-sa / -se (I) Dilek eki: (bahar) gel-se, (param) ol-sa vb,
-sa / -se (II) Şart eki: (ise'den kısalma, vurgusuz) çalışırsa (kazanır), okursa (adam o-lur) vb.
-sa- / -se- (III) İsimden fiil türeten ek: mühim-se-mek, önem-se-mek, su-sa-mak, umursamak vb.
saadet is. (saa:det) Ar. sa'âdet Mutluluk, ongunluk, mut, kut: "... gecenin içinde onun parıldayan ela gözlerini görmek öyle bir saadetti ki..." -R. N. Güntekin.
→ saadet asrı, saadethane, saadet zinciri, asnsaadet, devrisaadet, aile saadeti
saadet asrı is. Asrısaadet.
saadethane is. (saa:deiha:ne) Ar. sa'âdet + Far. hâne 1. Yüksek rütbeli kimselerin evi. 2. Mutlu ve huzur içinde yaşanılan yer.
saadetle zf. (saa:detle) esk. "Güle güle" anlamında esenleme sözü.
saadetli sf. (saa:detli) 1. Mutlu. 2. is. esk. Osmanlı döneminde korgeneral ile albay arasındaki rütbeli subaylara ve bu derecedeki vezirlere verilen unvan.
saadet zinciri is. Bir dizi mutluluk.
saat, -ti is. Ar. sâ'at 1. Bir günlük sürenin yirmi dörtte birine eşit, altmış dakikalık zaman dilimi, zaman parçası: "Karabalçıklı çiftliği kasabadan sıkı yürüyüşlerle bir saat çeker." -R. N. Güntekin. 2. Vakit, zaman: "Oyuncular meyus olmayarak gene saati geldiği vakit perdelerini açtılar." -M. Ş. Esendal. 3. Bir işin yapıldığı belli bir zaman: Yemek saati. Kahvaltı saati. Uyku saati. Çalışma saati. 4. Günün hangi saati olduğunu gösteren alet: "Kolundaki krom saate göz attı." -R. H. Karay. 5. Sayaç: Elektrik saati. Su saati, saat bu saat ele geçen fırsattan yararlanmanın tam zamanı, saat gibi tam bir düzgünlükte, dakik, saat gibi işlemek hiç aksamadan, ara vermeden çalışmak, saat on bir buçuğu çalmak yaşı çok ilerlemiş olmak, saat tutmak saate bakarak bir işin ne kadar sürdüğünü hesaplamak, saati çalmak bir şeyin vakti gelmek: "... herkes ona artık vaktim ibadete hasretmek zamanının geldiğini, daha doğrusu ahireti düşünmek saati çaldığım ima ediyordu." -H. E. Adıvar. saatinde önceden belirlenen, düşünülen vakitte.
→ saat açısı, saat ayarı, saat başı, saat camı, saat cebi, saat çiçeği, saat dairesi, saat dilimi, saat farkı, saat kulesi, saati saatine, alafranga saat, alaturka saat, altın saat, amper saat, ana saat, çalar saat, elektronik saat, ezani saat, guguklu saat, kilovat saat, lümensaat, o saat, ölü saat, vat saat, yerel saat, yeşil saat, zevali saat, akşam saati, beslenme saati, bilek saati, cep saati, çalışma saati, çay saati, duvar saati, elektrik saati, eşref saati, ezan saati, güneş saati, kol saati, konsol saati, kontrol saati, kum saati, masa saati, mesai saati, meydan saati, okuma saati, park saati, su saati, uyku saati, yaz saati, yıldız saati, altın saatler, indirim saatleri, o saatte
saat açısı is. den. Konum üçgeninin içinde bulunulan yerin saatini veren açısı,
saat ayarı is. Vaktin ve saatin düzenli akışım sağlamak amacıyla yapılan ayar.
saat başı is. Her saatin ilk dakikalan: Saat başı telefon ediyor, saat başı galiba! bir toplantıda, herkesin dalıp sustuğunda bu durumu fark eden bir kimsenin söylediği söz.
saat camı is. Saat kadranı ve rakamlarını dış etkilerden koruyan özel yapılmış cam.
saat cebi is. Saat konulmak üzere pantolonlara, özellikle yeleklere yapılan cep.
saatçi is. Saat yapan, onaran veya satan kimse.
saat çiçeği is. bot. Bir tür çiçek,
saatçilik, -ği is. Saat yapma, onarma veya satma işi.
saat dairesi is. astr. Bir yıldızdan ve göğün kutuplarından geçen büyük daire.
saat dilimi is, astr. Greenwich başlangıç boylamından itibaren yeryüzünü yirmi dört parçaya ayıran, 15 dakikalık bölümlerden her biri.
saat farkı is. Dünyanın dönüşünden ve meridyen farklılığından oluşan zaman aralığı.
saati saatine zf. Tam vaktinde, saati saatine (veya dakikası dakikasına) uymamak sık sık durumu, huyu değişmek.
saat kulesi is, Genellikle şehrin merkezinde yer alan, üzerinde saat bulunan kule.
saatlerce zf. (saatle'rce) Uzun süre, uzun uzadıya: "Yemekten sonra yukarı çıktı, saatlerce gezindi." -M. Ş. Esendal.
saatli sf. Saati olan, saati bulunan: "Sınıfın bir tek saatlisi olduğu için, onu her derste birkaç defa çıkarıyor." -S. F. Abasıyanık.
→ saatli bomba
saatli bomba is, İstenilen saatte patlaması önceden ayarlanmış bomba.
saatlik, -ği sf. Herhangi bir saat süresince yapılan veya olan: "Yeniköy bu yandan Banarlı nahiyesine yarım saatlik, kaza merkezine de olsa olsa bir buçuk saatlik bir yerde..."-M.Ş. Esendal.
saba (I) is. (saba:) Ar. sabâ meteor. Sabahleyin gün doğusundan esen hafif ve yumuşak rüzgâr.
→ saba rüzgârı, badısaba
saba (II) is. (saba:) Ar. sabâ müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
sababuselik, -ği is. müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
sabah is. (-ba:hı) Ar. sabah 1. Günün başlangıcı, günün ilk saatleri: "Havanın üşütecek kadar serinlemiş olmasına göre sabah yakın." -R. N. Güntekin. 2. Sabah ezam. 3. Sabah namazı: Sabahı kıldım. 4. zf. Güneşin doğduğu andan öğleye kadar geçen zaman, sabahleyin, sabah vakti: Bütün ev islerini sabah bitirdim, sabah ola, hayrola "Sabah olsun, o vakte kadar iş belki düzelir" anlamında kullanılan bir söz: "Bu koskoca şehirde açlıktan ölecek değilim ya? Sabah ola hayrola. Bir çaresini bulurum elbet." -O. Hançerlioğlu. (hasta) sabaha çıkmamak sabaha kadar yaşayamamak, sabahtan önce ölmek: "Akşama doğru birdenbire ağırlaştı. Altı saatten beri kendim bilmiyor. Sabaha çıkmayacak." -R. N. Güntekin. sabahı bulmak (veya etmek) sabahlamak: "Hiç uyuyamadım. Her dakika gelip kaldıracaklar sanıyorum. Ama işte sabahı ettik." -S. F. Abasıyanık. sabahlar hay rolsün! 1) günaydın! 2) iş işten geçtikten, olan olduktan sonra gösterilen ilgi için söylenen bir söz.
→ sabah akşam, sabah ezam, sabah kahvaltısı, sabah keyfî, sabah koşusu, sabah namazı, sabah sabah, sabah vakti, sabah yeli, sabahyıldızı, sabaha doğru, sabaha karşt, sabahın köründe, çınsabah, selam sabah, akşama sabaha, akşamlı sabahlı
sabaha zf. Yarın sabah.
sabaha doğru zf. Sabaha karşı.
sabaha karşı zf. Gecenin sabaha yakın zamanında.
sabah akşam zf. Her vakit, daima, sürekli, devamlı.
sabahçı is. 1. Nöbeti sabaha doğru olan veya sabaha rastlayan kimse. 2, Uyumadan sabahı bulan kimse. 3. sf. İkili öğretim yapan okullarda öğleden önce ders gören (öğrenci), öğlenci karşıtı.
→ sabahçı kahvesi
sabahçı kahvesi is. 1. Sabaha kadar açık kalan kahve. 2. Sabaha karşı açılan kahve.
sabahçılık, -ğı is. Sabahçı olma durumu.
sabah ezanı is. din b. Sabah namazı vaktini duyuran ezan.
sabahın köründe zf. Sabahın en erken saatinde, erkenden, ortalık iyice aydınlanmadan: "Koca Osman sabahın köründen, akşamın karanlığına kadar üç gün böylece yürüdü." -Y. Kemal.
sabah kahvaltısı is. Sabah vakti yenilen yemek.
sabah keyfî is. Sabahleyin geç kalkma, yatak keyfi yapma.
sabahki sf. Sabah olan, sabah yapılan.
sabah koşusu is. Sabahleyin spor amacıyla yapılan koşu.
sabahlama is. Sabahlamak işi: "Bir de dışarıda sabahlamaya başlarsa büsbütün küplere binecekti." -Ç. Altan.
sabahlamak (nsz) 1. Bir yerde sabaha kadar kalmak. 2. Herhangi bir sebeple bütün geceyi uyumadan geçirmek.
sabahları zf. 1. Sabah vaktinde. 2. Her sabah.
sabahlatma is. Sabahlatmak işi.
sabahlatmak (-i) Sabahlama işini yaptırmak.
sabahleyin zf. (saba'hleyin) Sabah vaktinde, sabahın ilk saatlerinde: "Nihayet, dördüncü günü sabahleyin gelip annemle konuştu," -H. C. Yalçın.
sabahlık, -ğı is. 1. Sabahlan yataktan kalkınca geçici olarak giyilen üstlük: "Hemen onun üstüne sabahlığını geçirerek kapıyı açmaya koştu." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Sabahla ilgili, sabaha özgü: Bir sabahlık iş kaldı. Bir sabahlık kahvaltı. 3. Sabaha yetecek kadar. 4. zf Sabaha özgü olmak üzere: Bu sabahlık beni bağışlayınız.
→ akşamlık sabahlık
sabah namazı is. din b. Sabah vakti kılınan namaz.
sabah sabah zf. Sabahleyin, erkenden: "Hem sabah sabah iki ayağımı bir pabuca sokuyorsunuz hem ortalarda görunmüyorsunuz." -A. İlhan.
sabahtan zf. Sabahleyin, sabah sabah: "Sabahtan keçiyi o tarafa, yeni biçilmiş buğday tarlasına bağlamıştı." -N. Cumalı. sabahtan akşama bütün gün: "Yüz yaşıma kadar yaşasam, sabahtan akşama didinmezsem ölür giderim." -S. F. Abasıyanık..
sabah vakti zf. Sabahleyin.
sabah yeli is. meteor. Sabahleyin gün doğusundan esen hafif ve yumuşak yel, saba rüzgârı.
sabahyıldızı is. bot. Afrika'da yetişen sert ve kaba dokulu, turuncu sarı renkli ağaç (Nauclea didemichii).
saban is. Çift süren hayvanların koşulduğu demir uçlu tarım aracı, saban sürmek 1) toprağı sabanla kazıp altüst etmek; 2) sp. güreşte, hasmı ayaklarından tutup yüzükoyun yerde sürümek, sabanın tutağına yapışan el aç kalmaz çiftçilik yapan veya çalışan aç kalmaz.
→ saban balığı, saban demiri, saban kemiği, sabankıran, saban kulağı, kara saban
saban balığı is. zool. Dev köpek balığıgillerden, boyu 5 m kadar olabilen, kuyruğu sabana benzer bir köpek balığı, deniztilkisi (Alopias vulpes).
saban demiri is. Sabanın toprağı yarmaya yarayan taban kısmına takılan demir.
saban kemiği is. anat. Burun boşluklarını birbirinden ayıran çeperi arkasında bulunan ince uzun kemik.
sabankıran is. bot. Kayışkıran.
saban kulağı is. Sabanın, toprağın altını üstüne getiren bölümü.
saba rüzgârı is. meteor. Sabah vakti gün doğusundan esen yumuşak ve hafif rüzgâr, sabah yeli, saba.
sabık sf. (sa:bık) Ar. sâbik Geçen, önceki, eski: "Yorucu çalışmalar sonunda sabık bakanların ne derece hüner sahibi olduklarım tespit etmiştir." -A. İlhan.
sabıka is. (sa:bıka) Ar. sâbika 1. Geçmiş bulunan şey, geçmiş bulunan olay, 2. huk. Geçmişte işlenmiş, mahkemece ispatlanıp cezalandırılmış olan suç: "Üstelik sabıkası olduğu için iş bulması daha da güçtür." -N. Cumalı.
→ sabıka kaydı
sabıka kaydı is. huk. Adli sicilden verilen bilgiye göre bir kimsenin sabıka durumunu gösteren yazı.
sabıkalı sf. Sabıkası olan: "Bugün medeniyet ve insaniyetin düşmanları olan canileri, sabıkalıları o arıyor, o takip ediyor, o buluyor." -Ö. Seyfettin.
sabıkasız sf. Sabıkası olmayan.
sabıkasızbk, -ğı is. Sabıkasız olma durumu.
sabır, -brı is. Ar. şabr 1. Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç: "İki, üç akşamda bir, odasına uğrar, onun o sonu gelmez askerlik hatıralarını büyük bir sabırla dinlemeye koyulurduk. " -H. Taner. 2. Olacak veya gelecek bir şeyi telaş göstermeden bekleme, sabır acıdır, meyvesi tatlıdır sabır zor bir iştir, ancak güzel sonuçları vardır, sabrı taşmak (veya tükenmek) artık katlanmaz, dayanmaz duruma gelmek, sabrı kalmamak: "Sabrı tükenmiş olanlardan birkaçı, birden söze başlamak istedilerse de, reis izin vermedi. " -M. Ş. Esendal.
→ sabır taşı, sarısabır, sabretmek, sâbreylemek
sabırla zf. Sabır göstererek, sabırlı davranarak.
sabırlı sf. Sabır gösteren, katlanan, sabreden: "Halim, adı üstünde sabırlı bir adamdır." -B. Felek.
sabırsız sf. 1. Sabır göstermeyen, sabrı olmayan. 2. Aceleci.
sabırsızlanış is. Sabırsızlanma işi veya biçimi.
sabırsızlanma is. Sabırsızlanmak işi.
sabırsızlanmak (nsz) Sabırlı davranmamak, sabır göstermemek: "Sizi bekleyen zat ...fena hâlde sabırsızlanır sonra." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sabırsızlık, -ğı is. Sabır göstermeme, sabırlı davranmama, sabırsız olma durumu: "Donmuş ellerini ısıtarak sabırsızlığını dışa vurmadan yazımı tamamlamamı beklerdi." -N. Cumalı. sabırsızlıkla büyük bir merakla: "Nihayet herkesin bu kadar sabırsızlıkla beklediği büyük gece gelirdi." -A.. Ş. Hisar.
sabır taşı is. Çok sabırlı kimse.
sabi is. (sabi:) Ar. sabi Küçük çocuk: "İki yaşında bir sabi masumluğuyla annemin yanına gidecek ve dizlerine kapanacaktır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sabit sf. (sa:bit) Ar. şâbit 1. Yerinden oynamayan, yerini değiştirmeyen, durağan. 2. Gerçekliği tespit edilmiş, kanıtlanmış olan. 3. mec. Değişmeyen, hep aynı kalan, önceden ayarlanmış: Sabit gelir, sabit olmak 1) bir şeyin varlığı, gerçekliği kesin olarak belli olmak: "Önceden koyduğu teşhislerin doğruluğu sonradan kaç defa sabit olmuş." -A. Ş. Hisar. 2) durağan durumda bulunmak.
→ sabit fikir, sabitkadem, sabit kalem, sabit kur,fîkrisabit
sabite (sa:bite) Ar. sabite 1. mat. Bir formülde geçen ve önceden belirlenmiş bulunan değişmez nicelik. 2. astr. Hareket etmeyen yıldız.
sabit fikir, -kri is. psikol. Saplantı.
sabit fikirli sf. Saplantılı.
sabit fikirlilik, -ği is. Saplantılı olma durumu.
sabitkadem sf. (sa:bitkadem) Ar. sabit + kadem esk. 1. Süreklilik gösteren. 2. Sözüne sadık, sözünü tutan ve yerine getiren.
sabit kalem is. Kopya kalemi.
sabit kur is. ekon. Döviz paritesinin alış ve satış değerlerinin serbest piyasa kurallarına göre Merkez Bankasının müdahalesiyle belirlenmesi.
sabitleşme ıs. Sabitleşmek işi.
sabitleşmek (nsz) Sabit duruma gelmek.
sabitieştirilme is. Sabitleştirilmek işi.
sabitleştirilmek (nsz) Sabit duruma getirilmek.
sabitleştirme is. Sabitleştirmek işi.
sabitleştirmek (-i) Sabit duruma getirmek: "Bir türlü tutamaz, durduramaz, sabitleştiremezsiniz." -R. H. Karay.
sabitlik, -ği is. Sabit olma durumu: "Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talimimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor." -Ö. Seyfettin.
sabo is. (sa'bo) Fr. sabot 1. Genellikle birçok Avrupa ülkesinde giyilen tahta ayakkabı. 2. Üzerinde deri vb. bant bulunan bir tür sandal.
sabotaj is. Fr. sabotage Baltalama, sabotaj yapmak 1) yıkmak, tahrip etmek, kullanılır durumdan çıkarmak: "Sırplar bu sırada ricat ordusuna hücumlar tertip etmek, postaları vurmak, geri hizmetlerde sabotaj yapmak gibi teşebbüslerle düşmanın ileri hareketini kolaylaştırdılar." -F. R. Atay. 2) bir işi kısıtlı olarak bozmak, baltalamak.
sabotajcı is. Baltalayıcı.
sabotajcılık, -ğı is. Baltalayıcılık.
sabote sf. Fr. sabote Baltalama, sabote etmek baltalamak.
sabretme is. Sabretmek işi.
sabretmek, -der (nsz) Ar. şabr + T. etmek Sabır göstermek, sabırlı davranmak: "Peygamber olsa ancak bu kadar sabrederdi." -R. N. Güntekin. sabreden derviş muradına ermiş beklemesini bilen kimse sonunda amacına ulaşır.
sabreyleme is. Sabreylemek işi veya durumu.
sabreylemek (nsz) Ar. şabr + T. eylemek Sabretmek: "Sabreyle gönül bir gün olur bu hasret biter." -Şarkı.
sabuh is. Ar. şabüfrı Sabah vakti içilen içki,
sabuklanma is. psikol. Bazı hastalıklarda görülen abuk sabuk konuşma, anlamsız davranışlarda bulunma vb, belirtiler gösteren ruh bozukluğu, hezeyan.
sabuklanmak (nsz) Abuk sabuk konuşma, anlamsız davranışlar gösterme biçiminde belirtileri olan ruhsal bozukluğa yakalanmak.
sabun is. Ar. şâbûn 1. Kirli ve yağlı şeyleri temizlemekte kullanılan, türlü yağlarla alkaliler birleştirilerek yapılan madde, 2. Bu maddenin kalıp durumunda olan biçimi, sabun köpüğü gibi sönmek gösterişli olmakla birlikte en hafif bir etki ile yok olmak: "Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü." -Ö. Seyfettin.
→ sabun ağacı, sabun balığı, sabunhane, sabun otu, sabun taşı, sabun tozu, beyaz sabun, kokulu sabun, toz sabun, arap sabunu, banyo sabunu, çamaşır sabunu, el sabunu, mis sabunu, ttraş sabunu, tuvalet sabunu, yüz sabunu
sabun ağacı is. bot. Öz suyu köpüren ağaç (Sapindaceae).
sabun balığı is. zool. Atlas Okyanusu kıyılarında yaşayan ve bol miktarda mukus salgılayan küçük balık (Rypticus saponacens).
sabuncu is. Sabun yapan veya satan kimse.
sabunculuk, -ğu is. Sabun yapma veya satma işi.
sabunhane is. (sabunha:ne) Ar. şâbûn + Far. hâne Sabun yapılan yer.
sabuniye is. (sabu:niye) Ar. şâbüniyye Bir tür nişasta helvası.
sabunlama is. Sabunlamak işi.
sabunlamak (-i) 1. Herhangi bir şeyi sabun sürerek yıkamak: "Yüzünü sabunlarken ıslık çalıyordu," -T. Buğra. 2. Bir nesneyi sabun sürerek kaygan duruma getirmek: "Komiserle gelen jandarmalar bir iskemleye binmişler, gülüşerek damgacının ipini sabunluyorlardı."-Ö. Seyfettin.
sabunlanış is. Sabunlanma işi veya biçimi.
sabunlanma is. Sabunlanmak işi.
sabunlanmak (nsz) Sabunlama işi yapılmak.
sabunlaşma is. kim. Bitkisel veya hayvansal yağların sabun durumuna dönüşmesi.
sabunlaşmak (nsz) Sabun durumuna gelmek.
sabunlaştırma is. Sabunlaştırmak işi.
sabunlaştırmak (-i) kim. Bir maddeyi sabun durumuna dönüştürmek.
sabunlayış is. Sabunlama işi veya biçimi.
sabunlu sf. 1. İçinde sabun eritilmiş: Sabunlu su. 2. Sabun sürülmüş fakat durulanmamış.
sabunluk, -ğu is. 1. İçine sabun konulan küçük kap. 2. sf. Sabun yapımına elverişli cilan: Sabunluk yağ.
sabun otu is. bot. Çöven.
sabunsuz sf. 1. İçinde sabun bulunmayan. 2. zf. Sabun sürülmeden.
sabun taşı is. min. Terzilerin kumaşı işaretlemek için kullandıkları, yeşilimsi veya beyaz renkli, sertliği 1 olan magnezyum silikat.
sabun tozu is. Toz durumunda olan sabun.
sabur sf. (sabu:r) şabür Çok sabırlı.
sabura is. (sabıı'ra) İt. saburra den. Gemi safrası.
sac is. 1. Yassı demir çelik ürünü. 2. Bu nesneden yapılmış dışbükey pişirme aracı: "Esmer, sacda pişirilmiş bir somun ekmeği, eliyle parçalayıp sofradakilerin önüne dağıttı. " -N. Cumalı. 3. sf. Bu üründen yapılmış olan: "Yüksek bir kahve masası, üstünde minimini bir sac soba." -R. N. Güntekin.
→ sacayağı, sacayak, sac böreği, sac ekmeği, sac kavurması, sac kebabı
sacayağı is. 1. Üzerine tencere, tava vb. koymaya yarayan, ateş üzerine oturtulan, üç ayaklı çember veya üçgen biçiminde demir destek. 2. Üçlü grup.
sacayak, -ğı is. Sacayağı: "Kimi kocaman kazanı sacayak şeklinde dizilmiş üç büyük taşın üstüne oturtmaya çalışıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sac böreği is. Mayalanmış hamurun yufka hâlinde açılıp içine kıyma, ıspanak, kavrulmuş soğan vb. malzeme konulmasıyla yapılan ve sacda pişirilen bir tür börek.
sac ekmeği is. Mayalanmış hamurun oklava ile daire şeklinde açılıp sac üzerinde pişirilmesiyle elde edilen ekmek.
sac kavurması is. Orta yağlı ve küçük doğranmış koyun etinin ağır ateşte pişirilip soğan, domates, yeşilbiber, dereotu eklenmesiyle hazırlanan karışımın tekrar kısık ateşte pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
sac kebabı is. Sac üzerinde ateşte pişirilen kebap.
saç (I) is. Baş derisini kaplayan kıllar: "Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar..." -A. Haşim. saç ağartmak saç sakal ağartmak, saç saça baş başa (gelmek veya dövüşmek) genellikle kadınlar birbirlerini kıyasıya hırpalayarak kapışmak: "Eğer bu patırtıdan, ikindi uykusu başına sıçrayan imam aşağı koşmasa, iki kadın, avluda saç saça baş başa dövüşeceklerdi." -H. E. Adıvar. "Kıbrıs'ta parti politikası da, bir ara, ana vatandaki gibi saç saça baş başa idi." -T. Halman. (bir işte) saç sakal ağartmak o işte uzun zaman çalışmış, emek vermiş olmak, saç sakal birbirine karışmak saçı sakalı uzamak, bakımsız görünmek, saçı sakalı akar gibi üstü başı perişan bir durumda: "Hani saçı sakalı akar gibi bir adam geliyor ya buraya, o işte." -N. Ataç. saç sakala karışmış saçı ve tıraşı uzamış, özensiz bir durumda, saçı başı ağarmak yaşlanmak, saçı başı birbirine karışmak bakımsız olmak: "Matmazelin saçı başı birbirine karışmıştı." -S. F. Abasıyanık. saçı bitmedik (yetim) doğalı çok olmamış (yetim), saçı topuklarını dövmek saçı çok uzun olmak, saçı uzun aklı kısa esk. kadınları aşağılamak için kullanılan bir söz: "Ona oğluna olduğu kadar güvenmiyor. Kız çocuğu bu, ne kadar okusa da, saçı uzun aklı kısa olur der." -E. Bener. saçın ak mı kara mı, önüne düşünce görürsün acele etme, sonucun ne olduğunu biraz sonra anlarsın. saçına ak düşmek saçı ağarmaya başlamak, yaşlanmak, saçına başına bakmadan ilerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde, saçına kar yağmak saçı aklaşmaya başlamak. saçını başını yolmak çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek: "Tanrıça Hebe çaresiz kalmış, saçım başım yoluyordu." -S. F. Abasıyanık. saçını süpürge etmek kadın özveri ile çalışıp hizmet etmek, saçları iki türlü olmak yaşı ilerlemiş bulunmak.
→ saçkıran, saç örgüsü, arapsaçı, cinsaçı, şeytansaçı
saç (II) is. astr. Kuyruklu yıldız çekirdeğini saran ışıklı gaz yuvan.
saçak, -ğı is. 1. Bazı giyim eşyalarında veya döşemeliklerde kumaş kenarlarına dikilen süslü iplikten püskül: Perdenin saçağı. 2. Havlu, halı vb.nin kenarı boyunca sarkan püskül. 3. Bir yapının herhangi bir bölümünü güneş ve yağmurdan koruması için, o bölümden dışa taşkın ve altı boşta olarak yapılan örtü. 4.fiz. Bir gaz ortama yerleştirilen ve yüksek bir potansiyel verilen ve nesnenin yüzeyinde oluşan ışık olayı. 5. sf. Görünüşü saçağı andıran, püskül: "Bakgene bir tutam saçak tütün kalmadı, bana yalnız tozları kalıyor." -M. Ş. Esendal. saçak öpmek tar. sarayda bayramlaşma törenine katılan büyükler, padişahın tahtından sarkıtılmış halı saçaklarım öpmek.
→ saçak bulut, saçak kök, salkım saçak
saçak bulut is. meteor. İnce, tüy gibi saçaklı görünüşü olan buz parçalarından oluşmuş beyaz bulut, sirrus: Saçak bulutlar, iyi havada yağmur veya kar yağacağını haber verir,
saçak kök is. bot. 1. Buğdayda olduğu gibi asıl kökün çevresindeki ek köklerin gelişmesiyle oluşan kök topluluğu. 2. Kök boğazının hemen alt kısmından başlayıp çok dallanmış olarak toprakta yüzeysel biçimde gelişen kök.
saçaklanma is. Saçaklanmak işi.
saçaklanmak (nsz) Kenarlan saçak gibi olmak.
saçaklı sf. Saçağı olan: İpek saçaklı örtü.
saçalama is. Saçalamak işi.
saçalamak (-i) Saçmak, serpmek.
saçalanma is. Saçalanmak işi.
saçalanmak (nsz) Saçılmak, dökülmek.
saçı is. hlk. 1. Gelinin başından aşağı saçılan çiçek, şeker, arpa, para vb. şeyler. 2. Düğün armağanı, saçı kılmak (veya atmak) gelinin başından çiçek, şeker, arpa, para vb. saçmak.
saçık, -ğı sf. Saçılmış, serpilmiş.
→ açık saçık
saçılış is. Saçılma işi veya biçimi.
saçılma is. Saçılmak işi.
saçılmak (nsz) 1. Saçma işi yapılmak. 2. Etrafa dağılmak, yayılmak. 3. Açılıp saçılmak. saçılıp dökülmek 1) gereğinden veya kaldırabileceğinden çok harcamak; 2) mec. içindekini söylemek.
saçıntı is. Saçılıp dağılan şey, döküntü.
saçış is. Saçma işi veya biçimi.
saçıştır ma (-i) 1. Azar azar saçmak, dağıtmak, serpmek. 2. Rastgele saçmak.
saçıştırmak (-i) 1. Dağıtmak. 2. Rastgele saçmak.
saçkıran is. tıp Bir mantarın oluşturduğu, saçları döken bir deri hastalığı, kılkıran.
saçlı sf. Saçı olan: Ak saçlı. Sarı saçlı.
→ saçlı meşe, saçlı sakallı
saçlı meşe As. bot. Bir tür meşe (Quercus cerris).
saçlı sakallı sf. Yaşlanmış, aklı başında olması gereken (kimse): "Soğukoluk'ım çardaklı bir kahvesinde yaşlı başlı, saçlı sakallı, adlı sanlı koca adamlar, bizler, çocuklar gibi tombala oynuyoruz." -R. H. Karay.
saçma is. 1. Saçmak işi. 2. den. Bir tür balık ağı, serpme ağ. 3. Avda kullanılan fişeklerin içine konulan, türlü boylardaki küçük ve yuvarlak kurşun tanesi: "Ben fişeklerin barutunu, tapasını, saçmasını koyarım, beybaba!" -A. Gündüz. 4. sf. Böyle söz söyleyen veya iş yapan: Saçma adam. 5. sf. mec. Akla uygun olmayan, yersiz bulunan, pestenkerani, absürt: Saçma bir iş. 6. mec. Yersiz, akla aykırı, tutarsız söz: "Bırak şu saçmaları! Bir daha bahsini etme." -R. H. Karay.
→ saçma sapan, deli saçması
saçmacı is. Saçma sapan söz söyleyen kimse.
saçmacılık, -ğı is. Saçmacı olma durumu.
saçmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi ortalığa dağıtmak, dökmek: "Oraya birikmiş sulara basarak çamurları etrafa saçtı." -M. Ş. Esendal. 2. Işık ve ısı yaymak: "Büyümüş gözler örste dövülen kızgın demir gibi kıvılcımlar saçtı." -R. N. Güntekin. 3. mec. Belli bir görüşü, düşünceyi yaymak, saçıp savurmak parasını düşüncesizce, boşuna harcamak.
