olmak, sırtına almak 1) yüklenmek, çuvalı sırtına aldı; 2) bir giyeceği giymek veya sırtına örtmek: Sırtına bir şey almadan sokağa fırladı. sırtına geçirmek bir şeyi giymek: "Pardösüyü sırtıma geçirdim." -S. F. Abasıyanık. sırtında yumurta küfesi yok ya! (veya olmamak) eski düşünce ve yönünü kolayca değiştiren veya sözünden caymakta sakınca görmeyen kimseler İçin kullanılan bir söz: "Çelişki içinde konuşur ve sırtında yumurta küfesi olmadığından dün ak dediğine bugün rahatlıkla kara diyebilir. " -H. Taner, sırtından atmak başından savmak veya birinin, bir şeyin sorumluluğunu, yükünü üzerine almamak, sırtından bıçaklamak ihanet etmek: "Arkadaşların birbirini sırtından bıçaklaması doğru değil. Bunu ancak düşmanlar yapabilir." -S. Dölek. (birinin) sırtından çıkarmak o kimseye ödetmek, (birinin) sırtından geçinmek geçimini o kimseden sağlamak: "Öteki karınca türlerinin yuvalarını yağma edip kendi boyunduruklarına alıyor, onların sırtından geçiniyorlarmış." -T. Halman. (birinin) sırtından (para) kazanmak bir kimseden yararlanarak para sağlamak: "Benim bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu." -H. Taner. (birine) sırtını dayamak (veya vermek) 1) bir yere dayanmak, yaslanmak: "... kocaman duvara sırtını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi." -S. F. Abasıyanık. 2) güçlü birine, bir yere güvenmek. sırtını sıvazlamak desteklediğini göstermek, (birinin) sırtım yere getirmek 1) güreşte hasmı sırtüstü yere yatırarak yenmek; 2) üstün gelmek.

sırt sırta, sırtüstü, sırtıkara, sırtı pek, sırtı sıra, sırtı yufka, sallasırt, balıksırtı, bıçaksırtı, bıçak sırtı, dalga sırtı, eşeksırtı, evi sırtında

sırtar is. zool. Bir keler türü.

sırtar balığı is. zool. Göl İzmariti.

sırtarma is. Sırtarmak işi.

sırtarmak (nsz) 1. Sırıtmak. 2. Açıkta kalarak görünmek. 3. hlk. Karşı koymaya hazırlanmak.

sırtçı is. hlk. Hamal.

sırtçılık, -ğı is. Hamallık.

sırtıkara is. zool. Lüferin bir türü.

sırtı pek sf. Kalın giyinmiş.

sırtı sıra zf. hlk. Birinin arkasından, izinden.

sırtı yufka sf. 1. İnce giyinmiş. 2. mec. Etkili, güçlü, makam sahibi bir dayanağı, arkası veya yakını olmayan (kimse).

sırtlama is. Sırtlamak işi.

sırtlamak (-i) 1. Sırtına alıp yüklenmek: "O gece yarısı yatağı benimki sırtladı, ben çocuğu sardım, sarmaladım." -H. E. Adıvar. 2. mec. Birinin, bir şeyin sorumluluğunu, yükünü veya geçimini üzerine almak: "Gazete satan Babuş daracık omuzlarıyla bir aileyi sırtlayacak." -P. Safa.

sırtlan is. zool. Sırtlangillerden, genellikle leşle beslenen, etçil, postu benekli bir hayvan, yeleli kurt (Hyaena).

sırtlangiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan memeliler sınıfına giren birçok türü içine alan etçil hayvanlar familyası.

sırtlık, -ğı is. Sırt dayayacak yer.

sırt sırta zf. Arka arkaya, sırtları birbirine değecek biçimde, sırt sırta vermek iş birliği yapmak: "Düşmana karşı ilk defa sırt sırta verip direnirken birbirlerinin kalp atışını da duymuşlar." -H. Taner.

sırtüstü zf Sırtı yerde olmak üzere: "ikide bir kendini sırtüstü saman dalgalarının içine atarak yüzme taklidi yapıyordu." -R. N. Güntekin. sırtüstü yatmak 1) sırtı yere gelmek üzere yatmak: "Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın." -H. Taner. 2) mec. çalışmadan rahat bir yaşam sürmek.

