se Türk alfabesinin yirmi ikinci harfinin adı, okunuşu.
-se (I) bk. -sa / -se (I).
-se (II) bk. -sa/-se(II).
-se- (III) bk. -sa- / -se- (III).
Se kim. Selenyum elementinin simgesi.
seans is. Fr. seance 1. Bir meslek veya sanat adamının yaptığı işle ilgili olarak bir kimse için harcadığı süre: Ressam portresini üç seansta tamamladı. 2. Sinema, tiyatro, konser vb. sanat dallarında yapılan gösterilerden her biri: "...film seansları için gruplar bir kapı aralığında kümeleşir." -H. Taner. 3. Aralıksız bir iş için harcanan süre.
sebat is. (seba:t) Ar. sebat Sözünden veya kararlarından dönmeme, bir işi sonuna değin sürdürme, direşme, sebat etmek (veya göstermek) sözünden veya karanndan dönmemek, bir işi sonuna kadar götürmek, direşmek: "Fakat şu var ki çocuklar arzularında sebat göstermiyorlar." -H, E. Adıvar.
sebatkâr sf. (seba:tkâ:r) Ar. sebat + Far. -kâr Direşken, sebatlı.
sebatlı sf Sebat eden, direşken, sebatkâr.
sebatsız sf. Sebat etmeyen.
sebatsızlık, -ğı is. Sebatsız olma durumu.
sebayüdü is. (seba.yüdü) Far. se-bâ-du Tavla oyununda zarlardan birinin üçlü, öbürünün ikili gelmesi.
sebebiyet is. Ar. sebebiyyet esk. Bir şeye, bir olaya sebep olma, yol açma. sebebiyet vermek bir şeye, bir olaya sebep olmak, yol açmak.
sebep, -bi is. Ar. sebeb Bir şeyin olmasına veya belli bir hâlde bulunmasma yol açan şey: "Aynayı kırmamın hiçbir sebebi yoktur." -S. F. Abasıyanık. sebep olan sebepsiz kalsın herhangi bir kötü duruma yol açanlar için kullanılan bir ilenme, sebep olmak neden olmak, yol açmak: "Bir aralık, ne sebep oldu bilmem, daha sıkı uğramaya başladım. " -M. Ş. Esendal. sebebiyle nedeniyle, dolayısıyla, yüzünden: Hırçınlığı sebebiyle hiçbir yerde tutımamıyor.
→ sebep bilimi, hafifletici sebep, mucip sebep, mücbir sebep, varlık sebebi
sebep bilimi is. Neden bilimi.
sebeplenme is. Sebeplenmek işi.
sebeplenmek (nsz) Kendisine dolaylı olarak yarar sağlamak, yararlanmak: "Evet, bunda pek bir fenalık yoktu. Fazla olarak arada bir fakir kör, sebeplenmiş olacak." -H. E. Adıvar.
sebepli sf. Sebebi olan.
→ sebepli sebepsiz
sebepli sebepsiz zf. Hiçbir dayanağı yokken, sebebi olsun veya olmasın.
sebepsiz sf. 1. Sebebi olmayan, nedensiz: Sebepsiz bir öfke. 2, zf. Bir sebebi olmadan: "Bazen gece yanları uyuyamıyorum ve sebepsiz korkuyorum." -P. Safa. sebepsiz kalmak yoksul bir duruma düşmek.
→ sebepli sebepsiz
sebepsizce zf. (sebepsi'zce) Bir sebebi olmaksızın: "Sebepsizce ağlamamak hayatta nafile yere katlandığımız mahrumiyetlerden biridir." -A. Ş. Hisar.
sebil is. (sebi:l) Ar. sebil 1. Kutsal günlerde karşılık beklemeden hayır için dağıtılan içme suyu. 2. Genellikle camilere bitişik özel bir biçimde yapılmış, karşılık beklemeden hayır için içme suyu dağıtılan taş yapı, sebilhane. 3. hlk. Meyan kökü şerbetini bir hayır için dağıtma, sebil etmek bol bol vermek, dağıtmak.
→ sebilhane
sebilci is. 1. Sokaklarda dolaşarak sebil dağıtan kimse. 2. Sebilde su dağıtmakla görevli kimse.
sebilhane is. (sebi:lha:ne) Ar. sebil + Far. hâne Sebil, sebilhane bardağı gibi hoşa gitmeyen kalabalık (insan topluluğu).
sebkihindi is. (se'bkihindi:) Ar. sebk + Hindi ed. XVII. yüzyılda divan şiirinde başlayan, karmaşık mazmunlara, hayal oyunlarına, güç anlaşılır, alışılmadık benzetmelere dayanan süslü bir anlatım biçimi.
sebze is. Far. sebze Genellikle pişirilerek yenen bitkiler veya bunların taneleri, göveri, göverti, sebzevat, zerzevat.
→ sebze çorbası, sebze meyve toptancısı, donmuş sebze, kuru sebze, yaş sebze
sebzeci is. Sebze satan kimse, zerzevatçı.
sebzecilik, -ği is. Sebzecinin yaptığı iş, zerzevatçılık.
→ turfanda sebzecilik
sebze çorbası is. İnce doğranmış soğanın yağda kavrulmasından sonra havuç, patates, maydanoz, pazı yaprağı, kereviz yaprağı ve pirinç karışımıyla pişirilmesi ve süzgeçten geçirilmesiyle hazırlanan karışımın süt ve yumurtayla çırpılması ve kısık ateşte kaynatılmasıyla yapılan bir çorba türü.
sebzelik, -ği is. 1. Sebze bahçesi. 2. Buzdolaplarında sebze konulan yer.
sebze meyve toptancısı is. Kabzımal.
sebzevat ç. is. (sebzeva;t) Far. sebze + Ar. -vat çokluk yapan ekesk. Sebze.
seccade is. (secca:de) Ar. seccade Bir kişinin üzerinde namaz kılabileceği büyüklükte, halı, kilim, post veya kumaştan yaygı, namazlık: "Bir zahit gibi seccadesinin üstünde, bir müddet daha şaşkın ve dalgın oturup kalıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ namaz seccadesi
seccadeci is. Seccade dokuyan veya satan kimse.
secde is. Ar. secde din b. Genellikle namaz kılarken abı, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere getirerek alınan durum. secde etmek (veya secdeye varmak veya kapanmak) namaz kılarken alnı, el ayaklarını, dizlerini, ayak parmaklarını yere getirmek.
seci is. (seci:) Ar. seci' ed. Nesirde yapılan uyak.
seciye is. Ar. seciyye Yaradılış, huy, karakter: "Halk seciyesi en fazla türkülerde abartılı bir şekil alır." -R. H. Karay.
seciyeli sf. Sağlam karakterli, kendisine güvenilir (kimse): "Sadece ahlaklı, seciyeli bir insan olmasına bile imkân yoktur." -O. S. Orhon.
seciyesiz sf. Karakteri bakımından güvenilmez (kimse).
seciyesizlik, -ği is. Seciyesiz olma durumu.
seçal is. Kafeterya, lokanta, mağaza vb. yerlerde alıcının kendine hizmet ettiği satış yöntemi.
seçenek, -ği is. Birinin yerine seçebilecek bir başka yol, yöntem, tutum, alternatif.
seci is. Seçme işi.
seçici sf. Seçme işini yapan (kimse, kurul vb.).
→ seçici kurul, seçiciler kurulu, ön seçici, tek seçici
seçici kurul is. Seçiciler kurulu.
seçiciler kurulu is. Yarışma, sınav vb. etkinliklerde başarılı, üstün olanları seçmek amacıyla oluşturulmuş geçici kurul, seçici kurul, jüri.
seçicilik, -ği is. Seçici durumunda olma.
seçiliş is. Seçilme durumu veya biçimi.
seçilme is. Seçilmek durumu.
→ seçilme hakkı
seçilme hakkı is. Herhangi bir seçimde seçilebilme hakkı.
seçilmek (nsz) Seçme işine konu olmak: "Seçilmiş ve görevlendirilmiş bir ekip tarafından satın almıyordu." -T. Buğra.
seçilmiş sf. 1. Seçerek ayrılmış: Seçilmiş hikâyeler. 2. Aynı cinsten olan nesneler arasından iyi ve seçkin olanlar çıktıktan sonra geride kalanlar: Bu seçilmiş kumaşların içinde iyileri de var. 3. Seçimle işbaşına gelen.
seçilmiştik, -ği is. Seçilmiş olma durumu.
seçim is. 1. Seçme işi. 2. huk. Kanunlar, yönetmelikler uyannca kanun koymak ve yönetmek içb bir veya daha çok aday arasından belli birini veya birkaçını seçme, intihap: "Seçim günleri yaklaştıkça iki komşu da propaganda faaliyetini büsbütün artırdılar. " -H, Taner, seçim yapmak seçmek.
→ seçim bölgesi, seçim çevresi, seçim kampanyası, seçim sandığı, seçim tutanağı, seçim yasağı, ara seçim, kısmi seçim, mahallî seçim, ön seçim, oyuncu seçimi
seçim bölgesi is. Seçimlerde her muhtarlığa bağlı bölge.
seçim çevresi is. Bir milletvekilinin seçilmiş olduğu bölge.
seçim kampanyası is. Seçim öncesinde adaylarm seçilme şansını artırabilmek amacıyla yaptığı çalışma: "Seçim kampanyası gezileri sırasında merdivenlerden çıkarken, omzumda bir lif kopmuş veya bir adale yırtılmıştı. " -N. Eray.
seçimlik, -ği is. Seçme işine konu olma.
seçimlik ders is. Seçmeli ders.
seçim sandığı is. Seçimde oyların içine atıldığı sandık.
seçim tutanağı is. Seçimlerde yetkili kurulca seçim sonuçlarının tespit edildiği resmî belge.
seçim yasağı is. Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilen ve seçim sırasında uyulması gereken yasaklar.
seçiş is. Seçme işi veya durumu.
seçki is. Şairlerin, yazarların, bestecilerin eserlerinden alınmış, seçme parçalardan oluşan eser, güldeste, antoloji.
seçkin sf. 1. Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena, elit: "Aralarında yurt çapında ün yapmış bilim adamları vardı, mühendisler vardı, kadın erkek seçkin aydınlar vardı." -H. Taner. 2. Bir toplumda gücü ve saygınlığı olan kişi veya grup.
seçkincilik, -ği is. Seçkin kimselerden yana olma durumu: Onu seçkincilikle itham ederler.
seçkinleşme is. Seçkinleşmek durumu.
seçkinleşmek (nsz) Seçkin duruma gelmek.
seçkinlik, -ği is. Seçkin olma durumu.
seçme is. 1. Seçmek işi. 2. sf. Seçkin, seçilmiş: "Üsküp'ün kızları, hepsi de seçme." -Halk türküsü,
→ seçme hakkı
seçmece sf. 1. Seçerek alınan veya satılan: Seçmece karpuz. 2. zf. Seçme şartı ile, seçerek: Seçmece verirsen on tane alırım.
seçmeci sf. fel. 1. Seçmeciliğe ilişkin, eklektik. 2. is. Seçmecilik yanlısı olan filozof, görüş vb.
seçmecilik, -ğî is. fel. Kurulmuş olan dizgelerden değişik düşünceleri seçip alma ve kendi öğretisinde birleştirme yöntemi ve bu yöntemle çalışan Filozofların öğretisi, eklektizm.
seçme hakkı is. huk. 1. Bir sözleşme ile belirlenen ödeme biçimi yerine bir diğerini koyabilme yetkisi, muhayyerlik, hakkıhıyar. 2. Herhangi bîr seçimde oy kullanabilme hakkı.
seçmek, -er (4) 1. Benzerleri arasında hoşa gideni seçip almak veya yararlanmak için ayırmak: Ben bu kitabı seçtim. 2, Birine oy vererek bir göreve getirmek: Biz sizi başkanlığa seçtik. 3. Üstün, iyi, uygun bularak yeğlemek: "Benim ne akla hizmet edip de Almanca muallimliğini seçtiğime şaşıp şaşıp kalıyordu." -H, Taner. 4. Ne olduğunu anlamak, fark etmek: "Sizler gezip tozmakta hür olduğunuz hâlde insan zekâsı ile bir adım ilerisini seçemiyorsunuz, sezemiyorsunuz. " -R. H. Karay. 5. Farklı görmek, üstün görmek: O yemek seçer, her şeyi yemez. 6. Tercihini bir yönde kullanmak. 7. Titiz davranmak, kolay kolay beğenmemek: O yemek seçer, her şeyi yemez.
seçmeler ç. is. Seçme yazılar veya eserler, mimtehabat.
seçmeli sf. 1. İstediğini seçmekte veya yapıp yapmamakta serbest olan, muhayyer. 2. Zorunlu olmayan.
→ seçmeli ders, seçmeli yemek
seçmeli ders is. Seçmeli olarak alınabilecek ders, seçimlik ders.
seçmeli yemek, -ği is. Yemek listesinden seçilen, fiyatları ayrı ayrı hesaplanan yemek, alakart.
seçmen is. Seçimde oy verme hakkı olan kimse, müntehip: "Mahallî idareler ... seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişilerdir." -Anayasa.
→ seçmen kütüğü, seçmen listesi
seçmen kütüğü is. Seçmen listesi.
seçmenlik, -ği is. Seçmen olma durumu.
seçmen listesi is. Seçmen adlarının yazılı olduğu liste, defter, seçmen kütüğü.
seçmesiz yemek, -ği is. Seçme olanağı olmayan yemek, tabildot.
seçtirme is. Seçtirmek işi.
seçtirmek (-i, -e) Seçme işini yaptırmak.
seda is. (seda:) Ar. şada Ses: "Alenen ortaya çıkmak ve milletin hukuku namına, yüksek seda ile bağırmak ve bütün milleti bu sedaya iştirak ettirmek lazımdır." -Atatürk.
→ aksiseda, ses seda
sedalı sf. dbl Ötümlü.
sedalılık, -ğı is. Sedalı olma durumu.
sedasız sf. dbl. esk. Ölümsüz: "Görürsünüz ki, cetlerimizin ağzından çıkmamış sedalı ve sedasız harfler bizim her an ağzımızdan çıkıyor. "-Y.K.Beyatlı.
→ sessiz sedasız
sedasızlık, -ğı is. Sedasız olma durumu.
sedef is. Ar. şadef 1. Midye, istiridye vb. deniz hayvanlarının kabuğunda bulunan sedefçilikte kullanılan, pırıltılı, beyaz, sert bir madde. 2. sf. Bu maddeden yapılmış veya bu madde ile süslenmiş: "Sedef saplı avcı bıçağı duvarda, taşın üstünde cızırdıyor sanki."-T. Buğra. 3. tıp Sedef hastalığı.
→ sedef hastalığı, sedef kakma, sedef otu, çayırsedefi, duvar sedefi, keçisedefi
sedefçi is. Sedef üzerinde çalışan, sedef kullanarak eşya yapan kimse.
sedefçilik, -ği is. Sedefçinin işi.
sedef hastalığı is. tıp Sedefi andıran pulcukların belirmesiyle ortaya çıkan bir deri hastalığı, sedef.
sedefimsi sf Sedefsi.
sedef kakma is. Abanoz, maun, ceviz vb. değerli ahşapların üzerine değişik motifleri gömme yöntemiyle yapılan süsleme.
sedef kakmalı sf. Sedef kakması olan: Sedef kakmalı çekmece.
sedefkâr is. (sedefkâır) Ar. şadef+ Far. -kür esk. Sedefçi, sedef işleyen usta.
sedefli sf Sedefle işlenmiş.
→ sedefli kalker
sedefli kalker is. jeol. Süsleme işlerinde kullanılan, yumuşakçaların kavkılarının birbirleriyle kaynaşmasından oluşan bir mermer türü.
sedef otu is. bot. Sedef otugillerden, 50 cm kadar yükselebilen, özel kokulu, sarı çiçekli ve hekimlikte kullanılan, çok yıllık bir ağaççık (Ruta graveolens).
sedef otugiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, örnek bitkisi sedef otu ve alt familyası turunçgiller olan geniş bîr bitki familyası.
sedefsi sf Sedefi andıran, sedefe benzeyen, sedef gibi, sedefimsi.
→ sedefsi bulut
sedefsi bulut is. meteor. Zaman zaman atmosferin yüksek tabakalarında görülen stratosfer bulutu.
sedimantasyon is. Fr. sedimentation 1. Tortu oluşması, çökelme. 2. tıp Pıhtılaşması önlenmiş kanda, alyuvarların dibe çökme hızının ölçülmesiyle yapılan bir tür kan muayenesi. 3. jeol. Tortulaşma.
sedir (I) is. Ar. şadr'dan Kol koyacak yeri olmayan, arkalıksız, üstü minderli ve yastıklı olabilen kerevet, divan: "Bizi geniş sedirlerle çevrilmiş keten örtülü bir büyük odaya aldılar." -B. Felek.
sedir (II) is. hat. cedrus bot. Kozaklılardan, çiçekleri sarı veya açık yeşil renkli, boyu 40 m kadar olabilen ve kerestesi yapı işlerinde kullanılan bir orman ağacı, dağ servisi (Cerrust).
→ aksedir
sedye is. (se'dye) ît. sedia Hasta veya yaralı taşımaya yarayan katlanabilir hasta yatağı, teskere: Biraz sonra sedye yukarı çıkarılıp koridora konuldu." -M. Ş. Esendal.
sedyeci is. Sedye taşıyan kimse.
sedyelik, -ği sf. Sedye ile götürülebilecek durumda olan: Sedyelik hasta, sedyelik olmak ayakta duramayacak duruma gelmek.
sefa is. (sefa:) Ar. şafû 1. Gönül rahatlığı, rahatlık, kaygısız ve sakin olma. 2. Eğlence, zevk, neşe: "Beni tam manasıyla mesut eden de asıl bu çeşit tatil sefalarıydı." -Y. K. Karaosmanoğlu. sefa (veya sefalar) bulduk "sefa geldin, sefa geldiniz" sözüne "teşekkür ederim" anlamında karşılık olarak kullanılan bir söz. sefa geldin (veya geldiniz) "hoş geldin (veya hoş geldiniz)" anlamında kullanılan ağırlama, karşılama sözü: "Her şahsa kendi ismiyle sefa geldin derdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. sefa geldine gitmek bir kente, bir mahalleye yeni gelen veya geziden dönen birine ziyarete gitmek, sefa pezevengi ikz. zevk ve eğlenceye düşkün (kimse), sefa sürmek rahat, sakin ve eğlenceli yaşamak, sefasına bakmak rahatına bakmak: "Şöyle bir iki parça, sağlam nevinden irat ve akar edinip efendi efendi yan gel, sefana bak." -E. E. Talu. sefasını sürmek bir durumun getirdiği, sağladığı olanaklardan yararlanmak: "Uzun yıllar cefasını çektiği Yokuş'un sefasını sürecekti artık." -Y. Z. Ortaç.