→ döke saça
saçmalama is. Saçmalamak işi.
saçmalamak (nsz) Anlamsız, gereksiz, tutarsız, saçma sapan sözler söylemek: Konuşması büsbütün dağıldı, tutarsızlaştı. Artık saçmalıyor." -A. İlhan.
saçmalaşma is. Saçmalaşmak durumu veya işi.
saçmalaşmak (nsz) Saçma davranışlarda bulunmak.
saçmalık, -ğı is. 1. Saçma konulan yer. 2. Yeri ve değeri olmayan söz, davranış içinde olma, abuk sabukluk, abuk subukluk. 3. Yeri ve değeri olmayan söz, davranış: "Bazen çekip gitmeyi kuruyordu, fakat bunun saçmalığım kendi de idrak ediyordu." -H. Taner.
saçma sapan sf. Abuk sabuk: "Belki de kıymetli saatlerinizi benim saçma sapan sözlerimi dinleyerek öldüreceksiniz." -O. V. Kanık, saçma sapan konuşmak abuk sabuk konuşmak.
saç örgüsü is. Nakış işlerinde bir tür motif adı.
saçsız sf. Saçı olmayan: "On yedi yıldan sonra saçsız başımda tekrar eskisine yakın bir hızla esmeye başlamış kavak yelini..." -R. N. Güntekin.
saçşızlık, -ğı is. Saçsız olma durumu.
saçula (saçu'la) İt. sassola Dökümcülerin kullandığı ağaçtan yapılmış kalıp.
sada is. bk. seda.
sadak, -ğı is. İçine ok konulan torba veya kutu biçiminde kılıf.
sadaka is. Ar. sadaka 1. Dilenciye verilen para. 2. Yoksullara yardım olarak karşılıksız verilen şey: "Sen bana niye söylemedin? Sadaka verirdik, adak adardık." -M. Ş. Esendal.
→ fıtır sadakası, kulak sadakası
sadakat, -ti is. (sada:kat) Ar. sadâkat İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk: "Vazifemi sadakatle yaptığımdan dolayı memnun olduklarım sanıyorum." -R. H. Karay.
sadakatli sf. İçten bağlı, sadık.
sadakatlilik, -ği is. Sadakatli olma durumu.
sadakatsiz sf. Sadık olmayan.
sadakatsizlik, -ği is. Sadakatsiz olma durumu: "Kadının sadakatsizliğini ortaya koymak için bütün zekâsını seferber ediyordu." -H. Taner, sadakatsizlik göstermek sadakatsiz olduğunu ortaya koymak, açıklamak: "Ama kendi hesabına sadakatsizlik göstermemişti. " -S. F. Abasıyanık.
sadaklı sf. Sadağı olan: "Hepsi de kılıç kuşanmıştır; yaylı, sadaklı, topuzludur." -T. Buğra.
sadakor is. İt. 1. Düz dokunmuş, açık saman renginde bir tür ipek kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan: "Sırtında tiril tiril sadakor gömlek..." -H. Taner.
sadaret is. (sada:ret) Ar. sadâret tar. Osmanlı İmparatorluğumda başvezirlik, sadrazamlık.
sade sf. (sa:de) Far. sâde 1. Süsü, gösterişi olmayan, yalın, gösterişsiz: "İki ufak çocuk konuşarak gidiyor; hâlleri o kadar sade, o kadar sevimli M, imrenmemek mümkün değil. " -M. Ş. Esendal. 2. Şekersiz (kahve): Sade kahve. 3. zf (sa:'de) Yalnızca, yalnız, ancak, sadece: "Hem düşünmeli İd insan kısmı sade para ile doymaz." -R. N. Güntekin. 4. ed. Yalın, süssüz, anlaşılır olan (üslup, anlatım): "Lirik şiir en halis şairlerin elinde gayet sadedir." -Y. K. Beyatlı.
→ sade birimler bölüğü, sade kahve, sade kek, sadeyağ
sade birimler bölüğü is. mat. Birden dokuza kadar olan sayılar kümesi.
sadece zf. (sa:'dece) Yalnızca: "Her millette olduğu gibi, bizde de kelimeleri, şiir canlandırmış, nesir sadece kullanmıştır." -Y. K. Karaosmanoğlu. .
sade kahve is. İçine şeker konulmadan pişirilen Türk kahvesi.
sade kek is. İçine katkı ve süs maddesi katılmadan yapılan kek.
sadeleşme is. Sadeleşmek işi, yalınlaşma: "Bu sadeleşme vücut ve keseye daha elverişli idi."-¥. R.Atay.
sadeleşmek (nsz) Yalın bir durum almak," yalınlaşmak.
sadeleştirilme is. Sadeleştirilmek işi.
sadeleştirilmek (nsz) Sadeleştirme işi yapılmak.
sadeleştirme is. Sadeleştirmek işi.
sadeleştirmek (-i) Yalın bir duruma getirmek, yahnlaştırmak,
sadelik, -ği is. 1. Yalın olma durumu: "Bu kadın kalabalık meclislerde bile sadelikten kurtulamamıştır." -P. Safa. 2. ed. Yalınlık.
sadet, -di is. Ar. şaded Konuşulan asıl konu, asıl madde, sadede gelmek konuyla ilgisiz sözleri bırakarak asıl konuya dönmek: "Ne ise bunlar hep dedikodu. Sadede gelelim." -H. E. Adivar.
sadeyağ is. Sütten çıkarılan yemeklik yağ, sağyağ, tereyağı.
sadık, -ğı sf. (sa:dık) Ar. şâdîk esk. 1. Doğru, gerçek. 2. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, sadakatli: "Birisi onu alsa, en sadık kadın olacak, en güzel yemekleri pişirecekmiş." -Ç. Altan. sadık kalmak birine, bir şeye bağlılığını sürdürmek, bağlı kalmak: "Haftada bir iki kere beni görmeye geleceğine dair verdiği söze sadık kalmıştır." -R. N. Güntekin.
→ fecrisadık
sadıkane zf (sa:'dıka:ne) Ar. şâdik + Far. -âne Sadıkça.
sadıkça zf. (sa:dı'kça) Sadığa yaraşır bir biçimde, sadıkane.
sadır, -dri is. Ar. şadr 1. Göğüs, sine. 2. Yürek, kalp. 3. tar. Kazaskerlere verilen unvan. 4. tar. Sadrazam, sadra şifa vermek gönlü, yüreği rahatlatmak, ferahlatmak: "Reha Bey'e de meseleyi biraz çıtlattım. Ondan da pek sadra şifa verecek bir şeyler öğrenemedim." -O. C. Kaygılı.
sâdır sf. (sa:dır) Ar. şâdir esk. Çıkan, görünen, sâdır olmak ortaya çıkmak.
sadık, -ği sf. Fr. sadique psikol 1. Sadistlik özelliği olan: "Ah, siz sadik bir adamsınız. Bakışınızdan anladım." -Ö. Seyfettin. 2. Sadist.
sadıklık, -ğı is. Sadik olma durumu.
sadist sf. İng. sadist psikol. 1. Başkalarına acı çektirerek cinsel doyum sağlayan (kimse), elezer. 2. Sadistlik niteliğinde olan (kimse), elezer. 3. mec. Başkalarına acı çektirmekten zevk duyan (kimse), elezer.
sadistçe zf. (sadi'stçe) Sadiste yakışır bir biçimde.
sadistlik, -ği is. 1. Sadist olma durumu. 2. psikol. Başkalarına acı çektirme yoluyla cinsel doyum sağlama biçiminde kendim gösteren bir tür sapıklık, elezerlik, sadizm.
sadizin is. Fr. s adisme psikol. Sadistlik.
sadme is. Ar. sadme esk. 1. Çarpışma, tokuşma, vurma. 2.psikol. Sarsıntı.
sadrazam is. (sadra:zam) Ar. şadr + a'zam tar. Osmanlı împaratorluğu'nda başbakan, veziriazam, sadır: "Eski sadrazamlardan birinin kızı olan karısı, iyi bir kadındır." -R. N. Güntekin.
sadrazamlık, -ğı is. 1. Sadrazam olma durumu. 2. Sadrazamın.makamı veya görevi.
saf (I) is. Ar. şaff 1. Dizi, sıra: "Bütün garsonlar saf teşkil edip selama dururlardı." -E. E. Talu. 2. Grup. saf bağlamak sıralanmak, sıraya girmek, saf değiştirmek başka bir gruba katılmak, saf tutmak 1) saf bağlamak; 2) belli bir gruba katılmak.
→ saf dışı
saf (II) sf. Ar. şâfl. Katıksız, an, katışıksız, halis, has: Saf tereyağı. 2. mec. Kurnazlığa aklı _ermeyen, kolaylıkla aldatılabilen, bön, safdil: "Yenge, açık sözlü, saf bir kadıncağızdır. " -R. N. Güntekin. 3. mec. İyi niyetli, art niyetsiz: "Senin bu kadar, çocukça saf olduğunu bilmezdim." -P. Safa.
→ safderun, safdil, safkan
safa is. (safa:) Ar. şafâ' bk. sefa.
safahat ç. is. (safahaıt) Ar. safahat Evreler, safhalar.
safari is. Fr. safari 1. Afrika'nın doğusunda toplu olarak yapılan vahşî hayvan avı. 2. Toplu olarak ava çıkma. 3. Katılımcıların vahşi hayatı yerinde görmelerini sağlayan turistik gezi. 4. Genellikle ketenden yapılan kısa pantolon, büyük cepli uzun ceket ve geniş kenarlı mantar şapkadan oluşan av kıyafeti.
safça sf. . 1. Biraz saf: "Kopardığı parçayı safça bir gururla yere attı." -N. Cumalı. 2. zf. (safça) Safçasma.
safçasına zf (sa'fçasına) Saf bir biçimde: "Siz o kadar safçasına kandınız ki, evraka bakmak lüzumunu duymadınız." -R. H. Karay.
safderun sf. (safderuın) Ar. şâf+ Far. derün esk. Kolayca aldatılan, saf: "Tabanlarına indirilecek sopaların canını daha ziyade acıtacağım anlamayacak kadar da safderun değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
saf dışı sf. 1. İlgisiz, bağlantısız, işlemez. 2. zf. Dizi dışı olarak, saf dışı etmek (veya bırakmak) 1) dizinin dışına çıkarmak; 2) mec. ilgisini kesmek, işin gereğinden alıkoymak, işlemez duruma getirmek: Bu oyunda taraflar birbirlerini boya tabancalarıyla saf dışı etmeye çalışıyor, saf dışı olmak 1) dizinin dışına çıkmak; 2) mec. ilgisi kesilmek, işin gereğinden alıkonulmak, işlemez duruma getirilmek.
safdil sf. Ar. şqf+ Far. dil esk. Kolayca aldatılan, saf (kimse): "Bir safdil hanımefendi, kızıma iyi bir koca bulduğunu yemin billah anlattı." -A. Gündüz.
safer is. Ar. şafer Ay takviminin ikinci ayı, sefer ayı.
saffet is. Ar. şafvet esk. Temizlik, anlık: "Gençlerin tecrübelerle yıpranmamış bir saffet içindeki yüzlerinde yorgunluk duyulmaz." -A. Ş. Hisar.
safha is. Ar. safha 1. Evre: "Gerçi sonradan, bu olayın şu son safhasını hatırladıkça çok defa gülmekten katılmışımdır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. fiz. Faz.
safi sf. (sa:fı:) Ar. şâfî 1. Katıksız, duru, temiz. 2. Net. 3. zf (saı'fi) Yalnız olarak, yalnız, sadece.
safiha is. (safr.ha) Ar. safiha İnce, yassı ve geniş metal nesne, levha.
safir is. Fr. saphir miti. Mavi renkli, değerli bir korindon türü, gök yakut.
→ safir mavisi
safir mavisi is. 1. Koyu mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan.
safiyet is. (sa.fıyet) Ar. şâfiyyet esk. Saflık.
safkan sf. Irkının katışıksız özelliklerini taşıyan (at).
saflaşma is. Saflaşmak işi.
saflaşmak (nsz) 1, Saf (I) durumuna gelmek. 2. Saf (II) duruma gelmek.
saflaştırılma is. Saflaştırılmak işi.
saflaştırılmak (nsz) Saf duruma getirilmek.
saflaştırma is. Saflaştırmak işi veya durumu.
saflaştırmak 1. Saf (I) durumuna getirmek. 2. Saf (II) duruma getirmek.
saflık, -ği is. 1. Saf olma durumu, temizlik, arılık, safiyet: "Yıldız bir çocuk saflığı ile gülümsedi." -A. Gündüz. 2. mec. Kolayca aldatilabilme durumu: "Gayet basit bir hile île saflığımdan istifade ederek işi başardı." -R. N. Güntekin.
safra (I) is. İt. saburra 1. den. Gemileri ve her boyda deniz aracını dengede tutmak, istenilen su düzeyine kadar batırabilmek için, dip bölümlerine konulan ağırlık. 2. den. Bazı balık ağlarının alt tarafına takılan, ağın su içinde kalmasını sağlayan ağırlık. 3. Balonlarda bulunan pilotların, yükselmek veya inişi yavaşlatmak istediklerinde attıkları ağırlık.
safra (II) is. Ar. şafrâ' 1. Karaciğerin salgıladığı yeşil, sarı renkte acı sıvı, öd. 2. mec. Sıkıntı, tedirginlik, rahatsızlık veren kimse. safra atmak 1) kusmak; 2) mec. sıkıntı veren bir kimseden veya bir şeyden kurtulmak, safra bastırmak açlığını yatıştıracak kadar az bir şey yemek, safrası kabarmak açlıktan midesi bulanmak.
→ safra kesesi, safra yeşili
safra kesesi is. anat. Karaciğere yapışık, armut biçiminde, safra salgılayan küçük organ, öd kesesi.
safralı sf. Safrası olan.
safran is. Ar. za'ferân bot. 1. Süsengillerden, baharda çiçek açan, 20-30 cm boyunda, soğanlı bir kültür bitkisi, zafran (Crocus sativus). 2. Bu bitkinin tepeciklerinin kurutulmasıyla elde edilen, bazı yiyecek ve içeceklere tat, koku ve sarı renk vermekte kullanılan toz, zafran.
→ yalancı safran, Hint safranı
safra yeşili is. 1. Siyaha çalan yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.
safsata is. Ar. safsata 1. Boş, temelsiz, asılsız söz: "Türk Cumhuriyeti, varlığım, istiklalini safsatalarla tehlikeye maruz bırakamaz." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. fel. Sofizm.
safsatacı sf. Boş, temelsiz, asılsız konuşan (kimse).
safsatacılık, -ğı is.fel. Bilgicilik.
saftirik, -ği sf. argo Saf, budala, acemi.
saftorik, -ği sf. argo Saftirik: "Şaşkındın, hiçbir tepki gösterememiştin. Her zaman yaptığın gibi... Suskun ve sakin kalmıştın. Saftorik, dedi adam." -N. Eray.
sağar is. (sa:gar) Far. sağar esk. İçki bardağı.
sagu (I).is. (sa'gu) (Malezya dilinden) Bazı hurma ağaçlarının özünden çıkarılan ve pirinç gibi kullanılan nişastalı bir madde, Hint irmiği.
sagu (II) is. ed. esk. Ağıt. sagu sağmak ölünün arkasından parayla tutulan kadın yüksek sesle ağlamak, ağıt söylemek.
sağucu is. Ağıtçı.
sağuculuk, -ğu is. Sağucu olma durumu.
sağ (I) sf. 1. Vücutta kalbin bulunduğu tarafın karşısında olan, sol karşıtı: "Sağ cebinde kocaman bir gazete tomarı görünüyordu." -Ö. Seyfettin. 2. is. Bu taraftaki yön: Sağa dönmek. Sağdan yürümek 3. Ekonomi ve siyasette gelenekçi (görüş). 4. is. sp. Boksta sağ yumrukla vuruş, sağ elinin verdiğini sol elin görmesin birine yaptığın iyiliği gizli tut. sağ eliyle sol kulağını göstermek kısa yoldan yapılacak bir işi dolambaçlı yollardan geçerek yapmaya çalışmak, sağ gösterip sol vurmak şaşırtmak, sağ gözünü sol gözünden sakınmak çok kıskanç olmak, sağ yap! direksiyonu sağa çevirerek sağ yöne git! sağa kaymak siyasette ve ekonomide sağ eğilimli olmak, sağa sola rastgele yerlere, sağa sola bakmadan ortalığı kollamadan, saygısızca, sağdan geri dönmek (veya etmek) geri dönmek, geri dönüp gitmek: "Binbaşının gayriihtiyari içi sızladı, yaşlı bir kadını dövmeye kalkmış gibi utanma hissi duyarak sağdan geri etti, başı önünde mağlup ve mahcup merdivenleri indi." -R. N. Güntekin. sağı solu olmamak 1) nasıl davranacağı kestirilmez olmak; 2) olumlu mu olumsuz mu davranacağı bilinmeyen bir kişi olmak, sağını solunu bilmemek düşüncesiz, dikkatsiz olmak.
→ sağ açık, sağ bek, sağ çıkarma, sağ eğilimli, sağ haf, sağ iç, sağ kanat, sağkol, sağ kol, sağ şerit, ortanın sağı
sağ (II) sf. 1. Sağlam, esen. 2. Katkısız: Sağyağ. 3. Yaşamakta olan: "Aliş sağ mı, yoksa boğuldu mu?" -Halikarnas Balıkçısı, sağ kalmak ömrünü devam ettirmek, yaşamasını sürdürmek: Sağ kalsaydı daha çok kimseye yardımı olurdu, sağ olsun 1) biri için sitem yollu bir şey söyleneceği zaman söyleyenin iyi niyetini belirtmek amacıyla sözün başına getirilir: Sağ olsun, beni hiç dinlemedi. 2) bir kişiye güven duyulduğu zamanlarda kullanılan bir söz.
→ sağ akçe, sağbeğeni, sağduyu, sağ esen, sağgörü, sağistem, sağ ol, sağ para, sağ salim, sağ selamet, sağyağ
sağ açık, -ğı is. sp. Futbolda sağ başta bulunan oyuncu: "Eski bir sağ açık, gollerinden çok alnına düşen perçemi için sevilirdi." -H. Taner.
sağ akçe is. esk. Ayarı tam olan para, çürük akçe karşıtı.
sağalma 'is. Sağalmak işi.
sağalmak (nsz) Sağlığa kavuşmak, iyileşmek.
sağaltıcı is. 1. Sağaltma işini yapan kimse veya şey. 2. Asalağı, doğrudan doğruya konakçı üzerinde ortadan kaldıran ilaç veya işlem.
sağaltım is. 1. Sağaltma işi, tedavi. 2. psikol. Terapi.
sağaltma is. Sağaltmak işi, tedavi.
sağaltmak (-i) Sağlığa kavuşturmak, iyileştirmek, iyi etmek, tedavi etmek.
sağanak, -ğı is. Birdenbire başlayan, genellikle kısa süren şiddetli yağmur: "Evvelki gece sağanak başlayınca halazaden sevincinden göbek atıyordu." -B. Felek.
sağanlar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının, gökkuzgunumsular takımının bir alt takımı.
sağbeğeni is. Güzeli çirkinden ayırt edebilme yetkisinin en yükseği.
sağ bek is. sp. Bir takımın savunmasının sağ tarafında yer alan oyuncusu: "Sağ bek Rıza topu Jilelerden çıkarıp santraya gönderiyor. " -A. İlhan.
sağcı sf. Sağ görüşlü partilerin yandaşı (olan).
sağcılık, -ğı is. Sağcı olma durumu.
sağ çıkarma is. Boksta sağ elle yumruk atma.
sağdıç, -cı is. Düğünde gelin veya güveyiye kılavuzluk eden kimse.
→ sağdıç emeği
sağdıç emeği is. Karşılığı alınmayan, boşa giden emek, çaba.
sağdıçlık, -ğı is. Sağdıç olma durumu.
sağdırma is. Sağdırmak işi.
sağdırmak (-i, -e) 1. Sağma işini yaptırmak. 2. Sağmasına sebep olmak.
sağduyu is. 1. Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim, hissiselim: "Bu halk çocuğunun, sağduyusu, temiz bir yüreği, yiğitliği ve hepsiyle beraber saflığı vardır. " -F. R. Atay. 2. fel. Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücü.
sağduyulu sf. Sağduyusu olan.
sağ eğilimli sf. Dünya görüşü sağcılığa, muhafazakârlığa yatkın olan.
sağ esen zf. Sağlıkla, esenlikle.
sağgörü is. Gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği, basiret.
sağgörülü sf. Sağgörüsü olan, basiretli.
sağgörüsüz sf. Sağgörüsü olmayan, basiretsiz.
sağgörüsüzlük, -ğü is. Sağgörüsüz olma durumu, basiretsizlik.
sağ haf is. sp. Orta sahanın en sağında oynayan oyuncu: "Ben o zamana kadar takımda sağ haf oynuyordum." -H. Taner.
sağı is. Kuş tersi, kuş gübresi.
sağıcı is. Sağım yapan kimse.
sağılış is. Sağılma işi veya biçimi.
sağılma is. Sağılmak işi.
sağılmak (nsz) 1. Sağma işine konu olmak. 2. Kumaş, kilim vb. bir yerinden iplik çıkıp sökülmek: Kilimin kenarı sağıldı. 3. Akmak, kaymak, aşağıya doğru hızla inmek: Yılan deliğe sağıldı.
sağım is. 1. Sağma işi. 2. Süt veren hayvan: Onun epey sağımı var.
sağımlı sf. Süt veren, sağmal.
sağımlık, -ğı sf. Sağılmak için beslenen (hayvan).
sağım makinesi is. Sağmal hayvanların sütünü sağmaya yarayan ve emme sistemi ile çalışan alet.
sağın sf.fel. 1. Doğruluk kuralına uygun olan. 2. Sözün anlatılmak istenene tam karşılık olması, iam uygun düşmesi niteliği, sahih: Sağın anlatım.
→ sağın bilimler
sağın bilimler ç. is. Denetlenebilir ölçü ve hesaplara dayanan bilimler, dar anlamda matematik.
sağır sf. 1. İşitme duyusundan yoksun, işitmeyen (kimse). 2. Ses geçirmeyen. 3. Isıyı az veren, geç ısınan: Sağır soba. 4. Vurulduğu zaman ses vermeyen: Sağır davul. 5. İçi görülmeyen, donuk (cam), sağır etmek sağırlaşmasına sebep olmak, işitemez duruma getirmek: "Bu başını döndüren, kulağını sağır eden seslere karşı elinden ne gelirdi ki..."-Y. Kemal, sağır olmak sağır duruma gelmek, sağırlaşmak. (Mısırdaki) sağır sultan bile duydu duymayan kalmadı.
→ sağır dilsiz, sağır duvar, sağır kapı, sağır kef, sağır nun, sağır pencere, sağır renk, sağır yılan, top sağır
sağır dilsiz is. Duymayan ve konuşamayan özürlü kimse.
sağır duvar is. 1. Ses geçirmeyen duvar. 2. mec. Gerekli alakayı göstermeyen, ilgisiz, duymazlıktan gelen kimse.
sağır kapı is. Ses geçirmez bir biçimde yapılmış kapı.
sağır kef is. dbl. esk. Türkçedeki "nazal n" sesini karşılayan Arap alfabesindeki "kef harfi, sağır nun.
sağırlaşma is. Sağırlaşmak işi.
sağırlaşmak (nsz) 1. İşitemez duruma gelmek, sağır olmak. 2. Tencere güç ısınarak geç pişirmek. 3. Soba geç ısıtmak. 4. mec. Boğuklaşmak, donuklaşmak: "Gecenin sessizliğini bozan bu gürültülü konuşmaların uğultusu yukarı katlara genişleyerek, sağırlaşarak çıkmaya başladı." -M. Ş.Esendal.
sağırlık, -ğı is. Sağır olma durumu. sağır nun is. dbl. esk. Sağır kef. sağır pencere is. Ses geçirmez özellikte yalıtılmış ve yapılmış pencere.
sağır renk, -gi is. Değişik renklerin veya boyaların karışmasından ortaya çıkan ve kesin bir adı olmayan renk: "Biz atölyede bir türlü adını bağışlamayan renklere sağır renkler deriz. San desem sarı değil, turuncu değil, şu değil, bu değil." -B. R. Eyuboğlu.
sağır yılan is. zool. Engerekgillerden, genellikle dağlık yerlerde yaşayan, 65-75 cm uzunlukta, çok zehirli bir tür yılan (Vipera aspis).
sağ iç is. sp. Futbolda, sağ açıkla santrafor arasında görev yapan hücum oyuncusu,
sağistem is. İyi niyet, hüsnüniyet.
sağ kanat, -di is. sp. Futbol ve hentbolda hücum alanının sağ tarafı.
sağkol is. Birinin çok güvendiği kimse.
sağ kol is. ask. Ordunun sağ tarafındaki kısım.
sağlam sf. 1. Dayanıklı, kolay bozulmaz, yıkılmaz: "En sağlam sütunlar üstünde durduğu sanılan devir, bir karton kale gibi yıkılmıştı." -F. R. Atay. 2. Zarar görmemiş, bozulmamış: Bütün eşya sağlam. 3. Sakatlık veya hastalığı bulunmayan, sağlıklı, sıhhatli: "Kendisi uzun boylu, sağlam, orta yaşlı bir adamdır; ama yıprandığını söylüyor." -M. Ş. Esendal. 4. Güvenilir: Sağlam iş. Sağlam para. 5. Gerçek, inanılır bir temeli olan: "Böyle sağlam adı nereden bulacaksın." -M. Ş. Esendal. 6. zf. hlk. (sa'ğlam) Her hâlde, muhakkak: "Sağlam bu gece perilere karıştım gitti." -H. R. Gürpınar, sağlam durmak gücünü, yeteneğini ve cesaretini toplamak: "Daha bugünden sağlam durmayı beceremezse, kaptan köprüsüne adım atmasın." -Z. Selimoğlu. (bir şeyi) sağlam kazığa (veya sağlama) bağlamak işin sonuçlanmasına engel olacak şeyleri ortadan kaldırmak, işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri almak, sağlam pabuç (veya ayakkabı) değil bir kimsenin güvenilmez olduğunu belirten bir söz: "Nasıl aldattı beni, meğer sağlam ayakkabı değilmiş." -P. Safa.
→ sağlam para
sağlama is. 1. Sağlamak işi. 2. mat. Bir problemin çözümü veya bir hesabın doğruluğunu denetlemek için yapılan kontrol işlemi, mizan.
sağlamak (I) (-i) 1. Bir işin olması için gerekli durumu, şartlan hazırlamak, temin etmek: "Biz bu ihtiyara son günlerinde hiç aklından geçirmediği bir saadet sağladık." -H. Taner. 2. Elde etmek, sahip olmak: "... o sevimli yavru haliyle sağladığı sempatinin büyük bir kısmını yitirmişti." -Y. N. Nayır. 3. mat. Bir işlemin doğruluğunu ortaya koymak.
sağlamak (II) (nsz) Öndeki aracın sağından ilerleyerek önüne geçmek.
sağlamca sf. 1. Oldukça sağlam, sağlama yakın. 2. zf. (sağla'mca) Sağlam olarak.
sağlamcı is. İşini sağlama bağlayan kimse.
sağlamcılık, -ğı is. Sağlamcı olma durumu.
sağlamlama is. Sağlamlamak işi: "Asım fikrini birçok sözlerle sağlamlamaya uğraşırken araya: -Olmaz mü Ne dersiniz?- gibi sualler soruyor, cevap istiyordu." -R. H. Karay.
sağlamlamak (-i) 1. Sağlam bir duruma getirmek. 2. mec. Bir durumun, bir sözün doğru, gerçek olduğunu kanıtlamak.
sağlamlaşma is. Sağlamlaşmak işi.
sağlamlaşmak (nsz) Sağlam duruma gelmek.
sağlamlaştırılma is. Sağlamlaştinlmak işi.
sağlamlaştırılmak (nsz) Sağlam duruma getirilmek.
sağlamlaştırma is. Sağlamlaştırmak işi.
sağlamlaştırmak (-i) Sağlam bir duruma getirmek, pekiştirmek.
sağlamlık, -ğı is. Sağlam olma durumu: "Ölenle, son zamanları gevşeyen, azalan, fakat kökleri mazinin sağlamlığı içinde kalan eski bir aşinalığım vardı." -A. Ş. Hisar.
sağlam para is. ekon. Uluslararası para piyasasında kolaylıkla değiştirilebilen ve kum devamlı koruyan veya yükselen para.
sağlanış is. Sağlanma işi veya biçimi.
sağlanma is. Sağlanmak işi.
sağlanmak (nsz) Sağlama işine konu olmak: Onun da yardımı sağlandı.
sağlayıcı sf. Sağlama niteliği olan, sağlayan: Temizliği sağlayıcı önlemler.
sağlayıcılık, -ğı is. Sağlayıcı olma durumu.
sağlıcakla zf. (sağhca'kla) Sağlıkla, esenlikle, rahatlık içinde: "Şu çeltikçiler, ocağıma incir dikmeden sağlıcakla bir kurtıılsam..." -Y. Kemal, sağlıcakla kal ayrılırken kalanlara söylenen bir esenlik sözü, hoşça kal.
sağlık, -ğı (I) is. 1. Vücudun hasta olmaması durumu, vücut esenliği, esenlik, sıhhat, afiyet: Sağlığa zarar veren şeylerden kaçınmalı. 2. Vücudun iyi veya kötü olması durumu: Bugünlerde sağlığım kötü. Sağlığım iyi olduğu sürece çalışırım. 3. Sağ, canlı, diri olma durumu: "Aradan dört beş yıl geçince bir yerden de haber gelmeyince sağlığından umutlarım kesmişler." -M. Ş. Esendal. sağlık olsun! üzücü bir durum veya bir zarar karşısında avunma sözü olarak söylenen bir söz: Sürahi kırıldı diye üzülme, sağlık olsun! sağlığında yaşamaktayken, yaşarken, sağlığınıza içki içerken "sağlıklı olmanız dileğiyle içiyorum" anlamında söylenen söz.
→ sağlık bilgisi, sağlık bilimi, sağlıkevi, sağlık görevlisi, sağlık hizmeti, sağlık karnesi, sağlık kontrolü, sağlık kurulu, sağlık memuru, sağlık merkezi, sağlık muayenesi, sağlık ocağı, sağlık sigortası, sağlık taraması, sağlık yurdu, iyilik sağlık, başsağlığı, can sağlığı, çevre sağlığı, kamu sağlığı, ruh sağlığı
sağlık, -ğı (II) is. bk. salık.
sağlık bilgisi is. Sağlığın, hastalanmadan önce korunması ile ilgili bilimsel incelemelerle uğraşan tıp dalı, hijyen.
sağlık bilimi is. tıp Sağlık konularım inceleyen ve araştıran bilim dalı.
sağlık bilimleri ç. is. Tıp, diş hekimliği, veterinerlik, eczacılık, hemşirelik vb. sağlık konularıyla ilgilenen bilim dallanılın ortak adı.
sağlıkevi is. Sağlık ocağı.
sağlık görevlisi is. Sağlıkla ilgili kurum ve kuruluşlarda görev yapan veya çalışan kimse.
sağlık hizmeti is. Sağlık konularım içeren çalışma alanı.
sağlık karnesi is. Sosyal güvenlik kurumları tarafından verilen, sigortalının ve geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimselerin hastalıklarında sağlık giderleri için kullanılan defter.
sağlık kontrolü is. Muayeneden sonra hastalığın seyrinin kontrolü.
sağlık kurulu is. Kişi sağlığını inceleyen ve denetleyen hekimler kurulu.
sağlıklı sf, 1. Sağlık durumu iyi olan, sağlam, esen, sıhhatli. 2. mec. Sağlam, doğru, güvenilir, gerçek: "Kendine saygısı olan, sağlıklı bir adam başkalarına da en büyük saygıyı duyar." -Y.Kemal.