sıska sf. 1. Çok zayıf ve kuru, kaknem, çelimsiz, ank: "... eskimiş zeytinyağında kızartıp meze diye sunduğu sıska balıkları geveliyoruz. " -E. E. Talu. 2. esk. Karın boşluğuna su dolmuş olan. sıska olmak 1) karın boşluğuna su dolarak karnı şişmek; 2) aşırı zayıf olmak, sıskası çıkmak çok zayıflamak, sıskalaşmak.

sıskalaşma is. Sıskalaşmak işi.

sıskalaşmak (nsz) Sıska duruma gelmek: "Yememek herkesin elinden geldiği için, sıskalaşmak revaç buldu." -F. R. Atay.

sıskalık, -ğı is. Sıska olma durumu.

sıtma is. tıp Anofel türü sivrisineğin sokmasıyla insandan insana bulaşan, titreme, ateş ve ter nöbetleriyle kendini gösteren bir hastalık, malarya: "Sıtma, bir on beş gün icinde beni, çocuğa döndürmüştü." -S. F. Abasıyanık. sıtma görmemiş (ses) gür ve kalın (ses), sıtma tutmak ateş ve ter nöbetleriyle titremeye başlamak.

sıtma bilimi, sıtma nöbeti, gizli sıtma

sıtma bilimi is. Sıtma asalaklarını, sıtma sivrisineklerini, sıtma türlerini ve sıtmayla savaşı inceleyen asalak bilimi dalı.

sıtmalanma is. Sıtmalanmak işi.

sıtmalanmak (nsz) Sıtmaya tutulmak.

sıtmalı sf. 1. Sıtmaya tutulmuş (kimse): "Bunların ikisi güzelce idi, ama pek zayıf ve sıtmalı idiler." -Ö. Seyfettin. 2. Sıtmanın salgın denecek kadar çok görüldüğü (yer).

sıtmalık, -ğı is. Sıtmaya çok yakalanılan yer.

sıtma nöbeti is. Sıtma hastalığında karşılaşılan ateş ve titreme durumu: "Her tarafı bir sıtma nöbetine tutulmuş gibi titriyordu." -Ö. Seyfettin.

sıva is. 1. Herhangi bir yapıdaki yüzeyleri düzgünleştirmek için kullanılan, yarı akışkan, kum, kireç, çimento karışımı veya toprak harç. 2. Bir yapının duvarlarına sürülen ince harç tabakası, sıva vurmak bîr duvarı sıva kullanarak düzgünleştirmek, sıvamak.

ince sıva, kaba sıva

sıvacı is. Duvarları sıvayan kimse.

sıvacı kuşu

sıvacı kuşu is. zool. Sıvacı kuşugillerden, Avrupa ve Asya ormanlarında yaşayan, 15 cm uzunluğunda ötücü bir kuş (Sitta europea).

sıvacı kuşugiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, birçok türü bulunan ötücü kuşları içine alan bir familya.

sıvacılık, -ğı is. Sıvacının işi.

sıvalama is. Sıvalamak işi.

sıvalamak (-i) Sıva vurmak, sıvamak.

sıvalı (I) sf. 1. Sıva vurulmuş, sıva sürülmüş: Sıvalı duvar. 2. Sıvar gibi bulaşmış, sıvanmış.

sıvalı (II) sf. Sıvanmış, kıvrılmış (giysi kolu): "Dirseklere kadar kolları sıvalı idi." -S. F. Abasıyanık.

sıvama is. 1. Sıvamak işi. 2. sf. Sıvanır gibi üstüne kaplanmış, örtülmüş veya çok sık takılmış: Sıvama pırlanta bir taç. 3. zf. Zemini hemen hiç görülmeyecek kadar kaplanmış, örtülmüş veya takılmış olarak. 4. zf. Ağzına kadar, silme: Bardağı sıvama doldurdu.

sıvamak (I) (-i) 1. Sıva ile kaplamak, sıva vurmak: Duvarı sıvamak. 2. (-i, -e) Harcı bir yere vurmak: Çimentoyu duvara sıvamak. 3. (-U -e) mec. Bulaştırmak: "Yüzünün bütün derisini kulaklarının arkasına kadar bir krem tabakasıyla sıvadı." -P. Safa. 4. (-i) mec. Okşamak, sıvazlamak: "Zehra Hanım Tevfik'in ebesiydi ve onu çok severdi. Arkasını sıvardı, teselli verdi." -H. E. Adıvar. 5. argo Küfretmek.

sıvamak (II) (-i) Kolu, paçayı yukarı çekip toplamak veya kıvırmak: "Sait elini kolunu sıvayıp ıstakozu çıtır çıtır kırmıştır." -S. Birsel.