→ aynısefa, zevkusefa, içki sefası, gecesefası, akşamsefası, gündüzsefası
sefahat, -ti is. (sefa:hat) Ar. sefâhet 1. Zevk ve eğlenceye düşkünlük, uçarılık: "Bir memlekette zenginlik başlar da bir parça eğlence ve sefahat da başlamaz olur mu? " -R. N. Güntekin. 2. Eğlence: "Geliri, istese veyahut karakteri uygun olsa, değil rahat yaşamaya, sefahat hayatı sürmeye müsaitti" -H. E. Adıvar.
sefalet is. (sefaılet) Ar. sefalet Yoksulluk, yoksulluk sıkıntısı; "İnsan onu bir gördü mü evlerin, sokakların sefaletini unutur giderdi. " -T. Buğra, sefalet çekmek yoksul ve perişan yaşamak.
sefalı sf. Şenlikli, eğlenceli.
sefaret is. (sefa:ret) Ar. sefaret Elçilik, sefarethane: "Bu ismi bana İranlı bir sefaret kâtibi buldu." -R. H. Karay.
→ sefarethane
sefarethane is. (sefa:reiha:ne) Ar. sefaret + Far. hâne Elçilik.
sefasız sf. Şenliği, eğlencesi olmayan.
sefer is. Ar. sefer 1. Yolculuk: "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Nice seneler geçti dönen yok seferinden." -Y. K. Beyatlı. 2. ask. Genellikle ülke dışına yapılan askerî harekât, savaşa gitme, savaş. 3. Kez, yol, defa: "Bu sefer ben söylüyorum, tekrar ediyorum." -R. H. Karay, sefer etmek gezmek, gezinti yapmak, yolculuk etmek: "Ne hoş, ey güzel Tanrı'm, ne hoş / Maviliklerde sefer etmek" -O. V. Kanık.
→ sefer tası, bu sefer, seyrüsefer, ring seferi
seferber sf. Ar. sefer + Far. -ber ask. Savaşa hazırlanmış veya girmiş (askerî birlik), seferber etmek bir iş, bir amaç için bütün olanakları kullanmak: "Yarım saat içinde oteli bir hastane şekline sokmuş, hepimizi seferber etmişti." -R. N. Güntekin. seferber olmak bir iş, bir amaç için, birçok kimse bütün olanaklarıyla girişmek: "... anası, kardeşi, konu komşu, bilen bilmeyen, polis, jandarma, herkes seferber oldu. Nevin bulunamadı. " -R. Çalapala.
seferberlik, -ği is. 1. Bir ülkenin silahlı kuvvetlerini savaşa hazır duruma getiren, ülkenin ekonomisini, yönetimini savaş gereklerine uyacak duruma sokan hazırlık ve önlemlerin tümü. 2. Bu durumun ilan edildiği veya savaşın sürdürdüğü dönem, seferberlik ilan etmek bir ülkenin silahlı kuvvetlerini savaşa hazır duruma getirmek için gerekli duyuruyu yapmak.
seferi sf. (seferi:) Ar. seferi 1. Yolculukla ilgili olan. 2. Savaşla ilgili olan. 3. is. din b. Yolculuk sebebiyle dinî açıdan kendisine bazı kolaylıklar sağlanan kimse.
→ seferi durum, seferi hâl
seferi durum is. 1. ask Savaş ortamı. 2. din b. Yolculuk dolayısıyla namaz ve oruç ibadetinin yapılması konusunda dinen sağlanan kolaylık, seferî.
seferi hâl, -li is. din b. Seferî durum.
seferli sf. Sefere giden veya sefere çıkan.
seferlik, -ği sf. Herhangi bir defaya yetecek miktarda olan: İki seferlik yol parası.
→ bu seferlik
sefer tası is. Yemek taşımakta kullanılan ve birbiri üzerine konulup bir sapa geçirilen kaplar veya bunlardan her biri: "Tıka basa dolu sepetlerimizi, sefer taslarımızı açacağız, soğuk börekler ve taze meyveler yiyeceğiz. " -Y. K. Karaosmanoğlu. sefer tası gibi her katında birer odası olan (yüksek ev).
sefih sf. (sefvh) Ar. sefih Zevk ve eğlenceye düşkün, uçarı: "İçer, kumar oynar, başına bir sürü sefih insan toplardı." -H. E. Adıvar.
sefihane zf. (sefı:ha:ne) Ar. sefih + Far. -ane esk Alçakça.
sefil sf (seful) Ar. sefil 1. Sefalet çeken, yoksul: "Bu, korkunç bir çocukluğun, sefil, bahtsız bir çocukluğun devamıdır." -S. F. Abasıyanik. 2. Alçak.
sefilane zf. (sefi:lâ:ne) Ar. sefil + Far. -öne Sefilce: "Yalnız sefilane gebermemek için bir lokma ekmek, bir gayret..." -H. C. Yalçın.
sefilce zf (sefilce) Sefile yakışır biçimde, sefilane.
sefillik, -ği is. 1. Yoksulluk. 2. Alçaklık.
seline is. (sefı:ne) Ar. sefine esk. Gemi: "Kaptan Abdullah Bey yirmi beş sene harp sefinelerinde süvarilik yapmıştı." -P. Safa.
sefir is. Ar. sefir Elçi; "Bu sefirlerin ... kambiyo işlerinde mühim rolleri var." -P. Safa.
→ sefirikebir
sefire is. (sefi:re) Ar. sefire 1. Bayan elçi. 2. Elçi karısı.
sefirikebir is. (sefv.rikebir) Ar. sefir + kebîr esk. Büyükelçi.
sefirlik, -ği is. Elçilik.
segah is. (segâ:h) Far. se-gâh müz. Klasik Türk müziğinde si perdesi ve bu perdedeki makam.
segah perdesi is. müz. Klasik Türk müziğinde orta sekizlinin yirmi ikinci perdesi.
segman is. Fr. segment tek. Bir motorun alt bölümü ile üst bölümü arasındaki gaz geçişini önlemek amacıyla kullanılan esnek metal parça.
seğirdim is. 1. sp. Yaya koşusu. 2. den. Top atıldığında kundağın geri' tepmesi. 3. Değirmene su veren oluğun eğimi. 4. tar. Yeniçeri mutfaklarında kullanılan etleri taşıyan hayvanların ön ve arkalarında yürüyen yeniçeri.
→ seğirdim yolu
seğirdim yolu is. 1. tar. Kale bedenlerinde korunmalı yol. 2. esk. Han odaları önündeki dar yol.
seğirme is. Seğirmek işi.
seğirmek (nsz) Hafif kımıldamak, genellikle vücudun bir yerinde deri ile birlikte derinin hemen altındaki kaslar hafifçe oynamak: "Üç dört gün oluyor, sol gözümün alt kapağı seğiriyordu." -B. Felek,
seğirtme is. 1. Seğirtmek işi. 2. Yemsiz kullanılan olta.
seğirtmek (nsz) Çabuk adımlarla veya sıçrayarak yakın bir yere doğru yürümek: "İçeriye girip de kalem odasına doğru seğirttiği anda odacı sokaktan seslendi." -E. E, Tahı.
seğmen is. Far. segbân Bayram günlerinde, düğünlerde törene yerli giysilerle, atlı ve silahlı olarak katılan yiğit.
seğrime is. Seğirme: "Sağ alt göz kapağında hanidir unuttuğu o lanetli seğrime." -A. İlhan.
seğrimek (nsz) Seğirmek.
seher is. Ar. seher Sabahın gün doğmadan önceki zamanı, tan ağartısı: "... deniz ise sanki dibinden doğmaya başlayan güneşle seher vaktinin nemli, taze cilasını almıştı." -R. H. Karay.
→ seher yeli
seher yeli is. Seher vakti esen yel: "Eser seher yeli zülfün dağıtır / Gerdana dökülen tel incinmesin." -Karacaoğlan.
sehim, -hmi is. Ar. sehm esk. 1. Hisse bedeli. 2. Pay, hisse.
sehiv, -hvi is. Ar. sehv esk. Yanıltı.
sehpa is. (sehpa) Far. se + pâ 1. Üstüne bir şey koymaya yarayan ayaklı destek, çatkı. 2. Küçük masa. 3. Darağacı. 4. Ressamın üzerinde çalıştığı tablosunu yerleştirdiği genellikle tahtadan yapılmış destek, sehpaya çekmek asarak öldürmek, darağacına çekmek, asmak.
→ zigon sehpa, fiskos sehpası, idam sehpası
sehven zf. (se'hven) Ar. sehven esk. Yanlışlıkla.
sek sf. Fr. sec 1. İçine su, başka bir içki veya bir sıvı karıştırılmamış (içki): Sek viski. 2. zf. İçine su veya bir başka içki karıştırmadan: Sek içmek.
sekans is. Fr. seguence 1. Belirli bir süre içinde arka arkaya giden şeyler, dizi. 2. sin. Bir bütün meydana getiren planlar dizisi. 3. müz. Bir melodi veya ritim motifinin gamın değişik derecelerinde tekrarı.
sekant is. Fr. secant mat. Kesen doğru.
sekban is. (sekba:n) Far. segbân tar. 1. Osmanlılarda, sınır boylarında görev yapan bir asker sınıfı. 2. Eyalet paşaları ve sancak beylerine bağlı olarak görev yapan bir asker sınıfı.
→ sekbanbaşı
sekbanbaşı is. tar. Osmanlı ordusunda sekbanların komutanı.
sekel is. Fr. seguelle tıp Bir hastalıktan sonra yerleşip kalan işlev veya doku bozukluğu: Kırık ve çıkık sekellerine kaplıca yararlıdır,
Sekendiz öz. is. astr. Satürn.
sekene ç. is. Ar. sekene esk. Bir yerde oturanlar, sakinler.
seki (I) is. hlk. 1. Oturmak için evlerin önüne taş ve çamurdan yapılan set. 2. Oturulacak sedir biçiminde taş veya set. 3. Toprak üstündeki yükseklik, doğal set, taraça. 4. coğ. Akarsuların iki yakasındaki yamaçlarda, bazı deniz ve göl kıyılarında görülen basamak biçiminde yeryüzü şekli, set taraça, teras.
seki (II) is. Sekil.
sekil is. At, eşek ve sığırların ayaklarında bileğe veya dize kadar çıkan beyazlık, seki (II).
sekileme is. Sekilemek işi, teraslama.
sekilemek (-i) Bir yamacı ağaçlandırmak için sekiler (I) yapmak, teraslamak.
sekilenme is. Sekilenmek durumu.
sekilenmek (nsz) Seki durumuna getirilmek.
sekili sf. Sekisi olan.
sekincilik. -ği is. fel. Dingincilik.
sekiş is. Sekmek işi veya biçimi: "Ahtapot kısa kısa sekişlerle usulcacık geminin yanına yanaşıyordu. " -Halikarnas Balıkçısı.
sekitme is. Sekitme işi.
sekilmek (-i) Sektirmek.
sekiz is. 1. Yediden sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 8, VIII rakamlarının adı. 3. sf. Yediden bir artık.
→ sekizçifte, sekiztek, sekizyüzlü
sekizçifte is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde sekizer küreği olan tekne.
sekizer sf. Sekiz sayısının üleştirme sıfatı, her birine sekiz, her defasında sekizi bir arada olan.
sekizgen is. mat. 1. Sekiz kenarlı çokgen. 2. sf. Bu biçimde olan.
sekizinci sf. Sekiz sayısının sıra sıfatı, sırada yedinciden sonra gelen.
sekizincilik, -ği is. Sekizinci olma durumu.
sekizli sf. 1. Kendinde sekiz sayısı bulunan. 2. Üzerinde sekiz işareti bulunan iskambil kâğıdı. 3. is. Sekizlik.
sekizlik, -ği sf. 1. Sekizi bir arada, sekiz tane alabilen: Sekizlik cezve. 2. is. müz. Birlik notanın sekizde biri.
sekiztek is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde dörder küreği olan tekne.
sekiz yüzlü is. Sekiz düzlem parçasıyla çevrelenmiş cisim.
sektem is. hlk. 1. Kıldan, yünden dokunmuş çuval. 2. On batman (un, vb).
sekme is. 1. Sekmek işi. 2. Bir merminin bir yere veya bir cisme vurduktan sonra sıçraması.
sekmek, -er (nsz) 1. Tek veya iki ayak üzerinde sıçramak: "Evden yola, yoldan eve varabilmek için evvelce yerleştirilmiş iri kayalar üzerinde sekmek gerekirdi." -H. Taner. 2. Tek veya iki ayak üzerinde sıçrayarak ilerlemek. 3. Atılan bir nesne bir yere dokunduktan sonra sıçrayarak gitmek: Taş seke seke gözden kayboldu. 4. Bir yere, bir cisme çarparak yön değiştirmek: Mermi sekti. 5. Aralık vermek: Hastanın ateşi bir gün bile sekmedi.
→ kargasekmez
sekmen is. 1. Tabure. 2. Basamak.
sekoya is. (seko'ya) (Kaliforniya yerlilerinin dilinden) bot. Kozalaklıların porsukgiller familyasından, Kaliforniya'da yetişen, 100-130 m boyunda, büyük bir orman ağacı (Seauoia).
sekreter is. Fr. secretaire 1. Özel veya kamu kuruluşlarında haberleşmeyi sağlayan, yazışma yapabilen görevli, yazman, kâtip. 2. Özel veya kamu kuruluşlarında yönetim ve yazışmalardan sorumlu kimse, yazman. 3. Basında sayfa düzenlemesini yapan gazeteci.
→ genel sekreter
sekreterlik, -ği is. 1. Sekreterin görevi, yazmanlık, kâtiplik. 2. Bir veya daha çok sekreterin çalıştığı yer, büro.
→ genel sekreterlik
sekreterya (sekrete'rya) Fr. secretariat Sekreterlik işlerinin yapıldığı yer.
seks is. Fr. sexe biy. 1. Cinsiyet. 2. Cinsel ilişkide bulunma.
seksapel is. İng. sex-appeal Cinsel cazibe, cinsel çekicilik: "Öğürtü sahnesinde enfesti; hele yeni kocasından utanması şaheserdi, seksapelin ta kendisiydi." -R. H. Karay.
seksek, -ği is. Sekerek oynanan bir çocuk oyunu.
seksen is. 1. Yetmiş dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 80, LXXX rakamlarının adı. 3. sf. Sekiz kere on, yetmiş dokuzdan bir artık, seksen kapının ipini çekmek içinde bulunduğu sorunu çözmek için kapı kapı dolaşmak, birçok yere uğramak: "Ama şimdi, bir çift lastik için seksen kapının ipini çekiyoruz." -R. Enis.
seksener sf. Seksen sayısının üleştirme sıfatı, her birine seksen, her defasında sekseni bir arada olan.
sekseninci sf Seksen sayısının sıra sıfatı, sırada yetmiş dokuzuncudan sonra gelen.
seksenlik, -ği sf. 1. İçinde seksen sayı bulunan: Seksenlik limon sandığı. 2. Seksen yaşında olan.
seksi sf. İng. sexy tkz. Cinsel çekiciliği olan.
seksiyon is. Fr. section Bölüm.
seksolog, -ğu is. Fr. sexologue Seksoloji uzmanı, cinsellik bilimci.
seksoloji is. Fr. sexologie Cinsellikle ilgili sorunların incelendiği bilim, cinsellik bilimi.
seksolojik, -ği sf. Fr. sexologique Seksoloji ile ilgili.
sekstant is. Fr. sextant Güneşin, yıldızların açısal yüksekliğini ölçmeye yarayan bir alet.
seksüel is. Fr. sexuel Cinsel.
sekte is. Ar. sekte 1. Durma, kesintiye uğrama, kesilme, durgu: "İki doktor da bunun bir kalp sektesinden olduğuna rapor verdiler. " -A. Gündüz. 2. esk. Bozukluk. 3. esk. İnme, felç. sekte vermek kesintiye uğramak, sekte vurmak kesilmesine sebep olmak, kesintiye uğratmak, sekteye uğramak kesilmek, kesintiye uğramak, sekteye uğratmak kesmek, kesintiye uğratmak: "Sorular sorar ve dersimi sekteye uğratırdı." -H. F. Ozansoy.
→ kalp sektesi
sekteikalp, -bi is. (sekte'ikalp) Ar. sekte + kalb esk. Kalbin durması, kalp sektesi, kalp krizi,
sekter sf. Fr. sectaire 1. Başkalarının siyasî, dinî vb. düşüncelerine, inançlarına karşı çıkan, katı ve hoşgörüsüz davranan (kimse). 2. Katı, hoşgörüsüz (düşünce, turum).
sektirme is. Sektirmek işi.
→ sektirme pas
sektirmek (-i) Sekmesine sebep olmak: Suyun üstünde taş sektiriyor.
sektirme pas is, sp. Basketbolda topu sektirerek verilen pas.
sektör is. Fr. secteur 1. Bölüm, kol, dal, kesim: Özel sektör. 2. Aynı işi yapan topluluk. 3. bî. Manyetik tamburun, manyetik diskin veya bir disk paketinin üzerindeki, veri ortamının önceden belirlenmiş açılı yer değiştirmesi sırasında manyetik kafaların erişebildiği, bir iz veya bant parçası.
→ sektör kodu, özel sektör, kamu sektörü
sektörel sf. Fr. secturiel Bölüm, kol, dal, kesim ile ilgili.
sektöriyel sf. bk. sektörel.
sektör kodu is. Bazı iş kollarında çalışmaların ve bürokratik işlemlerin çabuklaştırılması için verilen numara.
sekunder sf. Alm. sekundâr İkincil.
sekülarist is. (sekülârist) Fr. secularist fel. Dünyacı,
sekülarizm is. (sekülârizm) Fr. secularism fel. Dünyacılık,
seküler is. Fr. seculaire 1. Laik duruma getirme, dinden bağımsızlaştırma. 2. Yüzyıllık, yüzyılda bir olan.
-sel bk. -sal / -sel (I).
sel is. Ar. seyl 1. Sürekli yağmurlardan veya eriyen karlardan oluşan, geçtiği yerlere zarar veren taşkın su. 2. mec. Hareket hâlindeki büyük kalabalık, yığm: "Ellerinde çantalı, küçük yiyecek paketleri, kadınlı erkekli bir memur seli, Ulus Meydam'na doğru akıyor." -N. Cumalı. 3. mec. Etki ve iz bırakan güçlü durum veya davranış, sel gibi (akmak) 1) sıvılar için bol ve gür akmak: "Durmaz akar gözüm yaşı sel gibi." -Aşık Veysel. 2) zaman çabuk ve hızla geçmek; 3) insanlar kalabalık bir yığın hâlinde gitmek, yürümek, sel gider, kum kalır geçici durumlara güvenmek doğru değildir: "Sel gider kum kalır misali, türküler gidiyor, şiirler kalıyor." -B. R. Eyuboğlu. (bir yeri) sel götürmek 1) çok yağmur yağmak; 2) çok yağmurdan dolayı bir bölgede, yollar zor geçilir duruma gelmek, sel ile gelen yel ile gider emek vermeden ele geçen para çarçur olur gider, sel seli götürmek çok fazla sel olmak, sele gitmek 1) sele kapılmak; 2) mec. gereksiz yere telef olmak, sele kapılmak sel sularıyla sürüklenip gitmek, seli suyu kalmamış suyu kalmamış (yemek veya meyve).