→ sağlıklı yaşam
sağlıklı yaşam is. Sağlık kurallarına dikkat ederek sürdürülen hayat.
sağlık memuru is. Pansuman, iğne vurma vb. işler yapan kimse.
sağlık merkezi is. Sağlık işlerinin topluca görüldüğü yer.
sağlık muayenesi is. Muayene.
sağlık ocağı is. Mahalle, köy, kasaba vb. idari birimlerde vatandaşın sağlık sorunlarının giderildiği, tedavilerinin yapıldığı devlet kuruluşu, sağhkevi, dispanser.
sağlıksal sf. Sağlıkla ilgili, hijyenik.
sağlıksız sf. 1. Sağlık durumu iyi olmayan, sağlığı bozuk, sıhhatsiz. 2. mec. Sağlam, doğru, güvenilir olmayan.
sağlıksızlık, -ğı is. Sağlıksız olma durumu.
sağlık sigortası is. Hastalık veya ölüm durumunda sigorta şirketinin yardımını sağlayan sigorta anlaşması.
sağlık taraması is. Halk sağlığının düzenli bir biçimde gözden geçirilmesi.
sağlık yurdu is. esk. Şehirlerde veya büyük merkezlerde hastalara bakmak için açılan kuruluş, darüşşifa.
sağlı sollu sf. 1. Sağda ve solda olan: Sağlı sollu evler. 2. zf. Sağda ve solda olarak, hem sağma hem soluna: Sağlı sollu oturmuşlar.
sağma is. Sağmak işi.
sağmak, -ar (-i) 1. Memeyi parmaklar arasında sıkarak sütünü akıtmak: "Gözümüzün önünde keçilerden sağdıkları köpüklü sütlerimizi yarıda bırakıp kalktık." -A. Gündüz. 2. Kovandaki balı peteklerden almak. 3. Yumak durumundaki bir şeyi çözüp açmak: İpek kozalarım sağmak. 4. argo Aldatarak parasını çekmek.
→ keçisağan
sağmal sf. 1. Süt veren, sağılan, sağımlı. 2. is. Bol süt veren inek: "İri Hollanda cinsi sağmallardı, günde 42 - 45 kilogram arası süt verirlerdi." -N. Cumalı. 3. mec. Sömürülen, kendisinden çıkar sağlanılan (kimse, ülke vb.).
→ sağmal inek
sağmal inek, -ği is. argo Aptal yerine konularak kendisinden sürekli çıkar sağlanan kimse: "... onu iyice avucunun içine alıp sağmal inek gibi istismar etmek istiyordu." -E. E. Talu.
sağ ol ütü. Hoşa giden bir davranış için "çok yaşa, teşekkür ederim" anlamlarında söylenen bir söz.
sağ para is. 1. Sağlam para. 2. esk. Mecidiyemin on dokuz kuruş hesabıyla ödendiği zaman sağlam para yerine kullanılmış bir deyim, çürük para karşıtı.
sağrı is. anat. Memeli hayvanlarda bel ile kuyruk arasındaki dolgun ve yuvarlakça bölüm: Atın sağrısına binmek.
→ sağrı kemiği
sağrı kemiği is. anat. Bel kemiği ile kuyruk sokumu kemiği arasındaki kemik.
sağ salim zf. Hiçbir zarar görmeden: "O fırtınadan sağ salim çıktıkları takdirde Allah'a ve evliyaya kurban adayan gemiciler..." -Halikarnas Balıkçısı.
sağ selamet zf. Sağ salim.
sağ şerit, -di is. Trafikte sağ tarafta yer alan yol çizgilerinin oluşturduğu bölüm.
sağyağ is. Sadeyağ.
sah, -hhi is. Ar. şahh esk. Bir şeyin doğru olduğunu belirtmek için yapılan işaret, sah çekmek bir yazının doğru olduğunu bu işaretle belirtmek.
saha is. (sa:ha) Ar. saha Alan: "Futbol sahasının kenarında düşmanlarım seyrediyordu. " -S. F. Abasıyanık.
→ saha amiri, saha avantajı, safta komiseri, halı saha, orta saha, yabancı saha, yarı saha, yeşil saha, ceza sahası, hava sahası, oyun sahası, penaltı sahası, tensil sahası
saha amiri is. (sa:ha a:miri) Saha komiseri.
saha avantajı is. sp. Bir spor karşılaşmasında yarışmanın yapıldığı alanı tanıma ve seyirci desteğine sahip olma imkânı.
sahabe ç. is. (saha:be) Ar. sahabe 1. Hz. Muhammed'i görmüş, ve onun sohbetinde bulunmuş Müslümanlar, ashap. 2. esk. Sahipler, sahip çıkanlar.
sahabet is. (saha: bet) Ar. sahabet esk. Koruma, kayırma, sahabet etmek korumak, kayırmak: "Sen hayırlı bir mal mısın ki, Hatice'yi sahabet edeceksin." -P. Safa.
sahabetçi is. Koruyucu, kayırıcı (kimse), sahabetçi çıkmak kayırmak, arka çıkmak: "Kahpenin gözlerine mi tutulmuş ne, sahabetçi çıkıyor." -R. H. Karay.
Sahaca öz. is. Yakutça.
sahaf is. Ar. şahhöf Genellikle kullanılmış ve eski kitap alıp satan kitapçı.
sahaflık, -ğı is. Sahaf olma durumu.
saha komiseri is. sp. Beden Terbiyesi İl Müdürlüğü tarafından oyun alanlarını düzenlemek üzere görevlendirilen yetkili.
sahan is. Ar. şakn 1. İçinde yemek ısıtılan veya yumurta gibi şeyler pişirilen, derinliği az metal kap. 2. Derinliği az olan kap: "Büyük bir bakır sahan içinde tarhana çorbası vardı." -N. Cumak.
sahanlık, -ğı is. 1. Yapılarda ve bazı taşıtlarda kapı önünde, merdiven başlarında veya ortasında bulunan geniş yer: "Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. sf. Sahanın aldığı miktarda olan: İki sahanlık yemek
→ kıta sahanlığı, merdiven sahanlığı
sahavet is. (saha:vet) Ar. sehavet esk. El açıklığı, akılık, seleklik, cömertlik.
sahi zf. (sa:hi) Ar. sahih Gerçekten, gerçek olarak: Sahi dedikleri kadar güzelmiş! Siz onu görmediniz mi sahi!
sahibe is. (sa:hibe) Ar. sahibe esk. Herhangi bir şey üzerinde mülkiyeti olan kadın.
sahici sf. (sarhici) Sahte olmayan, gerçek, yapma karşıtı: "Sana tatlı ve sahici bir masal söyleyeyim de onu dinle!" -S. M. Alus.
sahiden zf. (sa:'hiden) Gerçek olarak, gerçekten: "Sahiden de yorgundum, oturdum." -M. Ş. Esendal.
sahife is. (sahi:fe) Ar. şahıfe esk. Sayfa.
sahih sf. Ar. şahih Gerçek, doğru, sağın, hakiki: "Gazeteler bir şey yazmadılar, bize resmî, sahih hiçbir malumat vermiyorlar." -M. Ş. Esendal!
→ nesebi sahih
sahihlik, -ği is. Gerçeklik.
sahil is. (sa:hil) Ar. sahil Karanın deniz, göl, ırmak boyunca uzanan bölümü, kıyı, yaka, yalı: "Bir gün, adanın sahilinde, bir soğan yüklü kayık gelip demirledi." -S. F. Abasıyanık.
→ sahil boyu, sahil çizgisi, sahil kordonu, sahil şeridi
sahil boyu ıs. Deniz kıyısı.
sahil çizgisi is. den. Kıyısal bölgede denizin sakin olduğu devrede suyun kara ile birleştiği hat.
sahildar sf. Ar. sahil + Far. -dar Kıyıdaş.
sahileşme is. Sahüeşmek işi.
sahileşmek (nsz) Gerçek bir durum almak, gerçekleşmek.
sahileştirme is. Sahileştirmek işi,
Sahileştirmek (-i) Gerçek bir durum almasını sağlamak, gerçekleştirmek.
sahil kordonu is. coğ. Kıyı dili.
sahil şeridi is. coğ. Deniz kıyısı boyunca uzanan düzenli alan.
sahip, -bi is. (sa:hip) Ar. şâhib 1. Herhangi bir şey üstünde mülkiyeti olan, onu yasaya uygun bir biçimde dilediği gibi kullanabilen kimse, iye, malik: "Ev sahibinin yanına gidileceğini tavrıyla belli ediyordu." -R. H. Karay. 2. Herhangi bir niteliği olan kimse, ehil: Bilgi sahibi. Zevk sahibi. 3. Bir iş yapmış, üstlenmiş veya bir eser ortaya koymuş kimse: "Düğün sahipleri gibi adımbaşında bahşiş dağıttığım için hizmetçiler de yüksünmüyorlardı." -R. N. Güntekin. 4.mec. Koruyan, arka çıkan, gözeten kimse, sahip çıkmak 1) kendinin olduğunu ileri sürmek; 2) korumak, koruyucu olmak, ilgilenip gözetmek: "Biri paylayacak olsa, öbürü çocuğa sahip çıkıp savunur. " -H. Taner, sahip kılmak sahip olmasını sağlamak, sahip olmak mülkiyetinde olmak, elinde bulundurmak: "Her hâlde bu kız da evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacaktı. " -H. E. Adıvar.
→ sahipkıran, sözüne sahip, dert sahibi, ev sahibi, görüş sahibi, hayır sahibi, iman sahibi, imza sahibi, iş güç sahibi, itidal sahibi, kalem sahibi, kerem sahibi, liyakat sahibi, mal sahibi, malumat sahibi, nüfuz sahibi, servet sahibi, söz sahibi, şöhret sahibi, takt sahibi, vizyon sahibi, zevkiselim sahibi
sahipkıran is. (sa:hipkıran) Ar. şâhip + kıran esk. Güçlü ve üstün hükümdar.'
sahiplenme is. Sahiplenmek işi.
sahiplenmek (-i) 1. Bir şeye sahip çıkmak. 2. mec. Korumak, arka çıkmak, gözetmek.
sahipli sf. 1. Kimsenin malı olan. 2. mec. Koruyucusu, gözeteni bulunan.
sahiplik, -ği is. Kendisinin olan bir şeyi yasa çerçevesi içinde dilediği gibi kullanabilme hakkını taşıma durumu, iyelik.
→ ev sahipliği
sahipsiz sf. 1. Kimsenin malı olmayan, iyesiz: "Bu evin saadetinden, diğer mesut aile ocaklarına sahipsiz, manevi bir selam götürüyordu." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Koruyucusu, gözeteni bulunmayan, kimsenin sahip çıkmadığı.
sahipsizlik, -ği is. Sahipsiz olma durumu.
sahlep, -bi is. Ar. sahleb esk. Salep.
sahleplik, -ği is. Saleplik.
sahn is. Ar. şahtı 1. Avlu. 2. Cami ve medreselerde umumun toplanmasına mahsus üstü kubbeli, örtülü yer.
sahne is. Ar. şaline 1. İzleyicilerin kolayca görebilmeleri için genellikle yerden belli bir ölçüde yüksek yapılan, oyun, müzik vb. gösteri yapmaya uygun yer. 2. Görüntü: Resim bir av sahnesini canlandırıyordu. 3. Gösteri sergilenen eğlence yeri veya tiyatro: "Sahnemizin ilk Türk kadını Afife'yi polis yakalamaya gelince edebî heyet azalan birer birer kaçmış, yalnız Celal Sahir kalmıştı." -Y. Z. Ortaç. 4. mec. Tanık olunan, gözlenen olay: "Merdivenin başındaki paravanın arkasında garip bir sahne gördüm. " -A. Gündüz. 5. mec. Bir konu veya çalışma çevresi, çalışma dalı: Politika sahnesinde adları duyulan kişiler. 6. tiy. Bir oyun veya filmin başlıca bölümlerinden her biri. sahne almak 1) şarkı söylemek veya gösteri yapmak amacıyla gerekli düzenlemeleri yapmak; 2) sırası gelip sahneye çıkmak, (bir yer veya bir olaya) sahne olmak bir yerde bir olay geçmek, sahneye çıkmak 1) tiyatro, müzik vb. sanatçılar için sanatını izleyici önünde uygulamak, göstermek: "Türk kızı, orada sahneye çıktı ilk defa." -Y. Z. Ortaç. 2) mec. kullanılmak, görünmek, ortaya çıkmak: "Almanca yanında ara sıra Hırvatça da sahneye çıkıyor." -F. R. Atay. sahneye koymak tiy. tiyatro eserini veya müzikal bir oyunu, metin, oyun, yorum, dekor, müzik vb. öğeleri birbiriyle uyumlu duruma getirerek sahne için uygulamak, oynamak, sahnelemek.
→ sahne sanatları, döner sahne
sahneleme is. Sahnelemek işi.
sahnelemek (-i) Sahneye koymak.
sahnelenme is. Sahnelenmek işi.
sahnelenmek (nsz) 1. Oyun sahneye konulmak. 2. mec. Bir durum, bir olay ortaya çıkmak, görünür olmak.
sahneleyiş is. Sahneleme işi veya biçimi.
sahne sanatları ç. is. Gösteriye dayalı tiyatro, orta oyunu, dans vb. sanat dallan.
sahra is. (sahra:) Ar. şahrâ' 1. Kır. 2. Çöl.
→ sahra topu
sahra topu is. ask. Dağ topu gibi katır sırtında taşınmayıp atlarla çekilen top.
sahre is. Ar. şahre esk. Külte.
sahte sf. Far. sahte 1. Bir şeyin aslına benzetilerek yapılan, düzme, düzmece: "Köylü kadınlar boyunlarında sıra sıra sahte altınlar... taşırlardı." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. İçten olmayan, yapmacık: "Öteki çocuklar sahte bir sessizlikle sahte bir hamaratlık gösterisi içinde birer disiplin modeli olmuşlardı. " -Ç. Altan.
sahteci sf. Sahtekâr.
sahtecilik, -ği is. Sahte işler yapma, düzmecilik, sahtekârlık.
sahtekâr sf. (sahtekâ:r) Far. sâhte-kâr Sahte işler yapan, düzmeci, sahteci: "Behiç yalancı, sahtekâr, hodbin ve nankördü, fakat sevimliydi. " -P. Safa.
sahtekârlık, -ğı is. Sahtekâr olma durumu.
sahtelik, -ği is. Sahte olma durumu: "Bu gibilerin sahteliğini sırıtan bir taraflarından görmek mümkündür." -Y. K. Beyatlı.
sahtiyan is. Far. sahtiyan Tabaklanarak boyanmış ve cilalanmış genellikle keçi derisi.
sahtiyancı is. Sahtiyan üreten, alan veya satan kimse.
sahtiyancıük, -ğı is. Sahtiyancının işi veya mesleği.
sahur is. Ar. sahur 1. Ramazan ayında oruç tutanların gün doğmadan önce belirli saatte yedikleri yemek: "Sonra sahur niyetine iki lokma bir şey yemek için otelin salonuna girdiğinde..." -A. İlhan. 2. Bu yemeğin yendiği vakit, sahura kalkmak oruç tutan kimse gün doğmadan yemek yemek için yataktan kalkmak.
→ sahur yemeği
sahurluk, -ğu is. 1. Sahurda yenecek şeyler: "Naciye Hanım, her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu değirmi bir tepsinin içine kor, ayaklarının ucuna basarak musluğun yanma bırakırdı." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Sahurda yemeye elverişli.
sahur yemeği is. Sahur zamanı yenen yemek.
saik is. (sa.ik) Ar. sâ'ik esk. 1. Sebep, 2. fel. Güdü.
saika (I) is. (sa:ika) Ar. şâ'ika esk. Yıldırım: "Öteden saikalar parçalıyor afaki!" -M. A. Ersoy.
→ siperisaika
saika (II) is. (sa:ika) Ar. sâ'ika Sebep: "Daha çok artan merakımın saikasıyla kapıya kadar ben de gittim." -E. E. Talu.
sair sf.' (sa:ir) Ar. sâ 'ir Başka, öteki, diğer: "Onun sair işlerini bir dereceye kadar engelledi ise de ne zararı var!" -M. Ş. Esendal.
sairfîlmenam sf. (sa:irfılmena:m) Ar. sâ 'ir-fi + menâm esk. Uyurgezer.
sak (I) sf. hlk. 1. Uyanık, gözü açık, müteyakkız. 2. Uykusu hafif, sak durmak dikkatli, uyanık durumda bulunmak, sak yatmak derin uykuya dalmadan uyumak.
sak (II) is. (sa:k) Ar. sük bot. esk. Sap.
saka (I) is. Ar. safââ 1. Evlere, çeşmeden su taşımayı iş edinmiş olan kimse, 2. Kırsal bölgelerde sulama işlerini düzenleyen ve denetleyen kimse, saka beygiri gibi 1) bir iş uğruna birçok yere uğrayarak dolaşan (kimse); 2) yalnız vakit geçirmek için amaçsız dolaşan (kimse).
saka (II) is. zool. Saka kuşu.
→ saka kuşu
saka (III) is. Ar. şa'ka tıp Baygınlık, kendinden geçme durumlarına yol açan bir hastalık.
sakaf is. Ar. sakf esk. Çatı, dam: "... genç âlimlerin, bin bir rica, yüz bin teşekkürle gezip yıkık sakaflarmın, eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini almadıkları bu harabe, iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu." -Ö. Seyfettin.
sakağı is. zool. Özellikle atlarda görülen ve insanlara da bulaşan ölümcül bir hayvan hastalığı, ruam.
sakak, -ği is. Çene altı.
saka kuşu is. zool. Serçegillerden, başında ve boynunda kırmızı, sarı tüyler bulunan, güzel öttüğü için kafeste beslenen küçük bir kuş, saka, ökse kuşu (Carduelis cardelis).
sakal is. 1. Yetişkin erkeklerde yanak ve çenede çıkan kılların tümü: "Sakalı kır, yaşı elliyi aşkın fakat dinçti." -F. R. Atay. 2. Bazı hayvanlarda çene altında bulunan kılların tümü. sakal bırakmak (veya koyuvermek veya salıvermek veya uzatmak) sakalını tıraş etmeyip büyütmek: - "Yaşıtlarının hemen hepsi sakal koyuverdi." -Y. Z. Ortaç. sakal oynatmaz ağızda eriyecek kadar olgunlaşmış (yemiş, yiyecek), (bir işin) sakalı bitmek tkz. bir iş sürüncemede kalmak. sakalı değirmende ağartmak yıllar pek çok deneyim kazandırmış olmak, sakalı ele vermek (veya kaptırmak) başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek: "Yumuşak durmak, yalvarmak, sakalı ele vermek demektir, sonra artık evin idaresi ne olacak?" -M. Ş. Esendal. sakalı saydırmak saygınlıktan düşmek, sakalım yok ki sözüm dinlensin "ancak yaşlı kimselerin söz ve öğütleri dinlenir" anlamında kullanılan bir söz. sakalına göre tarak vurmak birinin hoşlanacağı biçimde konuşmak veya davranmak: "Sakalına göre tarak vurdum. Oğlunun çok selamı var dedim. Tarla icarlarını toplar, kendi elleriyle verir dedim." -O. Kemal, (birinin) sakalına gülmek ciddi gibi görünen sözlerle alay etmek, sakalına kar yağmak sakalı aklaşmaya başlamak. (birinin) sakalının altına girmek yakınlık kurarak ona düşüncesini aşılamak.
→ aksakal, çatal sakal, çember sakal, değirmi sakal, didon sakal, kaba sakal, keçi sakal, köse sakal, top sakal, erkeçsakalı, keçisakalı, tekesakalı
sakalı sf. Saka hastalığına tutulmuş: "İçlerinden biri sakalı bir at gibi fena fena öksürüyordu. " -R. H. Karay.
sakalık, -ğı is. Sakanın işi.
sakallanma is. Sakallanmak işi.
sakallanmak (nsz) 1. Sakallı duruma gelmek: "Fark, yalnız şurada ki, birbirinin kucağında oturan bayram çocukları otuzar, kırkar, ellişer yaş ihtiyarlamışlar, sakallanmışlar..."-R. N. Güntekin. 2. Sakalı çıkmak.
sakallı sf. 1. Sakalı olan: "Uzaktan çadırımıza doğru gelen siyah sakallı, kırk beşlik bir bedeviyi işaret ettiler." -K. H. Karay. 2. is. tar. Savaş tutsaklarının yaşı geçkin olanları.
→ sakallı kartal, çember sakallı, didona sakallı, didon sakallı, keçi sakallı, saçlı sakallı, top sakallı
sakallı kartal is. zool. İri vücutlu, güçlü ve gagası çengelli yırtıcı kuş (Gypaetus barbatus).
sakallılık, -ğı is. Sakallı olma durumu.
→ keçi sakallılık
sakalsız sf. Sakalı olmayan.
sakalsızlık, -ğı is. Sakalsız olma durumu.
sakamet is. (sakaımet) Ar. sakümet esk. Bozukluk, yanlışlık, eksiklik.
sakanıetli sf. Kötü, bozuk.
sakandırık, -ğı is. hlk. Baş giysilerinde çene bağı.
sakar is. 1. Bazı hayvanların, özellikle atların alınlarında bulunan beyaz leke, küçük akıtma. 2. sf. Sık sık küçük, önemsiz kazalar yapan (kimse): "Orada ne babamın sakar hareketlerinden ne annemin çehresindeki hüznünden haberim olurdu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sakarca zf. (saka'rca) Sakar gibi, sakara benzer.
→ küçük sakarca
sakarimetre is. Fr. saccharimetre kim. Bir sıvıda çözelti durumunda bulunan şeker miktarını belirlemeye yarayan alet.
sakaritnetri is. Fr. saccharimetrie kim. Şekerli çözeltilerin dozunu belirleme yöntemi.
sakarin is. Fr. saccharine kim. Genellikle şeker hastalarının şeker yerine kullandığı, maden kömürü katranından elde edilen, beyaz, tatlandırıcı bir madde.
sakarlaşma ir. Sakarlaşma işi.
sakarlaşmak (nsz) Sakar durumuna gelmek.
sakarlık, -ğı is. 1. Sakar olma durumu veya sakarın yaptığı iş. 2. Sık sık küçük kazalar yapma, çarpıp kırıp dökme işi.
sakar meke is. zool. Yaban kazı.
sakar otu is. bot. Yuvarlak başlı, pembe veya beyaz çiçekli çalı tipi bir bitki (Dorycniısm).
sakat sf. Ar. sakat 1. Vücudunda hasta veya eksik bir yanı olan, engelli, özürlü: "Ben gördüğünüz gibi bîr sakat askerim, malul." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Bozuk veya eksik: Sakat bir anlatım. Sakat bir iş. sakat olmak sakatlanmak: "Şimdi koltuğumdan kımıldayamıyorum, bu yaşımda sakat oldum. " -R. H. Karay, sakata gelmek argo tuzağa düşmek.
sakatat ç. is. (sakata:t) Ar. sakatat Kesilmiş hayvanın yürek, karaciğer, böbrek, işkembe, beyin, vb. gibi iç organlarıyla baş ve ayaklan.
sakatatçı is. Sakatat satan kimse.
sakatatçılık, -ğı is. Sakatat satma işi.
sakatçı is. Sakatatçı: "Emeğim alınca doğru hâldeki sakatçıya uğradı." -M. Ş. Esendal.
sakatlama is. Sakatlamak işi.
sakatlamak (-i) 1. Sakat bir duruma getirmek, sakat etmek. 2. mec. Bozmak.
sakatlanış is. Sakatlanma işi veya biçimi.
sakatlanma is. Sakatlanmak işi.
sakatlanmak (nsz) Sakat duruma gelmek: "Yolda makineler sık sık sakatlanır." -R. N. Güntekin.
sakatlık, -ğı is. 1. Sakat olma durumu, malullük, maluliyet. 2. Kaza, terslik: Etinden bir sakatlık çıkmasın. 3. mec. Yanlış, kusur, hata: "Sakatlığın sebebini gayet iyi görmuştur. Bunun nasıl tamir edileceğini biliyor. " -R. N. Güntekin.
sake is. İng. sake Pirinçten yapılan bir tür Japon rakısı.
sakın ünl. 1. "Asla yapma" anlamında bir söz: "Aman matmazel, sakın dışarı çıkmayımz!" -S. F. Abasıyanık. 2. "Korkulacak bir durum olmasın" anlamında bir söz: Sakın bulaşıcı bir hastalık olmasın! sakın ha! "yapma, yapmaktan çekin" anlamında, yapılması istenmeyen bir davranışa engel olmak için söylenen bir söz.
sakınca is. Çekbilmesi, dikkatli olunması gereken, sakınmayı gerektiren durum, mahzur: "Kabul etmekte bir sakınca yoktur." -B. Felek.
sakıncalı sf. Sakınmayı, çekinmeyi gerektiren, mahzurlu: Sakıncalı yayın.
sakıncasız sf. Sakınmayı gerektirmeyen, mahzursuz.
sakıngan sf. Sakınarak davranan, ihtiyatlı, ihtiyatkâr.
sakınganlık, -ğı is. Sakıngan olma durumu.
sakınım is. Herhangi bir tehlikeye karşı alınan önlem, ihtiyat, tedbir.
sakınımlı sf İhtiyatlı, tedbirli.
sakınış is. Sakınma işi veya biçimi,
sakınma is. 1. Sakınmak işi, içtinap. 2. Olabileceği düşünülen kötü durumlara karşı önlem alma, ihtiyat. 3. sp. Boksörün korunmak için, ayaklarını oynatmadan eliyle, gövdesiyle sağa sola, öne arkaya yaptığı hareket, sakınması olmamak 1) korkusu, çekinmesi olmamak; 2) incelik kurallarına, saygıya aldırmadan davranmak.
sakınmak 1. Herhangi bir korku veya düşünce ile bîr şeyi yapmaktan uzak durmak, içtinap etmek: "Gençliğinde gerçekten delifişek, gözünü daldan budaktan sakınmaz bir askermiş." -H. Taner. 2. Olabileceği düşünülen kötülüklere karşı önlemler almak: "Bir insanı, yanında uşak gibi kullandıracak her işten sakın." -S. F. Abasıyanık. 3. (- i) Korumak, esirgemek, gözetmek: "Kendini tramvay ve otomobil tehlikelerinden sakınarak yürüdü." -H. R. Gürpınar, sakınılan göze çöp batar üzerine çok düşülen şeyler genellikle kazaya veya zarara uğrar.
sakıntı is. Sıkıntıya yol açabilecek durumlara karşı alınan önlem, ihtiyat.
sakıntılı sf. Sakıntısı olan.
sakıntısız sf. Sakıntısı olmayan.
sakırdama is. Sakırdamak işi veya durumu.
sakırdamak (nsz) Korkudan veya soğuktan titremek.
sakırga is. (sakı'rga) Mk. Kene.
sakır sakır zf. Mk. Aralıksız, sürekli: "Okurdu, okurdu, nihayet bir zaman gelirdi, bütün -vücudu sakır sakır titrerdi." -H. Z. Uşaklıgil.
sakırtı is. Mk. Korkudan veya soğuktan titreme.
sakıt sf. (sa:kıt) Ar. sâkit 1. Düşen, düşmüş. 2. Hükmü kalmamış, eski önemini yitirmiş. 3. is. Düşük, sakıt olmak hükmü kalmamak.
→ ceniitisakıt
sakız is.. 1. Bazı ağaçların ve özellikle sakız ağacının kabuğundan sızan, çiğnendiğinde yumuşayan, hoş kokulu, beyaz renkli reçine. 2. Şekerli ve kokulu ağızda çiğnenen eğlence yiyeceği. 3. zool. Vücudu beyaz olup başta ve ayaklarda belirgin siyah işaretler bulunan, ince kemik yapılı ve yüksek ayaklı, ince yağsız uzun kuyruklu bir koyun türü. 4. Sakız ağacı: "Sizi İnce dağ yollarının sakız gölgeleri içinde yalnız bırakmak lazım geldiğim hissediyordu." -R. N. Güntekin. sakız gibi 1) çok temiz, çok beyaz: "Kız kucağında hiç kullanılmamış, sakız gibi bir çamaşır sepeti ile çadırdan çıktı." -O. C. Kaygılı. 2) ayrılmak bilmez, yapışkan.
→ sakız ağacı, sakız bademi, sakız baklası, sakız dikeni, sakız enginarı, sakız kabağı, sakız leblebisi, sakız rakısı, sakız tatlısı, acı sakız, çürük sakız, karasakız, ağaç sakızı, çam sakızı, çengel sakızı, damla sakızı, kengel sakızı, kenger sakızı, köknar sakızı, yer sakızı
sakız ağacı is. bot Antep fıstığıgillerden, kışın yaprak dökmeyen, meyvesi üzümsü ve yağlı, bodur bir ağaç (Pistacia lentiscus).
sakız bademi is. Diş bademi.
sakız baklası is. bot. Uzun ve ince, çok lezzetli turfanda bakla çeşidi.
sakızcı is. Sakız yapan veya satan kimse.
sakızcilık, -ğı is. Sakızcınm işi ve mesleği.
sakız dikeni is. bot. Sakız çıkarılan bir tür diken.
sakız enginarı is. bot. Yaprakları sivri, kenarları düzgün, lezzetli bir enginar türü.
sakız kabağı is. bot. Sebze olarak kullanılan kabak (Cucurbita pepo).
sakızlaşma is. Sakızlaşmak işi veya durumu.
sakızlaşmak (nsz) Sakız durumuna gelmek.
sakızlaştırma is. Sakızlaştırmak işi veya durumu.
sakızlaştırmak (-i) Sakız durumuna getirmek.
sakız leblebisi is. Bir tür kabuklu beyaz leblebi.
sakızlı sf. Sakızı olan, içinde sakız bulunan.
sakız rakısı is. İçinde sakız bulunan rakı, mastika.
sakız tatlısı is. İçine sakız karıştırılarak hazırlanan bir tür tatlı.
saki is. (sa:ki) Ar. saki esk. İçkili toplantılarda içki dağıtan kimse.
sakil sf. (saki:!) Ar. şakıl esk. 1. Ağır. 2. Sıkıntı veren, sıkıntılı. 3. sf. Çirkin, kaba, uyumsuz. 4. is. muz. Türk müziğinde bir usul.
sakim sf. (saktm) Ar. sakim esk. Bozuk, yanlış, eksik.
sakin sf. (sa:kin) Ar. sakin 1. Hareket etmeyen, kımıldamayan. 2. Durgun, dingin. 3. Sessiz: "Dinlenmek için otelimizden daha sakinini bulacağınızı ummam." -S. F. Abasıyanık. 4. Kimseyi rahatsız etmeyen, kızgınlık göstermeyen. 5. Huysuzluğu, rahatsızlığı azalmış veya geçmiş: "Sesi dinlediği müddetçe sakin ve uslu duruyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. Bir yerde oturan: "Sakinleri Müslümanlardan ibaret olan semtte, bakkal dükkânı, günün her saatinde dolup boşalır." -S. Ayverdi. sakin olmak 1) bir yerde yerleşmek, oturmak; 2) sakin duruma gelmek: "Mümkün olduğu kadar sakin olmaya çalışarak tekrar masasına döndü." -H. Taner.