sıvanma is. Sıvanmak işi.

sıvanmak (I) (nsz) Sıvama işi yapılmak: Harç duvara sıvandı. Çocuğun elleri mürekkeple sıvandı.

sıvanmak (II) mec. 1. Bir işe girişmek: "Hepsi bit, sirke içinde; sıvandım, hepsini temizledim. " -H. E. Adıvar. 2. (-e) Sıvama (II) işi yapılmak: "Sıvanmış, pembe kolunda bir kumral ben vardı." -M. C. Kuntay. 3. İştahla yemek: "Masa komşularını yan yan baktıracak bir rağbetle gelen balığa sıvandı. " -H. R. Gürpınar.

sıvaşma is. Sıvaşmak durumu.

sıvaşmak (-e) 1. Bulaşmak, üstüne sürülmek. 2. (nsz) Sıvık veya sıvışık bir duruma gelmek.

sıvaştırma is. Sıvaştırmak işi.

sıvaştırmak (-i) 1. Bulaştırmak, üstüne sürmek. 2. Sıvık veya sıvışık duruma getirmek.

sıvatma is. Sıvatmak işi.

sıvatmak (-e, -i) Sıvama işini yaptırmak.

sıvazlama is. Sıvazlamak işi.

sıvazlamak (-i) 1. Bir şeyin üstünde yavaş yavaş, hafifçe el gezdirmek: "Kaşlarından süzülen yağmur damlalarım eliyle sıvazlayarak onlara baktı." -O. Hançerlioğlu. 2. Okşamak: "Titreye litreye birkaç kere başımı, sırtımı sıvazladı." -R. N. Güntekin.

sıvazlanma is. Sıvazlanmak işi.

sıvazlanmak (nsz) Sıvazlama işi yapılmak: "Onun hizmetinde çalışmış olanlar, bahtın eliyle alınları sıvazlanmış fânilerdir." -R. E. Ünaydın.

sıvazlatma is. Sıvazlatmak işi.

sıvazlatmak (-i) Sıvazlama işini yaptırmak.

sıvı is. Bulunduğu kabın biçimini alabilen ve üstü yatay bir düzlem durumuna gelebilen akışkan cisim, mayi.

sıvıölçer, sıvı yağ, amniyon sıvısı, beyin omurilik sıvısı

sıvık, -ğı sf. Yumuşak kıvamlı, suyu fazla: Sıvık hamur.

sıvıklaştırma is. Sıvıklaştırmak işi.

sıvıklaştırmak (-i) Sıvık duruma getirmek.

sıvılaştırma is. fiz. Bir gazı sıvı durumuna dönüştürme.

sıvılaştırmak (-i) fiz. Sıvı duruma dönüştürmek.

sıvındırma is. Sıvındırmak işi.

sıvındırmak (-i) fiz. Bir gazm veya buharın sıcaklık derecesini düşürmek, basıncını artırmak yoluyla onu sıvı durumuna getirmek.

sıvınma is. Sıvınmak işi.

sıvınmak (nsz) fiz. Gaz veya buhar durumundan sıvı durumuna geçmek.

sıvıölçer is. kim. Bir sıvının özgül ağırlığını ölçmeye yarayan alet, areometre.

sıvırya zf. (sıvı'rya) İt. sigurya 1. Alabildiğine: Alışveriş sıvırya gidiyor. 2. Sürekli olarak. 3. Birbiri ardı sıra.

sıvışık, -ğı sf. 1. Yapışıp bulaşan: "Üç çocuk, üzerlerine sıvışık bir madde sürülmüş birer dilim ekmeği geveleyip duruyorlar." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Bir kimsenin yanından ayrılmayarak insanı tedirgin eden (kimse).

sıvışma is. Sıvışmak işi: "Ben duvar kenarından sessizce sıvışmaya kalkıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sıvışmak (-e) 1. Bulaşmak, yayılmak, sıvaşmak. 2. (-den, nsz) mec. Haber vermeden sessizce gidivermek, kaçmak: "Yalnız biriniz kapısını tutsun ki polis geldiğinde bir yere sıvışmış olmasın." -H. Taner.

sıvı yağ is. Havanın normal sıcaklığında sıvı durumunda bulunan her türlü yağ.

sıyanet is. (sıyamet) Ar. şiyânet esk. Koruma. sıyanet etmek korumak.