→ buzul seli, sevgi seli
selam is. (selâ:m) Ar. selâm Bir kimseyle karşılaşıldığında, birinin yanma gidildiğinde veya yanından uzaklaşıldığında kendisine söz ve işaretle bir nezaket gösterisi yapma, esenleme, merhaba, selam (veya selama) durmak bir büyüğe, bir üste veya saygı duyulan bir şeye ayakta selam vermek: "Ama birader, rahat mı edeceğiz bu bahçede, gelene geçene selam mı duracağız?" -Y. Z. Ortaç. "Yollarda sarı ve zayıf halk selama duruyor." -F. R. Atay. selam almak birinin selamlamasına karşılık vermek: "... pazara indiği zaman kendine verilen selamı bile almıyordu." -Ö. Seyfettin, selam çakmak ikz. selam vermek: "... çok sevimli bir asker, selam çakar." -Y. Z. Ortaç, selam etmek uzakta olan birine bir kimse veya mektup aracılığıyla esenlik dilemek, selam olsun "saygım, esenlik dileklerim ona ulaşsın" anlamında bir iyi dilek sözü. selam para, kelam para her davranış para harcamaya bağlıdır, selam söylemek 1) selamını birine götürmesini söylemek; 2) birinin gönderdiği selamı başkasına iletmek, (biriyle) selam söylemek (veya yollamak) birine esenleme haberi göndermek: "Züğürtlükten, telefonumuz kesildi mi, ona bir selam yollar açtırırdık." -Y. Z. Ortaç, selam verdik, borçlu çıktık küçük bir ilgi gösterdik, üzerimize büyük bir iş yüklendik, selam vermek 1) selamlamak: "Soğuk bir selam verdi çıktı, merdivenleri koşarak." -P. Safa. 2) din b. başını sağ ve sol omuzlarına çevirerek namazı bitirmek.
→ selam otu, selam sabah, selamünaleyktim, selamünkavlen, aleykümselam, kandilli selam, selletnehüsselam, yerden selam
selamet is. (selâ:met) Ar. selâmet 1. Esen olma durumu, esenlik: "Milletini seven her Türk için ana vatanın selameti her şeyden üstün gelir." -O. S. Orhon. 2. Her türlü korku, tasa ve tehlikeden uzak, güvende olma durumu: "İki şimşek çakıp bir gök gürlemeye görsün, o zaman selameti kaçışta buluruz. " -H. Taner. 3. ed. Anlatıma temel olan düşüncenin her bakımdan doğru ve sağlam olması, selamete çıkmak esenliğe kavuşmak, kurtulmak.
→ sağ selamet
selametleme is. Selametlemek işi veya durumu.
selametlemek (-i) Yolcuyu, konuğu uğurlamak, geçirmek: "... misafiri köşebaşına kadar, fener tutarak selametlediler." -R. H. Karay.
selamlama is. Selamlamak işi, selam verme: "Asker selamlama gibi törenlerde ona kılavuzluk eder." -F. R. Atay.
selamlamak (-i) Bir kimseyle karşılaşıldığında, birinin yanına gidildiğinde veya yanından uzaklaşıldığmda selam vermek, esenlemek: "Onu ve onun gibi ateş altında, duman içinde memleketi için ölmeye atılanları birden selamlıyorum." -H. E. Adıvar.
selamlanma is. Selamlanmak işi.
selamlanmak (nsz) Selamlama işi yapılmak.
selamlaşma is. Selamlaşmak işi, esenleşme.
selamlaşmak (nsz, -le) 1. Birbirine selam vermek, esenleşmek. 2. Çok az tanışmak: Pek ahbap değiliz, selamlaşırız.
selamlayış is. Selamlama işi veya biçimi.
selamlık, -ğı is. esk. 1. Saray, köşk veya konaklarda erkeklerin bulunduğu ve erkek konukların alındığı bölüm, harem karşıtı: "Bu konuklarda salonlar evvela selamlık tarafında idi." -F. R. Atay. 2. tar. Osmanlı padişahları cuma namazını kılmak için camiye giderken yapılan tören.
→ harem selamlık
selam otu is. bot. Maydanozgillerden, 1-2 m boyunda, pis kokulu, hekimlikte kullanılan bir bitki (Levisticum).
selam sabah is. Selamlaştp hatır sorma: "Merhaba küçük kuşlar merhaba / Nedir bu sessizlik hani selam sabah?" -M. C. Anday. (biriyle) selamı sabahı kesmek her türlü ilişkisine son vermek: "Onunla tamamıyla selamı sabahı kestim. Ne olursa olsun deyip adım bile artık ağzıma almaz oldum." -O. C. Kaygılı.
selamsız zf. Selam olmadan, selam verilmeden.
→ selamsız sabahsız
selamsız sabahsız zf. Saygısız bir biçimde, selam vermeksizin, saygı göstermeksizin.
selamünaleyküm ünl. (selâ:münale'yküm) Ar. selâmun + 'aleykum "Allah'ın selamı sizin üzerinize olsun" anlamında bir esenleme sözü. selamünaleyküm kör kadı aşırı tok sözlü kişiler için uyarma yollu söylenen bir söz.
selamünkavlen is. (selâ:mün kavlen) Ar. selâmun + kavlen esk. 1. Sağlık dileme sözü. 2. hlk. İnme, felç.
Selanik, -ği is. Atkı, hırka vb.nde kullanılan bir tür örgü biçimi.
selaset is. (selâ:set) Ar. selâset ed. Akıcılık.
selatin ç. is. (selâıtin) Ar. selâtin esk. Sultanlar.
→ selatin cami, selatin meyhanesi
selatin cami, -i, -si is. tor. Osmanlı padişahlarının veya eşlerinin yaptırdıkları camilerden her biri: "Tevfik'in kızı selatin camilerine ramazanda mukabele için büyük ücretlerle çağrılıyordu." -H. E. Adıvar.
selatin meyhanesi is. Büyük meyhane: "... selatin meyhanesinde, cıgara dumanı ve alkol buharı öylesine yoğunlaşmıştı ki." -A. İlhan.
selbetme is. Selbetmek işi.
selbetmek, -der (-i) Ar. selb + T. etmek 1. Zorla almak, kapmak. 2. Kaldırma, kaçırma, yok etme.
selcik, -ği is. Küçük sel: "Ufak bayırlardan akan billur gibi selcikler arasından araba ile yavaş yavaş geçmek ne ömür oluyordu." -O. C. Kaygılı.
Selçuki öz. is. (Selçu:ki:) T. + Ar. i esk. Selçuklu.
Selçuklu öz. is. 1. XI. yüzyılda Orta Asya'da devlet ve imparatorluk kuran, çoğunluğunu Oğuzların oluşturduğu bir soy. 2. Bu soydan olan kimse. 3. Bu soyun kurduğu, XI. yüzyıldan XIII. yüzyılın sonuna kadar egemen olmuş bir Türk devleti.
sele (I) is. Ar. selle Yayvan, genişçe sepet.
→ sele zeytini
sele (II) is. Fr. selle sp. Bisikletin oturulacak yeri.
sele (III) is. Sere.
selef is. Ar. selef esk. Bir görevde, bir makamda kendinden önce bulunmuş olan kimse, öncel, halef karşıtı: "Hâlbuki yeni patron selefine hiç benzemiyordu." -H. Taner.
→ halef selef
selek, -ği sf. hlk. Cömert.
→ eli selek
seleklik, -ği is. Selek olma durumu,
seleksiyon is. Fr. selection Seçme.
selektör is. Fr. selecteur 1. Tahılı yabancı maddelerden ayırmak için kullanılan aygıt. 2. Taşıtlarda farların uzun ve kısa uzaklıkta yanmasını sağlayan araç.
selen is. hlk. Ses, haber, bilgi.
selenyum is. Fr. selenium kim. Atom numarası 34, yoğunluğu 4,8 olan, 217 °C'de eriyen, ısı ve elektriği ileten, genellikle telsiz telefon, televizyon yapımında kullanılan bir element (simgesi Se).
sele zeytini is. Az tuzla hazırlanan bîr çeşit zeytin.
selfdeterminasyon is. İng. şelf + Fr. determînation bk. öz belirtim.
self servis is. (se'lfservis) İng. self-service bk. seçal.
selika is. (seltka) Ar. selika esk. Güzel söyleme ve yazma yeteneği.
selim sf. (seli:m) Ar. selim esk. 1. Doğru, dürüst, kusursuz. 2. Sonu iyi, tehlikesiz, kötücül olmayan, iyicil (ur veya hastalık).
→ aklıselim, halim selim, hissiselim, kalbiselim, zevkiselim, zevkiselim sahibi
selimlik, -ği is. Selim olma durumu.
→ aklıselimlik
selinti is. coğ. 1. Yağış sebebiyle oluşan ufak sel. 2. hlk. Sel sularının bıraktığı çer çöp.
selis sf. (seli;s) Ar. selis ed. Akıcı.
sellemehüsselam zf. Ar. sellemehu + selâm esk. Ulu orta, çekinmeden, destursuz.
selobant, -di is. İng. celloband Seloteyp.
selofan is. Fr. cellophane Selülozdan yapılmış, ince, saydam, ambalaj yapımında kullanılan tabaka.
seloteyp, -bi is. (se'loteyp) İng. cellotape Yapıştırma işlerinde kullanılan, ince, saydam, bir yüzü yapışkan şerit.
selp, -bi is. Ar. selb esk. 1. Zorla alma, kapma. 2. Kaldırma, kaçırma, yok etme.
→ selbetmek
selülit is. Fr. cellulite Bağ dokusu iltihabı.
selüloit, -di is. Fr. celluloid Nitroselüloz ile kâfurdan oluşan, fotoğraf kâğıdı, sinema filmi, bilardo topu, tarak vb. şeylerin yapımında kullanılan plastik madde.
selüloz is. Fr. cellulose kim. Bitkilerde hücre yapısının büyük bir bölümünü oluşturan kâğıt, yapay ipek ve patlayıcı maddelerin yapımında kullanılan bir karbonhidrat (C6H10O5).
selülozik, -ği sf. Fr. cellulosiaue İçinde selüloz bulunan: Selülozik boya.
selva is. (se'lva) Port. selva coğ. Amerika'da Amazon, Afrika'da Nijer ırmakları gibi Ekvator bölgesindeki büyük suların geçtiği havzalarda bulunan geniş ve balta girmemiş ormanlar.
selvi is. bot. bk. servi.
selviçe is. (selvi'çe) ît. servizi den. Gemi armasında bulunan oynak halat.
selzede is. Ar. seyl + Far. -zede Sel felaketine uğramış, selden zarar görmüş kimse.
sem, -mmi (I) is. Ar. semm esk. Zehir.
sem (II) is. Ar. sem' esk İşitme,
sema (I) is. (sema:) Ar. semâ' Gök, gökyüzü, felek: "Burası ufukları geniş, seması bulutsuz, güneşi berrak bir yeşil saha idi." -H. C. Yalçın.
→ alaimisema
sema (II) is. (sema:) Ar. semâ' esk. 1. İşitme, duyma. 2. Mevlevi dervişlerinin ney, nısfıye vb. çalgılar eşliğinde, kollarını iki yana açıp dönerek yaptıkları ayin,
→ semahane
semafor is. Fr. semaphore 1. Demir yollarında gündüz mekanik olarak kırmızı bir kol ile gece kırmızı ışıkla işaret veren alet. 2. İki gemi veya gemi ile kıyı istasyonu arasında haberleşmede kullanılan üç kollu işaret sütunu.
semah is. Ar. semâ' Alevi ve Bektaşi topluluklarında yaygın olan ve müzik eşliğinde uygulanan tören nitelikli oyun.
semahane is. (sema:ha:ne) Ar. sema' + Far. hâne Mevlevi tekkelerinde dervişlerin sema ayini yaptıkları özel bölüm.
semahat, -ti is. (sema:hat) Ar. semahat esk. Cömertlik.
semai sf. (sema:i:) Ar. semâ'i esk. 1. Bir kurala bağlı olmayıp ancak işitmekle öğrenilen (söz). 2. is. müz. Klasik Türk müziğinde iki basit usulden biri. 3. ed. Sekizer hece ölçüsüyle yazılmış olan halk şiiri türü.
→ semai kahvesi, sengin semai, yürük semai, saz semaisi
semai kahvesi is. Halk şairlerinin toplandıkları, sazlı sözlü eğlencelerin yapıldığı, semai, mâni ve türkülerin okunduğu kahve.
seman is. Fr. cement 1.fîz. Bir metalle temas durumunda ısıtılan ve yüksek sıcaklıkta ayrışarak taşıdığı elementlerden bir veya birçoğunu o metalin yüzeyine yayan madde. 2. onat. Diş köklerini kaplayan sert madde.
semantik, -ği is. Fr. semantiaue dbl. 1. Anlam bilimi. 2. Anlam bilimsel.
semaver is. (sema:ver) Rus. Özellikle çay demlemekte kullanılan, içinde kömür yakacak ocağı bulunan, elektrikle de çalışabilen, bakır, pirinç vb. metallerden yapılmış musluklu kap: "Semaverde demlenmiş çayın zevki başkadır." -R. H. Karay.
semavi sf. (sema:vt) Ar. semavî esk. Gökle ilgili, göğe ilişkin: "Eski hayatımızda takvim semavi bir şeydi." -H. A. Yücel.
semazen is. (sema:zen) Ar. semâ' + Far. -zen Sema ayininde dönen derviş.
semazenbaşı is. Mevlevilikte sema ayinini yöneten dede.
sembol, -lü is. Fr. symbole Duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret, remiz, rumuz, timsal, simge: "Baykuş ve karga uğursuzluğun, merkep bönlüğün, domuz pisliğin, kaz alıklığın, aslan cesaretin, at zekâ ve adaletin, köpek sadakatin, bülbül aşkın, kelebek gençliğin işaret ve sembolü olmuştur." -A. Haşim.
sembolik, -ği sf. Fr. symboliaue Sembolle ilgili, sembol niteliğinde olan, simgesel.
sembolist sf. Fr. symboliste 1. Sembolizmle ilgili. 2. is. Sembolizm yanlısı olan kimse, simgeci.
sembolizm is. Fr. symbolisme 1. Olayları yorumlamaya veya inançları anlatmaya yarayan semboller sistemi, simgecilik. 2. ed. Sanat eserinin değerini, gerçeğin olduğu gibi aktarılmasında değil, duygu ve düşüncelerin, işaret ve biçimlerin uygunluk içinde düzenlenişinde gören, ayrıca kelimelerin müzik ve sembol değerine dayanılarak en anlatılmaz duygu inceliklerinin bile sezdirilebileceğini savunan edebiyat ve sanat akımı, simgecilik.
sembolleşme is. Sembolleşmek işi veya durumu.
sembolleşmek (nsz) Sembol durumuna girmek, sembol olarak kabul edilmek.
sembolleştiriltne is. Sembolleştirilmek işi.
sembolleştirilmek (nsz) Sembolleştirme işine konu olmak.
sembolleştirme is. Sembolleştirmek işi.
sembolleştirmek (-i) Bir olayı, bir insan veya bir duyguyu sembollere başvurarak anlatmak, simgeleştirmek.
seme sf. Far. seme Sersem, ahmak, alık.
→ seme tavuk, uyku semesi
semeleşme is. Semeleşmek durumu.
semeleşmek (nsz) Seme duruma gelmek.
semen (I) is. Ar. semen esk. Semizlik, semen peyda etmek şişmanlamak.
semen (II) is. Ar. semen huk. Satım sözleşmesinde alıcının borcu.
semender is. Far. semender 1. zool. Semendergillerden, uzun gövdeli, dört bacaklı, kuyruklu, kertenkeleye benzeyen, birçok türü bulunan bir hayvan (Salamandra). 2. Ateşte yanmadığına, hatta ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevi hayvan: Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi." -Ö. Seyfettin.
semendergiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan amfibyumlar sınıfının, kuyruklu hayvanları içine alan bir familyası.
semer is. Yun. 1. At, eşek, katır vb. hayvanların sırtına yerleştirilen, üzerine yük bağlanan veya binilen, iskeleti ağaçtan araç: "Semere asılı bir sepeti çözüp ağacın uygun bir dalma astı." -N. Cumalı. 2. Hamalların yük taşırken kullandığı deriden sırt yastığı, arkalık. 3. jeol. Yukaç, semer varmak 1) semeri, yük hayvanının sırtına koyup bağlamak, semerlemek; 2) semer sırtı yaralamak, semeri devirmek eşek gibi kabaca yatmak.