→ sakin sakin
sakince sf. (sa:ki'nce) 1. Sakin. 2. zf. Sakin bir biçimde.
sakinleme is. Sakinlemek işi.
sakinlemek (nsz) Sakinleşmek.
sakinleşme is. Sakinleşmek işi.
sakinleşmek (nsz) 1. Yatışmak, durgun duruma gelmek, durgunlaşmak: "Bazı dalgalı geceleri, sabahları, metle yükselmiş ve şimdi sakinleşmiş suyun kenarında kedi leşleri bulurdum." -S. F. Abasıyanık. 2. Sıkıntısı veya heyecanı geçmek.
sakinleştirme is. Sakinleştirmek işi.
sakinleştirmek (-i) Sakinleşmesini sağlamak, sessiz, dingin bir duruma getirmek.
sakinlik, -ği is. Sakin olma durumu, durgunluk, sessizlik, dinginlik, sükûnet: "Ağaçlar, çimler, çiçekler, ikindi güneşinin sakinliği içindeydiler." -Ç. Altan.
sakin sakin zf. 1. Durgun, dingin olarak. 2. Heyecan, telaş, kızgınlık göstermeyen: "Nü, sakin sakin etrafa bakarak ve heyecanıma aldırmayarak sözüne devam ediyor." -R. H. Karay. 3. Uslu uslu.
sakit (sa:kit) Ar. sâkit esk. Susmuş, sessiz: "Nazmiye Hanım hülyaları içinde sakit, uysal ve gevşek adımlarla yürüyordu." -P. Safa, sakit kalmak söz söylemesi gerekirken susmak.
sakkarometre is. Fr. saccharometre kim. Sakkarozölçer.
sakkaroz is. Fr. saccharose kim. Şeker kamışı veya şeker pancarından elde edilen bir tür şeker (C12H22On).
→ sakkarozölçer
sakkarozölçer is. kim. Sakkaroza göre derecelenen ve bir sıvının kuruluğunu tespit eden yoğunlukölçer, sakkarometre.
saklama is. Saklamak işi.
saklamak (-i) 1. Elinde bulundurmak, tutmak: Okul kitaplarımı saklıyorum. 2. Kaybolmaması, görünmemesi için gizli bir yere koymak: Paralarını kasada saklıyor. 3. Görünmesine engel' olmak, ortalıkta bulundurmamak. 4. Bozulmadan doğal durumları ile durmasını sağlamak, korumak, muhafaza etmek: Eti buzdolabında saklamak. Peyniri tuzlu suda saklamak. 5. (-den, -i) Gizli tutmak, duyurmamak: Ondan bu haberi saklamışlar. 6. (-i, -e) Birine vermek için ayırmak: Bu kitabı size sakladım. 7. mec. Korumak, esirgemek: Allah saklasın, sakla samanı, gelir zamanı gereksiz görülen şey ileride gerekli olabilir.
saklambaç, -cı is. Oyunculardan birinin ebe olması ve saklanan arkadaşlarını bulması temeline dayanan bir çocuk oyunu.
saklanılma is. Saklanılmak işi.
saklanılmak (-e) 1. Saklanma işi yapılmak: Bu yiyecek size saklanıldı. 2. (-den) Gizli tutulmak: Durum benden saklanıldı. 3. Herhangi biri saklanmak: Buraya saklanılır mı?
saklanış is. Saklanma işi veya biçimi.
saklanma is. Saklanmak işi.
saklanmak (nsz) 1. Kendini saklamak, gizlenmek: "O âdeta kaçıp saklanacak bir yer arıyormuş gibi sıkıntıdaydı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. (-den) Saklama işi yapılmak: "Şarap mahzende saklanır, aşkın kalbimde yıllanıyor." -Şarkı.
saklantı is. Saklanan şey.
saklatma is. Saklatmak işi.
saklatmak (-i, -e) Saklama işini yaptırmak: "Bu eşyayı Kuzma'nın evinde saklatacağını söyledi." -M. Ş. Esendal.
saklayış is. Saklama işi veya biçimi.
saklı sf. 1. Saklanmış olan: "Saklı, gizli demektir; sır manasına da gelir." -R. H. Karay. 2. Elde tutulan, mahfuz: Her hakkı saklıdır. 3. Gizli bir yere konarak kaybolması veya çalınması önlenen. 4. Başkalarından gizlenen, gizli tutulan, hafi: "Birbirlerinden saklı hiçbir işleri yoktur." -B. Felek.
saklık, -ğı is. Uyanıklık, teyakkuz,
sako is. İt. sacco esk. Erkek ceketi: "Hava sıcak, arkasındaki uzunca sako omuzlarından sarkıyor, fesi terden yapışıyor, ancak aldırmıyor, yürüyordu." -M. Ş. Esendal.
saksafon is, Fr. saxophone müz. Bandolarda ve caz topluluklarında kullanılan bir tür üflemeli çalgı.
saksafoncu is. Saksafon çalan kimse.
saksafonculuk, -ğu is. Saksafoncunun işi: "Geceleri de Tepebaşı'nda bir barda saksafonculuk ediyordu." -H. Taner.
saksağan is, zool. Kargagillerden, karnı beyaz, kanatları ve kuyruğu kül rengi diğer yerleri parlak, kara, uzun kuyruklu kuş (Picapica).
saksı is. 1. Pişmiş toprak, plastik vb.nden yapılan, çiçek yetiştirmekte kullanılan kap: "Yaz kış yeşil, bir saksı ıtır pencerede." -A. M. Dranas. 2. argo Baş, kafa.
→ saksıgüzeli, saksı toprağı
saksıgüzeli is. bot. Dam koruğugillerden, yapraklan etli, çiçekleri başak biçiminde bir süs bitkisi (Cotyledon umbilicus).
saksılık, -ğı is. 1. Saksı koymaya yarar raf. 2. İçine saksı oturtulan süslü kap. 3. Ktşın saksı çiçeklerinin saklandığı yer.
saksı toprağı is. Çiçek yetiştirmek için hazırlanmış özel bir tür toprak.
saksonya is. (sakso'nya) Saksonya yer adından Almanya'da Saksonya bölgesinde yapılan, iyi nitelikli porselen tabak veya kap.
sakuleta is. İt. saccoletta ast esk. Silindir biçiminde bir demirin içine çivi, cıvata vb. maddelerin doldurulması ile yapılan bir tür mermi.
-sal / -sel (I) İsimden isim türeten ek: duygusal, bilimsel, bölgesel, kırsal vb.
-sal (II) Fiilden isim türeten ek: uysal
sal (I) is. Birçok kaim direk yan yana bağlanarak yapılan, düz ve korkuluksuz deniz veya ırmak taşıtı: "Dalgalan ufukları örten bir denizde, küçük bir sal parçası üstünde bir boraya mı tutulduk?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ sal yarışı, cankurtaran salı, ölü sah
sal (II) is. hlk. Tabut.
→ salhane
sala is. (sala:) Ar. şala' din b. Müslümanları bayram veya cuma namazına çağırmak, bazı yerlerde cenaze için kılınacak namazı haber vermek amacıyla minarelerde okunan dua: "Su salası, gündüz, vakitli vakitsiz verilirdi." -Y. K. Beyatlı. sala vermek (veya okumak) minarelerde, salat okuyarak namazı haber vermek.
salabet is. (salâ-.bet) Ar. salabet est Katılık, sağlamlık: "Eski cumhurbaşkanı kendi görüşü uzantısında böyle bir salabet örneği vermişti." -H. Taner.
salacak, -ğı is. Üstünde ölü yıkanılan kerevet, teneşir.
salah is. (salâ:h) Ar. salâh esk. Düzelme, iyileşme, iyilik, salah bulmak düzelmek, iyileşmek, onmak.
salahiyet is. (salâ:hiyet) Ar. şalâhiyyet esk. Yetki: "... beni buraya alırken geniş salahiyet verdi." -Ö. Seyfettin.
salahiyetli sf. Yetkili.
salahiyetsiz sf. Yetkisiz.
salahiyetsizlik, -ği is. Yetkisiz olma durumu, yetkisizlik.
salahiyettar sf. (salâ:hiyetta:r) Ar. şalâhiyyet -+ Far. -dür esk. Yetkili.
salak, -ğı is. Giyinişinden, konuşma ve davranışlarından seviyesiz, dengesiz ve saf olduğu anlaşılan kimse.
salakça sf. 1. Salağa yakışan. 2. zf. Salağa yakışır bir biçimde.
salaklaşma is. Salaklaşmak işi.
salaklaşmak (nsz) Salakça davranışlarda bulunmak.
salaklık, -ğı is. Salak olma durumu veya salakça davranış: "Böyle yerlerde bana bir salaklık gelir." -B. Felek.
salam is. ît. salame Sığır, hindi vb. etinden yapılan, genellikle dilimlenerek soğuk yenen bir yiyecek.
→ Macar salamı
salamandra is. (salama'ndra) Fr. salamandre 1. zool. Semender, 2. Odalar arasında gezdirilebilen bir tür kömür sobası.
salamanje is. Fr. salle â manger Yemek odası.
salamura is. (saîamu'ra) İt. salumiere 1. Peynir, et, balık, turşu, asma yaprağı vb. yiyeceklerin, bozulmaması için içinde tutuldukları tuzlu su. 2. Bu suyun içinde tutulmuş yiyecek: "... meze tabağım hazırlamıştır bile... Başta sazan balığı, yumurtası ve salamurası." -T. Buğra. 3. sf. Bu suyun içinde tutulmuş olan: Salamura balık.
salamuraci is. Salamura yapan.
salamuracilık, -ğı is. Salamuracının yaptığı iş: Zeytin salamuracılığı.
salamuralık, -ğı sf. 1. Salamura yapmaya elverişli. 2. Salamura yapmaya ayrılmış: Salamuralık balık.
salangan is. (Filipin dilinden) zool. Hint Okyanusu ve Çin Denizi kıyılarında yaşayan, uzun kanatlı, dört köşe kısa kuyruklu, esmer küçük kuş (Collocalia).
salapurya is. (salapu'rya) İt. scialuppa' dan. den. Ticaret eşyası taşımakta kullanılan, 10-15 tonluk, üçgen biçiminde yelkeni olan ticaret gemisi, salapurya gibi çok büyük olan veya ayağa büyük gelen (ayakkabı).
salaş is. Mac. szâllâs 1. Sebze, meyve vb. satmak için kurulmuş, eğreti, derme çatma dükkân: "Bizim salaş bütün ömrünce kaç defa süpürülmüş, kaç defa yıkanmış?" -A. Gündüz. 2. sf. Tahtadan yapılmış (baraka): "Kenar mahalleleri gezerken birtakım salaş barakalar göreceksiniz." -R. N. Güntekin.
salaşpur is. (Hindistan'daki Solapur şehrinin adından) Seyrek dokunmuş, astarlık ince bez: "Yalnız belinden fazla olarak murdar bir salaşpur sarkıyor." -R. H. Karay.
salat is. (saîâ:t) Ar. şalât din b. 1. Namaz. 2. Hz. Muhammed'in adı anıldığında saygı göstermek için okunan dua.
→ salatüselam
salata (sala'ta) İt. salata Genellikle bazı çiğ ot ve sebzelerle yapılan, yağ, limon vb. maddeler konulan, yemeklerle birlikte yenen yiyecek: Domates salatası. Yeşil salata. Çoban salatası.
→ yeşil salata, Amerikan salatası, baştana salatası, çoban salatası, laf salatası, patates salatası, patlıcan salatası, Rus salatası, turp salatası, yayla salatası
salatalık, -ğı is. 1. Hıyar: "Küçük bostanda, yere çömelmiş, salatalıkları koparıyordu. " -P. Safa. 2. sf Salata yapmak için kullanılan:' Salatalık domates.
salatüselam is. (salâ:tüselâ:m) Ar. şalât + selâm din b. Hz. Peygambere ve onun soyundan gelenlere saygı bildirmek için okunan dua,
salavat ç. is. (salâvaıt) Ar. şalavât 1. din b. esk. Namazlar. 2. din b. Hz. Muhammed'e saygı bildirmek için okunan dua. 3. sp. Yağlı güreşte, yarışmalardan önce cazgırın okuduğu dua. salavat getirmek tehlikeli bir durumda dua okumak.
→ salavat parmağı
salavat parmağı is. İşaret parmağı: "Dur bak ben sana neler yaparım diye salavat parmağından maadasını yumarak ve yalnız o parmağını kaldırarak verilen tembih ve tehdit işareti gibi bir şey oldu." -A. Mithat.
salcı is. Sal ile yolcu ve yük taşıyan kimse.
salcılık, -ğı is. Sal ile yolcu ve yük taşıma işi.
salça is. (sa'lça) İt. salsa dan 1. Yemeklere lezzet ve renk katmak için konulan domates veya biber ezmesi: Biber salçası, domates salçası. 2. Domates, baharat vb. şeylerle yapılan, çoğunlukla et yemeklerine katılan sos.
→ biber salçası, domates salçası
salçalama is. Salçalamak işi veya durumu.
salçalamak (-i) Yemeklere salça kalmak.
salçalarıma is. Salçalanmak işi veya durumu.
salçalanmak (nsz) Salça durumuna gelmek.
salçalı sf. Salça konmuş, içinde salça olan.
→ salçalı makarna
salçalık, -ğı sf. 1. Salça yapmaya elverişli. 2. Salça yapmak için ayrılmış: Salçalık domates.
salçalı makarna is. Makarnanın pişmesinden sonra üzerine yağla hafifçe kavrulmuş salçanın dökülmesiyle hazırlanıp servis yapılan yemek.
saldırgan sf. Başkasına saldıran, yapısında saldırma özelliği olan (devlet, kimse, hayvan), agresif, mütecaviz.
saldırganlaşma ir. Saldırganlaşmak işi veya durumu.
saldırganlaşmak (nsz) Saldırgan duruma gelmek.
saldırganlık, -ğı is. 1. Saldırgan olma durumu. 2. Saldırgan bir biçimde davranma: "Oralar her saldırganlıktan korunmuş Türk kucağı idi."-R. E. Ünaydın. 3.psikol. Bireyin kendi düşünce ve davranışlarını dıştaki direnmelere karşı, zorla karşısındakine benimsetme çabası.
saldırı is. Kötülük yapmak, yıpratmak amacıyla, bir kimseye karşı doğrudan doğruya silahlı veya silahsız bir eylemde bulunma, hücum, taarruz, tecavüz, saldırıya uğramak saldın karşısında kalmak, tecavüze uğramak.
→ sözlü saldırı, yarma saldırısı
saldırıcı sf. Saldırgan, birinin üzerine atılan, mütecaviz.
saldırıcılık, -ğı is. Saldırıcının işi.
saldırısız sf. Saldırısı olmayan, saldırı yapmadan.
saldırış is. Saldırma işi veya biçimi: "Her türlü saldırış ve sataşma sahneleri gene eksik değildi."-F. R. Atay.
saldırma is. 1. Saldırmak işi: "... tütün tablasının kenarında kendimi kurtarmak için saldırmaya hazırlanmış kırmızı bir tilki duruyor." -M. Ş. Esendal. 2. Bir tür büyük bıçak: "Hele Üsküdar gibi bıçkını fazla semtlerde on çocuktan üç dördünde bir bıçak, bir sustalı, bir usturpa, hatta bir saldırma bulunurdu."-B. Felek.
saldırmak (-e) 1. Bir kimseye veya bir şeye karşı saldın yöneltmek, zarar verici bir davranışta bulunmak, hücum etmek: "Bugün şu dakikada onlar hâlâ düşmana saldırıyorlardı. " -H. C. Yalçın. 2. (-i) Bir şey veya kimse üzerine saldın yapılmasına sebep olmak. 3. (-den) Gemi, kalkmak için yelken açıp başını gideceği yola çevirmek. 4. mec. Yıkıcı ve sert eleştiriler yapmak. 5. kim. Etkisiyle eritmek: Asitler madenlere saldırır.
saldırmazlık, -ğı is. Birbirine saldırmama durumu: Saldırmazlık antlaşması.
→ saldırmazlık antlaşması, saldırmazlık paktı
saldırmazlık antlaşması is. huk. Saldırmazlık paktı.
saldırmazlık paktı is. huk. Devletlerin birbirlerine saldırmamaları ilkesine dayanan antlaşma.
saldırıma is. Saldirtmak işi.
saldirtmak (-e) Saldırma işini yaptırmak.
salep, -bi is. (saılep) Ar. sahleb 1. bot. Salepgillerin tek köklü, yumrum, salkımh veya başak çiçekli örnek bitkisi (Orchis). 2. Bu bitkinin yumru durumundaki köklerinden dövülerek hazırlanan beyaz toz. 3. Bu tozun, şekerli süt veya su ile kaynatılmasıyla yapılan sıcak içecek.
salepçi is. Salep yapıp satan kimse.
salepçilik, -ği is. Salepçinin işi.
salepgiller ç. is. bot. Güzel çiçekli, vanilya, orkide, venüsçarığı, salep vb. bitkileri kapsayan, tek çeneklilerden bir familya.
saleplik, -ği sf. 1. Salep yapmada kullanılan. 2. is. İçinde salep bulunan veya salep dağıtmaya yarayan özel kap.
salgı is. biy. 1. Hücrelerin, vücuttaki bezlerin kandan ayırıp oluşturdukları ve yeniden kana, başka organa veya dışarıya saldıkları sıvı madde, ifraz: Tükürük bir salgıdır. 2. astr. Güneşten dışan doğru madde fırlaması.
→ iç salgı, iç salgı bezi, iç salgı bilimi
salgılama is. Salgılamak işi.
salgılamak (-i) biy. Salgı oluşturmak, bu salgıyı kana veya diğer organlara bırakmak.
salgılayın is. Salgı üreten organ veya doku.
salgılayış is. Salgılama işi veya biçimi.
salgılı sf. Salgı çıkaran veya üreten.
salgın sf. 1. Kısa zamanda çevredeki insan, hayvan veya bitkilerin büyük bir bölümüne bulaşan, müstevli: Salgm hastalık. 2. is. Bir hastalığın veya başka bir durumun yaygınlaşması ve birçok kimselere birden bulaşması: Tifo salgını. Kumar salgını. 3. is. esk. Gereğinde herkesten para veya mal olarak toplanan geçici vergi. 4. is. Bir şeyin bir yere girip her yanı kaplaması, istila: Çekirge salgım. 5. is. mec. Belli bir hareketin, davranışın, sözün toplumda yaygınlaşması.
salgıncı is. Salgın toplayan kimse.
salgınlaşma is. Salgınlaşmak işi veya durumu.
salgınlaşmak (nsz) Salgın durumuna gelmek.
salhane is. (salha:ne) Ar. salh + Far. hâne esk. Kesimevi.
salı is. Haftanın üçüncü günü, pazartesi ile çarşamba arasındaki gün.
salık, -ğı is. 1. Tavsiye. 2. Olmuş veya olacak bir olay, bir olgu ile ilgili verilen bilgi, haber, (birini veya bir şeyi) salık vermek 1) Tavsiye etmek: "Dün aksam, bana bu kahveyi salık verdikleri zaman bütün gece sevincimden gözüme uyku girmedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) esk. haber vermek.
→ alık salık
salıncak, -ğı is. 1. İki ucundan iki iple veya zincirle yüksek bir yere asılan ve üzerine oturulup sallanılan eğlence aracı: "Salıncağa annesi binmedi, o bindi yalnız." -T. Dursun K. 2. Küçük çocukları uyutmak için beşik yerine kullanılan ve karşılıklı iki yere iple bağlı bulunan asılı yatak.
→ beşik salıncak, kayık salıncak
salıncakçı is. Eğlence yerlerinde salıncak çalıştıran kimse: "Salıncakçının oğlu herkese göz kulak oluyordu." -T. Dursun K.
salıncaklı sf. Salıncak gibi sallanmaya yarar biçimde olan, salıncağı olan: Salıncaklı koltuk. Salıncaklı çocuk bahçesi.
salıncaksız sf. Salıncağı olmayan: "Bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu." -S. F. Abasıyanık.
salınım is. 1. Salınma işi. 2.fiz. Düzenli olarak hep aynı konumlardan aynı hızla geçen bir nesnenin hareketi, raks. 3. astr. Ayın yarım yüzeyinden biraz fazlasının yerden görülebilmesini sağlayan olay.
salınış is. Salınma işi veya biçimi.
salınma is. Salınmak işi.
salınmak (nsz) 1. Yürürken uyumlu hareketlerle hafifçe bir yandan bir yana eğilmek: "Vücudu o kadar narindi ki hafif rüzgârlarla sallanan salkım söğütler gibi oradan oraya salmıyor." -S. F. Abasıyanık. 2. (-e) Salma işine konu olmak: "İlaçlar yazıldı. Eczaneye adam salındı. Hekime kahve pişti, getirildi." -M. Ş. Esendal.
salıntı is. Salınma işi.
salıntılı sf. 1. Herhangi bir etkiyle sarsılabilen, sallanabilen: Salıntılı bir ev. 2. Yürüyüşünde iki yana salınan.
salıverilme is. Salıverilmek işi.
salıverilmek (nsz) Salıverme işine konu olmak.
salıverme is. Salıvermek işi.
salıvermek (-i) Bırakmak, koyuvermek, serbest bırakmak: "Nadide Hanım, yemekten sonra torunlarım bahçeye salıvermiş, kendisi büyüklerle beraber sofra başında kalmıştı. " -R. N. Güntekin.
salik sf. (sa:lik) Ar. sâlik 1. Bir yola giren, bir yolda giden. 2. Bir tarikata bağlanan, salik olmak 1) aşırı bağlı olmak: "Güreşe merak sardı. Bir dine salik olanların fanatizmi ile güreş âşığı kesildi." -H. Taner. 2) yola girmek.
salim sf (sa:îim) Ar. salim esk. 1. Esen, sağlam. 2. Sakin, huzurlu: "Ben kahveye salim kafayla, serinkanlılıkla düşünmek için gittim." -Z. Selimoğlu.
→ sağ salim
salimen zf. (sa:limen) Ar. salimen Sağ ve esen olarak, hiçbir kötü durumla karşılaşmadan.
salip, -bi is. (saltp) Ar. şalib esk. Haç.
→ ehlisalip
salipli sf. Salibi olan: "Alman zabitlerinin rugan çizmeli, demir salipli ve tek gözlüklü saltanatım yadırgayıp..." -A. İlhan.
salipsiz sf. Salibi olmayan.
salise is. (sa:lise) Ar. şâlişe Saniyenin altmışta biri olan zaman birimi.
salisen zf: (sadisen) Ar. sâlisen Üçüncü olarak.
salisilat is. (salisilat) Fr. salicylate kim. 1. Salisilik asidin tuzu. 2. Salisilik asidin türlü alkollerle ve fenollerle yaptığı ester: Salisilatlar romatizmanın tedavisinde kullanılır.
salisilik, -ği sf. Fr. salicyliaue kim. Söğüt kabuğundan çıkarılan antiseptiklerle ilgili olan.
→ salisilik asit
salisilik asit, -di is. kim. Aldehidin yükseltgenmesiyle elde edilen, türlü uçucu yağlarda ester biçiminde bulunan, ekşi veya tatlı olabilen, 155 °C'de eriyen bir asit.
salkım is. 1. Üzüm gibi, birçoğu bir sap üzerinde bir arada bulunan meyve: "Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış." -M. Ş. Esendal. 2. bot. Ana saptan çıkan yan çiçekleri saplan hep aynı uzunlukta olan çiçek durumu. 3. bot. Baklagillerden, salkım durumunda mor çiçekler açan ve çoğu asma gibi çardağa sarılan ağaç türü ve çiçeği (Wistaria sinensis). 4. ask. esk. Topla atılan demir parçaları.
→ salkım ağacı, salkım başak, salkım küpe, salkım saçak, salkım salkım, salkım söğüt, salkım topu, mor salkım, sarısalkım, üzüm salkımı
salkıma is. Salkımak durumu.
salkım ağacı is. bot. Akasya.
salkımak (nsz) Gevşeyip sarkmak, pörsümek.
salkım başak, -ğı is. bot. Tek veya birleşik başakların salkım şeklinde oluşturduğu bitki.
salkım küpe is. Değerli taşlardan yapılmış salkım biçiminde küpe.
salkım saçak, -ğı sf. 1. Dağınık, düzensiz, kalabalık bir durumda: "Sahanlıklara kadar salkım saçak insan doluydu." -H. Taner, 2. Parçalara ayrılmış.
salkım salkım sf. 1. Salkım gibi: "Pahada ve okkada salkım salkım küpeler, ağızda kenarlara doğru altın dişler." -B. Felek. 2. zf. Salkım olarak, salkım biçiminde. 3. zf Öbek öbek, küme küme: "Akasyaların salkım salkım çiçek açacakları tutmuş." -B. R, Eyuboğlu.
salkım söğüt, -dü is. bot. Dallan ve yaprakları yere sarkan bir çeşit söğüt (Salbc babylonica): "Gölün karşı kıyısındaki salkım söğütlerin gölgeleri, gittikçe kendilerine doğru uzuyordu." -N. Cumalı.
salkım topu is. ask. esk. Çevreye dağılan mermi parçaları atan top.
sallabaş sf. 1. Başı sürekli sallanan. 2. mec. Her sözü düşünmeden onaylayan.
sallama is. Sallamak işi,
sallama çay is. İşlendikten sonra torba içinde satışa sunulan çay, poşet çay, torba çay.
sallamak (-i) 1. Düzenli bir biçimde ve hep aynı doğrultuda hareket ettirmek: "Sen yine anahtarım çıkar, salla, eğlendir." -H. E. Adıvar, 2. Uydurmak, kafadan atmak. 3. Sarsmak. 4. mec. Beklenmedik bir başarı kazanmak: Seçimlerde Ankara'yı salladı. 5. mec. Zor durumda bırakmak. 6. argo Bir işi sürekli olarak başka bir zamana ertelemek, savsaklamak: "Ev sahibinin gözünü boyarım, kalan borcu bir müddet daha sallarım diyordu." -S. M. Alus. 7. argo Vurmak, tokat atmak: "Sokaktan geçen bir adam, bunları ayırdı, ikisine birer tokat salladı..." -M. Ş, Esendal. sallamamak argo 1) önem vermemek; 2) dikkate almamak, aldırmamak, ciddiye almamak.
→ kuyruksallayan
sallandırma is. Sallandırmak işi.
sallandırmak (-i, -e) 1. Sallanma işini yaptırmak. 2. mec. Asmak, idam etmek.
sallanış is. Sallanma işi veya biçimi.
sallanma is. Sallanmak işi.
sallanmak (nsz) 1. Bağlı bulunduğu yerde gevşek duruma gelip yerinden oynamak, kımıldamak: Dişi sallanıyor. Masa sallanıyor. 2. Bir şey belli noktasından bir yere bağlı kalmak şartıyla, o noktanın iki tarafına aynı doğrultuda ve sürekli olarak gidip gelmek: Lamba sallanıyor. Panjur sallanıyor. 3. Salıncak, hamak vb.nde kendini sallamak. 4. Vaktini boş ve yararsız işlerle uğraşarak geçirmek, oyalanmak, savsaklanmak. 5. Güçlü bir biçimde sarsılmak, titremek: "Yere çivilenmiş koca masayı sarsarken oda bir salıncak gibi sallanıyor." -S. F. Abasıyanık. 6. mec. Makamından veya bulunduğu durumdan uzaklaşmak, yerini bir başkasına bırakmak tehlikesiyle karşılaşmak.
sallantı is. 1. Sallanma işi, 2. mec. Sürüncemede bırakma, savsaklama, sallantıda bırakmak bir şeyi sonuca bağlamamak, savsaklamak, (bir iş) sallantıda kalmak bir çözüme bağlanmamak.
sallapati sf. 1. Düşünmeden ve saygısızca davranan: Sallapati bir adam. 2. Özensiz, dikkatsiz ve kaba saba yapılmış: "Bu entarileri, basma veya patiska gibi adi ve ucuz kumaşlardan, kaba tire ile şıpın işi dikilmiş, iri taş düğmeli, sallapati bir şey sanmayınız. " -R. H. Karay. 3. zf. Düşüncesizce, saygısızca ve patavatsız bir biçimde: Sallapati konuşmak.
sallapatilik, -ği is. 1. Sallapati olma durumu. 2. Ciddiyetsizlik.
sallasırt is. hlk. "Sırtına almak, yüklenmek" anlamlarındaki sallasırt etmek deyiminde geçer: "Kapının önünde bekleyen ufak bir cemaat gıcırdayan tabutu sallasırt ettiler. " -E. E. Talu.
sallı sf. Büyük ve geniş, sal gibi yayvan: Sallı biryapı.
salma is. 1. Salmak işi. 2. Pirinçle pişirilen bir tür yemek: Midye salması. 3. hlk. Genellikle köylerde işlerin görülmesi için ihtiyar heyetinin kararıyla her evden toplanması gereken para. 4. Bazı köylü giysilerinde kolun yeninden sarkan kumaş parçası. 5. Kuşların üretilmesine ayrılan oda. 6. sf. Başıboş gezen (hayvan): Salma sığır. 7. sf. Sürekli akan (su). 8. tar. Osmanlı devletinde kol gezen kolluk eri. salma gezmek başıboş hayvan gibi dolaşmak: Sokaklarda salma geziyor, salma salmak genellikle köylerde işlerin görülmesi için ihtiyar heyetinin kararıyla her evden para toplamak.
→ salma tomruk
salmak, -ar (-i, -e) 1. Bağımlılığına, tutukluluğuna veya baskı altındaki durumuna son vererek serbest kılmak, bırakmak, koyuvermek: "Derhâl kapının zincirini salıvererek kanadı arkasına kadar açtı." -E. E. Talu, 2. İvedilikle yollamak, hemen göndermek: "Bununla beraber peşine adam salmak gerekir." -A. Gündüz. 3. Koymak, katmak: "Halk ruhunun benliğinizde yeniden uyanıp hararetini gönlünüze saldığını duyarsınız." -R. H. Karay. 4. Sürmek: "Bunun içindir ki dal budak saldı, yemiş vermeye başladı." -R. E. Ünaydın. 5. Uğratmak: Başım derde salmak. 6. Vergi yüklemek: Ona elli bin lira salmışlar. 7. Üzerine yürütmek: Tazıyı tavşana salmak. 8. (-e) Saldırmak: "Aç kurt, yılana da salar, taşa da! dedi." -M. Ş. Esendal. 9. Sarkıtmak: Soğutmak için kuyuya su kabı salmak. 10. Gemi demir üzerinde dört yana dönmek. 11. (-i) mec. Bakmamak, ilgilenmemek, özen göstermemek.
→ salıvermek, salıverilmek
salmalık, -ğı is. hlk. Otlak.
salmastra is. (salma'stra) İt. salmastra 1. Halat tellerinden saç gibi örülmüş olan ip. 2. Özellikle makinelerde birbirine sıkıca değen iki yüzey arasına yerleştirilerek bu yüzeyler arasına su, buhar veya yağların sızmasını önleyen urgan.
salma tomruk, -ğu is. tar. Salma erlerin gece yakaladıkları suçluları kapadıkları yer.
salname is. (sa:lna:me) Far. sâl + nâme esk. Yıllık.
salon is. Fr. salon 1. Bir evde konuklan ağırlamakta kullanılan en geniş oda: "Hasta alt icattaki salona kadar gitti ve bir kanepenin üstüne düştü." -P. Safa. 2. Toplantıların, kutlamaların, gösterilerin yapıldığı geniş yer: Düğün salonu. Konferans salonu. 3. Dükkân, mağaza: Çay salonu. Berber salonu.