sıyga is. Ar. sığa dbl. esk. Kip: "Yarına kadar hepiniz bilmediğiniz sıygaları, lügatleri öğrenmelisiniz." -Ö. Seyfettin, sıygaya çekmek birine sorular sorup cevaplarını istemek, sorguya çekmek: "Yüksek tahsilli olup olmadığımızı anlamak için, bizi kara cümleden bile değil de, imladan sıygaya çektiler. " -F. R. Atay.

sıla sıygası

sıygı is. Hacim: "Sayacağım adlar, vereceğim örnekler birkaç makale sıygısını doldurur, aşar, taşar bile..."-R. H. Karay.

sıyırga is. hlk. 1. Harmanda sap toplamaya veya damlardan karı küremeye yarayan araç. 2. Kar küremekte kullanılan büyük kürek.

sıyırış is. Sıyırma işi veya biçimi.

sıyırma is. Sıyırmak işi.

sıyırmak (-i) 1. Hızla sürtünerek bir şeyin yüzünden bir parça soymak, koparmak veya üzerini hafifçe yırtmak: Çark elini sıyırdı. 2. Sürtünerek veya çekerek bîr şeyi yerinden almak, kaldırmak, düşürmek. 3. Bir şeyin üstündeki örtüyü çekerek almak veya açmak: "Genç adam ceketini çıkardı, kolunu sıyırdı, uzattı." -P. Safa. 4, Çekerek çıkarmak: Kılıcını sıyırdı. 5. Kazıyarak, silerek üzerinde veya içinde hiçbir şey bırakmamak: Tabağı sıyırmak. Eti sıyırmak. 6. Hafifçe dokunarak geçmek: Kurşun başını sıyırıp geçti. 7. mec. Akıl sağlığını kaybetmiş olmak. 8. (-den) mec. Çekip kurtarmak: "Hem o kız on gündür, yağmurlarla beraber devam eden çökkünlüğümden beni sıyırıp kurtaracak kudrette mi?"-R. H. Karay.

sıyırtma is. 1. Sıyırtmak işi. 2. Bir tür balık yakalama yöntemi.

sıyırtmak (-i, -e) Sıyırma işini yaptırmak.

sıyrık, -ğı is. 1. Çarpma veya vurma sonucunda vücutta hafifçe kazınmış, zedelenmiş, soyulmuş, kanamış yer. 2. is. Sıyrılmış yer. 3. sf. Yüzeyinden bir parça sıyrılmış olan. 4. mec. Utanması olmayan.

perdesi sıyrık

sıyrılış is. Sıyrılma İşi veya biçimi.

sıyrılma is. Sıyrılmak işi.

sıyrılmak (nsz) 1. Sıyırma işine konu olmak: "Enseden topuğa kadar kıvrım kıvrım düşen esvaplarından yavaş yavaş sıyrılır." -Y. K. Beyatlı. 2. (-den) mec. Bir yerden veya bir durumdan çıkmak, kurtulmak: "Kaldırımı tıkayan insanların arasından sıyrılıp Bankalar'a doğru yürüdü." -H. Taner.

sıyrıntı is. 1. Kapta kalan yemek, yemek artığı. 2. hlk. Bir bezden el ile koparılan uzunca parça. 3. hlk. Sıyrık.

-sız / -siz, -suz / -süz İsimden olumsuz sıfat türeten ek: tat-sız, bilgisiz, ölümsüz, öksüz, susuz, tuzsuz vb.

sızak, -ğı is. hlk. Dağ sırtlarında, taş aralarından sızan su, küçük pınar.

sızdırılma is. Sızdırılmak işi.

sızdırılmak (nsz) Sızdırma işi yapılmak.

sızdırma is. Sızdırmak işi.

sızdırmak (-i) 1. Sızmasına yol açmak: Bu küp suyu sızdırıyor. Son kadeh adamı sızdırdı. 2. Haber, sır vb.ni duyurmak, yaymak: "Seyahat muamelen tamam oluncaya kadar kimseye bir şey sızdırmayacağım." -H. Taner. 3. Eritip süzerek temiz bir duruma getirmek. 4. mec. Baskı veya türlü bahanelerle birinden para çekmek.

sızgıt is. hlk. Kavrulmuş et, kavurma.

sızı is. 1. Hafif ve ince ağrı: "Eli yarama dokunur dokunmaz bütün sızılarım birden diniverecek." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Ruhsal acı, ıstırap: "Depremlerin acısını sızısını belirtmek de adı sanı bilinmez köylü şairlere düşer." -B. R. Eyuboğlu.