→ hamal semeri
semerci is. Semer yapan veya satan kimse.
semercilik, -ği is. Semercinin işi.
semere is. Ar. semere esk. 1. Yemiş, meyve, ürün. 2. mec. İstenilen sonuç, verim, semeresini vermek bir şey istenilen verimi, sonucu vermek: "Nitekim bu hummalı faaliyet, semeresini vermekte gecikmedi." -H. Taner.
semereli sf. Verimli.
semeresiz sf. Sonuçsuz.
semerleme is. Semerlemek işi.
semerlemek Semer vurmak.
semerlenme is. Semerlenmek işi veya durumu.
semerlenmek (mz) Semerleme işi yapılmak, semer vurulmak.
semerletme is. Semerletmek işi.
semerletmek (-i) Semer taktırmak.
semerli sf. Semeri olan (yük hayvanı).
semersiz sf. Semeri olmayan (yük hayvanı).
seme tavuk, -ğu is. Ahmak kimse.
semih sf. (semi:h) Ar. semi}} esk. Cömert.
seminer is. Fr. seminaire 1. Bir konu ile ilgili bilgi vermek ve bu bilgiler üzerinde tartışmak amacıyla birkaç yetkilinin yönetimi altında düzenlenen toplantı. 2. Üniversitelerde öğretim elemanının yönetimi altında öğrencilerin yaptıkları araştırmalarla ilgili rapor hazırlama, tartışma biçiminde yürütülen grup çalışması.
semirgin sf. 1. Tembellikten yağ bağlayan, semiren (kimse). 2. Semirmekten dolayı hareketleri ağırlaşmış (kimse),
semirme is. Semiz duruma gelme: "Ben burada fena hâlde semirmeye başladım." -B. Felek.
semirmek (nsz) Besili, yağlı bir duruma gelmek, semizlemek, şişmanlamak.
semirtme is. Semirtmek işi.
semirtmek (-i) Besili, yağlı bir duruma getirmek, semizletmek,
semitik, -ği is. Fr. semitigue Yahudi.
semitizm is. Fr. semitisme Yahudi taraftarlığı.
semiyoloji is. Fr. semiologie tıp 1. Hastalıkların belirti ve işaretleriyle ilgilenen hekimlik dalı. 2. Gösterge bilimi.
semiyolojik, -ği sf. Fr. semiologigue Semiyoloji ile ilgili.
seni iyotik, -ği is. Fr. semiotique 1. Gösterge bilimi. 2. sf. Gösterge bilimi ile ilgili olan.
semiz sf. 1. Şişman: "Semiz ve romatizmalı olan bu adam, suya ayağını bile değdirmemiştir." -F. R. Atay. 2. Eti, yağı çok olan, tavlı: "Semizlerini seçin de kalan altı hindiyi ... gönderin." -B. Felek.
semizce zf. (semi'zce) Semiz gibi, semize yakın, semizi andıran.
semizleme is. Semizlemek durumu.
semizlemek (nsz) Semiz duruma gelmek, semirmek.
semizlenme is. Semizlenmek işi veya durumu.
semizlenmek Semiz duruma gelmek, semiz olmak.
semizleşme is. Semizleşmek durumu.
semizleşmek (nsz) Semiz duruma gelmek.
semizlik, -ği is. Semiz olma durumu, tav, semen.
semizotu is. bot. Semizotugillerden, etli ve mayhoş yaprakları sebze olarak yenilen otsu bir bitki (Portulaca oleracea).
semizotugiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, semizotu, ipek çiçeği vb. bitkileri içine alan familya.
sempati is. Fr. sympathie psikol. Bir insanın bir başkasına karşı doğal ve içgüdüsel olarak bir eğilim, sevgi ve yakınlık duyması, cana yakınlık, sıcakkanlılık, (birine) sempati duymak (veya beslemek) birini sevimli, cana yakın bulmak: "... şahsıma karşı gerçek bir sempati besliyordu." -R. H. Karay, (birinin) sempatisini kazanmak sevgi, ilgi ve yakınlığını kazanmak.
sempatik, -ği sf. Fr. sympatiaue 1. Cana yakın, sıcakkanlı, sevimli: Sempatik bir çocuk. 2. Çok hoş, hoşa giden: "Geçende girdiğim dükkân da böyle sempatik bir yerdi." -B. Felek.
→ sempatik sinir sistemi
sempatik sinir sistemi is. anat. Yaşatkan sinir sistemini oluşturan iki sinir sisteminden biri,
sempatizan ıs. Fr. sympatisant Duygudaş.
sempozyum is. Fr. symoposium Belli bir konuda çeşitli konuşmacıların katılımıyla düzenlenen bilimsel ağırlıklı toplantı, bilgi şöleni,
semptom ıs. Fr. symptome tıp Bulgu.
semt is. Ar. semt 1. Yan, taraf, cihet, yön. 2. Şehirde yerleşim bölgesi, yaka: "Şehri dolaşıyorum: Üç ayrı semte gittim." -R. H. Karay, semtine uğramamak 1) bir yere özellikle gitmemek: "Mektebin semtine bile uğramamışlar da hangi derse çalışmışlar acaba?" -M. Yesari. 2) birini hiç aramamak, onunla ilgisini kesmek: "Nice iyiliklerde bulunduğu kimseler, onun semtine uğramaz olmuşlardı." -Y. K, Karaosmanoğlu.
→ semtürreis, kenar semt
semtürreis is. (se'mtürreis) Ar. semt + re's astr. esk. Başucu noktası.
sen is. Teklik ikinci kişiyi gösteren söz. sen ağa ben ağa, koyunları (veya inekleri) kim sağa? şaka işten kaçınanlara söylenen bir uyarma sözü. sen ben davası (veya kavgası) bir konuda anlaşmazlığa düşüldüğünü anlatan bir söz: "Nihayeti bulunmaz bir sen ben davasına düşmüşler." -Ö. Seyfettin, sen bilirsin (veya siz bilirsiniz) nasıl uygun bulursan(ız), öyle yap(ınız): "Kuşağından mendilini çıkarıp göz yaşlarım sildi. -Ya Rabbi sen bilirsin, ya Rabbi sen bilirsin diye söylendi." -M. Ş. Esendal. sen giderken ben geliyordum ben bu oyunları senden iyi bilirim, sen sağ, ben selamet iyi veya kötü bir sonuçla biten bir iş karşısında artık yapacak bir şey kalmadığım anlatan bir söz. seni gidi seni (veya seni seni) "yaramaz, haylaz, çapkın" anlamlarında kullanılan bir söz: "Başını kaldırdı, seni seni diyerek başını sallayıp gülümsedi." -H. Taner. seninki can da benimki patlıcan mı? tkz. "senin canının değeri var da benimkinin değeri yok mu" anlamında kullanılan bir söz.
sena is. (sena:) Ar. şenû esk. Övgü, övme.
→ hamdüsena, methüsena
senarist is. Fr. scenariste Senaryo yazan, senaryocu.
senaryo is. (sena'ryo) Fr. scenario 1. Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren yazılı metin: "Şuuraltında yaşayan senaryo, kocasının yanlış rol oynaması ile baştan aşağı değişti. " -M. Ş. Esendal. 2. mec. Bir olayı başka bir yöne, bir amaca ulaştırmak için uydurulan yalan.
→ çevirim senaryosu
senaryocu is. Senaryo yazan kimse, senarist.
senaryoculuk, -ğu is. Senaryo yazarlığı.
senato is. (sena'to) İt. senato 1. Bazı ülkelerde yaş ve eğitimlerine göre seçilmiş parlamento üyelerinden oluşan meclis. 2. Üniversite yasasına göre seçilen ve rektör başkanlığında toplanan yüksek karar organı. 3. Senatörlerin toplandıkları yer. 4. tar. Eski Roma'da özellikle soylulardan oluşan yöneticiler meclisi.
senatör is. Fr. senateur Senato üyesi.
→ temelli senatör
senatörlük, -ğü is. 1. Senatör olma durumu. 2. Senatörün görevi veya makamı.
sence zf. Sana göre, düşündüğün gibi.
sende zf. Sen zamirinin bulunma durumu eki almış biçimi.
sendeleme is. Sendelemek durumu.
sendelemek (nsz) 1. Dengesi bozularak düşecek gibi olmak, adımlarını şaşırmak: "İkimiz de birbirine sarılmış sarhoşlar gibi bir sağa bir sola sendeliyorduk." -Halikarnas Balıkçısı. 2. mec. Herhangi bir olay karşısında ne yapacağını şaşıracak kadar sarsılmak: Bu haberi alınca fena hâlde sendeledi.
senden sf 1. Birisi tarafında olan (kimse), 2. zf. Sen zamirinin çıkma durumu eki almış biçimi.
sendik, -ği is. Fr. syndic Bir birliğin, ortaklığın veya alacaklılar grubunun hakiannı korumakla görevli kimse.
sendika is. (sendi'ka) Fr. syndicat İşçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik.
→ sarı sendika
sendikacı is. 1. Sendikacılık yapan kimse. 2. Sendikada çalışan kimse.
sendikacılık, -ğı is. 1. Aynı meslekte çalışan kimselerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarım korumak, daha da geliştirmek amacıyla birlik olmayı amaçlayan akım, sendikalizm. 2. Sendikaların etkinliği, sendikalizm. 3. Toplum yaşamında sendikalara önemli bir görev yüklemek amacını güden öğreti, sendikalizm,
→ san sendikacılık
sendikal, -li sf. Fr. syndical Sendika ile ilgili: Sendikal haklar.
sendikalaşma is. Sendikalaşmak işi veya durumu.
sendikalaşmak (nsz) Sendikalı duruma gelmek.
sendikalaştırma is. Sendikalaştırmak işi.
sendikalaştırmak (-i) Sendika hâlinde teşkilatlandırmak.
sendikalı sf. Sendikası olan veya sendika üyesi olan (işçi, iş yeri).
sendikalılık, -ğı is. Sendikalı olma durumu.
sendikalist is. Fr. syndicaliste Sendikacı.
sendikalizm is. Fr. syndicalisme Sendikacılık.
sendikasız sf Sendikası olmayan veya sendika üyesi olmayan (işçi, iş yeri).
sendikasızlık, -ğı is. Sendikasız olma durumu.
sendrom is. Fr. syndrome tıp Özel bir bozukluğu belirleyen, bir arada görülen, teşhisi kolaylaştıran bulgu ve belirtilerin tümü: Pazartesi sendromu, komşu sendromu.
sene is. Ar. sene Yıl: "Önde zeytin ağaçları arkasında yâr I Sene 1946 / Mevsim sonbahar" -B. R. Eyuboğlu.
→ seneidevriye, seneikebise, sittinsene, yeni sene
Senegalli sf. Senegal halkından olan (kimse). seneidevriye is. Ar. sene + devriyye esk. Yıl dönümü.
seneikebise is. Ar. sene + keblse esk. Artık yıl
senek, -ği is. hik. Çam ağacından yapılmış su testisi: "Kışın kepeneksiz, yazın seneksiz yola çıkılmaz."-Atasözü.
senelik, -ği sf. Yıllık.
senet, -di is. Ar. sened 1. tic. Bir kimsenin yapmaya veya ödemeye borçlu olduğu şeyi göstermek için imzaladığı resmî kâğıt, belgit "Bu zarflar hisse senedi dolu idi." -F. R. Atay. 2. esk. Dayanılan veya dayanılacak olan şey. senet vermek yazılı belge vermek.
→ senet sepet, açık senet, emre muharrer senet, mali senet, hatır senedi, hisse senedi, kambiyo senedi, kefalet senedi, ortaklık senedi, pay senedi, teminat senedi, vakıf senedi
senetleşme is. Senetleşmek işi.
senetleşmek (nsz, -le) Birbirine senet vermek.
senetli sf. Senedi olan, senetle sağlamlaştırılmış olan: Senetli alacak.
→ senetli sepetli
senetli sepetli zf. Bir iş yazılı bir belgeye dayandırılarak (yapılmak).
senet sepet is. Senet yerine geçebilecek şey, sözleşme.
senetsiz sf. Senedi olmayan, senede dayanmayan: Senetsiz para.
→ senetsiz sepetsiz
senetsiz sepetsiz zf Bir iş yazılı bir belgeye dayandırılmadan (yapılmak): "Yeryüzünde tapulu on paralık malı olmayan Balıkçı Ahmet'e bir Yunan ortağı güvenerek senetsiz sepetsiz dört beş bin lira vermişti." -Halikarnas Balıkçısı.
senevi sf. (senevi:) Ar. senevi esk. Yıllık.
seneye zf. Gelecek sene.
senfoni is. Fr. symphonie müz. Orkestra için bestelenmiş, birkaç bölümden oluşan uzun müzik eseri.
→ senfoni orkestrası
senfonik, -ği sf. Fr. symphoniaue Senfoni ile ilgili, senfoniye dayanan.
senfoni orkestrası is. müz. Senfonileri çalacak biçimde düzenlenmiş, üflemeli, telli, yaylı ve vurmalı çalgılardan oluşan büyük orkestra.
sengin semai is. müz. Yürük semai,
seninki sf. 1. Senin olan, seninle ilgili olan. 2. zm. Kadınların kocalarından, kocaların karılarından söz ederken kullandıkları söz. 3. zm. Yakın çevremizde olan bir kimseden söz ederken kullanılan bir söz.
senir is. hlk. İki dağ arasındaki sırt.
senit, -di is. hlk. Hamur tahtası.
senkretizm is. Fr. syncretisme Birbirinden ayrı düşünce, inanış veya öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe sistemi.
senkron sf. Fr. synchrone Eş zaman.
senkroni is. Fr. synchronie dbl. Eş zamanlılık.
senkronik, -ği sf. Fr. synchroniaue Eş zamanlı.
senkronizasyon is. Fr. synchronisation sin. ve TV Eşleme.
senli benli sf. 1. Aşırı derecede samimi: "Senli benli davranışlarıyla, Turhan'ın derlenip toparlanmak, ölçülü olmak için gösterdiği çabayı hiçe indiriyordu." -N. Cumalı. 2. zf. Aşırı ölçüde samimi olarak, teklifsiz bir biçimde: "Mal müdürü, vergi kâtibi, evkaf memuru gibi her zaman işinin düşeceği nüfuzlu adamlarla senli benli konuşur, odalarına uğradıkça başköşede ikram görürdü." -R. H. Karay, senli benli olmak 1) iç içe olmak, bütünleşmek: "Altı ay önce tramvaylar tuhafıma gitmişti. Bu sefer onlarla daha senli benli olduk." -B. R. Eyuboğlu. 2) aşırı ölçüde içten, teklifsiz olmak: "Salonda kahvelerim içerlerken senli benli olmuşlardı bile." -A. İlhan.
senozoik, -ği is. Fr. cenozo'iaue jeol. Üçüncü Çağ.
sensen is. Ağızdaki kokulan gidermek için çiğnenen baharlı bir madde.
sent is. İng. cent Doların yüzde biri değerinde para birimi.
sentagma is. Fr. syntagme dbl. Dizim.
sentaks is. Fr. syntaxe dbl. Cümle bilgisi..
sentaktik, -ği sf. Fr. syntactiaue dbl. Söz dizimsel.
sentetik, -ği sf. Fr. synthetique Yapay yolla elde edilen, bileşimli.
sentez is. Fr. synthese kim. 1. Element veya başka maddeleri bir araya getirerek yapay olarak bileşik cisimler oluşturma, bireşim. 2. fel. Yalından karmaşık olana, külliden cüziye, zorunludan olasıya, ilkeden onun uygulanmasına, genel yasadan bireysel duruma, nedenden etkiye, öncülden varılan sonuca giden düşünme biçimi, bireşim, terkip.
senyör is. Fr. seigneur 1. tar. Orta Çağda Avrupa'da toprağı olan derebeyi. 2. Fransa'da bir soyluluk unvanı.
senyörlük, -ğü is. 1. Senyör olma durumu. 2. Senyörün toprağı.
sepek, -ği is. Değirmen taşının ekseni.
sepeleme is. Sepelemek işi.
sepelemek (nsz) Kısa süreler içinde ve serpinti hâlinde yağmak, dökülmek, serpelemek.
sepet is. Far. seped 1. Saz, kamış veya ince dallardan örülerek yapılan, genellikle sapı olan, yiyecek ve eşya taşımak için kullanılan kap. 2. sf. Bu kabın aldığı ölçüde: Bir sepet elma. 3. sf. Sepet gibi örülerek yapılmış: Sepet sandık. Sepet araba. 4. den. Sazdan örülmüş balık kapanı. 5. Motosikletin yan tarafında bulunan, tek yolcu taşımak üzere hazırlanmış ayrı bölüm. 6. sp. Basketbolda sayı kazanmak için, içine top atılmaya çalışılan demir çembere geçirilmiş altı açık ağ. (birine) sepet havası çalmak argo 1) işinden çıkarmak, sepetlemek: "Patrona kalsa sepet havasım çoktan çalardı." -M. Ş. Esendal. 2) yanından uzaklaştırmak, gitmesini sağlamak, sepette pamuğu olmamak ikz. bilgisiz, boş kafalı olmak.
→ sepet kafalı, sepet sandık, sepet topu, sandık sepet, senet sepet, sürü sepet, çamaşır sepeti, çöp sepeti, dalyan sepeti, Karamürsel sepeti
sepetçi is. Sepet yapan veya satan kimse.
→ sepetçi kavağı, sepetçi söğüdü
sepetçi kavağı is. bot. Çalık kavak.
sepetçilik, -ği is. Sepet yapma veya satma işi.
sepetçi söğüdü is. bot. Söğütgillerden, yapraklan uzun, dalları sepet örmeye elverişli bir söğüt türü, sorgun (Salix viminalis).
sepet kafalı sf. tkz. Bilgisiz ve akılsız.
sepetkulpu is. mim. Basık kemer veya tonoz.
sepetleme is. Sepetlemek işi.
sepetlemek (-i) 1. Meyve, sebze vb.ni sepete koymak, sepete yerleştirmek. 2. tkz. Yanından kovarcasma uzaklaştırmak, başından savmak: "Makbule, bu üç kocayı birer birer nasıl sepetlediğini hiç çekinmeden anlatıyor. " -R. N. Güntekin.
sepetlenme is. Sepetlenmek işi.
sepetlenmek (nsz) 1. Sepetleme işi yapılmak. 2. tkz. Bir yerden uzaklaştırılmak, kovulmak.
sepetli sf. Sepeti olan.
→ sepetli motosiklet, senetli sepetli
sepetlik, -ği sf. 1. Sepet yapmaya elverişli olan: Sepetlik saz. 2. is. Yapılarda çıkıntı. 3. is. hlk. Göbek çevresindeki karın bölgesi.
sepetli motosiklet is. Yan tarafında eşya ve yolcu taşımaya elverişli, tek tekerlekli sepeti bulunan motosiklet.
sepet sandık, -ğı is. Sepet gibi, ince dallardan örülmüş ve çoğu meşin ile kaplanmış sandık.
sepetsiz sf. Sepeti olmayan.
→ senetsiz sepetsiz
sepet topu is. sp. Basketbol.
sepi is. Deri, post vb.ni kullanabilecek duruma getirmek için uygulanan işlemlerin tümü, tabaklık.
sepici is. Sepi işini yapan kimse, tabak (II), debbağ.
sepicilik, -ği is. Sepicinin işi, tabaklık, debagat.
sepileme (-i) Sepilemek işi, tabaklama.
sepilemek (-i) Deri, post vb.ni kullanılabilecek bir duruma getirmek için çeşitli işlemlerden geçinnek, uygulamak, sepi yapmak, tabaklamak.
sepilenme is. Sepilenmek işi.
sepilenmek (nsz) Sepileme işi yapılmak, tabaklanmak.
sepili sf. Sepilenmiş, tabaklanmış (deri, post).
sepil sepil zf. hlk. Yağmur çiseleyerek veya hafif (yağmak): "Sepil sepil yağan kar m'ola / Çırpını çırpım gelen yâr m'ola?" - Halk türküsü.
septik, -ği sf. Fr. sceptique fel. Kuşkucu.
septisemi is. Fr. septicemie tıp Kan zehirlenmesi.
septisizm is. Fr. scepticisme fel. Kuşkuculuk.
sepya is. (se'pya) İt. seppia 1. Mürekkep balığından alman koyu siyah boya. 2. sf. Bu boya ile yapılan (resim).
ser (I) is. Far. ser esk. 1. Baş, kafa: Sertabip. Sermürettip. 2. Başkan, reis: Sertabip. Sermürettip. ser verip sır vermemek ağzı sıkı olmak, serde ... var alay sözü edilen kimsedeki bir niteliği anlatan söz: "Bakakalırım giden geminin ardından / Atamam kendimi denize, dünya güzel / Serde erkeklik var, ağlayamam." -O. V. Kanık.