→ salon adamı, salon bitkileri, salon çamı, salon çiçeği, bilardo salonu, bekleme salonu, berber salonu, dinleme salonu, dinlenme salonu, düğün salonu, güzellik salonu, kabul salonu, lostra salonu, merasim salonu, misafir salonu, model salonu, müzik salonu, oyun salonu, sergi salonu, sinema salonu, şeref salonu, toplantı salonu, yemek salonu, yolcu salonu
salon adamı is. Kadınlı erkekli özel toplantılara katılan, bu gibi yerlerde nasıl davramlacağmı iyi bilen ve durumuyla dikkati çeken adam.
salon bitkileri ç. is. bot. Kapalı mekânlarda yetiştirilen, kaktüs, kauçuk, eltieltiyeküstü vb. süs bitkileri.
salon çamı is. bot. Dallan üzerinde diken bulunan, küçük çam biçiminde bir süs bitkisi (Ara ucana).
salon çiçeği is. bot. Salonları süsleyen gösterişli ve bakımlı ev çiçeği.
saloz sf. argo Salak.
salozlaşma is. Salozlaşmak işi veya durumu.
salozlaşmak (nsz) argo Saloz durumuna düşmek.
salozluk, -ğu is. Saloz olma durumu, salaklık.
salpa sf. Gevşek, iş bilmez, tembel.
salpak, -ğı sf. Salpa: "Salpak kız, ayağının altına baksana!" -S. M. Alus.
salsa is. 1. Bir tür Güney Amerika dansı. 2. Bu dansın müziği.
salt sf. 1. İçinde yabancı bir öge bulunmayan, mutlak: Salt sevinç. 2. fel. içine, kendisine yabancı hiçbir şey karışmamış, arı. 3. zf. Yalnızca: "Sanat adına konuşmakta kendinde hak gören, her konuştuğunu da salt doğrudur diye karşısındakine kabullendirmek isteyen kimseler sardı etrafımızı." -N. Cumalı.
→ salt çoğunluk, sah değer, salt nem, salt sıcaklık, salt sıfır
salta (I) is. (sa'lta) İt. salto Köpeğin arka ayaklan üzerine ayağa kalkması, salta durmak köpek arka ayaklan üzerine kalkmak.
salta (II) is. (sa'lta) İsp. salto den. Gergin duran bir halatı biraz koyuverme işi.
salta (III) is. (sa'lta) İt. saltomarca'dan esk. Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket: Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı." -Ö. Seyfettin.
saltanat is. Ar. saltanat 1. Bir ülkede hükümdarın, padişahın, sultanın egemen olması: "Bir medeniyetten öbürüne geçerken kaybolan şeylerin yanı başında gerçek saltanatlar da vardır." -H. A. Yücel. 2. mec. Bolluk ve zenginlik, gösterişli yaşayış. 3. mec. Birinin bir işte, bir yerde bulunan kimseler üzerindeki egemenliği, saltanat sürmek 1) hükümdarlık etmek; 2) bolluk içinde yaşamak.
saltanatçı is. Saltanat yanlısı olan kimse.
saltanatçilık, -ğı is. Saltanatçı olma durumu.
saltanatlı sf. Gösterişli, görkemli: "Saltanatlı bir üslubu vardı; yıldızlar, nişanlar içinde," -Y. Z. Ortaç.
saltanatsız sf Gösterişsiz, görkemsiz.
saltçılık, -ğı is. Hükümdarın bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi, mutlakiyet, mutlakçılık.
salt çoğunluk, -ğu is. Oylamada, yandan bir fazla üye sayısının oyuyla sağlanan çoğunluk.
salt değer is. mat. Bir cebirsel sayının, İşareti göz önüne alınmaksızın değeri, mutlak değer.
saltık, -ğı sf. fel. 1. Mutlak. 2. sos. Bağımsız, göreli olmayan ve kendi başına tam sayılan (bir olgunun niteliği).
salt nem is. coğ. Bir metre küp hava içinde bulunan su buğusu niceliği, mutlak nem.
salto is. İt. sp. Rakibin bedenini kollarıyla birlikte kavrayarak yana veya arkaya savurma, devirerek bastırma biçiminde uygulanan bir güreş oyunu, salto atmak rakibe salto oyunu uygulamak.
salt sıcaklık, -ğı is.fiz. -273 °C'yi sıfır olarak alan sıcaklık, mutlak sıcaklık.
salt sıfır is. fiz. ve kim. Salt sıcaklık ölçeğinde sıfır noktası, -273 °C, mutlak sıfır.
Salur öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
salvo is. (sa'lvo) İt. saha ast Genellikle topla yapılan yaylım ateş; "Ben, düşman donanmalarının göğüslerimize savurduğu salvoları da seyrettim, onları da seyrettim, onları da dinledim." -A. Gündüz.
salya is. (sa'lya) Yun. Ağızdan sızan tükürük: "Uyuyan, ağzından sızan salyasını yeniyle sildi." -S. F. Abasıyanık.
salyangoz is. Yun. zool Yumuşakçalardan, bahçelerin nemli yerlerinde yaşayan, sarmal kabuklu küçük hayvan (Helbc).
→ dikenli salyangoz
sal yarışı is. Genellikle ırmaklarda azgın sular arasında salla yapılan bir tür yanş.
sam (I) is. Ar. sânım Çölde esen rüzgâr, sam yeli.
→ sam yeli
sam (II) is. (sol-air missile teriminin kısaltması) Rus yapısı, karadan havaya güdümlü silah.
saman is. Ekinlerin harmanda dövülüp taneleri ayrıldıktan sonra kalan, hayvanlara yedirilen ufalanmış saplan, saman altından su yürütmek hiç belli etmeden iş çevirmek, ortalığı kanştırmak: "Saman altından su yürüten, ürkek, kaypak görünüşlü insanoğlunu tanımışlığı var." -Y. Kemal, saman gibi tatsız, yavan: "Saman gibi bir yaşamdı günlük yaşamım, ama her şey dışarıdan bakılınca hiç de kötü değildi." -E. Bener.
→ saman alevi, saman kâğıdı, samankapan, saman nezlesi, saman rengi, saman sarısı, Samanuğrusu, Samanyolu
saman alevi sf. Gelip geçici, basit, üstünkörü: "Tabii çerden çöpten, saman alevi tutkunlukları hesaba katmıyorum." -R. H. Karay. saman alevi gibi birden parlayıp arkasından hemen yatışan.
samani is. (samaıni:) T. saman + Ar. -ı 1. Saman rengi, açık san. 2. sf. Bu renkte olan.
saman kâğıdı is. Genellikle kurşun kalemle yazı yazmaya elverişli olan veya ambalaj için kullanılan kaba kâğıt.
samankapan is. Kehribar.
samanlı sf. Samanı olan.
→ samanlı gübre, samanlı kerpiç
samanlı gübre is. Samanı gerektiği kadar yanmamış gübre.
samanlık, -ğı is. Saman konulan yer: "Onu evvela kendi çiftliğinin samanlığında hapsetmişler. " -Y, K. Karaosmanoğlu.
samanlı kerpiç, -ci is, İçine saman karıştırılarak dökülen kerpiç.
saman nezlesi is. Genellikle bahar aylarında görülen, çiçek tozlarına karşı alerjiden ileri gelen nezle, bahar nezlesi.
saman rengi is. 1. Açık, soluk san renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Arkasında sadakor bir elbise, elinde ona benzer ipekten saman rengi bir şemsiye vardı." - Y. Z. Ortaç.
saman sarısı is. 1. Saman rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
Samanuğrusu öz. is. astr. Samanyolu.
Samanyolu öz. is. astr. Açık gecelerde gökyüzünde boydan boya görülen uzun yıldız kümesi, Gökyolu Hacılaryolu, Hacıyolu, Kehkeşan, Samanuğrusu.
samaryum is. (sama'ryum) Fr. samarium kim. Atom numarası 62, atom ağırlığı 150,4, yoğunluğu 7,75 olan, az bulunur e- lement (simgesi Sm).
samba is. (sa'mba (Portekizceden) 1. Bir çeşit Brezilya dansı. 2. Bu dansın müziği.
sambacı is. 1. Samba yapan kimse. 2. mec. Brezilyalı futbolcu.
sambacılık, -ği is. Sambacı olma durumu.
Sami öz. is. (sa:mt) Ar. sâmi 1. Hz. Nuh'un oğlu Şam'dan türediklerine inanılan beyaz ırkın Arapça, Asurca, İbranice ve Habeşçe konuşan çeşitli kavimlerinin toplandığı kol. 2. sf. Bu kola özgü olan: Sami diller.
samimi sf. (sami:mi:) Ar. samimi 1. İçten {duygu vb.): "Sanatkâr, bizi söylediklerinin samimi olduğuna da inandırmak." -O. V. Kanık. 2. Candan, açık yüreklikle davranan: "Diğerine gelince: Bu pek sıcakkanlı, pek samimi bir gençtir." -M. Ş. Esendal. 3. zf İçli dışlı, senli benli olarak: Onunla samimi konuştum, samimi olmak 1) içten, açık yüreklilikle davranmak: "Kocasının samimi olup olmadığını düşünmeden kadın insiyakıyla üzülüverdi." -S. F. Abasıyanık, 2) içli dışlı olmak.
samimileşme is. Samimileşmek işi.
samimileşmek (nsz) İçten olmak, candan davranmak: "Birdenbire samimileşiverdi, kırkyıllık tanış olup çıktı." -T. Buğra.
samimilik, -ği is. İçtenlik: "Ya bu çocuklar benimle şimdi konuşurken samimiliklerini birdenbire kesiverirlerse..." -S. F. Abasıyanık.
samimiyet is. (sami:miyei) Ar. şamimiyyet 1. İçtenlik: "Hayatın kokusu ve rengi olan samimiyet sizden uçup gitmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Senli benli olma durumu, samimilik: "Herhangi bir samimiyet bile mutlaka hakikat demek değildir." -A. Ş. Hisar.
samimiyetle zf. (sami:miye'tle) İçtenlikle: "Prens bizi büyük bir samimiyetle karşıladı. " -A. Gündüz.
samimiyetsiz sf. Samimi davranmayan, içtensiz.
samimiyetsizlik, -ği is. Samimi olmama durumu, içtensizlik: "Bunu halka karşı bir samimiyetsizlik, ilk aldatma sayıyordum." -R. N. Güntekin.
samsa is. Baklavaya benzeyen bir tür hamur tatlısı.
samsun is. Yun. esk. Savaşta kullanılan köpek.
samur is. Ar. semmür 1. zool. Kuzey Avrupa'da yaşayan, çok yumuşak ve ince tüyleri olan, postu için avlanan küçük hayvan (Martes zibelilina). 2. sf. Bu hayvanın postundan yapılan.
→ samur kaşlı, samur kürk, su samuru
samuray is. Jap. samurai Japon derebeyinin hizmetindeki savaşçı.
samur kaşlı sf. Kaşlan kumral, yumuşak ve gür.
samur kürk is. Sansar veya sincap derisinden yapılan kürk.
samut sf. (samuıt) Ar. şamüt esk. Susan, suskun.
sam yeli is. Çölden esen sıcak rüzgâr, sam: "Uçar kuşu yere düşüren zehirli bir sam yeli esiyordu." -R. H. Karay.
san is. 1. Ün, şan, şöhret: "Ne adım sanını ne kalıbım kıyafetini ne oturup kalkmasını ... beğenirdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Saygı veya belirtme sözü, unvan. 3. fel. Herhangi bir şeyi, neyse o yapan nitelik, kip karşıtı.
→ adı sanı, adıyla sanıyla
sana zf. Sen zamirinin yönelme durumu, sana taşla vurana sen aşla var (veya dokun) sana sert davranana sen yumuşak davran. sana vereyim bir öğüt; kendi ununu kendin öğüt kişi kendi işini kendisi yapmalıdır. sana yalan, bana gerçek söylediğim şeyi sen bilmiyorsun, ancak doğrudur, ben biliyorum.
sanal sf. 1. Gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum, farazi, tahminî. 2. mat. Negatif bir sayı üzerinde alınan ve ikinci kuvvetten bir kök taşıyan cebirsel anlatım.
→ sanal kart, sanat say t
sanal kart is. ekon. Genel Ağ ortamında, kişiye özel olarak tahsis edilen limit içinde alışveriş yapmayı sağlayan şifreli kart.
sanal sayı is. mat. Karmaşık sayı.
sanat is. Ar. şan'at 1. Bir duygu, tasan, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık: "Bir oyunun on beş gün sürmesi bir sanat hadisesi olduğunu gösterirdi." -T. Buğra. 2. Belli bir uygarlığın veya topluluğun anlayış ve zevk ölçülerine uygun olarak yaratılmış anlatım: "Caz ve caz havaları ne yazık ki bizim çok verimli o millî halk sanatımızı da baltaladı." -R. H. Karay. 3. Bir şey yapmadan gösterilen ustalık: Konuşma sanatı. 4. Bir meslekte uyulması gereken kuralların tümü: Askerlik sanatı. 5. Zanaat.
→ sanat adamı, sanat dünyası, sanat enstitüsü, sanat eri, sanat eseri, sanatevi, sanat filmi, sanat okulu, sanatsever, abstre sanat, betili sanat, betisiz sanat, edebî sanat, figüratif sanat, Gotik sanat, güdümlü sanat, soyut sanat, tezyini sanat, yedinci sanat, güzel yazı sanatı, tahnit sanatı, temasa sanatı, görsel sanatlar, güzel sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, sahne sanatları, süsleme sanatları
sanat adamı is. Sanatçı.
sanatçı is. 1. Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse, sanat adamı, sanat eri, sanatkâr. 2. Sinema, tiyatro, müzik vb. sanat eserlerini oynayan, yorumlayan, uygulayan kimse: "Türk tiyatrosunun en önde gelen kadın sanatçıları çırasında yerini alıverdi." -H. Taner.
→ konuk sanatçı, folk sanatçısı, sinema sanatçısı
sanatçılık, -ğı is. Sanatçı olma durumu.
sanat dünyası is. Sanat çevresinin oluşturduğu atmosfer.
sanat enstitüsü is. Endüstrinin türlü dallarına ve küçük, sanatlar alanına bilgili usta işçi ve teknisyen yetiştirmek amacını güden öğretim kurumu.
sanat eri is. Sanatçı.
sanat eseri is. Yaratıcılık ve ustalık sonucu ortaya çıkan üstün ve değerli eser: "Birçokları gibi Aziz Bey'den kalan sanat eserleri de kaybolup gitti." -M. Ş. Esendal.
sanatevi is. Sanat eserlerinin üretildiği veya sergilendiği yer.
sanat filmi is. Kazanç düşünülmeden salt sanat kaygısıyla yapılan film.
sanatkâr is. (sanatkâ:r) Ar. şan'at + Far. -kâr 1. Sanatçı: "Eseri takdir edilmeyen bir sanatkâr elemi duydum." -Ö. Seyfettin. 2. El ile yaptığı işi kendisine meslek edinen işçi veya usta. 3. sf. Bir işi ustalıkla yapan, usta, mahir.
sanatkârane zf. (sanatkâ:ra:ne) Ar. şan'at + Far. -kâr-âne Sanatkârca.
sanatkârca zf. (sanatkâ'rca) Sanatçıya yakışır biçimde, sanatkârane,
sanatkârlık, -ğı is. Sanatçılık.
sanatlı sf. Sanat gösterilmiş, ustaca yapılmış olan, musanna.
sanat okulu is. Ağırlıklı olarak sanat dallarında eğitim veren okul.
sanatoryum is. (sanato'ryum) Fr. sanatorium Özellikle veremli hastaların iyileştirilmesi için kurulmuş sağlık kuruluşu.
sanatsal sf. Sanata ilişkin, sanatla ilgili.
sanatsever sf. Ar. şan'at + .T. sever Sanatı tutan, sanatı koruyan ve yaşatan (kimse): "Sanatsever olarak tanıdığım bîr tanıdıkla karşı karşıyayız." -N. Cumalı.
sanatseverlik, -ği is. Sanatsever olma durumu.
sanayi ç. (sana:yi) Ar, sanayi' Ham maddeleri işlemek, enerji kaynaklarını yaratmak için kullanılan yöntemlerin ve araçların bütünü, endüstri.
→ sanayi bölgesi, sanayiinefise, sanayi kuruluşu, sanayi odast, sanayi sitesi, sanayi ülkesi, sanayi yatırımı, ağır sanayi, hafif sanayi, organize sanayi, yan sanayi, sinema sanayisi
sanayi bölgesi is. Sanayinin yoğun olarak yer aldığı bölge. .
sanayici is. 1. Herhangi bir sanayi dalına yatırım yapmış olan ve o alanda iş gören kimse. 2. sf. Sanayiye önem veren: Sanayici toplum.
sanayicilik, -ği is. İnsanın sanayiyi tek amaç olarak benimsediği sistem, endüstriyalizm.
sanayiinefise is. (sana:yiinefi:se) Ar. sanayi' + nefise Güzel sanatlar.
sanayi kuruluşu is. Sanayi ham maddesini işleyen ve üretim sağlayan kuruluş.
sanayileşme is. Sanayileşmek işi, endüstrileşme.
→ yarı sanayileşme
sanayileşmek (nsz) Üretimde makine, tezgâh vb. maddi üretim araçlarına giderek daha çok yer vermek, endüstrileşmek.
sanayileştirme is. Sanayileştirmek işi.
sanayileştirmek (-i) Sanayileşmesini sağlamak.
sanayi odası is. Sanayiciler arasında dayanışmayı sağlamak, ortak sorunlarla uğraşmak, yabancı sanayicilerle ilişki kurmak, ortak çıkarları korumak için yasa ile kurulan, tüzel kişiliğe sahip kurum.
sanayi sitesi is. Pek çok sanayi kuruluşunun bîr arada bulunduğu semt veya bölge.
sanayi ülkesi is. Ekonomisinin ağırlığım sanayi ürünleri oluşturan ülke.
sanayi yatırımı is. ekon. Sermayesini sanayi alanında değerlendiren iş kolu.
sancak, -ğı is. 1. Bayrak, liva. 2. ask. Çoğunlukla askerî birliklere verilen yazı işlemeli, kenarları saçaklı ve gönderil bayrak. 3. tar. Osmanlı yönetim teşkilatında illerle ilçeler arasında yer alan yönetim bölümü, mutasarrıflık. 4. den. Gemilerin sağ yanı.
→ sancak alabanda, sancak beyi, al sancak
sancak alabanda ünl. den. Dümeni sağ yana doğru sonuna kadar çevirme komutu.
sancak beyi is. tar. Sancağın yönetiminden sorumlu olan görevli.
sancaktar is. T. sancak + Far. -dâr Sancağı taşıyan kimse.
sancı is. 1. îç organlarda batar veya saplanır gibi duyulan, nöbetlerle azalıp çoğalan ağrı: "Ani bir diş ağrısı gibi, manevi bîr sancı ruhumu burmaya başladı." -H. C. Yalçın. 2. mec. Sıkıntı, sancısı tutmak 1) birdenbire ve şiddetli bir ağrı gelmek: "İlk kum sancısının nasıl tuttuğunu nakledecehniş." -S. M. Alus. 2) mec. tedirgin olmak.
→ sancı otu, doğum sancısı
sancılanma is. Sancılanmak işi: "Bit, aklıma geldiği zaman kalbim sancılanmaya başladı." -M. Yesari.
sancılanmak (nsz) Sancıya tutulmak: "Sancılanmak ihtimalini de düşünerek uyuşturucu ilaç bile aldım yanıma!" -R. H. Karay.
sancılı sf. 1. Sancıya tutulan, sancısı olan: "Yatağının içinde, sancılı bir adam gibi dönüp durdu." -P. Safa. 2. Sancı veren. 3. mec. Sıkıntılı.
sancıma is. Sancımak işi.
sancımak (nsz) Sancı vermek, ağrımak: "Gözlerimin kökü kazılıyor gibi sancıyor." -S. M. Alus.
sancı otu is. hlk. Tüylü dalak otu.
sancısız sf. 1. Sancısı olmayan. 2. mec. Sıkıntısız.
sançma is. Sançmak işi.
sançmak, -car (-i) esk. Saplanmak, batmak: "Minnetle gül koklama, dikeni sancar." -Atasözü.
sandal (I) is. Ar. sandal bot. Sandalgillerden, kerestesi sert ve kokulu bir ağaç (Santahım albüm).
→ sandal ağacı
sandal (II) is. Yun. İnsan taşıyacak biçimde yapılmış, kürekle yürütülen deniz teknesi: "Sandal sahibi olur olmaz ... balıkçılık sanatında karar kılmıştır." -S. F. Abasıyanık.
→ cankurtaran sandalı
sandal (III) is. Fr. sandale Sandalet.
sandal ağacı is. bot. Koca yemiş.
sandalcı is. Sandal (II) işleten kimse.
sandalcılık, -ğı is. Sandalcının yaptığı iş.
sandalet is. Fr. sandalette Yalnız tabanı bulunan, ayağa kordon ve kayışla bağlanan açık ayakkabı, sandal (III).
sandalgiller ç. is. bot. Tropikal ve ılıman bölgelerde yaşayan, iki yüzden çok türü olan taçsız iki çenekli bitkiler familyası.
sandalye is. (sanda'lye) Ar. şandaliyye 1. Arkalıklı, kol koyacak yerleri olmayan, bir kişilik oturma eşyası: "Sandalyelerimizden doğrulduk, el sıktık, yer gösterdik." -R. H. Karay. 2. mec. Makam, koltuk, mevki: "Bunların gençliğe karşı aldıkları vaziyeti ben biraz sandalye vehminden doğmuş telakki ediyorum." -H, E, Adıvar.
→ sandalye kavgası, elektrikli sandalye, kolçaklı sandalye, tekerlekli sandalye
sandalyeci is. Sandalye yapan ve satan kimse.
sandalyecilik, -ği is. Sandalye yapma veya satma işi.
sandalye kavgası is. Makam kapmak veya makamını yitirmemek için gösterilen çaba.
sandalyeli sf. Sandalyesi olan.
sandalyelik, -ği is. 1. Sandalye yapmaya elverişli olan ağaç. 2. Sandalyeden zedelenmemesi için duvara çakılan ince uzun tahta kaplama.
sandalyesiz sf. 1. Sandalyesi olmayan. 2. mec. Koltuktan inmiş, koltuğunu kaybetmiş.
sandık, -ği is. Ar. şandük 1. İçine çeşitli şeyler konulan, tahtadan yapılmış, kapaklı ev eşyası: "Köhne kitap sandıklarının başında kendi sahiplerinden başka kimseler görünmüyordu." -Y". K. Karaosmanoğlu. 2. Meyve, sebze koymaya yarayan, tahta veya plastikten yapılmış, dört köşe kap. 3. Bir kurumda para alınıp verilen yer: Mal sandığı. Sandık emini. 4. Kamu kesiminde çalışan personelin sosyal güvenlik işlerini yürüten kuruluş: Emekli Sandığı. 5. Yapılarda kum, çakıl vb. şeyleri ölçmek için kullanılan, üstü ve altı açık, dört köşeli tahtadan ölçü aleti. 6. Kamu kesiminde çalışan personelin kendi durumunda düşük faiz ve taksitler hâlinde geri ödemek üzere borç para aldığı birim. 7. Seçimlerde oy pusulalarının atıldığı kutu. 8. esk. Mahalle tulumbacılarının omuzda taşıdıkları sandık biçimi tulumba, sandık basına gitmek sandığa gitmek. sandık düzmek çeyiz hazırlamak: "İleride yine ona gönderilmek üzere bir de sandık düzmesine ne mâni vardı." -R. N. Güntekin. sandığa gitmek 1) seçim kararı almak; 2) oy kullanmak, sandığa gömmek seçimde ağır yenilgiye uğratmak, sandığa gömülmek seçimde ağır yenilgiye uğramak, sandıktaki sırtında, ambardaki karnında nesi varsa giyer, nesi varsa yer, sandıktan çıkmak hlk. seçimle işbaşına gelmek.
→ sandık balığı, sandık başkanı, sandık çevresi, sandık emini, sandık eşyası, sandık gözlemcisi, sandık kurulu, sandık lekesi, sandık müşahidi, sandık odası, sandık sepet, sepet sandık, boyacı sandığı, mal sandığı, oy sandığı, seçim sandığı, yardım sandığı
sandık balığı is. zool. Sandık balığıgillerden, tropikal denizlerde yaşayan, vücudu çok kenarlı sert kemik plakalardan oluşan zırh ile kaplı, 0,5 m kadar olabilen bir balık (Lactophrys triqtteter).
sandık balığıgiller ç. is. zool. Sandık biçimi vücutları kemik plakalarla kaplı omurgalı hayvanlar sınıfı.
sandık başkanı is. Seçimlerde sandık kurulunun başkanlığına getirilen kimse.
sandık çevresi is. Seçimlerde aynı sandığa oy atacak kişilerin tümü.
sandıkçı is. Sandık yapan veya satan kimse.
sandıkçılık, -ğı is. Sandık yapma veya alıp satma işi.
sandık emini is. esk. Hükümet veznedarlığı.
sandık eşyası is. Saklanmak üzere sandığa konulan eşya.
sandık gözlemcisi is. Yapılan seçimin kurallara uygun olup olmadığını sandık başında kontrol eden parti temsilcisi, sandık müşahidi.
sandık kurulu is. Seçimlerde bir sandık çevresinde oy verme işleminin düzenli yapılmasını sağlayan görevliler.
sandıklama is. Sandıklamak işi.
sandıklamak (-i) Sandık içine koymak, yerleştirmek, ambalajlamak.
sandıklanma is. Sandıklanmak işi.
sandıklanmak (nsz) Sandığa konulmak, sandığa yerleştirilmek.
sandık lekesi is. Sandıkta havalandırmadan uzun süre saklanan eşyada oluşan pas renginde leke.
sandıklı is. 1. Duvar kaplamalarında kullanılan bir tür ince tahta. 2. esk. Süs olarak kullanılan bir tür altın para.
sandık müşahidi is. Sandık gözlemcisi.
sandık odası is. Sandık, sepet vb. ev eşyasının konulduğu küçük oda: "Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin /Sandık odalarında." -O. V. Kanık.
sandık sepet is. Ortada ne varsa: Sandık sepet, topladı götürdü.
sandırma is. Sandırmak işi.
sandırmak (-i, -e) Sanmasına sebep olmak, zannettirmek: "Kendisini ona yaklaşmış, onunla baş başa kalmış sandıran tenhalığa sevindi." -R. H. Karay.
sandöviç is. bk. sandviç.
sanduka is. (sandu'ka) Ar. sanduka Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık: "Büyük demir parmaklıklı bir türbenin içinde yeşil sandukalarına örtülmüş beyaz yazma yemenileriyle yatan iki mezar vardı." -M. Ş. Esendal.
sandviç is. İng. sandwich İki ince ekmek dilimi arasına tereyağı, peynir, sucuk vb. konularak hazırlanan yiyecek.
sandviççi is. Sandviç yapan ve satan kimse.
sanem is. Ar. sanem esk. 1. Put. 2. mec. Çok güzel kadın.
sangı sf. hlk. Sersemleşmiş, şaşkınlaşmiş olan, sözü kolayca anlamayan.
sangılama is. Sangılamak işi veya durumu.
sangılamak (nsz) hlk. Sangı olmak, sersemleşmek, şaşkınlaşmak.
sangılık, -ğı is. Sersemlik, şaşkınlık: "Nen var, niçin böyle küskün duruyorsun, dediler.-Hiç, dedi, başımda bir sangılık var." -M. Ş. Esendal.
sanı is. Sanma durumu veya sonucu, zan, zehap: "Söylediklerimiz, yazdıklarımız, hayatın birtakım konulara bölünmüş olduğu sanısını sürdürüp yalanı berkitmekten başka neye yarar?" -N. Ataç. sanısına kapılmak sanmak, zannetmek.
sanık, -ğı sf. huk. Suçlu olduğu sanılan (kimse), maznun, zanlı: "Atatürk'ün sofrasında ... sanık sandalyesine oturtuluşumun bu, birincisi değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
sanıklık, -ğı ıs. Sanık olma durumu.
sanılma is. Sanılmak işi.
sanılmak (nsz) Düşünülmek, olabileceğine inanılmak, zannedilmek: "Sanki yakasından tutup yerine oturtacak ve -tek dursana- diyecek sanılıyordu." -M. Ş. Esendal.
sanidin is. Fr. sanidine jeol. Volkanik kayaçlarda bulunan ortoz feldspat türü.
saniye is. (sa:niye) Ar. saniye 1. Bir dakikanın altmışta biri olan zaman birimi: "Bütün bu hadise hemen bir yirmi saniye içinde olup bitmişti." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir derecenin altmışta biri. 3. Fizik ve mekanikte zaman birimi.
saniyelik, -ği sf. Bir saniye süresinde olan, bir saniye kadar süren: Saniyelik iş.
sanki zf. (sa'nki) T. san + Far. ki 1. Farz edelim ki, güya. 2. Soru cümlelerinde belirtilen konuya ilgiyi çekmek veya uyanda bulunmak için kullanılan bir söz: Ne olur sanki, sen de gelsen? 3. Sorulu olmayan cümlelerde anlatılan düşüncenin gerçekte var olmayıp öyle sanıldığını gösterir, sözüm ona, sözde: "Hatta görünmez bir delikten biri sanki bakıyor." -R. H. Karay.
sanlı sf. Sanı olan, ünlü: Adlı sanlı bir adam.
→ adlı sanlı, ana sanlı
sanma is. Sanmak işi.
sanmak, -ir (-i) 1. Bir şeyin olma veya olmama ihtimalini kabul etmekle birlikte, olabileceğine daha çok inanmak, zannetmek: "Sahiden hasta sanıyorlar, tebdilihava tavsiye ediyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Gibi gelmek, farz etmek: "Bu hareketimi tamamıyla histen gelen bir şey sandı." -P. Safa. 3. Bir şey veya kimsenin ... olduğunu düşünmek: "Doktor Sevim, hastayı ilk gördüğü an kendinde değil sanmıştı. " -A. İlhan.
sanrı is. psikol. Uyanık bir kişinin, kendi dışında var sandığı ancak gerçekte olmayan olguları algılaması, yaşaması, birsam, halüsinasyon: "Olmaz, gerçek olamaz bu yaşadığımız, ya sanrı ya sanrıya çok yakın bir şey." -A. ilhan.
sanrılama is. Sanrılamak işi.
sanrılamak (-i) psikol. Gerçekte olmayan bir şeyin var olduğunu, görüldüğünü, duyulduğunu sanmak.
sanrısal sf. Sanrıya ilişkin.
sansar is. zool. Postları değerli türlü etçil hayvanların ortak adı (Martes martes): Ağaç sansarı. Kaya sansarı.
→ alacasansar, ağaç sansarı, kaya sansarı
sansargiller ç. is. zool. Küçük, uzun yapılı, kürkleri beğenilen, sansar, porsuk, gelincik, vizon vb. hayvanlan içine alan yırtıcı etçiller sınıfı.
sansasyon is. Fr. sensation 1. Pek çok kimsede yaratılan güçlü heyecan. 2. Birçok kimseyi ilgilendiren, etkileyen heyecan verici olay. sansasyon yaratmak büyük bir ilgi ve heyecan yaratmak.
sansasyonel sf. Fr. sensationnel Dikkat çeken, çarpıcı, beklenmedik: "Onda bile meslek aşkı, sansasyonel bir röportaj yapmak hevesi insanlık ödevini biraz olsun erteletmiş. " -H. Taner.
sansız sf. Sanı, ünü olmayan.