ağrı sızı

sızıcı sf. Sızma niteliği olan.

sızıcı ünsüz

sızıcı ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havanın, ağız boşluğundaki hafif kapalı bir engele çarpıp sızması ile oluşan ünsüz: / j, s, ş, v, z

sızıldanma is. Sızıldanmak işi.

sızıldanmak (mz) Sızlanmak, yakınmak.

sızılı sf. Sızısı olan.

sızıltı is. 1. Sızlanma, yakınma, şekva, şikâyet: "Bizim Aksaray kahveleri bu inilti ve sızıltı ile akşama kadar sızlıyor." -H. E. Adıvar. 2. Hoşnutsuzluk.

sızıltılı zf. Sızlanarak.

sızıltısız zf. Sızlanmasız, yakınmadan: "... her zora katlanıp ne yapılsa sızıltısız rıza gösterdiğinden dolayı Emine'ye Yanık Emine derlerdi." -R. H. Karay.

sızım sızım zf. Kötü bir biçimde: "Ağlamaklı, acı, sızım sızım bir özlem burnunun direğini yaktı." -M. N. Sepetçioğlu.

-sızın / -sizin İsimlerden ve mastarlardan zarf türeten vurgusuz ek: ansızın, dinlenmeksizin, durmaksızın vb.

sızıntı is. 1. Sızan şey: "Bu testinin çatlağı hiçbir sızıntı göstermemişti." -A. Gündüz. 2. tıp Genellikle iltihaplanma sebebiyle deri veya mukozada beliren sıvı, akıntı.

sızıntılı sf. Sızıntı yapan (hastalık).

sızırma is. Sızırmak işi.

sızırmak (-i) Sızdırmak, süzmek.

sızışız sf. Sızısı olmayan.

sızış is. Sızma işi veya biçimi.

sızlama is. Sızlamak işi.

sızlamak (mz) 1. Hafifçe ağnmak: "Kafa kemiklerine varıncaya kadar her yam sızlıyordu. " -N. Cumalı. 2. Yakınmak: Ağladı, sızladı.

sızlanış is. Sızlanma işi veya biçimi.

sızlanma is. Sızlanmak işi, yakınmak, şikâyet, şekva, tazallüm: "Sonra karısının, para yetiştiremiyorum diye sızlanmasını hatırladı." -M. Ş, Esendal.

sızlanmak (nsz) Kendine yapılan bir haksızlığı, kendisim tedirgin eden bir durumu, çare bulması veya sadece sıkıntısına ortak olması için karşısındakine anlatmak, yakınmak, şikâyet etmek, şekva etmek, tazallüm etmek: "Geldiği saatten beri, bana biraz kuru hurma bulun, diye sızlanıyormuş." -Y. K. Karaosmanoğlu.

sızlatma is. Sızlatmak işi.

sızlatmak (-i) Sızlamasına sebep olmak: "Nerime'yi hatırlamak içimi derin derin sızlattı." -H. E. Adıvar.

sızlayış is. Sızlama işi veya biçimi.

sızma is. 1. Sızmak işi. 2. Kapı, pencere aralıklarından oda havasının değişmesi. 3. sf. Sızdırılmış: Sızma zeytinyağı.

sızmak, -ar (nsz) 1. İnce aralıklardan veya gözeneklerden az miktarda ve belli olmadan yavaş yavaş akmak, çıkmak: "Cam kenarlarından sızacak esintiyle hasta olacağından korkar." -S. Birsel. 2. Gizli tutulan haber, sır vb. şeyler duyulmak, yayılmak. 3. Herhangi bir topluluğu, bir örgütü yolundan saptırmak için gizlice araşma girmek. 4. Gizlice, haber vermeden gitmek, sıvışmak: "Bekir, kaşla göz arasında dışarıya sızdı." -A. İlhan. 5. İçki, yorgunluk vb. sebeplerle kendinden geçerek uyuyakalmak: "İlacı konyağa döktüm, iki saat sonra Süleyman sızdı." -A. Gündüz. 6. ask. Düşman mevzileri arasına gizlice girmek ve ilerlemek: "Dağlık bir hudut bölgesinde çıkan ve karşı topraktan sızan yabancı çetelerin yardımıyla günden güne ciddi bir hâl alan alçak bir isyanın bastırılmasıydı." -R. N. Güntekin.