→ serasker, serazat, serdengeçti, serdümen, serencam, serhat, serlevha, sermaye, sermest, sermuharrir, sermürettip, serpuş, sersefil, sertabip, seryaver
ser (II) is. Fr. şerre Limonluk.
sera is. (se'ra) İt. serra Sebze ve meyvelerin yetiştirildiği ve hava şartlarına karşı korunduğu cam ve naylonla kaplı yer. ser (II).
seracı is. 1. Sera yapan kişi. 2. Serada turfanda sebze yetiştiren kimse.
seracılık, -ğı is. 1. Sera yapma işi. 2. Serada sebze yetiştirme işi.
serak, -ğı is. Fr. serac coğ. Dik yerlerden inen buzullarda, derin yarılmalar sebebiyle buz parçalarının koparak aşağıya düşmesi.
seramik, -ği sf Fr. ceramigue 1. Yüksek ısıda pişirilmiş toprak, fayans, porselen yapımıyla ilgili olan. 2. is. Yüksek ısıda pişirilmiş topraktan yapılan vazo, çanak, çömlek vb. nesne.
seramikçi is. Seramikle uğraşan kimse.
seramikçilik, -ği is. 1. Seramik yapma sanatı. 2. Çömlekçilik.
serap, -bı is. (-ra:bı) Far. serâb Atmosferde ışık ışınlarının kırılmasından doğan ve çöllerde kolaylıkla gözlemi yapılabilen optik yanılma, uzaktaki bir cisme bakarken sanki bir su yüzeyinden yansıyormuş gibi, cisimle birlikte ters görüntünün oluşumu, ılgım, yalgın, pusarık: "Birdenbire uzakta ... tatlı bir serap gördüm." -M. Ş. Esendal.
serapa zf. (seratpa:) Far. ser-â-pâ esk. Baştan başa, bütün olarak: "İniverdik uyumuşların önüne karadan gemilerle / Kesildiler serapa mır, serapa hayret." -F. H. Dağlarca.
serasker is. Far. ser + Ar. 'asker tar. Sadrazamlık göreviyle yükümlü olmayan ve Osmanlı ordusunun komutanlığını yapan vezirin unvanı.
→ serasker kapısı
serasker kapısı is. tar. Seraskerin resmî görev yeri.
seraskerlik, -ği is. Seraskerin görevi veya makamı.
serazat sf. (sera:za:t) Far. ser + âzad esk. Serbest ve özgür.
serbaz sf. (serba.z) Far. ser-bâz esk. Yürekli, yiğit, korkusuz olan (kimse).
serbest sf. Far. ser-best 1. Hiçbir şarta bağlı olmayan, istediği gibi davranabilen, erkin. 2. Tutuklu veya bağımlı olmayan, özgür, hür. 3. Zamanını istediği gibi kullanabilen, yapacak bir işi olmayan: Öğleyin serbestim, gelebilirsin. 4. Bazı kurallara bağlı olmayan: Serbest ticaret. Serbest nazım. 5. Sıkılmadan, şaşırmadan konuşan ve davranan. 6. Ağırbaşlı olmayan, hoppa (kadın). 7. Hareketi herhangi bir biçimde engellenmeyen: Piston kolu serbest. 8. zf. Rahat, özgür, bağımsız bir biçimde: "Ötekilere de pek serbest davranır isem de, onlar benden utanırlar. " -M. Ş. Esendal. serbest bırakmak 1) tutuklu veya gözaltında bulunan birini serbest, özgür duruma getirmek, tahliye etmek: Elde hiçbir delil olmadığı için serbest bıraktık. 2) kendi düşüncesi ve iradesine göre davranmasına izin vermek: "Akli muvazenesi pek sağlam bulunmadığı için serbest bırakıldı." -S. F. Abasıyanık.
→ serbest bölge, serbest çalışma, serbest elektron, serbest enerji, serbest güreş, serbest kart, serbest meslek, serbest mıntıka, serbest nazım, serbest su, serbest vuruş, serbest yük
serbest bölge is. ekon. Bir ülkenin gümrük sınırları dışında konuşlandırılan ve ticaret rejimi açısından kısmen veya tamamen gümrük mevzuatı dışındaki düzenlemelere tabi olan, uluslararası liman veya havaalanına yakın yerlerde kurulan bölge, açık bölge, serbest mıntıka.
serbest çalışma is. Belli bir iş yerine bağlı kalmaksızın yapılan iş: "Askerlikten sonra iki yıl adliyede mübaşirlik yapmış, sonra kendi deyimiyle devlet kapısından ayrılarak serbest çalışmayı seçmişti." -N. Cumalı.
serbestçe zf. (serbe'stçe) Serbest bir biçimde.
serbest elektron is. ftz. Doğal elektrik yükünün oluşturduğu demetler.
serbest enerji is. Kullanımı belli kurallara bağlı olmayan enerji.
serbest güreş is. sp. Tehlikeli olabilecek bazı oyunların dışında vücudun her yanına oyun uygulanabilen bir güreş türü.
serbesti is. (serbesti:) Far. ser-best + Ar. -i esk. Serbestlik.
serbest kart is. Giriş kartı.
serbestleme is. Serbestlemek durumu.
serbestlemek (nsz) Sıkıcı bir durumdan veya kalabalıktan kurtulmak: "Bir ara ortalık serbestlemiş, bir şey olmuş." -P. Safa.
serbestlik, -ği is. Serbest olma durumu: "Ben, artık bütün hareket serbestliğimi kaybedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
serbest meslek, -ği is. Resmî, yarı resmî meslekler dışında kalan meslek veya iş.
serbest mıntıka is. ekon. Serbest bölge.
serbest nazım is. ed. Ölçü, uyak gibi klasik ve bağlayıcı kuralları bir kenara iten şiir tarzı.
serbest su is. bot. Ağacın göze boşluğunda toplanan su.
serbest vuruş is. sp. Bir oyuncunun kural dışı davranışta bulunması üzerine, kural dışı davranışın yapıldığı noktadan karşı takım oyuncularının yaptığı vuruş, frikik.
serbest yük is. Belli sınırlamalara bağlı kalmayan yük.
serçe is. zool. Serçegillerden, insanlara yakın yerlerde yaşayan, kışın göçmeyen, koyu boz renkli, ötücü küçük bir kuş (Passer domesticus). serçeden korkan darı ekmez tehlikeleri gözde büyüterek işe girişmekte çekingen davrananlar amaçlarına ulaşamazlar.
→ serçe parmak, ağaç serçesi, dağ serçesi
serçegiller ç. is. zool. Gagaları koni biçiminde, böcek, meyve vb. ile beslenen, örnek hayvanı serçe olan kuşlar sınıfı.
serçe parmak, -ğı is. Beş parmağın en küçüğü, küçük parmak: "Aynaya bakıyor, gözlerinin altındaki şişkinliklere serçe parmağıyla dokunuyor." -R. E. Onaydın.
serçin is. Far. sergin esk. 1. Mekik dili. 2. sf. Seçme, seçkin olan.
serdar is. (serda:r) Far. ser-dâr esk. Osmanlı împaratorluğu'nda başkomutan.
→ kır serdarı
serdengeçti is. esk. Fedai.
serdengeçtilik, -ği is. Fedailik.
serdetme is. Serdetmek işi.
serdetmek, -der (-i) Ar. serd + T. etmek esk. İleri sürmek: "Enine boyuna birçok deliller serdetti." -Y. K. Beyatlı.
serdirme is. Serdirmek işi.
serdirmek (-i, -e) Serme işini yaptırmak.
serdümen is. Far. ser + It. limone 1. den. Dümen kullanmakla görevli bilgili ve deneyimli tayfa. 2. ask. Savaş gemilerinde çavuştan yüksek bir aşamada bulunan er.
sere is. hlk. Açık duran başparmağın ucundan işaret parmağının ucuna kadar olan uzaklık, sele.
seremoni is. Fr. ceremonie 1. Tören. 2. Genellikle resmî yerlerde, resmî işlerde uyulması gereken kural, yol ve yöntemlerin tümü.
seren is. 1. den. Yelkenli gemilerde üzerine dört köşe yelken açmak ve işaret kaldırmak için direğe yatay olarak bağlanan gönder. 2. mim. Konut kapılarında menteşe ve kilidin takıldığı düşey konumdaki kaim parça.
→ yarım seren, yatay seren
serenat, -dı is. Fr. serenade müz. 1. Sesli olarak söylenen veya müzik aracılığıyla çalınan serbest biçimli müzik parçası. 2. Geceleyin, açık havada sevgi duyulan biri için bir müzik aracıyla verilen küçük konser.
serencam is. (serenca:m) Far. ser + encam esk. 1. Bir işin, bir olayın sonu, akıbet: "Olsun deminiz, olmasın gamınız, hayra dönsün serencanımız." -Y. Kemal. 2. Başa gelen bir durum veya olay.
serendi is. Dört, altı veya sekiz direk üstüne yapılmış tahıl, meyve ve sebze kurusunu saklamak için kullanılan kiler.
sere serpe zf. Serbest, rahat bir biçimde, çekinmeden: "Boş evde sere serpe dolaşıyorum. " -R. H. Karay.
seretan is. Ar. seretan esk. zool Yengeç.
Seretan öz. is. astr. Yengeç burcu.
serf is. Fr. serf Derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle.
sergen is. hlk. 1. Raf. 2. Nesnelerin, insanlara gösterilmek, satılmak için sergilendiği camlı bölme veya yer, camekân, vitrin.
sergerde is. Far. ser + gerde esk. Kötü, olumsuz işlerde elebaşı.
sergerdelik, -ği is. Elebaşılık.
sergi is. 1. Alıcının görmesi, seçmesi için dizilmiş şeylerin tümü ve bu nesnelerin serildiği yer: "Bir karpuz sergisi açabilmek için projeler yapmakta idi." -S. F. Abasıyanık. 2. Halkın gezip görmesi, tanıması için uygun biçimde yerleştirilmiş ürünlerin, sanat eserlerinin tümü: "Resim, heykel, seramik, el işleri sergisi ne olursa gidiyorum." -H. Taner. 3. Bir yerin, bir ülkenin veya çeşitli ülkelerin kendine özgü tarım, sanayi vb. ürünlerini tanıtmak için bunların uygun bir biçimde gösterildiği yer, meşher. 4. hlk. Yaygı, kilim, sergi açmak sergilemek: "Şehir Galerisi'nde açtığı ilk sergide, yalnız zevkine ve hünerine değil, sabrına da şaştım." -Y. Z. Ortaç, sergi sermek kurutmak veya göstermek için bir şeyi düz bir yere yaymak.
→ sergievi, sergi salonu, karma sergi, tersane sergisi
sergici is. Mallarını sergileyerek satan kimse.
sergicilik, -ği is. Sergici olma durumu.
sergievi is. Sanat eserlerinin sergilenmesi için hazırlanmış yer.
sergileme is. Sergilemek işi, teşhir.
sergilemek (-i) 1. Bazı şeyleri göstermek, tanıtmak veya satmak amacıyla herhangi bir biçimde, herkesin görebileceği bir yere yerleştirmek, teşhir etmek. 2. mec. Vermek veya sunmak.
sergileniş is. Sergilenme işi veya biçimi.
sergilenme is. Sergilenmek işi.
sergilenmek (nsz) 1. Sergileme işi yapılmak. 2. mec. Verilmek veya sunulmak.
sergileyiş is. Sergileme işi veya biçimi.
sergilik, -ği is. 1. Sergi yeri. 2. Sergilenenlerin bulunduğu yer, stant. 3. sf. Sergiye konulan: Sergilik vazo.
sergin sf. 1. Serilmiş olan. 2. Yatan (hasta). sergin vermek hastalanıp yatağa yatmak.
sergi salonu is. 1. Sergievi. 2. Yeni üretilmiş ürünlerin topluma tanıtılması ve satışa sunulması amacıyla sergilendiği yer.
sergüzeşt is. Far. ser + güzeşt esk. Macera: 'İnsan kendi memleketinden uzaklaşıp birtakım sergüzeştler geçirmek ister." -R. H. Karay.
sergüzeştçi is. Macerayı seven, maceraya atılan kimse.
serhat, -ddi is. Far. ser + Ar. lıadd esk. Sınır boyu: "Keşke, yolum bir yalıya değil, bir serhat kışlasına gitseydi!" -Y. Z. Ortaç.
seri (I) is. Fr. serie 1. Herhangi bir bakımdan bir bütün oluşturan şeylerin tümü, dizi: "Bu, seri hâlinde yazılmış bir yazı değildir. " -S. F. Abasıyanık. 2. Bir fabrika veya atölyenin uzun bir süre aynı iş üzerinde çalıştığı üretim tipi: Fabrika seri imalata başlayınca fiyatlar düştü.
→ seri katil
seri (II) sf. (seri:) Ar. seri' Hızlı: "Nazik ve oynak tavırlar, seri kelimelerle sözüne devam etti." -R. N. Güntekin.
serian zf. (seri:'an) Ar. seri'an esk. Çabucak.
serigrafi is. Fr. serigraphie Bir lastik silindir ile uygun bir malzemenin şablon maskeye bastırılarak görüntünün bir yüzey üzerine geçirilmesi işlemi.
seri katil is. (seri ka:til) Aynı tarzda ve çok sayıda cinayet işleyen kimse.
serili sf. Serilmiş, yayılmış: "Başım, masanın üzerine serili bir plana eğdi." -R. H. Karay.
seriliş is. Serilme işi veya biçimi.
serilme is. Serilmek işi.
serilmek (-e) 1. Serme işi yapılmak: "Sanki sedirlerine Bursa ipeklileri serilen bizim odalarımız değildi." -O. S. Orhon. 2. Bir yere uzanıp yatmak: "Kanepenin birinden kalkıp ötekine serildim." -S. F. Abasıyanık. serilip serpilmek 1) rahat bir biçimde yatmak; 2) gelişmek, serilip yatmak rahat bir biçimde yatmak.
serim is. 1. Serme işi. 2. ed. Oyun, roman, hikâye, masal vb. anlatı türlerinde kişilerin ve çevrenin tanıtıldığı, konunun, olayın anlatılmaya başlandığı bölüm.
serin sf. 1, Az soğuk, ılık ile soğuk arası. 2. Hoşa giden, hafif bir soğukluk veren: "... kuşluk vaktinin sıcağına rağmen bina loş ve serin." -R. H. Karay, serin gel! argo "sakin ol, soğukkanlı davran" anlamlarında bir uyan sözü. serin tutmak sıcaktan etkilenmeden daha soğuk bir durumda bulundurmak: "Dedelerimiz sıcakta serin tutan birtakım kürkler bulunduğunu bilirlerdi." -R. H. Karay.
→ serinkanlı
serince sf. Az serin, serine yakın.
serinkanlı sf. Soğukkanlı.
serinkanlılık, -ğı is. Serinkanlı olma durumu, soğukkanlılık: "Ben bütün utanmazlığımı ve serinkanlılığımı ele alarak cevap verdim." -B. Felek.
serinleme is. Serinlemek işi.
serinlemek (nsz) 1. Hava serin bir duruma gelmek, hafifçe soğumak, serinleşmek: "Havanın üşütecek kadar serinlemiş olmasına göre sabah yakın." -R. N. Güntekin. 2. Hafif soğukluk duymak. 3. mec. Biraz avunarak ferahlamak.
serinlenme is. Serinlenmek işi veya durumu. . serinlenmek (nsz) Serinlik duymak: Serinlenmek için soğuk bir şey içtiler. "Girin, oturun, dinlenin, serinlenin diye içeriye çağırıyor. "_ -T. Buğra.
serinleşme is. Serinleşmek durumu.
serinleşmek (nsz) Serin duruma gelmek, serinlemek, serinlik vermek: "Artık havalar serinleşiyor, kış geliyordu." -R. H. Karay.
serinletme is. Serinletmek işi veya durumu.
serinletmek (-i) Serin duruma getirmek, serinlik vermek: "Kış rüzgârı, uykusuzluktan kızaran gözlerini, işretten kuruyan dudaklarını serinletir." -R. H. Karay.
serinlik, -ği is. 1. Serin olma durumu: "Serinlik, gölgelik içinde, o kızgın yerlere hayretle bakıyorum." -R. H. Karay. 2. Serin hava: "Latif bir akşam serinliği ortalığı kaplamıştı." -M. Ş. Esendal. serinlik vermek 1) serin duruma getirmek; 2) mec. acısını, sıkıntısını azaltmak, avundurmak; 3) mec. rahatlatmak, huzura kavuşturmak: "Evimin cehennemi içinde bana biraz serinlik verebilecek, bir bu fikirler vardı." -P. Safa.
seriş is. Serme işi veya biçimi.
serkeş sf. Par. ser-keş Kafa tutan, başkaldıran: "Ün salmış nice serkeş efeleri kendime bent etmiş, nice açları doyurmuş, nice çıplakları giydirmiş..."-Y. K. Karaosmanoğlu.
serkeşlik, -ği is. Kafa tutma, başkaldırma, dikbaşlılık. serkeşlik etmek kafa tutmak, başkaldırmak.
serlevha is. Far. ser + Ar. levha esk. Yazılarda başlık: "Roman adına benzer bir serlevha seçtim." -B. Felek.
sermaye is. (sermaye) Far. ser + mâye 1. Bir ticaret işinin kurulması, yürütülmesi için gereken anapara ve paraya çevrilebilir malların tamamı, anamal, başmal, kapital, meta: "Komisyoncu demek, metelik sermayesi olmayan tüccar demektir." -A. Gündüz. 2. Varlık, servet. 3. mec. Konu: "Bu lakırtı, bir hafta havuzlu kahvenin sermayesi oldu." -R. H. Karay. 4. mec. Genelev kadını, sermaye etmek sermaye yapmak, sermaye yapmak iş yeri açmak için gereken parayı sağlamak: "Uç yüz lirayı alırlarsa, bunun yüz lirasını çocuğa sermaye yapacaktı." -H. E. Adıvar. sermayeyi doğrultmak ticaret için ortaya konan anaparayı batırmadan işletmek ve para kazanmak: "Köyden kopup, yabancı işçi olup, beş altı yılda sermayeyi doğrultup, yurtta özel teşebbüsçü bir yarım yamalak kapitalist olma özlemi görülüyor çoğunda." -H. Taner, sermayeyi kediye yüklemek şaka parasını yiyip bitirmek.