→ adsız sansız
Sanskrit öz. is. 1. Hint-Avrupa dilleri grubundan olan, klasik Hint din ve edebiyat dili, Sanskritçe. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Sanskritçe öz. is. Sanskrit.
sansüalizm is. Fr. sensualisme psikol. Duyumculuk.
sansür is. Fr. censure 1. Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserlerinin hükümetçe önceden denetlenmesi işi, yayın ve gösterilmesinin izne bağlı olması, sıkı denetim. 2. Denetleme işini yapan kurul, sansür etmek (veya sansürden geçirmek) bir sanat eserine veya herhangi bir yayına sansür işlemini uygulamak.
sansürcü is. 1. Sanat eserlerini denetlemekle görevlendirilmiş kimse. 2. sf. Sansür yanlısı: Sansürcü bir anlayış.
sansürcülük, -ğü is. Sansürcünün yaptığı iş.
sansürleme is. Sansürlemek işi.
sansürlemek (-i) Sansürden geçirmek.
sansürlenme is. Sansürlenmek işi.
sansürlenmek (nsz) Sansürden geçirilmek,
sansürlü sf. Sansür edilmiş.
sansürsüz sf. Sansürü olmayan.
santiar is. Fr. centiare mat. Bir arın yüzde biri, bir metre kare (ca).
santigram is. Fr. centigramme mat. Bir gramın yüzde biri, bir desigramın onda biri (cgr).
santigrat, -di is. Fr. centigrade fiz. Suyun buz olma noktasını 0, buharlaşma noktasını 100 sayarak arasını derece olarak adlandıran yüz eşit kısma bölme yoluyla bulunan ısı ölçeği.
santilitre is. (santili'tre) Fr. centilitre mat. Bir litrenin yüzde biri (el).
santim is. Fr. centime mat. 1. Bazı ülkelerde kullanılan para biriminin yüzde birine eşit olan küçük para birimi. 2. hlk. Santimetre. santim kaçırmamak çok dikkatli ve hesaplı olmak.
santimantal, -li sf, Fr. sentimental Duygulu, içli, hassas: "Beni santimantal bulacaksınız."-R.H.Karay.
santimantalite is. Fr. sentimentalite Hassaslık, duygululuk, içtenlik.
santimantalizm is. Fr. sentimentalisme Aşırı duygululuk, davranışlarına duygularıyla yön veren kimsenin durumu.
santimetre is. (santime'tre) Fr. centimetre mat. Bir metrenin yüzde biri uzunluğunda bir ölçü birimi (simgesi cm), santim.
santimetrelik, -ği is. 1. Santimetre ölçüsünde olan. 2. Dalga boyu bir ile on santimetre arasında değişen radyo dalgalan gölgesi.
santra is. Fr. centre 1. Orta, orta alan, merkez. 2. sp. Santra noktası. 3. sp. Hücum oyuncularımn ortasında oynayan futbolcu. santra yapmak santra noktasından oyunu başlatmak.
→ santra çizgisi, santra noktası, santra yuvarlağı
santra çizgisi is. sp. Futbolda santra yuvarlağını ortadan ikiye bölen, üzerinde santra noktası bulunan çizgi.
santral, -li is. Fr. central 1. Doğadaki başka enerji türlerini elektrik enerjisine çeviren kuruluş: Elektrik santrali. Nükleer santral 2. Telefonların bağlı olduğu merkez: Telefon santrali. 3. Santralci.
→ hidroelektrik santral, nükleer santral, termik santral, atom santrali, beton santrali, elektrik santrali, telefon santrali
santralci is. Telefon santralinde çalışan görevli.
santra noktası is. sp. Futbol sahasının ortasında bulunan, oyunun başlatıldığı nokta, santra.
santra yuvarlağı is. sp. Orta yuvarlak.
santrfor is. İng. center-fore sp. Futbolda ileri uçta, hücum hattının ortasında oynayan oyuncu.
santrhaf is. İng. center-half sp. Futbolda orta alanın ortasında yer alan oyuncu.
santrifüj sf. Fr. centrifuge fiz. 1. Merkezkaç. 2. is. Santrifüjör.
santrifüjör is. Fr. centrifugeur fiz. Merkezkaç kuvvetten yararlanarak bir karışımın taşıdığı çökebilir öğeleri ayırıp çöktürmekte kullanılan laboratuvar aleti, santrifüj.
santrozom is. Fr. centrosome biy. Hücre sitoplazması içinde çekirdeğin yakınında bulunan, açık renkli ve genellikle homojen plazma kütlesi.
santur is. Far. sentür muz. Kanuna benzeyen, tokmaklarla çalınan bir tür telli çalgı.
santurcu is. Santur çalan kimse.
santuri is. (santu:ri:) Far. sentür + Ar. -i Santur çalan kimse.
sap is. 1. Bitkinin dal, yaprak, çiçek vb. bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. 2, Çiçek veya meyveyi dala bağlayan ince bölüm, sak: Armudun sapı. Gülün dikenli sapı. 3. Bir aracı tutmaya yarayan bölüm: "Bir küçük çekmeceden sapı fil dişi bir revolver çıkarmıştı. " -S. F. Abasıyanık. 4. İplik, tire, ibrişim vb. şeylerde iğneye geçirilen bir dikişlik iplik: Bir sap tire. iki sap ibrişim. 5. Kabza. 6. hlk. Demet durumundaki ekinler: Bugün sap çekeceğiz. 7. argo Erkek, sap çekmek biçilmiş ekini tarladan harmana kaldırmak, sap derken saman demek belirli ve doyurucu bir düşünce ortaya koyamamak: Konuşma sap derken saman demek kabilinden hiçten şeylerden ibaret kalmıştır. " -R. H. Karay, sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner her şey zaman içinde planlandığı gibi gerçekleşmeyebilir, sap gibi çok ince: "Avurtları çökmüş, boynu yakasının ortasında sap gibi kalmıştı. " -H. Taner, sap yiyip saman sıçmak kaba 1) bir olaya kızıp ateş püskürmek; 2) yararsız şeylerle uğraşmak, sapına kadar tam anlamıyla, bütünüyle: "O sapına kadar askerdir; asker doğmuş; asker ölecektir." -H. Taner, sapla samanı karıştırmak iyi ile kötüyü ayıramamak.
→ sapı silik, kök sap, yapışıcı sap, çiçek sapı
sapa sf. 1. Gidilen yol üzerinde olmayan, sapılarak varılan. 2. Merkezden uzak, kıyıda köşede kalmış: "Eskiden sapa semtlerde küçücük dükkânlar görünürdü." -S. F. Abasıyanık.
sapak, -ği sf. 1. Sapaklığı olan. 2. is. Bir ana yoldan ayrılan yolun başlangıç noktası. 3. is. Akarsuyun kollara ayrıldığı yer.
sapaklık, -ğı is. 1. Belli bir ölçüye, belli kurala uymama durumu. 2. psikol. Hastalık niteliğinde olmamakla birlikte, normalden belirgin durumda sapma gösterme durumu, anomali.
sapan is. 1. İki ucu ip, ortası örme veya meşin olan bir taş atma aracı: "Gökçe Bacı, bağrı- na saplanan bir okla, sapan sallayan eli 3 havada, yere düşüyor." -T. Buğra. 2. Ge- nellikle çocukların kuş vurmak için kullandıkları, iki ucuna lastik ve lastiklerin arasına da geniş bir meşin parçası bağlı bulunan çataldan oluşan araç: "Cebine sakız gibi kuru üzümü doldurdun mu elde sapan, incir kuşu avına çıkarsın." -A. İlhan. 3. Kaldırılacak bir şeyin üzerine geçirmek için halattan yapılan çember. 4. tek. Makarayı bir yere bağlamak için tablaların çevresine geçirilen halat veya demir kuşaklar.
→ kar sapanı
saparna is. (sapa'rna, Amerika yerlilerinin dilinden) bot. Eskiden kökü hekimlikte kullanılmış olan, zambakgillerden, yeşilimsi çiçekli, dikenli ve tırmanıcı, çok yıllık bir bitki (Smilca).
saparta is. (sapa'rta) ît. sabordo 1. Gemi bordasmdaki top çıkarılan dört köşe boşluk ve açıklık. 2. Bir batarya topun birden ateş etmesi, alabanda ateşi. 3. mec. Azar, tersleme, saparta (veya sapartayı) yemek azarlanmak, terslenmek: "Mebustan saparta yiyen bu adam kimdir?" -R. E. Ünaydın. sapartayı vermek azarlamak, terslemek: "Hanımefendi kalkmış, ikisine de sapartayı vermiş." -H. R. Gürpınar.
sapasağlam sf. (sapa'sağlam) Çok sağlam, her yanı sağlam: "Kendi yaşında sırım gibi sapasağlam bir yerli kadın olan karısı bir hafta içinde tifodan ölüp gidivermişti." -R. N. Güntekin. "Ferit dayı bu savaştan da sapasağlam, üstelik miralay olarak dönmüştü." -A.İlhan.
sapçık, -ğı is. 1. Küçük sap. 2. anat. Bir organı, organizmanın öteki bölümlerine bağlayan, içinde damarlar, sinirler ve görev kanalları bulunan öğelerin tümü: Akciğer sapçığı, 3. bot. Ucunda çiçek bulunan dalcık.
→ çiçek sapçığı
sapık, -ğı sf. 1. Tavır ve davranışları normal olmayan veya geleneklerden, törelerden ayrılan, anormal (kimse), gayritabii, anormal: Sapık düşünce. 2. Delice davranışları olan, meczup.
sapıkça zf. (sapı'kça) Sapık bir biçimde.
sapıklaşma is. Sapıklaşmak işi.
sapıklaşmak (nsz) Sapık duruma gelmek.
sapıklık, -ğı is. Sapık olma durumu veya sapıkça davranış.
sapılma is. Sapılmak işi.
sapılmak (-e) Sapma işi yapılmak.
sapınç, -cı is. psikol. 1. Özel bir görevin normal sonucuna ulaşmasına engel olan sapıklık, aberasyon. 2. astr. Bir gök cisminin, görünge hızının ışık hızı ile birleşmesinden ileri gelen, görünen yer değişimi, aberasyon.
sapır sapır zf. Güçlü ve sürekli bir biçimde: "Başı dönüyor, bacakları sapır sapır titriyordu." -H. Taner, sapır sapır dökülmek başarısız olmak.
sapı silik, -ği sf. Kişiliksiz, başıboş, serseri, baldırı çıplak: "Rasih Bey söz dinletecek adam değil zaten. Sapı siliğin biri." -H. Taner.
sapış is. Sapma işi veya biçimi.
sapıtış is. Sapıtma işi veya biçimi.
sapıtma is. Sapıtmak işi.
sapıtmak (nsz) 1. Ruhsal bir düzensizlik içine düşmek. 2. Şaşırmak: "Feride, senin kaşların takırtılarına benziyor, güzel güzel, ince ince başlıyor, fakat sonra yolunu sapıtıyor." -R. N. Güntekin. 3. mec. Saçmalamaya başlamak. 4. tkz. Aklını bozmak.
sapkı is. Bir görevin ve özellikle bir fizyoloji görevinin ters bir yön alması.
sapkın sf. 1. Doğru yoldan ayrılmış olan. 2. Sapkıya uğramış olan.
→ sapkın kaya
sapkın kaya is. coğ. Buzların etkisiyle yerinden oynayıp uzaklara sürüklenmiş olan kaya.
sapkınlık, -ğı is. Sapkın olma durumu.
saplama is. 1. Saplamak işi. 2. İç içe geçen veya başka bir parça üzerine eklenen parçaların bağlantısı için kullanılan, türlü kalınlık ve uzunlukta, bir yanı yivli, yuvarlak metal kama. 3. tek. Bir menteşenin iki oynak parçasını birleştirmeye yarayan küçük, ince metal mil.
saplamak (-i, -e) Hızla batırmak: Bıçağı sapladı.
saplanış is. Saplanma işi veya durumu.
saplanma is. Saplanmak işi.
saplanmak (-e) 1. Hızla batmak: Ok bacağına saplandı. 2. Batma sonucu hareket edemez olmak, batıp kalmak: "Dönüşte Zeytinburnu açıklarında kara saplandık." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir şeyle ilgisini kesmemek, takılıp kalmak: "Mistik olmayan felsefe görünüşünde de tamamen H. Spencer'e saplanmış kalmıştı." -H.Taner.
saplantı is. psikol. Kişinin, etkisinden kendini kurtaramadığı yersiz saçma düşünce, sabit fikir, fikrisabit, idefiks: "Üstadı bu saplantısından kurtarmak kolay olmamıştı." -H. Taner.
saplantılı is. Saplantısı olan.
saplayış is. Saplama işi veya biçimi.
saplı sf. 1. Sapı olan. 2. Saplanmış: Bıçak karpuza saplı duruyor. 3. is. Uzunca bir sapı olan kap. 4. is. Büyük kepçe.
→ saplt meşe, kök saplı
saplı meşe is. bot. Yurdumuzda yetişen bir meşe türü (Quercus robur).
sapma is. 1. Sapmak işi, 2. fiz. Serbest bir mıknatıslı iğnenin denge konumundayken gösterdiği doğrultudan geçen düşey düzlemle, bulunulan noktasının meridyen düzlemi arasındaki açı. 3. fiz. Bir ışının saydam bir biçmeden geçtikten sonraki doğrultusu arasında oluşan açı. 4. dbl. Bazı kelimelerin kurallara göre almaları gereken biçimlerden uzaklaşması durumu: Ben-ge > bene yerine bana, sen-ge > sene yerine sana olması gibi.
→ açısal sapma
sapmak, -ar (-e) 1. Yön değiştirmek: "Evvela kuşların bulunduğu tarafa saptım." -A. Haşim. 2. Önceden belirlenmiş, tespit edilmiş görüş, düşünüş, amaç veya davranıştan ayrılmak: Amacından saptı. 3. mec. Doğruluktan ayrılmak.
sapot ağacı is. bot. Sapotgillerin örnek bitkisi olan, lezzetli meyvesi ve sakız yapımında kullanılan sütlü salgısı için sıcak ülkelerde yetiştirilen bir ağaç (Achras sapota).
sapotgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi sapot ağacı olan, sıcak ülkelerde, genellikle Orta Amerika'da yetişen, bazı cinslerinden gütaperka çıkarılan bir bitki familyası.
saprofit sf. Fr. saprophyte bot. Çürükçül.
sapsarı is. (sa'psarı) 1. Çok sarı veya her yanı sarı: "Yüzüm de sapsarı mı, kâğıt gibi beyaz mt? Bilmiyorum, aynaya bakmaktan çekmiyorum. " -R. H. Karay. 2. sf. Bu renkte olan. sapsarı kesilmek (veya olmak) çok sararmak: "Heyecandan dudakları titriyordu ve benzi sapsarı kesilmişti." -Y. K, Karaosmanoğlu.
sapsız sf. Sapı olmayan.
→ sapsız balta, ipsiz sapsız
sapsız balta is. Koruyucusu, dayanağı olmayan kimse.
saptama is. 1. Saptamak işi, tespit. 2. sin. Gümüş bromür kalıntılarını eritmek için filmin kimyasal bir eriyikten geçirilmesi.
saptamak (-i) Bir şeyi belirgin kılmak, tespit etmek.
saptanım is. Saptanma işi.
saptanımcılık, -ğı is. biy. Hayvan türlerinin hiç değişmeyip hep aynı durumda kaldığını ileri süren öğreti, türlerin saptanımı öğretisi.
saptanış is. Saptanma işi veya biçimi.
saptanma is. Saptanmak işi.
saptanmak (nsz) Saptama işi yapılmak, tespit edilmek.
saptayıcı sf 1. Saptayan, sabit kılan, sürekli kilan. 2. is. tebeşir, boya, sulu boya, kurşun kalem çizim ve resimlerin bozulmalarım önlemek için bütün kâğıt yüzeyine püskürtücü ile sıkılan sakız ve alkol karışımı resim verniği.
saptayış is. Saptama işi veya biçimi.
saptırıcı is. Saptıran, sapmaya yol açan, sapmaya sebep olan kimse.
saptırıcılık, -ğı is. Saptırıcı olma durumu.
saptırılma is. Saptırılmak işi.
saptırılmak (-e) Sapma işi yaptırılmak.
saptırma is. 1. Saptırmak işi. 2. mim. Süs olarak yapılan kırık çizgili silme.
saptırmak (-i, -e) Sapma işini yaptırmak.
sara is. Ar. şar'a tıp Zaman zaman kendim kaybederek olduğu yere düşme, vücutta şiddetli çırpınmalar ve ağız köpürmesi ile ortaya çıkan bir sinir hastalığı, tutarak, tutarık, tutarga, yilbik.
saraç, -cı is. Ar. serrâc 1. Koşum ve eyer takımları yapan veya satan kimse. 2. Koşum ve eyer takımlarını işleyen ve süsleyen kimse. 3. Deri, muşamba vb.nden bavul, çanta yapan kimse.
→ saraçhane
saraçhane is. (saraçhame) Ar. serrâc + Far. hâne At takınılan, araba koşumları, meşinden eşya yapılan ve satılan yer,
saraçlık, -ğı is. Saracın işi veya mesleği.
sarahat, -ti is. (sara:hat) Ar. sarahat Belginlik.
sarahaten zf. (sara:haten) Ar. sarahaten Açıkça, apaçık, açıktan açığa: "Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı? /Darılmak âdeti bilmem ki çapkının naz mı?" -O. S. Orhon.
sarahatle zf. (saraıhatle) Açıklıkla: "Ve biz ağustos böceklerinin ne dediklerini sarahatle anlardık." -A. Ş. Hisar.
sarak, -ğı is. mim. Yapı yüzeylerinde yatay, enli, az çıkıntılı, süslü veya düz silme.
saraka is. argo Alay, istihza, saraka etmek biriyle alay etmek, eğlenmek, (birini) sarakaya almak alay etmek, alaya almak: "Taşralarda ağırbaşlı kitaplar okumaya kalkışan öğrencileri, arkadaşları sarakaya alır." -S. Birsel.
sarakacı sf. Alaycı, müstehzi.
saralı sf. Sara hastalığı olan (kimse): "Çocuklar beni görünce saldırırlardı: Sıska, deli, saralı sıska... diye." -S. F. Abasıyanık.
sararış is. Sararma işi veya biçimi.
sararma is. Sararmak işi.
sararmak (nsz) 1. Sarı olmak, rengi sarıya dönmek: "Her sabah ağaçların sararan yapraklanyla pek güzel olan karşıki dağlara bakarak uyanıyorum." -M. Ş. Esendal. 2. Korku, üzüntü, coşku vb. sebeplerle yüzün rengi solmak, sararıp solmak 1) giderek daha çok solmak: "Sokakları dolduran sayılmaz şapkaların zalimce, kurnaz ve namussuz gölgelerinde sararmış solmuş." -Ö. Seyfettin. 2) mec. sağlığı bozulmak: "Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu." -Ö. Seyfettin.
sarartı is. Sarı olma durumu: "... bir ütü sarartısına benzer bir sarılıkta, gri renkteydi." -S. F. Abasıyanık.
sarartma is. 1. Sarartmak işi. 2. sf hlk. Cılız ve soluk renkli kimse.
sarartmak (-i) Rengini sarıya çevirmek, sararmasına yol açmak,
sarat is. hlk. Büyük delikli kalbur.
saray is. Far. serây 1. Hükümdarların veya devlet başkanlarının oturduğu büyük yapı. 2. Kamu" işlerinin yürütüldüğü büyük yapı: Emniyet Sarayı. Spor ve. Sergi Sarayı. 3. mec. Görkemli ve gösterişli yapı: Bu ev bir saray. 4. esk. Devlet başkanı ve çevresi: Saraydan çağrılmış.
→ saray çiçeği, saray lokması, saray menekşesi, sdraypatı, kervansaray, adalet sarayı, belediye sarayı, kitap sarayı, kültür sarayı, satış sarayı
saray çiçeği is. bot. Düğün çiçeğigillerden, tarlalarda yetişen, altmış kadar türü bulunan, birkaç türü süs bitkisi olarak çoğunlukla da hekimlikte kullanılan zehirli bir bitki, hezaren (Delphinium).
saraylı sf. Osmanlı İmparatorluğu'nda padişah sarayında bulunmuş olan (kadın): "Fena değil, saraya gidecek, saraylı olacak." -H. E. Adıvar.
saray lokması is. Bir çeşit yumurtalı lokma tatlısı.
saray menekşesi is. bot. Gösterişli ve bol çiçekli bir tür menekşe.
saraypatı is. bot. Güzel çiçekleri için yetiştirilen bir süs bitkisi (Callistephus sinensis).
sarban is. Far. sâr-bân esk. Deveci.
→ sarbanbaşı
sarbanbaşı is. esk. Padişahların develerine bakan devecilerin başı.
sarbanlık, -ğı is. Deveyi gütme işi.
sardalye is. (sarda'lye) İt. sardelta zool. Hamsigillerden, konservesi ve tuzlaması yapılan, gümüş renginde, pullu ve 10-15 cm boyunda, küçük bir balık, ateş balığı (Clupea pilchardus). sardalye gibi istif olmak bir yerde çok kalabalık ve sıkışık bulunmak.
sardırma is. Sardırmak işi.
sardırmak (-i, -e) 1. Sarma işini yaptırmak. 2. mec. Sürekli olarak bir konuyu düşünmek,
sardoğan is. zool. San renkli bir tür doğan.
sardun is. Yun. den. Balıkçıların kullandığı bir tür halat.
sardunya iç. (sardu'nya) İt. sardonya bot. Çoğunlukla pembe çiçekler açan, sardunyagillerden bir süs bitkisi (Geranium).
sardunyagiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, sardunya, ıtır, turnagagası vb. bitkileri içine alan bir familya.
sarf is. Ar. şarfl. Harcama, tüketme, kullanma, masraf etme. 2. esk. Dil bilgisi, yapı bilgisi, sarf etmek 1) tüketmek, harcamak: "Kocalar sabahtan akşama çalışıyor, fakat kendilerine beş para sarf edemiyorlar." -H. E. Adıvar. 2) kullanmak: Ağır sözler sarf etti.
sarfınazar is. (sa'rfınazar) Ar. sarf+ nazar Sayılmama, vazgeçme, dikkate almama. sarfınazar etmek hesaba katmamak, saymamak, vazgeçmek.
sarfiyat is. (sarfiya:t) Ar. şarfiyyât Harcanan şeylerin tümü, harcama, masraf: "Sarfiyat hususunda bir şart koşmuyorlar." -R. H. Karay.
sargı is. 1. Esnek bîr maddeden yapılmış uzun, dar ve ince şerit. 2. Bir elektrik makinesinde veya aracında aynı devreyi oluşturan iletkenlerin tümü, 3. tıp Vücudun bir bölümünü yerinde veya baskı altında tutmak amacıyla uygun biçimde sarılmış şerit: "Kendisi ağır bir asker gölgesi, yalnız bir kolu beyaz bir sargı içinde." -H. E. Adıvar.
→ sargı bezi
sargı bezi is. Keten veya pamuktan yapılan, mikroplardan arındırılmış yara bağı: "Başımın sargılı, sargı bezinin kanlı olduğunu unutmuştum." -R. H. Karay.
sargılama is. Sargılamak işi.
sargılamak (-i) Sargı ile sarmak.
sargılı sf Sargı sarılmış, sargısı olan: "Ak saçlı ve ağrılarına karşı sargılı başına kurumuş ellerinin yumruklarıyla vurarak..." -A. Ş. Hisar.
sargın zf hlk. İçten, yürekten.
sargısız sf. Sargısı olmayan.
sarhoş sf. Far. ser + hoş 1. Alkollü içki veya keyif verici bir madde sebebiyle kendini bilmeyecek durumda olan (kimse), esrik, mest, sermest, başı dumanlı, kafası iyi, kafası dumanlı, kafası kıyak. 2. mec. Bir şeyden çok fazla mutluluk duyan: Zafer sarhoşu. 3. zf. mec. Hoşa giden bir etki ile kendinden geçmiş olarak: Arılar bahar çiçekleriyle sarhoş dolaşıyorlar, sarhoş etmek alkol veya keyif verici madde sarhoş olmasına yol açmak, sarhoş olmak sarhoş bir duruma gelmek, esrimek.
sarhoşça zf. (sarho'şça) Sarhoş bir biçimde, sarhoş olarak, sermestane.
sarhoşlaşma is. Sarhoşlaşmak durumu.
sarhoşlaşmak (nsz) Sarhoş duruma gelmek, sarhoş olmak: "Kına gecesinde hizmet eden ev sahipleri, onlara yardım eden hamarat, becerikli komşular, saz takımından, sarhoşlaşmış davetlilerden daha çok gürültü ediyorlardı." -M. Ş. Esendal.
sarhoşluk, -ğu is. 1. Sarhoş olma durumu, esriklik: "... ruhunda, dimağında, sinirlerinde kalan o sarhoşluğa benzer lezzet bozulacak sanıyordu." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Dalgınlık, şaşkınlık: "Deniz rüzgârı yüzümdeki sarhoşluğu yıkadı." -Y. Z. Ortaç, sarhoşluğa vurmak kendini sarhoş gibi göstermek, sarhoş olmuşçasına davranmak: "Hatta sarhoşluğa vurup orada kaldığım geceler de oldu." -M. Ş. Esendal.
sarı is. 1. Yeşil ile turuncu arasında bir renk, limon kabuğu rengi. 2. sf. Bu renkte olan. 3. sf. Soluk, solgun, sarı çizmeli Mehmet Ağa kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
→ sarıağı, sarıağız, sarıasma, sarıbalık, sarı benek, sarı bez, sarıçalı, san çıyan, sarıçiçek, sarıçiğdem, sârıdiken, sarıerik, sarıfiğ, sarıgöz, sarıhalile, sarıhani, sarıhumma, sarı ırk, sarıkanat, sarı kart, sarıkız, sarıkuyruk, sarı lira, sanpapatya, sarısabır, sarısalkım, sarı sendika, sarı sıcak, sarı yağ, sarı yağız, sartyonca, sartzambak, açık san, kara sarı, kirli sarı, koyu san, altın sarısı, Hint sarısı, limon sarısı, saman sarısı, yumurta sarısı
sarıağı is. bot. Kışın yapraklarım döken, sarı çiçekli ve çalı görünüşünde bir bitki, sarıcık, şifin, zifin (Rhododendron luteım).
sarıağız, -ğzı is. zool. Gölge balığıgi ilerden, ağzının içi sarı, büyük pullarla örtülü bir balık türü (Sciaena aquiila).
sarıasma is. zool. Ötücü kuşlar takımının, sarıasmagiller familyasından, parlak sarı tüylü, kara kuyruklu bir kuş türü, sarıcık (Oriolus oriolus).
sarıasmagiller ç. is. zool. Örnek hayvanı sarıasma olan bir kuş familyası.
sarıbalık, -ğı is. zool Sazangillerden, büyük pullu, iri bir balık (Idus jesses).
sarı benek, -ğî is. biy. Gözde, ağ tabakasının ortasında bulunan ve cismin en net olarak oluştuğu sarı renkli duygun nokta.
san bez is. Görmeyenlerin tanınmak için kollarına taktıkları üzerinde üç siyah noktanın bulunduğu sarı renkli bant.
sarıca sf. 1. Sarıyı andıran, sarıya yakın. 2. is. zool Yaban arısı. 3. is. tor. Eyalet valileri buyruğundaki başıbozuk asker.
sarıcalık, -ğı is. bot. Kloroz.
sarıcı is. Sarma işini yapan kimse.
sarıcık, -ğı is. bot. Sarıasma.
sarıcılık, -ğı is. 1. Sancı olma durumu. 2. mec. İlgiyi üzerinde toplayıcı olma durumu: "Ası! önemlisi, yazarın anlatışına, ses tonuna egemen olan içtenliği ve sarıcılığıdır." -H. Taner.
sarıçalı is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, çiçekleri san, meyvesi ekşi ve kırmızı renkte, kabuğu ve kökü solucan düşürücü İlaç olarak kullanılan bir bitki, kadıntuzluğu, çobantuzluğu, amberbaris (Berberis vulgaris).
sarı çıyan is. Sinsi, hain sarışın kimse.
sarıçiçek, -ği is. bot. Ölmez çiçek.
sarıçiğdem is. bot. Çiçekleri sarı renkli çiğdem.
sarıdiken is. bot. Dikenli, tüylü, iki veya çok yıllık otsu bir bitki (Scolymus hispanicus).
sanerik, -ği is. hlk. Kayısı.
sarıfiğ is. Sarı renkli fiğ.
sarıgöz is. zool. İzmaritgillerden, rengi altın sarısı olan, Atlantik Okyanusu'nda ve Akdeniz'de yaşayan bir balık (Sargus salvieri).
sarığıburma is. Burma sarık biçimi verilmiş bir çeşit hamur tatlısı.
sarıhalile is. bot. Doğu Hindistan'da yetişen bir tür bitkinin olgunlaşmadan önce toplanan, kurutulan 3-5 cm uzunluğunda, erik biçiminde, sarımtırak esmer renkli sert kokusuz taneleri (Terminalia citrina).
sarı han i is. zool. Hanigillerden, uzunluğu 25 cm kadar olan bir Akdeniz balığı (Epinephetes gîgas).
sarıhumma is. tıp Çoğunlukla sıcak ülkelerde görülen, bir cins sivrisinek aracılığıyla bulaşan, tene sarı bir renk veren, ateşli bir hastalık.
sarı ırk is. Tenleri sarı renge yakın olan bir ırk.
sarık, -ğı is. Kavuk, fes gibi bazı başlıkların üzerine sarılan tülbent, şal vb: "O artık sarığı ile, cübbesi ve lapçınları ile tam bir hoca efendi idi." -T. Buğra.
sarıkanat, -di is. zool. Çinakoptan biraz büyük lüfer.
sarı kart is. sp. Kurallara devamlı olarak uymayan, aşırı, sert veya kasıtlı faul yapan, centilmence davranışlardan uzak kalan oyuncuya hakemin ikazını gösteren kart. sarı kart görmek futbol, voleybol veya hentbolda oyun kurallarına aykırı hareket yapan oyuncu sarı renkte kart cezası almak.
sarıkçı is. esk. 1. Sarık için gerekli tülbent, abani vb. kumaşları satan kimse. 2. Çeşitli biçimlerde sarık saran kimse.
sarıkiz is. 1. argo Esrar, 2. hlk. İnek.
sarıklı sf. 1. Başına sarık sarmış olan, sarığı olan: "Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var." -M. Ş. Esendal. 2. is. mec. Müslüman din adamı, hoca.
sarıkuyruk, -ğu is. zool. Sıcak ve ılık denizlerin kıyı bölgelerinde yaşayan kemikli bir balık türü.
sarılaşma is. Sarılaşmak işi.
sarılaşmak (nsz) Sarı bir renk almak, sararmak.
sarılaştırma is. Sanlaştırmak işi.
sarılaştırmak (-i) Sarı duruma getirmek.
sarılgan sf. bot. Sapı yakınındaki başka bitkilere, başka şeylere sanlıp yükselen, otsu veya odunsu (sap, bitki), sarmaşan.
→ sarılgan gövde
sarılgan gövde is. bot. Tutunup sanlmaya yarayan uzun sürgün.
sarılı (I) sf. Üstünde sarı renk bulunan.
sarılı (II) sf. Sarılmış olan: "... bavullarım, paketlerini, yiyecek sepetini, kâğıda sarılı terliklerini etrafındaki filelere dizmiş... " -R. N. Güntekin.
sarılık, -ği is. 1. Sarı olma durumu. 2. Sarı renk. 3. tıp Derinin, dokuların ve organizmadaki sıvıların sarı bir renk almasıyla beliren hastalık.
sarılıktı sf. Sarılık olan (kimse).
sarılış is. Sanlma işi veya biçimi.
sarılışına is. Sanlışmak işi.
sarılışmak (nsz, -le) Birbirlerine sarılmak.
sarı lira is. esk, Osmanlılar döneminde kullanılmış, 7 g ağırlığında altın sikke.
sarılına is. Sarılmak işi,
sarılmak (nsz) 1. Sarma işi yapılmak: "Ellerine sarıldım, öpüyorum, sorularımı tekrarlıyorum." -R. H. Karay. 2. (-e) Bir şeyin üzerine bir veya birkaç kez dolanmak. 3. (-e) Kollarını dolamak, kucaklamak: "Hasan tiril tiril titriyor, anasına sarılıyordu." -S. F. Abasıyanık. 4. Bütün gücü île ele almak, 5. Hemen yapmaya koyulmak, girişmek: "Hemen kaleme sarıldım, benim güzel kardeşim, sana geçen bir ayda başımdan geçenleri yazacağım." -M. Ş. Esendal. 6. mec. Büyük bir istekle kendini vermek, benimsemek: "İkinci sınıfa geçtikten sonra derslerine daha fazla sarılmıştır." -F. R. Atay.
sarım is. 1. Sarma işi, 2. Bir şeyi bir kez saracak miktar. 3. fiz. Elektromıknatıslarda makara biçiminde sarılan iletken telin her bir halkası.
sanmlı sf. Otomatik olarak kendi kendine saran: Sanmlı emniyet kemeri.
sarımsak, -ğı is. bot. 1. Zambakgillerden, 25-100 cm yükseklikte, yapraklarında, saplarında ve toprak altındaki soğanında kokulu yağ bulunan bir kültür bitkisi (Alliıım sativum). 2. Bu bitkinin baharat olarak kullanılan dişli bölümü, sarımsak yemedim ki ağzım koksun kötü bir iş yapmadım ki sonucundan korkayım, sorumlu olayım, sarımsağı gelin etmişler de kırk gün kokusu çıkmamış insanlar kötü yanlarını kolay kolay belli etmezler, haklarında yargıda bulunmakta acele edilmemelidir.
→ sarımsak hardalı, sarımsak otu, yabani sarımsak, kaya sarımsağı, köpek sarımsağı, su sarımsağı, taş sarımsağı
sarımsak hardalı is. Sarımsak otu.
sarımsaklama is. Sarımsaklamak işi.
saramaklamak (-i) İçine sarımsak katmak.
sarımsaklarıma is. Sarımsaklanmak işi.
sarınısaklanmak (nsz) Sarımsaklama işine konu olmak.
sarımsaklatma is. Sarımsaklatmak işi.
sarımsaklatmak (-i) Sarımsaklı duruma getirmek.
sarımsaklı sf İçinde sarımsak bulunan: Sarımsaklı yoğurt.
sarımsak otu is. bot. Turpgillerden, beyaz, küçük çiçekli, ovulduğunda sarımsak kokusu veren bir bitki, sarımsak hardalı, kuş ekmeği (Alliaria petolata).
sarımsı sf. Rengi sanyı andıran, sarıya benzeyen, sarımtırak: "Sarımsı pürüzsüz meyve tazeliğinde teni meydana çıktı. " -C. Uçuk.
sarımtırak, -ğı sf. Sarımsı.
sarınma is. Sarınmak işi.
sarınmak (-e) Kendi üstüne sarmak: "Davut ile Ali paltolarına, kaşkollarına sarınıp caddeye çıktılar." -S. F. Abasıyanık.
sarıpapatya is. bot. Çiçekleri sarı renkli papatya.
sarısabır, -bri is. bot. 1. Zambakgillerden, sıcak bölgelerde yetişen, yaprakları oldukça yüksek bir sapın tepesinde rozet biçiminde toplanmış bulunan bir süs bitkisi, azvay (Aloe vera). 2, Bu bitkinin etli ve kalın yapraklarından çıkarılan, kırmızımtırak esmer renkli, hekimlikte ve boyacılıkta kullanılan bir madde.
sarısalkım is. bot. Baklagillerden, salkım durumunda sarı çiçekleri bulunan, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen bir ağaç (Laburnum anagyroides).
sarı sendika is. işverenden yana olan sendikal örgüt.
sarı sendikacılık, -ğı is. İşverenden yana olarak çalışma.
sarı sıcak, -ğı is. Türkiye'nin güney illerindeki yakıcı güneş ve sıcaklık: "Balan şu sarı sıcağa, bir çökmüş ki, insanın kemiklerini kavuruyor, eritiyor."-Y. Kemal.
sarış is. Sarma işi veya biçimi.
sarışın sf. 1. San saçlı ve ak tenli (kimse): "Yanındaki kapılardan biri açıldı, içeriye sarışın bir taze girdi." -R. N. Güntekin. 2. Sarıya yakın renkli: "Sarışın bir kış güneşi maviyi billurlaştırıyor, bulutları pamuk yığınlarına çeviriyordu." -T. Buğra.
sarışınca sf. Şansına yakın.
sarışınlık, -ğı is. Sansın olma durumu: "Gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından." -A. İlhan.
sarı yağ is. Tereyağı.
sarı yağız is. zool. Kula cinsi at.
sarıyonca is. bot. Sarı yapraklı yonca türü.
sarızambak, -ğı is, bot. Sarı çiçekli zambak.
sari is. (Hintçeden) 1. Hint kadınlarına özgü giysi. 2. Bu giysinin yapıldığı kumaş: "Sari denir kumaşa bürünen, ayağı bilezikli ve burunları incili veya mücevherli kadınlar..." -F. R. Atay.
sâri sf. (sa:ri) Ar. sâri 1. Başkasına geçen, geçici. 2. Bulaşıcı, bulaşık (hastalık).
sarig is. Fr. sarigue zool. Amerika'da yaşayan, genellikle yavrularını sırtında taşıyan keseli hayvanlardan bir tür sıçan (Didelphys dorsigera). .
sarih (sari:h) Ar. sarih Açık, kolay anlaşılır, belli belirgin, belgin: "O zaman Müfit'i sarih bir şüphe yakaladı." -P. Safa.
→ sarih meful
sarih meful is. dbl. Belirtili nesne.
sarkaç, -ci is.fiz. Durağan bir nokta çevresinde ağırlığının etkisiyle salınım yapan hareketli katı cisim, rakkas, pandül.
sarkaçlama is. Sarkaçlamak işi.
sarkaçlamak (-i) sp. Türlü tutuş ve duruşlar gergin durumda bulunan vücut bölümlerini kendi ağırlıklarıyla düşmeye ve sallanmaya bırakmak.
sarkaçlı is. Sarkacı olan.
sarkaçsız sf. Sarkacı olmayan.
sarkık, -ğı sf. Aşağı doğru uzanmış veya uzanmış, sarkmış, sölpük, salpa, gevşek: "iri yarı, bıyıkları sarkık bir ozan elini dostça omzuna attı." -Ç. Altan.
sarkıklık, -ğı is. Sarkık olma durumu.
sarkıl sf. fiz. Sarkaçla ilgili, hareketi sarkaç hareketine benzeyen.
sarkıntı is. 1. Aşağı doğru uzanan, sarkan şey: "... kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı." -Ö. Seyfettin. 2. Sataşma, takılma, sarkıntı olmak sataşmak, takılmak, musallat olmak.
sarkıntılık, -ğı is. Genellikle kadınlara sataşma, laf atma, rahatsız etme, huzur bozma, tasallut, sarkıntılık etmek (veya yapmak) sataşmak, laf atmak.
sarkış is. Sarkma işi veya biçimi.
sarkıt is. inin. Mağaraların tavanında oluşan, genellikle koni biçiminde kalker birikintisi, damla taş, stalaktit.
sarkıtma is. 1. Sarkıtmak işi. 2. mim. Sarkıt biçimi süs.
sarkıtmak (-i) 1. Bir şeyin sarkmasını sağlamak: "Kayığın bordasına oturup bacaklarını dışarı sarkıtan da vardır." -S. Birsel. 2. mec. Asmak, darağacına çekmek.
sarkma is. Sarkmak işi.
sarkmak, -ar (-e) 1. Aşağıya doğru uzamak veya uzanmak: "Oluklardan kol gibi buzlar sarkıyordu." -T. Buğra. 2. argo Karşı cins ile ilişki kurmayı veya arkadaş olmayı istemek, 3. hlk. Yolunu uzatmak, uğramak.
sarkom is. Fr. sarcome tıp Kötücül bağ dokusu uru.
sarma is. 1. Sarmak işi. 2. Saran, içine alan şey, zarf. 3. ask. Abluka, 4. Lahana, pazı ve üzüm yaprağının hazırlanan içle sarılmasıyla yapılan etli veya zeytinyağlı yemek. 5. mdn. Bir ayakta alınan paralel veya dik olarak dikmelerin üzerine yerleştirilen direk. 6. sf. Sarılarak yapılan: Sarma yay.
→ sarma kafiye, ciğer sarma, kilit sarma, zeytinyağlı sarma, lahana sarması, tavuk sarması, yaprak sarması
sarmak, -ar (-i) 1. Çevresini çevirmek, çepeçevre dolanmak, çevrelemek. 2. ask. Kuşatmak, çevirmek, ihata etmek: Ordu düşmanı sardı. 3. Dolayında yer almak. 4. Yayılıp etkisi altına almak, kaplamak: "Kültür düşüklüğündeki çöküş, yaygın bir hastalık gibi sarar toplumu." -N. Cumalı. 5. Örtmek. 6. Kucaklamak. 7. Yumak yapmak: İpliği sarmak. 8. Şerit, ip vb. şeyler dolaşmak. 9. Kâğıt veya bir bitki yaprağıyla dürmek: "Dolma sarıyorum diye yaprağı parmağıma doladım." -H. R. Gürpınar. "Sardığı sigarayı tabakasına yerleştiriyor." -T. Buğra. 10. (-e) Sarılıp tırmanmak: Asma çardağı sardı. 11. (-i, -e) Bir şeyi başka bir şeyin içine koyup onunla kaplamak: Kitabı kâğıda sarmak. 12. Taşıt tırmanmak, yükseğe doğru çıkmak. 13. Saldırmak, hücum etmek: "Faik Efendi biliyordu ki saracaklar, hem de fena saracaklar." -M. Ş. Esendal. 14. Bîr görev veya işin yerine getirilmesini başkasına yüklemek. 15. mec. Sözle saldırmak, tedirgin etmek: Evdekilerin hepsi bana sarıyor. 16. mec. Hoşuna gitmek, zevkini okşamak: "Bu canlılık, insanı on yıl önce görmüş olduğum muhteşem yazdan daha başka türlü sarıyordu." -A. H. Tanpınar. sarıp sarmalamak sıkıca sarmak.
sarma kafiye is. ed. Bir dörtlüğün birinci ile dördüncü, ikinci ile üçüncü dizelerinin uyaklı olması (a b b a).
sarmal sf.fiz. 1. Dolana dolana oluşmuş, birbirini izleyen, helisel, helezoni. 2. mec. İçinden çıkılmaz (durum).
→ sarmal metot, sarmal yöntem
sarmalama is. Sarmalamak işi.
sarmalamak (-i) Sıkı sıkı sarmak: "Ben çocuğu sardım sarmaladım, çamaşırımızı yükledim, yola çıktık." -H. E. Adıvar.
sarmalanma is. Sarmalanmak işi.
sarmalanmak (nsz) Sarmalama işine konu olmak veya sarmalama işi yapılmak.
sarmal metot, -du is. Sarmal yöntem.
sarmal yöntem is. Herhangi bir çalışmada basitten karmaşığa giden işlemler bütünü, sarmal metot.
sarman sf. 1. Azman, iri. 2. is. zool. San tüylü kedi.
sarmaşan sf. bot. Sarılgan.
sarmaş dolaş zf. Birbirine sarılıp kucaklaşmış bir durumda, sarmaş dolaş olmak 1) birbirine sarılıp kucaklaşmak: "Artık gözleri iyi görmeyen anasıyla sarmaş dolaş oluyor." -R. N. Güntekin. 2) iç içe girmek, karman çorman olmak: "Bu üllıede mevsimler de, çağlar da, inançlar da sarmaş dolaş." -C. Meriç.
sarmaşık, -ği is. bot. Sarmaşıkgillerden, koyu yeşil renkli, değişik biçimli yaprakları olan, sap ve dallarından çıkan küçük ek köklerle dik, düz yerlere yapışarak tırmanan bitki (Hedera helix): "Rüzgârın balkon sarmaşıklarında ıslıklar çaldığı bir akşamdı." -A. îlhan.
→ çit sarmaşığı, deniz sarmaşığı, duvar sarmaşığı, Japon sarmaşığı, kaya sarmaşığı, kuzu sarmaşığı, orman sarmaşığı, yer sarmaşığı
sarmaşıkgiller ç. is. bot. Örnek bitkisi sarmaşık olan, iki çeneklilerden bir bitki familyası.
sarmaşma is. Sarmaşmak işi.
sarmaşmak (nsz, -le) Birbirine sarılmak, kucaklaşmak.
→ sarmaş dolaş
sarımsak, -ğı is. bk. sarımsak.
sarnıç, -ci is. Ar. şahric, sihric 1. Yağmur suyu biriktirmeye yarayan yer altı su deposu: "Birlikte kalenin sarnıcına kadar yürüdüler." -R. H. Karay. 2. den. Gemilerde bulunan sacdan yapılmış tatlı su deposu.
→ sarnıç gemisi, sarnıç vagonu, su sarnıcı
sarnıç gemisi is. den. Petrol, benzin gibi akaryakıtları taşımaya yarayan gemi.
sarnıçlı sf. Sarnıcı olan.
sarnıç vagonu is. Akaryakıt taşımaya yarayan deposu olan vagon.
sarp sf. 1. Dik, çıkması ve geçilmesi güç (yer), yalman: "iki gündür sarp dağ yollarını aşıyoruz." -F. R. Atay. 2. is. mec. Güç, güçlük: "Düz ovada sarpa çekme yolunu / Ver mektebe okutsunlar oğlunu." -Âşık Veysel, sarpa sarmak güçlükler ortaya çıkmak, çözülmesi çok güç bir duruma gelmek: "Bu mera işi gittikçe sarpa sarıyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
sarpa is. (sa'rpa) Yun. zool. İzmaritlerden, boyu 35 cm kadar olan bir Akdeniz balığı (Boops salpa).
sarpın is. Yun. hlk. 1. Tahıl kuyusu, zahire ambarı, silo. 2. Ekmeği koymaya yarayan dört gözlü sandık.
sarpı is. Fr. İng. den. Altı düz, üçgen biçiminde tek direkli, iki yelkenli, iki kişilik tekne.
sarplaşma is. Sarplaşmak işi.
sarplaşmak (nsz) Sarp bir duruma girmek: Yol birdenbire sarplaştı.
sarplık, -ğı is. Sarp olma durumu.
sarraf is. Ar. sarraf 1. Kuyumcu. 2. esk. Mesleği, değerli kâğıt ve metal paraları birbiriyle değiştirmek, tahvil alışverişi yapmak olan kimse.
→ adam sarrafı, insan sarrafı
sarrafiye is. (sarra.fıye) Ar. şarrâfiyye esk. Sarrafın altın bozma, değiştirme vb. işler için üstelik olarak aldığı para, sarraflık hakkı. .
sarraflık, -ğı is. Sarrafın işi.
sarsak, -ğı sf. Yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle güçsüz kalarak vücudu titrer gibi sarsılan (kimse).
→ sarsak sursak
sarsakça sf. (sarsa'kça) 1. Titrer gibi, sarsak. 2. zf. Sarsak bir biçimde, titreyerek.
sarsaklık, -ği is. Sarsak olma durumu: "Kendini idare edemeyen bir milletin sarsaklığını görerek daha ziyade çıldırlyordu." -Ö. Seyfettin.
sarsak sursak zf. Sarsakça, sarsılarak: "Sarsak sursak bir yürüyüşle cenaze sahibine sokulur." -H. R. Gürpınar.
sarsalama is. Sarsalamak işi.
sarsalamak (-i) Sarsmak.
sarsıcı sf. Sarsma niteliği olan, sarsan şey.
sarsıcılık, -ğı is. Sarsıcı olma durumu.
sarsık, -ğı sf. Sarsılmış.
sarsılış is. Sarsılma işi veya biçimi.
sarsılma is. 1. Sarsılmak işi. 2. Etkilenme: "Onu kaybettiğimiz zaman sarsılmamız da hayatımızda büyük bir yeri olduğunu gösterir." -H. A. Yücel.
sarsılmak (nsz) 1. Sarsma işine konu olmak: Ev fırtınadan sarsılıyor. 2. mec. Güçsüz durumda kalmak: Hastalıktan çok sarsıldı. 3. mec. Beklenmedik bir olaydan çok etkilenmek: "Cemil Kâzım inanmak istemediği bir şüphe ile sarsılmıştı." -M. Yesari.
sarsım is. 1. Sarsma işi. 2. astr. Gök cisimlerinin, genel çekim ,yasasına uygun olarak birbirini çekmesi sebebiyle herhangi bir gezegenin hareketinde görülen karışıklık.
sarsıntı is. 1. Sarsılma işi, birden sallanma: "Bu sarsıntı ile başından fırlayıp yerde tekerlenen kasketini kovaladı, tekrar başına geçirdi." -H. Taner. 2. Titreme, titreyiş: "Başım sırasının üstüne saklamış, omuzları hafif sarsıntılarla titriyordu." -R. N. Güntekin. 3. Deprem. 4. Deprem sırasındaki yer hareketlerinin her biri: İkinci sarsıntıda evlerin tümü yıkıldı. 5. mec. Bir kişi, toplum, kurum veya kuruluşun dengesini etkileyen, beklenmedik olumsuz değişiklik: "Bu olgunluğa erişen toplumlar ise her türlü sarsıntıları en az zararla atlatırlar." -N, Cumalı. 6. psikol. Kaza, ilaç ve uyuşturucuların yarattığı, birdenbire gelişen karmaşık belirtilerin tümü, sadme, sarsıntı geçirmek beklenmedik bir olaydan çok etkilenmek, üzülmek.
→ artçı sarsıntı, yer sarsıntısı
sarsıntılı sf. 1. Sarsıntısı olan. 2. mec. Güven verici olmayan, düzenli olmayan: Sarsıntılı bir evlilik yaşamları var.
sarsıntısız sf. 1. Sarsıntısı olmayan, sarsılmayan. 2. mec. Güven içinde olan, belli bir düzeni olan.
sarsış is. Sarsma işi veya biçimi.
sarsma is. Sarsmak işi.
sarsmak, -ar (-i) 1. Birdenbire ve güçle kımıldatmak, sallamak, oynatmak, titretmek: "Kalkın bakalım, diye çocukların karyolalarını sarsıyorlardı." -Ç. Altan. 2. mec. Zarar verecek yolda etkilemek, aksatmak: "Çok sevdiği annesinin ölümü onu çok sarsmıştı." -S. F. Abasıyanık.
sası sf. 1. Küf ve çürük gibi kokan. 2. Kokuşmuş, sası kokmak yiyecek bozulmak, çürümek.
sasıma is. Sasımak işi, tefessüh.
sasımak (nsz) hlk. Kokuşmak, tefessüh etmek.
satanist sf. İng. satanist Şeytana tapan.
satanistlik, -ği is. Satanist olma durumu.
satanizm is. İng. satnisme Şeytana tapma.
sataşılma is. Sataşılmak işi.
sataşılmak (-e) Sataşma işine konu olmak.
sataşkan sf. Sataşan, saldırgan, mütecaviz.
sataşma is. Sataşmak işi: "Bunu yalnız vaktim gözetleyip bacak kadar kıza sataşmaya geldi sanacak." -H. E. Adıvar.
sataşmak (-e) 1. Bir kimseyi rahatsız edecek davranışta bulunmak, musallat olmak: "Edepsiz bir sarhoş, eskiden tanıdığı bir kadına sataşıyor." -N. Cumalı. 2. Sarkıntılık etmek: "Ne münasebet gider de komşunun hizmetçi kızına sataşırsın?" -M. Ş. Esendal.
saten is. Fr. satin 1. Atlas. 2. Parlak, pamuklu kumaş. 3. sf. Bu kumaştan yapılmış.
sathi sf. (sathi:) Ar. sathi esk. Yüzeysel: Sathi bir yara. Sathi bir inceleme.
sathileşme iy. Yüzeyselleştirme.
sathileşmek (nsz) Yüzeyselleşmek.
sathileştirme is. Yüzeyselleştirme.
sathîleştirmek (-i) Yüzeyselleştirmek.
sathilik, -ği is. Yüzeysellik.
satı is. hlk. 1. Satma işi, satış. 2. sf. Adanmış. satıya çıkarmak satışa çıkarmak.
satıcı is. Alıcıya bir şey satan kimse: "Gelen yolcuların çoğu bir Akbaba alıyordu satıcıdan." -Y.Z. Ortaç.
→ gezgin satıcı, seyyar satıcı, ayak satıcısı
satıcılık, -ğı is. 1. Satıcı olma durumu veya satıcının işi. 2. Küçük ölçüde ticaret yapma işi: Pazar yerlerinde satıcılıkla işe başlamış.
satıh, -thı is. Ar. sath Yüz, yüzey: "Bu satıh baştan başa vatanın bütün yüzüdür." -F. R. Atay.
satılık, -ğı sf. Satışa çıkarılmış olan: Satılık ev. satılık ziftin olsun, Selanikten kel gelir işe yaramaz sandığın bir malı satılığa çıkarırsan akla gelmeyen yerlerden onu arayanlar gelir, satılığa çıkarmak satmak, satışa çıkarmak: "Memleketine mi dönüyormuş neymiş, bütün eşyasını satılığa çıkarmış." -A. İlhan.
satılış is. Satılma işi.
satılma is. Satılmak işi.
satılmak (nsz, -e) 1. Satma işi yapılmak: "Belki babam, güvercinlerin satıldıklarını iyi karşılamayacaktır." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Para veya çıkar karşılığı, gizlice karşı tarafa hizmet etmek.
satım is, tic. Satma işi, satış.
→ alım satım, alım satım bürosu, alım satım ofisi, dış satım, spot satım, para alım satımı
satımcı is. Satım işini yapan (kimse).
→ dış satımcı
satımlık, -ğı is. Satıcının, mal sahibi adına sattığı şeyden aldığı yüzdelik.
satın "Bedelini ödeyerek bir şey almak" anlamındaki satın almak birleşik fiilinde geçen bir söz: "Okuma yazma bilmemesine rağmen bir Köroğlu gazetesi satın aldı." -H. Taner.
→ sattın alma
satın alma is. 1. Satın almak işi, mubayaa. 2. Kurum ve kuruluşlarda gereksinim duyulan mallan almaya yetkili birim.
satın almacı is. Satın alma işlerini yürüten kimse, mubayaacı.
satır (I) is. Ar. satr Bir sayfa üzerinde alt alta ve yan yana gelen kelimelerden oluşan dizi: "Yazılardan bıkmışım artık tek satır okumayayım. " -H. Taner.
→ sattr arası, satır başı, satır satır, satır sonu
satır (II) is. Ar. sâtür Et kesmeye, kemik kırmaya yarayan ağır ve enli bir tür bıçak, satır atmak herkesi öldürmek, kırıp geçirmek.
satır arası is. 1. Yazı satırlarının arasında kalan mesafe. 2. mec. Dolaylı anlatım, ima.
satır başı is. 1. Her satırın baş kısmı. 2. mec. Konuşma vb.nde dikkat çekilen önemli nokta.
satır satır zf. 1. Bütün satırların hepsini, her satırla ilgilenerek. 2. mec. İnceden inceye, dikkatlice: "Yazılarımı satır satır inceliyordu."-Y'. Z. Ortaç.
satır sonu is. Her satırın son kısmı.
satış is. tic. Satıcı ile alıcı arasında yapılan ve bir malın alıcıya verilmesi ve bunun karşılığında bir fiyat, bir değer alınması yoluyla yapılan işlem, satım: "Satış işinin güçlüğünü orada iyice öğrendim." -Y. K. Karaosmanoğlu. satış yapmak satmak, satışa çıkarmak satmak için ortaya koymak.
→ satış bedeli, satış belgesi, satış değeri, satış fiyatı, satış işlem odası, satış merkezi, satış mukavelesi, satış ruhsatı, satış sarayı, satış sözleşmesi, satış şartnamesi, satış yeri, alivre satış, efektif satış, fabrikadan satış, indirimli satış, konsinye satış, kredili satış, önceden satış, peşin satış, tutulu satış, vadeli satış, kaldırım satışı, tanzim satışı
satış bedeli is. tic. Satış fiyatı.
satış belgesi is. tic. Kredi kartı ile satın alınan mal veya hizmet karşılığında bankanın yetki verdiği iş yeri tarafından düzenlenen, satın alanca imzalanan, ödeme taahhüdünü gösteren belge, slip.
satış değeri is. tic. Bir malın satılabileceği fiyat.
satış fiyatı is. tic. Satılan malın ücreti, satış bedeli.
satış merkezi is. Bir malın satıldığı ana merkez.
satış mukavelesi is. huk. Satış sözleşmesi.
satış ruhsatı is. tic. Bir malın satılmasına ilişkin izin belgesi.
satış sarayı is. tic. Satış merkezi.
satış sözleşmesi is. huk. Alım satım sırasında malın cinsi, miktarı ve ödeme şartlarını belirten yazılı anlaşma metni, satış mukavelesi, satış şartnamesi.
satış şartnamesi is. huk. Satış sözleşmesi.
satış yeri is. Bir malın satıldığı yer.
satir is. Fr. satire ed. Yergi.
satirik, -ği sf. Fr. satirîgue Yergi ile ilgili, yergi niteliğinde olan.
satlıcan is. Ar. zât + cenb hlk. Zatülcenp: "Kayıkla gelip kurtarmasalardı satlıcandan geberecektim." -S. F. Abasıyanık.
satma is. Satmak işi.
satmak, -ar (-i, -e) 1. Bir değer karşılığında bir malı alıcıya vermek: "Geniş arazisini parselleyip sattı." -T. Buğra. 2. mec. Kendinde olmayan bir şeyi var gibi göstermek, taslamak: "Onun yerinde kim olsa bu kadar azamet satardı." -P. Safa. 3. mec. Bir kimse, kendini veya başkasını olduğundan daha önemli, yetkili ve değerli göstermek: "Herhalde beni de satmasını bilmiş olacaktı ki, hatırlılar masasında ehemmiyetli bir adam gibi karşılandım." -R. N. Güntekin. 4. mec. Bir çıkar karşılığında bir şeyi gözden çıkarmak, feda etmek. 5. argo Bir yolunu bularak birinden ayrılmak: Yanımdakini satamazsam size gelemeyeceğim, satıp savmak gereken parayı sağlamak için elindeki malı ucuza satıp tüketmek, yok pahasına elden çıkarmak.
→ çoksatar
satranç, -cı is. Far. şadrenc İki kişi arasında altmış dört kareli bir tahta üzerinde değerleri ve adları değişik olan on altışar siyah ve beyaz taşlarla oynanan bir oyun: "İki kişiyi birden satrançta mat ettim." -A. Gündüz.
→ satranç tahtası, satranç takımı, satranç taşı, satranç vezni
satranççı is. Satranç oynayan kimse.
satranççılık, -ğı is. Satranççı olma durumu.
satrançlı sf. Satranç tahtası gibi karelere ayrılmış bir biçimde çizilmiş veya basılmış olan, kareli: Satrançlı kumaş. "Şalvar her vakitki, lacivert beyaz karışık satrançlı şalvardı. " -O. C. Kaygılı.
satranç tahtası is. Üzerinde satranç oynanan altmış dört kareli tahta vb. yüzey: "Ben politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir piyonu idim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
satranç takımı is. Satranç oyununda gerekli olan altmış dört kareli tahta, siyah ve beyaz on altışardan otuz iki taşın oluşturduğu takım.
satranç taşı is. Satrançta kullanılan taşlardan her biri.
satranç vezni is. ed. Halk şiirinde aruzun "Müfteilün müfteilün müfteilün müfteilün" kalıbı.
satrap is. Fr. satrape tar. Perslerde il yöneticisi, vali.
satsuma is. (satsu'ma) İng. satsuma bot. Kabuğu kolay soyulabilen, güzel kokulu bir mandalina türü.
sattırma is. Sattırmak işi.
sattırmak (-i, -e) Satma işini yaptırmak veya satma zorunda bırakmak.
Satürn öz. is. Fr. satıtrne astr. Güneşe yakınlık bakımından altıncı olan gezegen, Sekendiz, Zühal.
satvet is. Ar. satvet esk. Zorlu, sindirici güç.
sauna is. (sau'na) Fr. sauna (Finceden) 1. Kuru buhar banyosu, Fin hamamı. 2. Bu banyonun bulunduğu yer.
sav is. 1. îleri sürülerek savunulan düşünce, iddia, dava, tez: "Eleştiricilerimiz nasıl olur da böyle bir savda bulunabilirler?" -N. Cumalı. 2. man. Tanıtlanması gereken önerme, tez. 3. esk. Haber, söz. 4. esk. Atasözü.
→ savı kanıtsama, ana sav, karşı sav
sava is. hlk. 1. Haber. 2. Muştu, müjde.
savacı is. 1. Haberci. 2. Muştucu.
savak, -ğı (I) is. hlk. 1. Suyu başka yöne akıtmak için yapılan düzenek. 2. Değirmen arkındaki fazla suyun akması için açılan ikinci su yolu. 3. Bir barajın fazla suyunu akıtmak için yapılan düzen.
savak (II) sf. Aptal, salak.
savaklama is. Savaklamak işi.
savaklamak (-i) hlk Suyu arklara salmak,
savan is. hlk. 1. Pamuk ipliğinden yapılan kalınca kilim, 2. Yaygı, örtü.
savana is. (sava'na) Fr. savane bot. Ekvator kuşağındaki otsu bitkilerle kaplı çayırlar.
savap, -bı sf. bk. sevap (II).
savaş is. 1. ask. Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, muharebe, harp, cenk. 2. Uğraşma, kavga, mücadele. 3. Hayvanların birbirleriyle yaptığı mücadele: Kartallarla leyleklerin savaşı. 4. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele: Veremle savaş, savaş açmak (veya ilan etmek) 1) bir veya daha fazla devlete karşı savaş durumuna geçmek; 2) ortadan kaldırmak için uğraşmak: "Softalığa savaş açan ilk laikler orada toplanmıştır." -Y. Z. Ortaç.