→ sermaye mal, sermaye piyasası, döner sermaye, kayıtlı sermaye, mütedavil sermaye, öz sermaye
sermayeci is. Bir işe sermaye koyan kimse, anamalcı, kapitalist.
sermayecilik, -ği is. Sermayeci olma durumu.
sermayedar sf. (serma:yeda:r) Far. ser + mâye-dâr ekon. 1. Sermayesi olan. 2. is. Sermayeci, anamalcı, kapitalist.
sermayeli sf. Sermayesi olan.
sermaye mal is. Bir ticari kuruluşun para, ma! ve malzeme varlığının tümü.
sermaye piyasası is. ekon. Hisse ve tahvil alım satımının yapıldığı, kanunla düzenlenmiş ticaret merkezi.
sermayesiz sf. Sermayesi olmayan
sermayesizlik, -ği is. Sermayesiz olma durumu.
serme is. 1. Sermek işi. 2. hlk. Sac ekmeği.
sermek, -er (-i, -e) 1. Kurutmak için asmak: "Kar gibi çamaşırları serip eve döndü." -O. Rifat. 2. Göstermek amacıyla asmak veya yaymak: Çeyiz sermek 3. Düz bir yere yaymak: Uzum sermek. Bulgur sermek. 4. Açarak yaymak veya döşemek: "Çerçeveli çerçevesiz bir sürü fotoğraf çıkarıp masanın üzerine serdi." -A. Gündüz. 5. Boylu boyunca yere yatırmak, düşürmek veya hırpalamak: "Onun için bir an önce leşlerini köpek leşi gibi İstanbul'un çamurlu kaldırımlarına sermek zamanı gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. mec. Boşlamak, savsamak.
→ sere serpe
sermest sf. Far. ser + mest esk. Sarhoş. sermest olmak çok hoşlanmak, kendinden geçmek: "O okurdu, ben dinlerdim; o muharebe hikayeleriyle sermest olurdum." -Y. K. Beyatlı.
sermestane zf. (sermesta:ne) Far. ser + mest-âne esk. Sarhoşça.
sermestî ıs. (sermesti:) Far. ser + mest + Ar. -I esk. Sarhoşluk.
sermestlik, -ği is. Sarhoş olma durumu: "O sermest!iğin nasıl bir mahmurlukla bittiğini bir yana bırakalım." -Y. K. Beyatlı,
sermuharrir is. (se'rmuharrir) Far. ser + Ar. muharrir esk. Başyazar.
sermuharrirlik, -ği is. Başyazarlık.
sermürettip, -bi is. (se'rmürettip) Far. ser + Ar. murettib esk. Başdizgici.
sermürettiplik, -ği is. Başdizgicilik.
serpantin sf. Fr. serpentin 1. Eğlencelerde kullanmak için kendi üzerine sarılarak hazırlanan, savrulduğunda çözülen, renkli kâğıttan yapılmış ince ve uzun şerit. 2. tek. Kalorifer tesisatında bükülmüş borularla yapılmış ısıtıcı. 3. min. Yılan taşı.
serpeleme sf. Serpelemek işi.
serpelemek (nsz) 1. Seyrek damlalar durumunda yağmak: "Yağmurun serpelediği olurdu eski yaz günlerinde, bulut geçti derlerdi." -O. Rifat. 2. Sürekli olarak ve az serpmek.
serpici is. Su serpen veya su saçan alet.
serpilme is. Serpilmek işi.
serpilmek (nsz) 1. Serpme işine konu olmak: "Cam kırıkları su gibi dört tarafa serpildiler. " -A. İlhan. 2. Gelişmek, büyümek: "Şu on altı yıllık dönem içinde doğan, serpilen bütün partilerimiz birbiri içinden doğmuştur. " -N. Cumalı.
serpinti is. 1. Dökülen veya akan bir şeyden sıçrayıp serpilen bölüm: "AH Rıza'nın ayaklarına kadar denizin serpintileri geliyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Damlacıklar, tanecikler durumunda, azar azar yağan yağmur veya kar, çilenti. 3. mec. Bir durumun etkisinin' azalmış olduğu bölüm.
serpiş is. Serpme işi veya biçimi.
serpiştirilme is. Serpiştirilmek işi.
serpiştirilmek (nsz) Serpiştirme işine konu olmak.
serpiştirme is. Serpiştirme işi.
serpiştirmek (-i, -e) 1. Yağmur veya kar azar azar, ince ince yağmak, serpmek: "Serpiştiriyordu kar soğuk gece yarısı." -B. Necatigil. 2. Gelişigüzel serpmek.
serpme is. 1. Serpmek işi. 2. den. Koni biçiminde, ucuna bir sıra kurşun dizilmiş balık ağı: "Derenin oturduğumuz yerinden görünmeyen bir tarafında, serpmeyle derede avlanan bir adamın zaman zaman ağını derenin durgun sularına attığı işitiliyordu." -M. Ş. Esendal. 3. sf. Serpilmiş durumda olan: Serpme benli.
→ boşlukla serpme, dolu serpme, elektrostatik serpme
serpmek (-i, -e) 1. Bir şeyi dağılacak biçimde dökmek, saçmak. 2. Belli bir yere dağılacak biçimde dökmek: "Buzlarım atıp karabiberlerini serptikten sonra kadehleri iyice karıştırdım." -N. Cumalı. 3. (nsz) Yağmur veya kar azar azar, ince ince yağmak, serpiştirmek: Yağmur serpiyor. Kar serpiyor. 4. mec. Vermek, saçmak.
→ serpe serpe, sere serpe, etekserpen
serptirme is. Serptirmek işi veya durumu.
serptirmek (-i, -e) Serpme işini yaptırmak.
serpuş is. (serpu:ş) Far. ser-pûş esk. Başlık.
sersefil sf. (se'rsefıl) 1. Çok sefil olan, yoksul: "Onlar da olmasaydı sersefildim köy yerinde." -A. Sayar. 2. zf. Sefil, yoksul bir biçimde.
sersem sf Far. ser-sâm 1. Herhangi bir sebeple bilinci ve duygulan zayıflamış olan: Gürültüden sersem oldum. 2. mec. Düşünmeden hareket eden, ne yaptığının farkında olmayan, sersem etmek (veya serseme çevirmek) sersemletmek, sersem gibi serseme yakışır biçimde.
→ sersem sepelek, uyku sersemi
sersemce sf. (serse'mce) 1. Sersemefoenzery 2. zf. Sersem bir biçimde: "Hademeler, saçları dağınık, göğüsleri açık ... sersemce durmuş bakıyorlar." -M. Ş. Esendal.
sersemleme is. Sersemlemek durumu.
sersemlemek (nsz) Sersem duruma gelmek: "Bekir ilk üç darbeden sonra büsbütün sersemledi. " -A. İlhan.
sersemleşme is. Sersemleşmek durumu.
sersemleşmek (nsz) Sersem duruma gelmek: "Bu mektubu okuduktan sonra, hayretten, hiddetten büsbütün sersemleştim." -Ö. Seyfettin.
sersemletme is. Sersemletmek işi.
sersemletmek (-i) Sersemlemesine sebep olmak.
sersemlik, -ği is. Sersem olma durumu veya sersemce iş: "... görür görmez o sersemlik bulutundan sıyrıldı." -Ö. Seyfettin.
→ uyku sersemliği
sersem sepelek zf. Sersem bir biçimde, sersemliği geçmeden: "Saçları perişan, gözleri süzük, sersem sepelek, ağır ağır gelir kapıyı açar." -H. R. Gürpınar.
serseri sf. Far. serseri 1. Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan (kimse): "Hayran Baba'yı bir serseri ile birlikte temizlemişlerdi." -F. R. Atay. 2. Tutarsız, beğenilmeyen davranışları olan kimse. 3. mec. Belli bir hedefi olmayan, belli bir hedefe atılmamış olan, rastlantıyla gelen (kurşun, maym vb.): "Köpüklü denizin üstünde serseri martılar uçuşuyor, yanımızdan yelkenli bir mavna geçiyordu." -Ö. Seyfettin.
→ serseri kurşun, serseri mayın, serseri serseri
serserice sf. (serseri'ce) 1. Serseri gibi. 2. zf. Serseri bir biçimde.
serseri kurşun is. Belli bir hedef gözetmeksizin sıkılan kurşun.
serserileşme is. Serserileşmek durumu.
serserileşmek (nsz) Serseri duruma gelmek, serseri olmak.
serserilik, -ği is. Serseri olma durumu veya serserice davranış: "Kurtulmuş olduğu serserilik hayatı o dakikadan itibaren yine başlamıştı." -H. R. Gürpınar, serserilik yapmak (veya etmek) serseri tavrında davranmak, çevreye rahatsızlık vermek: "Serserilik yapabilir, atılgan, dövüşken, gözünü budaktan sakınmaz cinsten adam istemiyorlar." -M. Ş.Esendal.
serseri mayın is. Belli bir hedefi olmayan, rastgele yerleştirilen mayın: "Bulgaristan'dan mangal kömürü getiren Yücel motoru Midye önlerinde serseri bir mayına çarparak battı." -H. Taner.
serseri serseri zf. Başıboş, avare, amaçsızca: "O gün kasabanın sokaklarım serseri serseri dolaştım." -S. F. Abasıyanık.
sert sf. Far. serd 1. Çizilmesi, kırılması, buruşması, kesilmesi veya çiğnenmesi güç olan, pek, katı, yumuşak karşıtı: Sert tahta. 2. Esnekliği az olan, kolayca eğilip bükülmeyen: "Tabakanın sert yaylı kapağını tak diye kapatıyor." -T. Buğra. 3. Kolay dayanılmayan, zor katlanılan, etkili, yumuşak karşıtı: Sert iklim. Sert hava. 4. Güçlü kuvvetli: "Kapıyı kapadı, döndü, sert adımlarla ilerledi." -M. Ş. Esendal. 5. Sarsıcı niteliği olan, çarpıcı, keskin, hafif karşıtı: Sert şarap. Sert tütün. 6. Bağışlaması, hoşgörüsü olmayan: "Birçokları beni dik ve sert olduğum için belki sevmiyorlardı" -M. Ş. Esendal. 7. Gönül kinci, katı, ters: "... sarardı, dudakları titredi, ama adam sert bîr davranışla kadehi kadının eline tutuşturdu." -H. E. Adıvar, 8. mec. Hırçın, öfkeli, hiddetli, gönül kırıcı: Sert ses. "Zaten Atatürk'ün ne vakit öfkesine kapılarak herhangi bir kimseye karşı herhangi bir sert harekette bulunduğunu kim hatırlar?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 9. mec. Titizlikle uygulanan, sıkı: Sert bir yönetim.
→ sert buğday, sert damak, sert doku, sert su, sert tabaka, sert ünsüz, sert zar, tatlı sert
sertabip, -bi is. (se'rtabvp) Far. ser Ar. tabîb esk. Başhekim.
sertap, -bı is. Far. ser-tâb Mıklebin açıkta duran kısmı.
sert buğday is. bot. Kırma ve öğütmeye karşı daha dirençli olan yoğunluğu diğer buğdaylara göre daha yüksek bulunan ve tane kesiti' camsı görünen buğday.
sert damak, -ğı is. anat. Damağın ön bölümü.
sert doku is. anat. Gergin görünümlü esnek doku.
sertelme is. Sertelmek durumu.
sertelmek (nsz) 1. Direnci artmak. 2. mec. Sert, öfkeli bir durum almak, sertleşmek.
sertifika is. Fr. certificat 1. Öğrenim belgesi. 2. Kişinin bilgi gerektiren herhangi bir konuda niteliğini gösteren belge.
sertifikalı sf. Sertifikası olan.
sertifikasız sf. Sertifikası olmayan.
sertifikasyon is. Fr, certification Tasdik etme, tasdik.
sertlenme is. Sertlenmek durumu: "Eli sevgiyle çocuğun başını okşarken sesi sertlenmeye çalışarak tekrar tekrar soruyordu." -H. E. Adıvar.
sertlenmek (nsz) Sert bir tavır almak, sertleşmek.
sertleşme is. Sertleşmek işi.
sertleşmek (nsz) 1. Sert bir durum almak, katılaşmak: "Yan ağarmış yumuşak kumral sakal tersine dönerek diken gibi sertleşti." -R. N. Güntekin. 2. Gücü artmak, zorlu bir durum almak: İklim sertleşti. 3. mec. Bir kimsenin davranış veya sözleri sert, kırıcı olmak.
sertleştirici is. kim. Kimyasal tepkimeli yapay reçine tutkalı ve verniklerinde, kuruma ve sertleşmeyi sağlamak için kullanılan, sıvı veya toz hâlinde olan kimyasal yardımcı madde.
sertleştirme is. Sertleştirmek işi.
sertleştirmek (-i) Sert bir duruma getirmek, sertleşmesine sebep olmak.
sertlik, -ği is. 1. Sert, katı olma durumu: Derinin altında bir sertlik hissettim. 2. mec. Sert, kırıcı, katı davranış, şiddet, husumet: "Fazla içliliği erkekliğe yakıştıramadığından kendini her zaman yapma bir sertliğin arkasına gizlerdi." -H. Taner. 3.jeol. Minerallerin çizilmeye karşı gösterdikleri direnç.
→ damar sertliği
sert su is. Kireç derecesi yüksek su.
sert tabaka is. anal. 1. Göz akı. 2.jeol. Toprak yüzeyine- yakın bir yerde bulunan, kökler ve suyun o bölüme girişini engelleyen yoğun tabaka.
sert ünsüz is. dbl. Sert damakta oluşan ç, f, h, k, p, s, ş, t ünsüzleri, ötümsüz, tonsuz ünsüz.
sert zar is. anat. Beyni saran zarların en dışta ve en sert olanı.
serum is. Fr. serum tıp 1. Pıhtılaşma sonunda kandan ayrılan sıvı bölüm. 2. Mikroplu bir hastalığa veya zehirli bir maddeye karşı aşılanmış bir hayvanın özellikle atın kanından elde edilen sıvı madde: Kuş palazı serumu. 3. Hücre yenilenmesini hızlandıran, deriyi besleyen, su kaybını, cildin solunumunu ve doğal savunmasını kuvvetlendiren sıvı.
→ bağışık serum, kan serumu
serüven is. Far. servân Macera.
serüvenci sf. Serüven geçirmeye, serüvenlere atılmaya meraklı, maceracı, maceraperest.
serüvencilik, -ği is. Serüvenci olma durumu, maceracılık.
serüvenli sf. Serüveni olan, maceralı.
serüvensiz sf. Serüveni olmayan, macerasız.
servet is. Ar. servet Varlık, zenginlik, mal mülk: "Servet denen şey çok defa paradan ibarettir." -F. R. Atay.
→ servet sahibi
servet sahibi is. Malı mülkü çok olan kimse, varlıklı, zengin.
servi is. Far. serv bot. Servigillerden, Akdeniz bölgesinde çok yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen, 25 m boyunda, ince, uzun, piramit biçiminde, çok koyu yeşil yapraklı bir ağaç, andız (Cupressus sempenvirens).
→ servi ağacı, servi boylu, gümüşservi, dağ servisi, yer servisi
servi ağacı is. bot. Servi.
servi boylu sf. 1. İnce ve uzun boylu (kız veya kadın). 2. mec. Sevgili.
servigiller ç. is. bot. Kozalaklılardan, servi, ardıç, mazı vb. ağaçları içine alan, çiçekleri bir veya iki evcikli bir bitki familyası.
servilik, -ğî is. Servisi çok olan yer: "Gezgin Simeon'un demesine göre, istanbul'da her bahçe bir serviliktir." -S. Birsel.
servis is. Fr. service 1. Sofrada hizmet etmekle görevli kimsenin yaptığı iş ve bu işin yapılma biçimi, sofra hizmeti. 2. Yemekte gerekli olan tabak, çatal, bıçak, kaşık, peçete vb. şeylerin tümü. 3. Bir yönetimde, bir kurum veya kuruluşta, bütünün bir parçasını oluşturan iş, hizmet; bu işin yapıldığı yer. 4. Burada görevli kimselerin tümü. 5. Herhangi bir kuruluşun ulaşım işlerinde kullanılan taşıma aracı. 6. Otomobil, beyaz eşya vb. ürünlerin bakım ve onarımlarının yapıldığı yer. 7. sp. Voleybol, masa tenisi, tenis vb. oyunlarda oyuna başlama vuruşu, servis atmak sp. voleybol, masa tenisi vb. oyunlarda oyuna başlama vuruşunu yapmak. servis yapmak sofrada hizmet etmek ve yemeği.dağıtmak: "Özel olarak iki aşçıyla iki de ayrıca servis yapacak garson çağrıldı. " -Ç. Altan. servise çıkmak 1) ulaşım aracı ile öğrencileri, çalışanları gidecekleri yere taşımak; 2) servis yetkilisi onarım yapmak üzere çağrılan yere gitmek; 3) doktor hastalan durumlarını gözlemlemek üzere ziyaret etmek; 4) bir iş yerinde çay, kahve dağıtımı gibi hizmetleri yapmak üzere dolaşmak.
→ servis arabası, servis aracı, servis asansörü, servis istasyonu, servis kapısı, servis merdiveni, servis otobüsü, servis tabağı, servis takımı, acil servis, gizli servis, çay servisi, İstihbarat servisi
servis arabası is. 1. Bir iş yeri çalışanlarının veya öğrencilerin taşınması için hizmet veren araç, servis aracı. 2. Lokantalarda müşteriye hizmet vermek üzere kullanılan tekerlekli araba.
servis aracı is. Servis arabası.
servis asansörü is. Bir kurum ve kuruluşta hizmet için kullanılan asansör.
servisçi is. Yetkili serviste çalışan kimse, servis yapan kimse.
servisçilik, -ği is. Servisçi olma durumu.
servis istasyonu is. Motorlu taşıtların benzin aldığı, bakımlarının yapıldığı, gerektiğinde alışveriş de yapılan yer.
servis kapısı is. Otel, büyük ev veya apartmanlarda hizmetlilerin ve satıcıların kullandığı ayrı kapı.
servis merdiveni is. Bir kurum veya kuruluşta yalnızca hizmet için kullanılan merdiven: "Yol haltları ayakkabılarımın sesini duyurmayacağma emin, servis merdivenine yürüdüm." -R. H. Karay.
servis otobüsü is. Bir kurum veya kuruluşun çalışanlarını taşımak için kullanılan otobüs.
servis tabağı is. Sofraya yemeğin getirildiği büyük tabak.
servis takımı is. Yemek takımı.
seryaver is. (se'rya:ver) Far. ser + yaver Başyaver.
seryum is. (se'ryum) Fr. cerium kim. Atom numarası 58, atom ağırlığı 140,1, yoğunluğu 6,7 olan, 810 °C'de eriyen, birleşme değeri bazı birleşiklerde 3, bazılarında 4 olan, gümüş parlaklığında, akkor temeline dayanan lambaların yapımında kullanılan bir element (simgesi Ce).
seryumlu sf. Birleşiminde seryum bulunan: Seryumlu topraklar.
serzeniş .is. Far. ser-zeniş Yakınma, serzeniş etmek sitem etmek: "Mütemadiyen ağlar, sızlanır, sitemler, serzenişler eder." -E. E. Talu. serzenişte bulunmak bir şeyi başa kakmak, sitem etmek, takaza etmek.
ses is. 1. Kulağın duyabildiği titreşim, seda, ün: "Şafağa doğru otomobil sesi duyuldu." -F. R. Atay. 2. Ciğerlerden gelen havanın ses yolunda yaptığı titreşim: 'Soğukluğu benim kulağıma da ürkütücü gelen bir sesle sordum. " -R. H. Karay. 3, mec. Duygu ve düşünce: "Gençliğin sesini duyuran başka bir dergide ..." -Y. Z. Ortaç. 4. mec. Herhangi bir davranış, tutum karşısında uyanan ruhsal tepki: Vicdanın sesi. Akim sesi. 5. muz. Aralannda uyum bulunan titreşimler, ses çıkarmamak (veya etmemek) bir şeyi hoş görerek karşı çıkmamak, itiraz etmemek: "Gülsüm bu fena muamelelere ses çıkarmazdı." -R. N, Güntekin. ses çıkmamak haber gelmemek, ses etmek seslenmek, ses kesilmek ses, artık duyulmamak, ses vermek (veya vermemek) 1) herhangi bir sesi çıkarmak (veya çıkarmamak): "Üç defa ses veren bir küçük çanın altından bahçeye girdiler. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir çağrıya karşılık vermek (veya vermemek): "Her biri bir türlü feryada başlar / Güller seda verir, bağlar ses verir." -Aşık Veysel, sesi ayyuka çıkmak çok yüksek sesle bağırmak, (bir kimsenin) sesi (veya sesi soluğu) çıkmamak bir şey söylemeyerek susmak. sesini çıkarmamak bir şey üzerindeki düşüncesini söylememek, sesini kesmek söylemekteyken susmak, sesini kısmak sesini alçaltmak. sesini yükseltmek yüksek, öfkeli bir sesle söylemek: "Çardaktan kocası- ' mn sesini yükselterek söylediğini duyan kadın, kahve takımlarını alıp çıktı." -N. Cumalı.
→ ses aleti, ses aygıtı, ses bilgisi, ses bilimi, ses birimi, ses dalgaları, ses değişmesi, ses duvarı, ses düşmesi, ses kakışımı, ses kirişi, ses kuşağı, ses organları, ses perdesi, ses seda, ses soluk, ses telleri, ses türemesi, ses uyumsuzluğu, ses uyumu, sesyayar, sesyazar, ses yitimi, ses yolu, ses yönetmeni, alçak ses, çatal ses, çatlak ses, dış ses, iç ses, ince ses, kalın ses, karşılaştırmalı ses, ön ses, radyofonik ses, son ses, yanık ses, yüksek ses, çevir sesi, göğüs sesi, kaynaştırma sesi, mağara sesi
ses aleti is. Ses aygıtı.
ses aygıtı is. Sesin meydana gelmesi için ge-. rekli olan aletler bütünü.
ses bilgisi is. dbl. Bir dilin seslerini boğumlanma noktaları, boğumlanma özellikleri vb. bakımlardan inceleyen dil bilimi kolu, fonetik.
ses bilimi it. dbl. Sözlü dilde, anlam ayrımı oluşturan yakın ses birimlerini, dil yapısı bakımından inceleyen dil bilimi kolu, fonoloji.
ses birimi is. dbl. Dildeki başka seslerle kurduğu ilişki yönünden belirlenen ayırıcı özelliği bulunan ses öğesi, fonem.
sesçi is. Radyoda, televizyonda ses kaydı yapan ve yayın sırasında ses düzenini ayarlayan teknik görevli, tonmayster.
sesçil sf. Sesleri bütün özellikleri ve ayrıntılarıyla gösteren, fonetik.
→ sesçil alfabe, sesçil yazım
sesçil alfabe is. Bir konuşmanın ses özelliklerini ayrıntılı olarak gösteren alfabe.
sesçil yazım is. Kelimelerin seslendirilişteki değerlerini olduğu gibi yansıtan yazı.
ses dalgaları ç. is. fiz. Titreşim etkisiyle cisimlerde oluşan dalgalar.
ses değişmesi is. dbl. Dilde kendiliğinden veya bir etkenle oluşan ses başkalaşması: jilet > cilet, kaçtı > kaştı, Necdet > Nejdet gibi.
ses duvarı is. fiz. Havada ses hızına yakın bir hızla hareket eden bir cismin oluşturduğu aerodinamik olayların tümü.
ses düşmesi is. dbl. Kelimede bir sesin kaybolması: ısıcak > sıcak, ısıtma > sıtma gibi.
seselim is. fiz. Rezonans.
ses kakışması is. ed. Ses uyumsuzluğu.
ses kirişi is. anal Gırtlağın içinde ikisi sağda, ikisi solda bulunan ve havanın titreşmesiyle ses çıkarmayı sağlayan kıvrım.
ses kirişleri ç. is. onat. Gırtlağın içinde ikisi sağda, ikisi solda bulunan ve havanın geçmesiyle titreşerek ses çıkaran dört kıvrım.
ses kuşağı ir. sin. Üzerinde bir veya birkaç ses yolu bulunan kuşak.
seslem is. dbl. Hece.
sesleme is. Seslemek işi veya durumu.
seslemek (-i) hlk. 1. Dinlemek, kulak vermek. 2. Çağırmak.
seslendiriş is. Seslendirme işi veya biçimi.
seslendirme is. 1. Seslendirmek işi. 2. sin. Sesin, çekimden sonra film üzerine geçirilmesi, kaydedilmesi, dublaj.
seslendirmek (-i) 1. Sesli duruma getirmek, sesli olmasını sağlamak. 2. Hissedilen bir duyguyu, düşünülen bir Fikri dile getirmek, duyurmak. 3. sin. ve TV Sesi, çekimden sonra film üzerine geçirmek, kaydetmek. 4, müz. Bir müzik eserini okumak.
sesleniş is. Seslenme işi veya biçimi.
seslenme is. 1. Seslenmek işi. 2. Sözü birine veya birilerine yöneltme, hitap.
seslenmek (nsz, -e) 1, Uzaktan bağırarak çağırmak, ünlemek: "Birkaç adım yürüdü, seslendi.- Yusuf Bey, Yusuf Bey." -S. Kocagöz. 2. Bir şey söylemek için sesini çıkarmak veya cevap vermek: "Kendisini kurtarmaları için ev sahiplerine seslenecek, işaret edecek oldu." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Sözü birine veya birilerine yöneltmek, birine karşı söylemek, hitap etmek.
sesledin is. db. Söyleyiş.
sesletme is. Sesletmek işi.
sesletmek (-i) Sesleme işini yaptırmak.
sesli sf. 1. Sesi olan, ses çıkaran. 2. zf. Ses çıkararak. 3. is. dbl. Ünlü.
→ sesli duyuru, sesli film, sesli harf sesli okuma, sesli taş, sesli uyumu, büyük sesli uyumu, çok sesli, es sesli, kalın sesli, küçük sesli uyumu, tek sesli, uzun sesli, yakın sesli, yanık sesli, zayıf sesli
sesli duyuru is. Bir durumu, bir haberi sesli bir biçimde bildirme.
sesli film is. sin. ve TV Görüntü eşliğinde sesi veren film.
sesli harf, -fi is. dbl. Ünlü.
seslik, -ği is. Her tür sesli belgelerin saklandığı yer.
seslikçi is. Arşivlenmiş ses belgelerini koruyan, gözeten görevli.
seslilik, -ği is. Sesli olma durumu.
→ kalın seslilik
sesli okuma is. Yüksek sesle okuma işi veya biçimi.
sesli taş is. min. Vurulduğunda çınlama sesi veren, gri veya yeşil renkli, ortoklazlı yanardağ kayası, fonolit;
sesli uyumu is. dbl. Ünlü uyumu.
ses organları ç. is. anat. Ses çıkarmaya yarayan organların bütünü.
ses perdesi is. müz. Sesin alçak veya yüksek olması durumu.
ses seda is. Haber, iz, alamet, belirti, ses seda çıkmamak 1) haber çıkmamak: "Çok uzak, ama pek çok uzak birkaç akrabadan ses seda çıkmadı." -A. Gündüz. 2) hiçbir tepki görülmemek, ses seda kesilmek (veya kalmamak) hiçbir ses duyulmamak: "Sanki bütün dünyada ses seda kesilmişti." -S. F. Abasıyanık. ses seda yok "hiç haber gelmedi" anlamında kullanılan bir söz.
sessiz sf 1. Sesi olmayan, ses çıkarmayan. 2. Ses, gürültü çıkarmadan yapılan: Sessiz çalışma. 3. Az konuşan, suskun. 4. Yumuşak huylu, kendi hâlinde ve sakin (kimse): Kız kardeşi Deniz Yolları levazımında çalışan sessiz bir adamla evlidir," -M. Ş. Esendal. 5. zf. Ses ve gürültü çıkarmadan. 6. is. dbl. Ünsüz.
→ sessiz film, sessiz harf, sessiz okuma, sessiz sedasız, sessiz uyumu, sessiz yürüyüş
sessizce zf. (sesşi'zce) Sessiz bîr biçimde, sessiz olarak: "Üç kere bağrıştılar, ben de sessizce ağladım." -M. Ş, Esendal.
sessiz filin is. sin. ve TV Görüntü eşliğinde sesi vermeyen film.
sessiz harf, -fi is. dbl. Ünsüz.
sessizleşme is. Sessizleşmek işi.
sessizleşmek (nsz) Sessiz duruma gelmek, sessiz olmak.
sessizlik, -ği is, 1. Sessiz olma durumu. 2. Ortalıkta gürültü olmama durumu, sükût: "Bilmez yalnız yaşayanlar / Nasıl korku verir sessizlik insana." -O. V. Kanık, sessizliğe gömülmek hiç söz etmemek, sesi çıkmamak, susmak: "Karanlık, içinden bir şiire fısıltılar geldi, sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü." -Y. Kemal.
→ ölüm sessizliği
sessiz okuma is. Yüksek sesle değil, içinden okuma.
sessiz sedasız sf. 1. Sakin, kendi hâlinde (kimse): "Sessiz sedasız, gürültüsüz bir ilim adamıdır." -H. Taner. 2. zf. Kimse duymadan, görmeden, sessiz ve gürültüsüz bir biçimde: "Suat daha fazla dayanamayıp sessiz sedasız odasına çekildi." -A. İlhan.
sessiz uyumu is. dbl. Ünsüz uyumu.
sessiz yürüyüş is. Bir düşünce, davranış veya uygulamayı, yersiz bularak karşı çıkmak amacıyla sessiz olarak yapılan toplu yürüyüş.
ses soluk, -ğu is. 1. Patırtı, gürültü. 2. Haber: Oğlundan bir aydır ses soluk yoktu.
sestaş sf. bt sesteş.
ses telleri ç. is, anat. Gırtlağın içinde havanın titreşmesi ile sesin oluşmasını sağlayan organlar.
sesteş sf dbl. Söylenişleri aynı, anlam ve kökleri ayn olan (kelimeler), eş adlı, eş sesli, homonim.
sesteşlik, -ği is. Sesteş olma durumu, eş adlılık, eş seslilik.
ses türemesi is. dbl. Bir sözün aslında bulunmayan bir ünlü veya ünsüzün sonradan türemesi: urmak > vurmak, hükm > hüküm gibi.
ses uyumsuzluğu is. ed. Bazı sözlerde, söz öbeklerinde, boğumlanma yerleri aynı veya birbirine yakın seslerin tekrarlanması sonucu söyleyişin güçlüğe uğraması, kulağı rahatsız etmesi, kakışma, tenafür, kakofoni.
ses uyumu is. dbl. Ünlü ve ünsüz uyumu.
sesyayar is. Sesleri radyo dalgaları aracılığıyla yayma aleti.
sesyazar is. Gramofon.
ses yitimi is. tıp Ses kirişlerinin çeşitli sebeplerle işleyememesi yüzünden sesin kısılıp yok olması, afoni.
ses yolu is. 1. anat. Sesin oluşması için akciğerlerden gelen havanın gırtlak, burun veya ağızda izlediği yol. 2. sin. Bir ses kuşağında yer alan, ses titreşimlerinin görüntülerini taşıyan bir veya birkaç dar yol.
ses yönetmeni is. Radyo ve televizyonda ses düzenini sağlamakla görevli kimse, tonmayster.
set (I) is. Ar. sedd 1. Toprağın kaymasını veya suyun akmasını önlemek için yapılan kalın duvar. 2. Bulunulan yerden daha yüksekte kalan düzlük: "Karşımıza merdivenli bir setin üstünde hamama benzeyen kubbeli bir bina çıktı." -R. N. Güntekin. 3. Seki. 4. Ateşli silahlarda namlunun içindeki helisin çıkıntı bölümü, set çekmek 1) suyun akmasını, toprağın kaymasını önlemek için duvar yapmak; 2) mec. bir işi, bir davranışı, bir isteği önlemek, engellemek,
→ set üstü ocak, uyku seti
set (II) is. İng. set sp. Masa tenisi, voleybol vb, oyunlarda maçın her bir bölümü.
seter is. İng. setter zool. Uzun tüylü İngiliz köpeği.
setik, -ği is. hlk. İnce bulgur.
setir, -tri is. Ar. setr esk. Bir şeyi örtme, gizleme.
→ setretmek, setriavret
setliç is. Alnı. Sedlitz 1. İç sürdürücü bir maden suyu. 2. Karbonat katılarak köpürtülmüş limonata.
setre is. (se'tre) Ar. setre esk. Düz yakalı, önü ilikli bir tür ceket: "Müdür Bey, senelerden beri giymediği sırmalı setresini, kılıcım sandıktan çıkardı." -M. Ş. Esendal.
setretme is. Setretmek işi,
setretmek, -der (-i) Ar. setr + T. etmek esk. Bir şeyi örtmek, gizlemek.
setriavret is. (se'triavret) Ar. setr + 'avret din b. esk. İslam dinine göre görünmesi sakıncalı olan yerleri örtme.
set üstü ocak, -ği is. Alt bölümünde fırın yerine bulaşık veya çamaşır makinesi gibi beyaz eşya bulunan ocak.
sevabına zf. (seva:bı'na) Maddi karşılık beklemeden sadece sevap kazanmak üzere.
sevap, -bı (I) is. (seva:b) Ar. şevâb 1. Hayırlı bir davranış karşısında Tanrı tarafından verileceğine inanılan ödül: "Bunun günahı değil, olsa olsa sevabı vardır." -H. Taner. 2. Tanrı tarafından ödüllendirileceğine inanılan davranış, sevap kazanmak (veya işlemek) hayırlı bir davranışta bulunmak: "Gülsüm'ün sevinci sade sevap kazanmak ümidinden doğmuyordu." -R. N. Güntekin. sevaba girmek sevap kazanmak.
sevap, -bı (II) sf. Ar, şavâb Doğru.
sevda is. (sevda:) Ar. sevda 1. Güçlü sevgi, aşk: "Ne şair yaş döker ne âşık ağlar / Tarihe karıştı eski sevdalar." -F. N, Çamlıbel. 2. Aşırı ve güçlü tutku, istek, sevda çekmek birine tutkun olmak, aşk tutkusu içinde olmak, sevdasına düşmek bir şeyi amaçlamak, başarmaya çalışmak.
→ kara sevda, göt sevdası
sevdalanış is. Sevdalanma işi veya biçimi.
sevdalanma is. Sevdalanmak işi.
sevdalanmak (nsz) Sevdaya tutulmak.
sevdalı sf. 1. Sevdaya tutulmuş olan, tutkun, vurgun, âşık: "Cömert sevgili bunların da parasını saydıktan sonra iki sevdalı oradan çıktılar." -H. Taner. 2. mec. Bir şeye gereğinden çok düşkünlük gösteren, eğilim duyan.
→ kara sevdalı
sevdiceğim is. hlk. Sevgilim.
sevdirme is. Sevdirmek işi,
sevdirmek (-i, -e) Sevmesini sağlamak: "Ona milletini sevdirmiş, gönlüne şanlı ve muntazam yaşamak için bir heves vermişti." -M. Ş. Esendal.
sevecen sf. Acıyarak ve koruyarak seven, şefkatli, müşfik.
sevecenlik, -ği is. Acıyarak ve koruyarak sevme, şefkat: "İçindeki engin sevgi kaynağında aşk kadar, hatta ondan da çok sevecenlik vardır." -H. Taner.
sever sf. Seven (kimse).
→ Almansever, barışsever, çiçeksever, dışkısever, dilsever, doğasever, edebiyatsever, haksever, hayırsever, iyiliksever, karmcasever, kitapsever, konuksever, milletsever, milliyetsever, müziksever, özsever, sanatsever, sinemasever, sporsever, sulhsever, ulussever, vatansever, yardımsever, yurtsever
severlik, -ği is. Sever olma durumu.
→ barışseverlik, doğaseverlik, hakseverlik, hayırseverlik, iyilikseverlik, kitapseverlik, konukseverlik, milletseverlik, milliyetseverlik, özseverlik, ulusseverlik, vatanseverlik, yardımseverlik, yurtseverlik
sevgi is. İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu: "Sevgi ve dostluk şu dünyada o kadar az bulunan şeyler ki." -H. Taner, sevgi beslemek sevgi duymak, sevmek: "Makedonya'da savaşmıştı ve Türk köylüsüne karşı büyük sevgi besliyordu." -H. E. Adıvar.
→ sevgi seli
sevgili sf 1. Sevgi ve bağlılık duyulan: "Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol /Ey hak, yaşa; ey sevgili millet, yaşa var ol." -T. Fikret, 2. is. Sevilen ve âşık olunan kimse, dost, yâr, canan.
→ uzatmalı sevgili
sevgi seli is. Sevginin yoğun olarak sergilenmesi.
sevgisiz sf. Sevgisi olmayan.
sevgisizlik, -ği is. Sevgisiz olma durumu.
sevi is. Aşın sevgi ve bağlılık duygusu, aşk: "Ben gelmedim dava için / Benim işim sevi için." -Yunus Emre.
sevici is. Eş cinsel kadın.
sevicilik, -ğî is. Sevici olma durumu.
seviliş is. Sevilme işi veya biçimi.
sevilme is. Sevilmek durumu.
sevilmek (nsz) Sevgi duyulmak, sevgi beslenilmek, beğenilmek: "Pek sevilecek, beğenilecek yanı da yoktu zavallının." -Y. N. Nayır.
sevim is. 1. Sevme işi, sevgi. 2. Bir kimsede, bir şeyde bulunan ve o kimse veya şeyi başkalarına sevdiren özellik.
sevimli sf. Hoşa gitme özelliği olan, hoşa giden, şirin, sempatik: "Küçük çocuğun yüzü çok sevimliydi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sevimlileşme is. Sevimlileşmek işi.
sevimlileşmek (nsz) Sevimli duruma gelmek.
sevimlileştirme is. Sevimlileştirmek işi.
sevimlileştirmek (-i) Sevimli duruma getirmek, sevimli olmasını sağlamak.
sevimlilik, -ği is. Sevimli olma durumu: "O aksakalın derin çizgilerle süslenen çehreye verdiği sevimlilik, bakıştaki tatlılık..." -M. Ş. Esendal.
sevimsiz sf. 1. Hoşa gitmeyen, antipatik: Sevimsiz bir yüz. 2. Hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik yaratan: "Bunu sormak sevimsiz gelmişti bana." -Y. Z. Ortaç.
sevimsizleşme is. Sevimsizleşmek işi.
sevimsizleşmek (nsz) Sevimsiz duruma gelmek.
sevimsizleştirme is. Sevimsizleştirmek durumu.
sevimsizleştirmek (-i) Sevimsiz duruma getirmek.
sevimsizlik, -ği is. Sevimsiz olma durumu, antipati.
sevinç, -ci is. İstenen veya hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan coşku: "Yaşama sevinci her şeyin yerini tutar." -R. H. Karay, sevinç yaşları (veya gözyaşları) dökmek sevinçten ağlamak: "Şu mendilim burnuna tutmuş, sevinç yaşları döken hanım herhalde gelinin anası olacaktı." -H. Taner. sevinci kursağında kalmak bir engel sebebiyle hayal kırıklığına uğramak, sevincinden ağzı kulaklarına varmak çok sevinmek, sevinçten uçmak çok sevinmek.
→ yaşama sevinci
sevinçli sf. Sevinci olan ve sevinç veren: "Bu kederi dağıtmak için ha bire sevinçli türküler söylüyordu." -Y. Kemal.
sevinçsiz sf. Sevinci olmayan, sevinç vermeyen: "İsteyip de elde ettiği şeyleri sevinçsiz karşılıyordu artık " -N. Cumalı.
sevindirici sf. Sevindiren, sevinilmesine yol açan, sevinç uyandıran: Sevindirici haber.
sevindirme is. Sevindirmek işi.
sevindirmek (-i) Sevinmesine yol açmak, sevinmesini sağlamak: "Havanın, güneşin, denizin ve toprağın güzelliği, benim gibi orada toplananları da sevindiriyordu." -M. Ş. Esendal.
→ öksüzsevindiren
seviniş is. Sevinme işi veya biçimi.
sevinme is. Sevinmek işi.
sevinmek (-e) Sevinç duymak: "Dönecektim, kurtuldum diyecektim ve sevinecektim." -M. Ş. Esendal.
Sevir, -vri öz. is. Ar. şevr astr. esk. Boğa burcu.
seviş is. Sevme işi veya biçimi. '
sevişme is. Sevişmek işi.
sevişmek (nsz, -le) 1. Birbirini sevmek. 2. Cinsel ilişkide bulunmak, aşk yapmak.
seviye is. Ar. seviyye Düzey: "Eski güzel sakalını bile birkaç günlük uzunca bir tıraş seviyesine indirmiştir." -R. N. Güntekin.
→ deniz seviyesi, hayal seviyesi, hayat seviyesi, sıcaklık seviyesi, su seviyesi
seviyeli sf. 1. Düzeyli: "Bütün bir gün süren bu seminer ve panel çok seviyeli geçti." -H. Taner. 2. mec. Değeri yüksek olan.
seviyesiz sf. Düzeyi, değeri düşük, bayağı olan: Seviyesiz bir konuşma.
seviyesizlik, -ği is. Seviyesiz olma durumu.
sevk is. Ar. sevk 1. Gönderme, götürme: "Sevk gününü, raporun ismini, uğrayacağı limanları yazdım." -R. H. Karay. 2. Sürükleme, itme. sevk etmek 1) göndermek, götürmek: "Bayanı emekliye sevk ederek kendisinin evleneceğini söyledi." -R. N. Güntekin. 2) mec. sürüklemek, itmek: "Burada başka bir olay anlatacağım ki, bu, Türk'ü şuuraltı bir kuvvetle İstiklal Savaşı'-na sevk eden amillerin biridir." -H. E. Adıvar, sevk olmak gönderilmek.
sevkıtabii is. (se'vkitabv.i) Ar. sevk + tabl'i psikol. İçgüdü.
sevkıyat is. (sevkiya:t) Ar. sevkiyyât Silahlı kuvvetlerde, personel, silah, araç, yiyecek vb. ikmal maddelerinin, stratejik ve taktik amaçlarla bir yerden başka bir yere gönderilmesi.
sevk pusulası is. ask. Askerlik karan alınarak birliğine gönderilecek askerin durumunu bildiren ve askerlik şubeleri tarafından verilen belge.
sevkülceyş is. Ar. sevk+ ceyş esk. Strateji.
sevme is. Sevmek işi.
sevmek, -er (-i) 1. Sevgi ve bağlılık duymak: "Çok az lakırtı söylediği için, sevdiği arkadaşları bile kendisini iyice anlayamamışlardı." -Ö. Seyfettin. 2. Birine sevgiyle bağlanmak, gönül vermek: "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir." -A. İlhan. 3ı Çok hoşlanmak: "Bazıları entari üstüne kürk giymeyi daha çok severlerdi." -R. H. Karay. 4. Okşamak. 5. Yerini, şartlarını uygun bulmak: Bu ağaç nemli ortamı sever, sevsinler! alay sevilmeyen, hoşa gitmeyen bir davranışta bulunan bir kimse söylenen bir söz.
→ şıpsevdi, silisseven
seyahat, -ti is. Ar. siyâhat 1. Yolculuk: "Her zamanki seyahat hatıralarım anlatmaya başladı." -P. Safa. 2. Gezi. seyahat etmek uzak yerleri gezerek görmek, yolculuk etmek: "Seyahat etmenin ilk defa olarak büyük bir faydasını gördüm." -H. C. Yalçın.
→ seyahatname, iş seyahati
seyahat acentesi is. 1. Yolculuk bileti satılan ticari kuruluş. 2. Geziyle ilgili hizmetleri düzenleyen ticari kuruluş: "Tam karşısına düşen bir seyahat acentesinin reklam ışıkları gecenin ayazım renk renk dağıtıyordu." -A. İlhan.
seyahatname is. (seyahatna:me) Ar. siyâhat + Far. nâme ed. Bir yazarın gezip gördüğü yerlerden edindiği bilgi ve izlenimlerini anlattığı eser: "Seyahatname okumanın tadım öteden beri bilirim." -A. Haşim.
seyek is. (se'yek) Far. se + yek Tavla oyununda zarlardan birinin üçlü, öbürünün birli gelmesi, üç bir.
seyelan is. (seyelâ:n) Ar. seyelân esk. 1. Akma, akıntı, 2. fiz. Akı.
seyfıye is. Ar. seyfiyye tar. Osmanlı Devletinde Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra, yerine kurulan yeni ordu örgütünde görev yapan subayların oluşturduğu askerî sınıf.
seyir, -yri is. Ar. seyr 1. Gidiş, yürüyüş, ilerleyiş: Hastalığın seyri. 2. Kara taşıtlarının belli bir güzergâhta ilerlemesi. 3. den. Özellikle gemilerin belli bir rotayı takip ederek yolculuk etmesi. 4. Bir yerden başka bir yere gitmek için yola çıkma. 5. Eğlenmek için bakma, hoşlanarak bakma, temaşa: "Tevfık, orta oyununa çıkınca seyrine en sık gidenlerden birisi Selim Paşa'nın karısı oldu. " -H, E. Adıvar. 6. Bakıp eğlenecek şey, eğlendirici durum: "Bundan âlâ seyri nerde bulacak garipler?" -T. Buğra, seyre dalmak bir şeye kendini vererek bakmak: "Sanki Rumeli baştan başa bir arena idi ve Avrupa siyaset adamları da birer Roma imparatoru gibi mermerden localarına kurulmuşlar, oradaki olumlu güreşleri seyre dalmışlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ seyredilmek, seyretmek, seyreytemek
seyirci is. 1. Bir olayı gören, izleyen kimse, izleyici. 2. İzlemek, eğlenmek için bakan kimse, izleyici: "Seyircilerin şakalarına tahammül edemedim, tiyatrodan çıktım." -H. Taner, seyirci kalmak bir olay karşısında hiçbir tepki göstermeyerek işe karışmak: "Ciğerparesi, bir tanesi içeride alevler içinde can verirken, Fasarya buna seyirci mi kalacaktı?" -H. Taner.
seyircilik, -ği is. Seyirci olma durumu.
seyirlik, -ği sf Seyir için olan.
→ seyirlik oyun
seyirlik oyun is. tiy. Seyirci önünde gösterilen, genellikle beceriye dayanan, eğlendirici nitelikteki oyun: "Geleneksel Türk seyirlik oyunlarının içinde en önemlilerinden biri meddahtır." -M. And.
seyirtme is. Seyirtmek işi.
seyirtmek Koşmak.
seyis is. Ar. sâyis Ata bakan, tımar eden kimse, at bakıcısı.
seyislik, -ği is. Ata bakma işi, at bakıcılığı.
seyit, -di is. Ar. seyyid esk. 1. Bir topluluğun ileri gelen kişisi. 2. Hz. Muhammed'in soyundan olan kimse.
seylani is. (seyla:ni:) Ar. seylâni min. Seylan taşı.
Seylan taşı is. min. Yapısında alüminyum ve demir bulunan bir granat türü, seylani.
seylap, -bı is. (seylâ:p) Ar. seyl + Far. âb esk. Su baskını, taşma, taşkın, feyezan.
seymen is. bk. seğmen.
seyran is. (seyra:n) Ar. seyrân Gezme, gezinme, seyran etmek (veya eylemek) gezmek, gezinmek, dolaşmak, seyrana çıkmak gezmeye, gezintiye çıkmak,
→ bayramda seyranda
seyranlık, -ğı is. Gezinti yeri: "Bu Osmanlı prensini de, 1910 sularında İstanbul'un bir seyranlığında görmüştüm." -F. R. Atay.
seyredilme is. Seyredilmek işi veya durumu.
seyredilmek (nsz) Ar. seyr + T. edilmek Seyretme işine konu olmak.
seyrek, -ği sf. 1. Benzerleri veya parçalan arasında çok aralık bulunan, aralıklı, sık karşıtı: "Öğle vapurlarının seyrek ahalisi içinden sıyrıldı, koşarak merdivenleri çıktı." -P. Safa. 2. Çok bulunmayan, az rastlanan, nadir, 3. zf. Uzun zaman aralıklarıyla, arada sırada, binde bir, nadiren, bayramdan bayrama, bayramda seyranda: "Evinden pek seyrek zamanlarda İçtiği nargilesini istedi." -H. E. Adıvar. 4. zf. Aralıklı olarak, aralıklı bir biçimde, nadir, nadiren.
seyrekçe zf. (seyre'kçe) Biraz seyrek, seyrek bir biçimde.
seyrekleşme is. Seyrekleşmek durumu.
seyrekleşmek (nsz) Seyrek duruma gelmek, seyrelmek: "On gün sonra gelen giden seyrekleşü."-M. Ş. Esendal.
seyrekleştiriş is. Seyrekleştirme işi veya biçimi: "Buluşmaları seyrekleştirdiler. Bu seyrekleştiriş, ikisinin de ateşini arttırmaktan başka bir şeye yaramadı." -M. Ş. Esendal.
seyrekleştirme is. Seyrekleştirmek işi, seyreltme,
seyrekleştirmek (-i) Seyrek duruma getirmek, seyreltmek.
seyreklik, -ği is. Seyrek olma durumu: "Armut ağaçlarının seyrekliğinde kurulu çadırlar, ay ışığında yalnızlaşıyordu." -M. N. Sepetçioğlu.
seyrek otlatma is. Otlayan hayvanların, genellikle koyun ve keçilerin, mera üzerine seyrek bir biçimde dağıtılarak, birbirini rahatsız etmeden çobanlar tarafından otlatılması.
seyrelme is. Seyrelmek işi.
seyrelmek (nsz) Seyrekleşmek.
seyreltici is. Seyreltmeyi sağlayan madde.
seyrettik, -ği sf. kim. Seyreltilmiş olan, derişik karşıtı: Seyrettik sülfürik asit.
seyrelliklik, -ği is. Seyreltik olma durumu.
seyreltilme is. Seyreltilmek durumu.
seyreltilmek (nsz) 1. Seyreltme işi yapılmak. 2. kim. Bîr sıvı, bir miktar su veya sıvı katılarak az yoğun duruma getirilmek.
seyreltme is. Seyreltmek işi, seyrekleştirme.
seyreltmek (-i) 1. Seyrekleştirmek. 2. Sıvıyı bir miktar su veya sıvı katarak az yoğun duruma getirmek.
seyretme is. Seyretmek işi: "Bu gece buraya mehtabı seyretmeye gelmiş." -H. Taner.
seyretmek, -der (-i, nsz) Ar. seyr + T. etmek 1. Bir şeyin durumunu, oluşumunu gözlemek, bakmak: "Kitapçı vitrinlerinde kendi eserlerini gördükçe durup hayran hayran seyrediyor." -H. Taner. 2. Bir olaya karışmadan bakmak: "Rabia biraz şaşkın, salapuryada arkadaş olduğu çocuklu tazenin kocasıyla buluşmasını seyrediyordu." -H. E. Adıvar. 3. Eğlenmek, görmek, öğrenmek vb. için bakmak, izlemek: Televizyon seyretmek. 4. Taşıt, ilerlemek, yol almak. 5. Hastalık sürmek, devam etmek, seyret! Beklenmedik bir şey olacağını anlatan bir söz: Sen şimdi curcunayı seyret!
seyreyleme is. Seyreylemek işi veya durumu.
seyreylemek (-i) Ar. seyr + T. eylemek Bir şeyi seyretmek, geriden gözlemek, seyreyle gümbürtüyü çıkacak olayları gör, ibretle seyret.
seyrüsefer is. (se'yrüsefer) Ar. seyr + sefer esk. Gidiş geliş, trafik: Seyrüsefer iki saat durdu.
seyyah is. (seyya:h) Ar. seyyah esk. Gezgin, turist: "Seyyah olup şu âlemi gezerim / Bir dost bulamadım gün akşam oldu." -Pir Sultan Abdal.
seyyal, -li sf. (seyya:l) Ar. seyyâl fiz. esk. Akışkan.
seyyanen zf. (seyya:nen) Ar. siyyânen Eşit olarak.
seyyar sf. Ar. seyyar 1. Belli bir yeri olmayan, gezici, gezgin: Seyyar satıcı. 2. Kolay taşınabilen, katlanarak taşınabilir duruma getirilebilen, portatif: "Zira muharebeden beri seyyar karyolamı hiç bırakmadım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ seyyar hastane, seyyar satıcı
seyyare is. (seyya:re) Ar. seyyare astr. esk. Gezegen.
seyyar hastane is. 1. ask. Harekâtta veya acil durumlarda kullanılmak üzere motorize, gezgin hastane. 2. İlk yardım çantası niteliğinde sağlık malzemesinin bulunduğu dolap veya çanta: "... büfenin üstünde benim seyyar hastaneyi hemen açarak henüz evlerine gidememiş olanların ilk tedavilerini yaptım. " -R. N. Güntekin.
seyyar satıcı is. Belli bir satış yerinde çalışmayan, tüketicinin bulunduğu yere giderek malını sattşa sunan kimse.
seyyar satıcılık, -ğı is. Seyyar satıcı olma durumu.
seyyiat ç. is. (seyyia'A) Ar. seyyi'ât din b. esk. Din bakımından yapılan kötülükler, günahlar.
seyyibe sf. Ar. şeyyibe esk. Dul (kadın).
seyyie is. Ar. seyyi 'e esk. 1. Kötülük. 2. Yanlış veya kötü bir davranış sonucu karşılaşılan kötü durum.
seza is. (seza:) Far. seza esk. Uygun, yaraşır, bir şeye değer: "Hele, Topaç dedikleri o mollanın hâli görülmeye seza." -S. M. Alus.
sezaryen is. Fr. cesarienne tıp Doğal olmayan durumlarda karm ve döl yatağının kesilerek bebeğin alınmasına dayanan doğum yöntemi.
sezaryenli sf Sezaryen ameliyatı olmuş (kadın veya doğum).
sezaryensiz sf. Sezaryen ameliyatı olmamış (kadın veya doğum).
sezdiriş is. Sezdirme işi veya biçimi.
sezdirme is. Sezdirmek işi.
sezdirmek (-i, -e) Sezmesine yol açmak, belli etmek, hissettirmek: "Doktorlar ona bir şey sezdirmediler. O da çektiği acılardan, karısına, kızına hiçbir şey belli etmedi." -Y. Z. Ortaç.
sezgi is. 1. Sezme yeteneği, feraset: "Kaynana, yaman halk kadını sezgisi ile teşhisi koymuştur." -H. Taner. 2. Sezme gücü yerinde olan kimse. 3. fel. Gerçeğin deneye veya akla vurmadan doğrudan doğruya kavranması.
sezgicilik, -ği is. fel. Bilginin sezgiyle elde edilebileceğini savunan öğretilerin genel adı.
sezgili sf. Sezgi ile edinilen, sezgiye dayanan.
sezgisel sf. Sezgili.
sezi is. Sezgi.
→ ilk sezi, önsezi
sezilme is. Sezilmek durumu.
sezilmek (nsz) Bir şey, bîr durum anlaşılmak, hissedilmek: "Dudak uçlarında ancak sezilebilen bir memnunluk yanıp sönmüştü." -H. Taner.
sezindirme is. Sezindirmek işi.
sezindirmek (-i) Sezinlemesini sağlamak, sezdirmek.
sezinleme is. Sezinlemek işi, sezme.
sezinlemek (-i) Sezer gibi olmak, sezmek: "Arkadaşlarından ayrıldığını, tam ters yola düştüğünü sezinlemedi bile." -A. Sayar.
sezinleyiş is. Sezinleme işi veya biçimi.
sezinmek (-i) bk. sezinlemek.
seziş is. Sezme işi veya biçimi: "Huzura ulaşınca olağanüstü bir seziş ve özdeşleşme yetkisine varmış oluyordu." -H. Taner.
sezme is. Sezmek işi.
sezmek, -er (-i), 1. Açık bir kanıt olmaksızın, olmuş veya olacak bir şeyi anlamak, kestirmek, hissetmek: "İkinci Dünya Savaşı'na doğru gittiğimizi en evvel sen sezmiştin." -R. H. Karay. 2. Anlamak, fark etmek: "Onun deli sayılmasının sebeplerini gizlice biz de sezerdik. " -A. Ş. Hisar.
sezon is. Fr. saison 1. Mevsim. 2. Belirli bir süre: "Böylece tiyatro sezonu hakkında insan yarım saat içinde fikir edinebilmiş oluyor. " -H. Taner. 3. Genellikle sporda belli bir etkinlik süresi.
→ ölü sezon
sezonluk, -ğu sf. 1. Belirli bir süre içinde uygulanan: Sezonluk yarış. 1. Mevsimlik: Bir sezonluk bilet aldım.
sezü is. bot. Mantar meşesi.
sezyum is. (se'zyum) Fr. cesium kim. Atom numarası 55, atom ağırlığı 133, yoğunluğu 1,90 olan, 28 °C'de eriyen ve doğada ender rastlanan bir element (simgesi Cs).