→ iç savaş, kimyasal savaş, psikolojik savaş, sıcak savaş, soğuk savaş, çete savaşı, gerilla savaşı, meydan savaşı, ölüm kalım savaşı, sinir savaşı, uzay savaşı, yıldız savaşı
savaşçı sf. ask. 1. Savaşan, savaş durumunda bulunan, muharip. 2. İyi veya çok savaşan, savaşkan, cengâver. 3. is. Savaşa katılan kimse,
savaşçılık, -ğı is. Savaşçı olma durumu: "Soylu ve çetin savaşçılık gururuna, bu eğiliş ağır geldi." -F. R. Atay.
savaşım is. Herhangi bir amaca erişmek, bir güce karşı koyabilmek amacıyla bir kişi veya grubun sürekli çabası, mücadele: "Bir polemikçi, bir savaşım insanı değildi." -H. Taner, savaşım vermek bir amaca erişmek, bir güce karşı koyabilmek için uğraşmak, çaba göstermek, mücadele etmek: "Sen ancak iyi savlar için savaşım vermekte rahat ederdin." -H. Taner.
savaşımcı is. Savaşım veren kimse, mücadeleci.
savaşkan sf. İyi savaşan, çok savaşan, savaşçı, cengâver.
savaşma is. Savaşmak işi, muharebe.
savaşmak (nsz, -le) 1. ask. Ordu ölçüsünde iki silahlı kuvvet karşı karşıya gelip çarpışmak, vuruşmak, muharebe etmek. 2. mec. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla mücadeleye girişmek: "Azmi'yi bizimle beraber gelmeye pek güçlükle razı edebilmişizdir. Hatta bir kere de gazinonun kapısında bizden kaçmaya savaşmıştır." -R. N. Güntekin.
savat is. Ar. sevâd Gümüş üstüne özel bir biçimde kurşunla işlenen kara nakış.
savatlama is. Savatlamak işi.
savatlamak (-i) Gümüş üstüne kurşunla kara nakışlar işlemek.
savatlanma is. Savatlanmak işi.
savatlanmak (nsz) Savatlama işi yapılmak.
savatlı sf. Savatı olan, savatlanmış: "Belindeki yirmi sene evvel hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyorlar." -Ö. Seyfettin.
savca is. İddianame.
savcı is. hıık. Devlet adına ve yararına davalar açan, kamu haklarını ve hukuku yerine getirmek üzere yargıç katında sanıkları kovuşturan görevli, müddeiumumi.
→ başsavcı
savcılık, -ğı is. 1. Savcı olma durumu, müddeiumumilik. 2. Savcının görevi. 3. Savcının makamı. 4. Savcının görev yaptığı bina: "Genç, temiz, pak kadın nöbetçinin tarifi üzerine savcılığın önüne kadar geldi." -A. Gündüz.
→ başsavcılık
savdırma is. Savdırmak işi.
savdırmak (-i, -e) Savma işini yaptırmak.
savı kamtsama is. man. Bir şeyi gene kendisine dayanarak, kendisini kanıt göstererek tanıtlamaya çalışma.
savılma is. Savılmak işi veya durumu.
savılmak (nsz) Savma işine konu olmak.
savla is. (sa'vla) İt. sagola den. Gemilerde bayrakları direğe çekmekte kullanılan ince ip.
savlama is. Savlamak işi veya durumu.
savlamak (-i) hlk. İddia etmek.
savlayıcı sf. Bir savı ileri süren (kimse), davacı, müddei.
savlet is. Ar. savlet esk. Şiddetli saldırı,
savma is. Savmak işi: "Kasım, Tahir Beyi savmaya uğraşırken ben rastladım." -P. Safa.
→ baştan savma
savmacı is. Savma işi yapan kimse.
savnıacılık, -ğı is. Savmacınm işi.
→ baştan savmacılık
savmak, -ar (-i, -den) 1. İstenmeyen birini yanından uzaklaştırmak: "Böylece Arif Ağayı başımızdan savar ve sizinle bir mehtap gezintisi yaparız." -R. N. Güntekin. 2. Sıkıcı bir durumu geçirmek, atlatmak, savuşturmak, defetmek: "Kendini unutturmak ve bu ziyareti kazasız, belasız savmaktan başka bir düşüncesi bulunmayan bizim kaymakam..." -R. N. Güntekin. 3. Geçirmek. 4. (-e, nsz) esk. Vakti geçmek: Vazodaki çiçekler savmış, yenilemeli. 5. İşleyip geçmek, etki etmek: Soğuk içime savdı.
→ böceksavar, füzesavar, sineksavar, tanksavar, uçaksavar, yıldırımsavar
savruk, -ğu sf. 1. Aklını işine vermeyen, dikkatsiz: "Tavırları şiir gibi ahenktar olan Leyla, ev hayatında ne kadar savruk, güler yüzü ne kadar abustu." -R. N. Güntekin. 2. Yersiz para harcayan, tutumsuz. 3. Düzensiz, dağınık: Savruk bir çalışma.
savrukluk, -ğu is. Savruk olma durumu.
savrulma is. Savrulmak işi: "Savrulma hareketini pek ciddi tutmuş olacaktı ki beli kütürdedi ve acıdı." -H. Taner.
savrulmak 1. Savurma işi yapılmak: "Ona savrulan küfürlerin, tükürülen tükürüklerin bini bir para oldu." -H. Taner. 2. (nsz) Dağılmak, saçılmak.
savruluş is. Savrulma işi veya biçimi.
savruntu is. Savrulurken dökülen kırıntı.
savsak, -ğı is. İhmalkâr.
savsaklama is. Savsaklamak işi, umursamama, baştan savma, işi geciktirme, ihmal, ihmalkârlık: "Çocuğu kendi havasına bırakma öğüdü, zaten savsaklama yanlısı bazı ana babaların pek işine gelir." -H. Taner.
savsaklamak (-i) Belirli bir sebebi olmaksızın bir işi isteyerek geri bırakmak, geciktirmek, umursamamak, ertelemek, sallamak, ihmal etmek: "Yarın giderim, öbür gün giderim diye savsaklayıp duruyor." -H. Taner.
savsaklanma is. Savsaklanmak işi.
savsaklanmak (nsz) Savsaklama işine konu olmak, ihmal edilmek.
savsaklayış is. Savsaklama işi veya biçimi.
savsama is. Savsaklama, ihmal.
savsamak (-i) Savsaklamak, ihmal etmek.
savulma is. Savulmak işi veya durumu.
savulmak (nsz) Bir şeyden çekinerek bulunduğu yerden uzaklaşmak, savul (veya savulun!) yol ver (in), çekil (in), dokunma (ym)!
savunma is. 1. Saldırıya karşı koyma, müdafaa: "Mustafa Kemal'in orada seçtiği savunma hattı, Millî Misak'taki Türkiye sınırı idi." -F. R. Atay. 2. Bir kişiyi, bir düşünceyi doğru, haklı göstermeyi amaçlayan yazı veya konuşma, savunu, müdafaaname. 3. sp. Birtakımın kalesini korumak için gösterdiği çaba, defans, savunma yapmak 1) haklı olduğunu ortaya koymaya çalışmak; 2) sp. oyunda rakip tarafın hücumlarına karşı koymak, savunmasını almak soruşturma sebebiyle suçlanan birisinin düşüncesine başvurmak.
→ savunma oyuncusu, millî savunma, sivil savunma, ulusal savunma, adam adama savunma
savunmak (-i) 1. Herhangi bir saldırıya karşı koymak, saldırıya karşı korumak, müdafaa etmek. 2. Hareket veya düşünceyi söz ve yazı ile doğru, haklı göstermeye çalışmak. 3. Yapılan bir suçlamaya veya ithama karşı kendi haklı gösterecek sebepler ileri sürmek. 4. Bir kişiyi desteklemek, ona arka çıkmak. 5. sp. Futbolda kendi kalesini korumak için oyun süresince bir takım çaba göstermek.
savunmalık, -ğı sf. Savunmaya yarar, tedafüi.
savunma oyuncusu is. sp. Kalecinin önünde yer alan, kaleyi savunan oyunculardan her biri, savunucu, bek.
savunmasız sf. Savunma gücü olmayan.
savun masızlık, -ğı is. Savunmasız olma durumu.
savunu is. Savunma: "Olaylar zinciri bu savunuyu haklı çıkaracak nitelikte değildir." -S. Birsel.
savunucu is. 1. Bir şeyi savunan kimse, müdafi: "Bu türlü hak savunucularının türlü-' süyle karşılaştım hayatımda." -N. Cumalı. 2. sp. Savunma oyuncusu.
savunuculuk, -ğu is. Savunu yapma işi.
savunulma is. Savunulmak işi.
savunulmak (nsz) Savunma işi yapılmak.
savunuş is. Savunma işi veya biçimi.
savurgan sf. Tutumsuz.
savurganca sf. (savurga'nca) 1. Savurgan. 2. zf. Savurgan bir biçimde.
savurganlık, -ğı is. Savurgan olma durumu veya savurganca davranış, tutumsuzluk, müsriflik, israf: "Her şeyimi seve seve bu tiyatro denilen ideale harcadım ve bu savurganlıktan mutluluk duydum." -H. Taner.
savurma is. 1. Savurmak işi: "Ben de onlar gibi tekme atıp yumruk savurmasını biliyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. sp. Kol, bacak vb. vücut bölümlerinin ağırlıklarından yararlanarak omuz ve uyluk eklemleri çevresinde türlü yönlere doğru hızla çevirme,
savurmak (-i) 1. Havaya atıp dağıtmak, saçmak: "Bir eğlence yerinde destelerle banknotu havaya savurduktan sonra..." -R. N. Güntekin. 2. Rüzgâr, şiddetle eserek bir yeri, bir şeyi altüst etmek, havaya kaldırmak, dağıtmak. 3. Kaldırıp atmak, fırlatmak: "Adam birden silkinip beni yavaşça yana savurdu." -N. Eray. 4. Şiddetle döndürerek sallamak, kaldırarak vurmak: Kılıç savurmak. Değnek savurmak. 5. Bir sıvının havalanmasını veya kaynayan sıvının taşmasını önlemek, soğutmak amacıyla alıp yine kendi kabına dökmek: Sarnıcın suyunu savurmak. 6. Sallamak, uçurmak, dalgalandırmak: "Ayaklarım boşluğa savururken küçük dolap gürültüyle yıkıldı." -P. Safa. 7. Yalan, küfür vb. söylemek: "Onun bütün çapkınlığı Solmaz'a yoldan geçerken savurduğu birkaç kelimeden ibaretti." -H. Taner. 8. mec. Boşuna ve çok miktarda harcamak, israf etmek: Paraları savurmak.
savurtma is. Savurtmak işi.
savurtmak (-i) Savrulmasına sebep olmak, savrulmasını sağlamak.
savur tuş is. Savurtma işi veya durumu: "Omuzlarına dalga dalga inen bal sarısı saçlarım, başının bir hareketiyle şöyle geriye savurtuşu, unutulur gibi miydi?" -A. İlhan.
savuşma is. Savuşmak işi.
savuşmak (nsz) 1. Bulunduğu yerden aceleyle, gizlice veya dikkati çekmeden ayrılmak: "Hemen dükkâna koşuyorum, acele acele bîr iki gazete alıp savuşuyorum." -R. N. Güntekin. 2. Hastalık veya başka kötü bir durum geçmek, iyileşmek, savuşup gitmek ilgi çekmeden gizlice, aceleyle ayrılmak: "Yemek kotaracağmı diye savuşup gitti." -H. R. Gürpınar.
savuşturma is. Savuşturmak işi.
savuşturmak (-i) Geçiştirmek, atlatmak: "Büyük bir felaketten henüz çıkmış bu çıdamda küçük bir sokak kavgası veya hafif bir araba kazasını savuşturmuş da şimdi üstünü başını düzeltmeye koyulmuş bir kimse hâli vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
say (I) is. Düz, ince, yassı taş: "Yağmur yağar da ışılaşır saylan /Eli göçmüş de bozulaşır daylağı" -Halk türküsü.
say, -yi (II) is. (sa:y) Ar. sa'y esk. 1. Çalışma, emek. 2. din b. Hac ibadeti sırasında Safa ile Merve tepeleri arasında gidip gelme.
saya 'is. (sa'ya) 1. Ayakkabının yumuşak olan üst bölümü. 2. hlk. Gebe koyunların karnındaki yavru yüz günlük olduğunda çobanların yaptığı tören. 3. hlk Yayla ve kırlarda hayvanlar için yapılan üstü samanla örtülü yer. 4. hlk. Kadın giysisi. 5. hlk. İş önlüğü: "Sırtına giymiş sıkma sayayı / Yedeğine almış ağca mayayı." -Halk türküsü, saya gezmek çocuklar ramazanda ve özellikle bayramda çeşitli mâniler söyleyip kapı kapı dolaşarak ufak tefek hediye almak.
sayacı is. Ayakkabıların sayalarım hazırlayan kimse.
sayacılık, -ğı is. Sayacının işi.
sayaç, -cı is. Hava gazı, elektrik, su vb.nin kullanılan miktarını veya mekanik etkilenmeleri ölçen alet, saat.
→ ana sayaç, doğal gaz sayacı, elektrik sayacı, gaz sayacı, hava gazı sayacı, su sayacı, tüketici sayacı
sayaç takımı is. tek. Sayaç giriş tarafının gaz servis hattına, çıkış tarafının tüketici yakıt hattına bağlanması amacıyla kurulan boru donanımı ve boru bağlantı parçaları.
saydam sf. 1. İçinden ışığın geçmesine ve arkasındaki şeylerin görülmesine engel olmayan (cisim), şeffaf: "Atlet vücudunu bütünüyle gösteren, saydam bir sabahlık giymişti." -A. İlhan. 2. is. Üzerindeki resim ve şekilleri beyaz bir zemin üzerine yansıtmak amacıyla tepegöz ve projeksiyona konan şeffaf, ışığı geçiren kâğıt veya madde, slayt. 3. is. Diyapozitif. 4. is. kim. Asetat. 5. mec. Açık seçik, belirgin: Karmaşık gibi gözüken sorun son günlerde saydam bir görünüş kazandı.
→ saydam resim, saydam tabaka, yarı saydam
saydamlaşma is. Saydamlaşmak işi, şeffaflaşma.
saydamlaşmak (nsz) 1. Saydam bir duruma gelmek, şeffaflaşmak. 2. mec. Belirgin, açık bir duruma gelmek.
saydamlaştırma is. Saydamlaştırmak işi.
saydamlaştırmak (-i) Saydam duruma getirmek, şeffaflaştırmak.
saydamlık, -ğı is. Saydam olma durumu, şeffaflık.
→ yarı saydamlık
saydam resim, -smi is. Kolay anlaşılabilen resim.
saydamsız sf. Saydam olmayan, ışığı geçirmeyen.
saydamsızlık, -ğı is. Saydam olmama durumu, ışığı geçirmeme özelliği.
saydam tabaka is. anat. Gözün ön bölümünde bulunan, ışığı geçiren küresel zar, kornea.
saydırma is. Saydırmak işi.
saydırmak 1. Sayma işini yaptırmak, sayısını buldurmak, sayı belirterek sonuç almak. 2. (-i, -e) Sözünü dinletmek, saygı gösterilmesini sağlamak: "Şimdiye kadar hoşlandığı her kadına kendini sevdirmemişse bile saydırmıştır."-M. Ş. Esendal.
saye is. (sa.ye) Far. saye esk 1. Gölge. 2. mec. Koruma, yardım.
sayeban is. (sayeban; -ba:nı) Far. sâye-bân esk. Gölgelik.
sayesinde zf (sayesinde) Bir şeyden dolayı, sebebiyle, yardımıyla: "Çocuk öğrenmişse, ne yapmışsa Ramazan'ın sayesinde yapmıştı." -H. E. Adıvar. sayesinde sayeban olmak istenilen bir şeyi başkasının aracılığıyla elde etmek: "Sayende sayeban olduk istanbul şehri / Sayende sebil olduk, aç kaldık, sefil olduk " -A. İlhan.
sayfa is. Ar. şahife 1. Üzerine yazı yazılan veya basılan bir kâğıt yaprağın iki yüzünden her biri, sahife. 2. Gazete, dergi vb. yayınlarda özel bir alan için ayrılmış bölüm: Sanat sayfası. 3. mec. Konu. sayfa bağlamak dizgide dökülen kurşun satırları bir sayfa düzeni içinde toplayarak sıkıca iple bağlamak: "Sayfayı öyle sıkı bağlardı ki, satırlar âdeta birbirine kenetlenirdi." -Y. Z. Ortaç.
→ sayfa ekran, itibari sayfa, ağ sayfası
sayfa ekran is. bl. Kullanıcıyı bilgilendirmek amacıyla görüntü ekranının bütününü kaplayan bilgi.
sayfalama is. Sayfalamak işi.
sayfalamak (-i) bl. Bilgisayarda sayfalara ayrılmış bir bellek kullanma düzenine dayalı sistemi uygulamak.
sayfalandırma is. Sayfalandırmak işi veya biçimi.
sayfalandırmak (-i) Gazetecilikte, basımevinde dizilen yazılara sayfa düzeni vermek: "Arka kapak için seçtiklerimi o istif eder, o sayfalandırır, o renklendirir." -Y. Z. Ortaç..
sayfalanmış program is. Sayfalar hâlinde düzenlenmiş program.
sayfalık, -ğı sf. 1. Herhangi bir sayıda sayfası olan: Elli sayfalık kitap. 2. Herhangi bir sayıda sayfaya sığabilen: Bir sayfalık yazı.
sayfiye is. Ar. şayfiyye 1. Yazlık, yazlık ev: "Kısa bir müddet sonra o Mera bayırlarda yepyeni modern bir sayfiye doğuverdi." -H. Taner. 2. Şehre yakın kır kesimi.
saygı is. 1. Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bîr kimseye, bir şeye karşı dikkafli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram: "İnsanlara saygıyı yitirdin mi yandın bittin, on paralık oldun demektir." -Y. Kemal, 2. Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu, saygı duymak (veya beslemek) birine, bir şeye karşı saygı hissetmek: "Oğlunun hocası olduğu için Mesut Çağlayan'a hususi bir saygı besliyordu." -H. Taner, saygı göstermek saymak, değer vermek: "Hiç olmazsa yaşma saygı göstermeliydi."-M. Ş. Esendal.
→ saygıdeğer, saygı duruşu, öz saygı, sıra saygı
saygıdeğer sf. Kendisine saygı gösterilmeye değer, sayın, muhterem.
saygı duruşu is. Saygı belirtmek için alınan hazır ol durumu.
saygılı sf. Saygısı olan, saygı gösteren, hürmetli: "Bundan başka saygılı, temiz ve çalışkan bir kızdı." -H. E. Adıvar.
saygın sf. 1. Saygı gören, sayılan, hatırlı, itibarlı, muteber. 2. Değerli, değeri anlaşılmış, en üst düzeye ulaşmış: "A. Ş. Hisar, Türk romanında saygın yerini haklı olarak almıştır. " -H. Taner.
saygınlık, -ğı is. Saygı görme, güvenilir olma durumu, itibar, prestij.
saygısız sf. Gereken saygıyı göstermeyen, saygısı olmayan, hürmetsiz: "Kimdir bilir misin? Vatanın ... Şimdi saygısız / Bir göz bu nazlı çehreye -Allah esirgesin- /Kem bir nazarla baksa tahammül eder misin?" -T. Fikret.
saygısızca sf (saygısı'zca) 1. Saygısız olan, 2. zf. Saygısız bir biçimde, saygısız olarak, terbiyesizce, laubaliyane.
saygısızlık, -ğı is. Saygısız olma durumu veya saygısızca davranış, hürmetsizlik, münasebetsizlik, saygısızlık etmek saygısızca davranışta bulunmak veya söz sarf etmek: "Hep birden yüklenmişlerdi Rahmi'ye saygısızlık etti, kırdın diye." -T, Buğra.
sayha is. Ar. sayha esk. Bağrış, çığlık.
sayı is. mat. 1. Sayma, ölçme, tartma vb. işlerin sonunda bulunan birimlerin kaç olduğunu bildiren söz, adet: Bir, beş, yüz, birer sayıdır. 2. Gazete ve dergi vb. sürekli yayınların bir bütün oluşturan, değişik tarih, numara taşıyan baskılarından her biri, nüsha: Derginin son sayısında... 3. sp. Bir spor karşılaşmasında karşılaşanlardan her birinin basan derecesini tespit eden nicelik, sayı hesabıyla bir spor yarışmasında bir sporcu veya takımın kazandığı sayı bakımından: "Sayı hesabıyla bir galibiyeti bile öpüp de başımıza koyacaktık." -H. Taner, sayım suyum yok 1) çocuk oyunlarında "kısa bir süre için oyun dışıyım" anlamında kullanılan bir söz; 2) çocuklar arasında bir işte şakaya yer verilmeyeceğini anlatan bir söz: "Alır mıydım? Sevinir miydim? Yoksa mızıkçılık eder, -Olmaz, sayım suyum yok... Siz birlik olup bana oyun ettiniz -mi derdim." -H. Taner, sayısını Allah bilir o kadar çok ki, saymakla bitmez.
→ sayı boncuğu, sayı farkı, sayı göstergesi, sayı levhası, sayı sıfatı, abstre sayı, artı sayı, asal sayı, banko sayı, çift sayı, doğal sayı, eksi sayı, gerçek sayı, karmaşık sayı, kat sayı, kesirli sayı, negatif sayı, ondalık sayı, özel sayı, pozitif sayı, rasyonel sayı, sanal sayı, sınırlı sayı, sınırsız sayı, soyut sayı, tam sayı, tek sayı, toparlak sayı, tüm sayı, yeter sayı, yuvarlak sayı, atom sayısı, eleman sayısı, genleşme kat sayısı, pi sayısı, topluluk sayısı, üye tam sayış, ardışık sayılar, asal sayılar, asıl sayılar, ortak ölçülmez sayılar, temel sayılar
sayı boncuğu is. mat. Basit sayma ve hesap işleri yapmakta kullanılan, her teline onar boncuk geçirilmiş hesap aracı, çörkü, abaküs.
sayıca zf. (sayı'ca) Sayı bakımından, adetçe, adedî.
sayıcı is. Vergi almak için hayvan sayımı yapan kimse.
sayıcılık, -ğı is. Sayıcı olma durumu.
sayı farkı is. sp. Futbol vb. bazı karşılaşmalarda bir takımın elde ettiği sayıların, karşı takımın elde ettiklerine bölünmesiyle bulunan sayı, averaj.
sayı göstergesi is. Sayıları veya sayı durumunu gösteren levha.
sayıklama is. Sayıklamak işi: "Ne kadar korktuk bilseniz, diyordu; sayıklamanızı öteki odadan işitiyorduk." -F. R. Atay.
sayıklamak (nsz, -i) 1. Uykuda veya bir hastalığın verdiği dalgınlık sırasında anlamsız, tutarsız sözler söylemek: "Bu onun ilacı, tılsımı gibi bir şey ... Onları sayıklayınca iyileşiyor. " -H. A. Yücel. 2. (-i) mec. İstediği, özlediği bir şeyden sürekli söz etmek.
sayılama is. 1. Sayılamak işi. 2. Sayımlama (II).
sayılamak (-i) Nesnelerin veya olayların niceliğini rakamlarla belirtmek.
sayı levhası is. 1. Sayı. 2. Sayı göstergesi.
sayılı (I) sf. 1. Herhangi bir sayısı olan: On sayılı kâğıt. 2. Sayısı belli olan, sayılmış olan: Tabaklar sayılıdır.
sayılı (II) sf. Az görülen, önemli, mahdut: "Bu hafta ... huzur ve sükûn içinde sayılı yaz mehtaplarından birini daha yaşadık." -R. H. Karay.
→ sayılı fırtına
sayılı fırtına is. argo Kabadayı: "Arif Bey, Sultan Hamit çağının sayılı fırtınalarındandır."-S. Birsel.
sayılma is. Sayılmak işi, ad.
→ varsayılma
sayılmak (nsz) Sayma işine konu olmak, addedilmek: "İsmail'i yanıma alalı beri pek yalnız sayılmam." -R. N. Güntekin.
→ varsayılmak
sayım is. Sayma işi, tadat: Nüfus sayımı.
→ sayım bilimi, sayım vergisi, açık sayım, kasa sayımı, nüfus sayımı
sayım bilimi is. Bir dizi olayın veya sayı ile gösterilen olguların yöntemli öbekleştirilmesine dayanan ve ilkelerini olasılık kuramlarından alan, matematiğin uygulamalı dalı, istatistik.
sayımlama (I) is. Bir sonuç çıkarmak için olguları yöntemli bir biçimde toplayıp sayı olarak belirtme, istatistik.
sayımlama (II) is. Sayımlamak işi veya durumu.
sayımlamacı is. Sayımlama uzmanı, istatistikçi.
sayımlamak (nsz) Sayım yapmak.
sayımlamalı sf. Sayımlamaya dayanan, sayımlama hakkında, istatistiki.
sayımlı sf Sayısı bulunan.
→ varsayımlı
sayımsal sf. Sayımlama veya sayım bilimi ile ilgili olan.
saymışız sf. Sayısı bulunmayan, sayısız: "Kutuda bir damla sarı, bir damla mavi kalana kadar kardığımız hâlde orman yeşilinin sayımsız basamaklarından ancak birkaç tanesini bulduk!" -B. R. Eyuboğlu.
sayım vergisi is. ekon. Her yıl tespit edilen hayvan sayısı üzerinden alınan vergi, ağnam.
sayın is. Konuşma ve yazışmalarda saygı belirtisi olarak kişi adlarının önüne getirilen söz, saygıdeğer, muhterem.
sayısal is. 1. Sayı ile ilgili, sayıya dayanan: Sayısal sınav. Sayısal telefon. 2. Sayıya dayanan konuları kapsayan (sınav).
→ sayısal loto
sayısal loto is. Dönen bir küre içinden çekilecek toplar üzerine işaretlenmiş birden kırk dokuza kadar olan sayılardan altı tanesinin önceden tahmin edilmesine ve para yatırılmasına dayanan bir talih oyunu.
sayı sıfatı is. dbl. İsmi sayı kavramı bakımından belirten sıfat: Beş gün. Yarım yumurta.
sayısız sf. Sayılmayacak kadar çok, pek çok: "Hünerli elleriyle halkımızın eli öpülesi sayısız çalışkan analarından biriydi." -N. Cumalı.
sayısızlık, -ğı is. Sayısız olma durumu: "Kahramanlıkların sayısızlığı akıllara hayret veriyor. " -A. Gündüz.
sayış is. Sayma işi veya biçimi.
sayışma is. 1. Sayışmak işi, takas. 2. Çocuk oyunlarında sayı sayarak ebeyi belirleme.
sayışmak (nsz, -le) 1. Ödeşmek, hesaplaşmak, hesabına saymak, takas etmek. 2. Çocuk oyunlannda sayı sayarak ebeyi belirlemek.
saykal is. Ar. saykal esk. 1. Maden, ayna vb. nesneleri parlatmak için kullanılan cila. 2. Cilalamakta kullanılan araç. 3. Bu cilayı yapan kimse.
saykallama is. Saykallamak işi.
saykallamak (-i) esk. Saykal kullanarak parlatmak, cilalamak.
saylama is. Saylamak işi.
saylamak (-i) hlk. Seçmek.
saylav is. esk. Milletvekili, mebus.
sayma is. Saymak işi, ad, tadat.
→ ritmik sayma, varsayma
saymaca sf. 1. Gerçekte öyle olmadığı hâlde önce sayılan, itibari: Kâğıt paranın değeri saymaca bir değerdir. 2. zf. Sayarak.
saymak, -ar (-i) 1. Bir şeyin kaç tane olduğunu anlamak için bunları birer birer elden veya gözden geçirmek, sayısını bulmak: "Nara sormuşlar: - Tanelerin kaç tane? Yiyenler saysın bana ne -elemiş." -B. R. Eyuboğlu. 2. Sayıları arka arkaya söylemek: Birden ona kadar saymak. 3. Herhangi bir sıraya koymak, herhangi bir sırada yer aldığını kabul etmek: Artık kışı geçti sayabiliriz. 4. Herhangi bir şey, yerine koymak veya herhangi bir şey gözüyle bakmak, addetmek: "Her çiçekten bal eyledik / Arıya saydılar bizi." -Pir Sultan Abdal. 5. Varsaymak, tutmak, farz etmek: "Elimi uzatsam benim olacak bir vazoya sırt çevirip başkasına kaptırınca onu benden çalınmış saymak neden?" -H. Taner. 6. Arka arkaya söylemek, sıralamak: Birinin iyiliklerini saymak. 7. Ödemek, peşin vermek: "İki bin lira saydı, bana bir küpe aldı." -M. Ş. Esendal. 8. mec. Geçer tutmak: Bunu saymam, sizi bir gün erkenden beklerim. 9. mec. Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı dolayısıyla bir kimseye veya bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmak, saygı göstermek, sözünü dinlemek, hürmet etmek: "Anam babamı nasıl saydı ise ben de kocamı öyle sayacaktım." -M. Ş. Esendal. 10. mec. Önemsemek. 11. mec. Gibi görmek, kabul etmek: "Arzularım yapmayı belli büyük bir külfet saydığınız bu küçük kalpler, saadetin kapısından girmeden felaketin ortasına yuvarlanıyorlar." -A. Gündüz. 12. mec. Hesaba katmak, dikkate almak: Bundan önce verdiğimi saymıyor musun? say beni, sayayım seni sev beni, seveyim seni. sayıp dökmek ne var ne yok, hepsini söylemek: "Böyle misaller sayıp dökmek gerekse satırlar değil, sütunlar dolar." -R. E. Ünaydın. saymakla bitmemek (veya tükenmemek) pek çok olmak.
→ adımsayar, bilgisayar, dizüstü bilgisayar, varsaymak
saymamazlık, -ğı is. Saymazlık.
sayman ıs. Bir kurum, kuruluş vb.nin hesap işleriyle uğraşan kimse, muhasebeci, muhasip.
saymanlık, -ğı is. Hesap işlerinin görüldüğü yer, muhasebe, muhasiplik.
saymazlık, -ğı is. Saygı göstermeme durumu, saymamazlık.
sayrı sf. esk. Hasta.
→ sayrılarevi
sayrıl sf. esk. Hastalıkla ilgili, marazi.
sayrılarevi is. Hastane.
sayrılık, -ğı is. 1. Hastalık. 2. mec. Aşın düşkünlük, tutku.
sayrımsak, -ğı sf. Gerçekte hasta olmadığı hâlde kendi hasta gösteren.
sayrımsama is. Sayrımsamak işi.
sayrımsamak (nsz) esk. Gerçekte hasta olmadığı hâlde kendini hasta göstermek, temaruz etmek.
sayvan is. Par. süye-bân 1. Güneşten, yağmurdan korunmak için veya süs olarak bir şeyin üzerine çekilen dam saçağı gibi düz veya eğimli örtü: Saçak sayvanı. Perde sayvanı. Eteklik sayvanı. Karyola sayvanı. 2. Evlere bitişik, önü açık, direkler üzerine oturtulmuş, üzeri örtülü yer. 3. anat. esk. Kulak kepçesi: "Amma nasıl çocuk ... vücut tüylü, kulağın sayvanı yok." -H. R. Gürpınar.
saz (I) is. 1. Genellikle su kıyılarında, bataklık yerlerde yetişen ince kamış, hasır otu, kiliz, kofa: Köyün saz kaplı, karanlık çökmüş damlarına seslendi." -H. E. Adıvar. 2. sf. Bu kamıştan yapılmış.
→ saz benizli, saz tavuğu
saz (II) is. Far. söz müz. 1. Her tür müzik aracı, çalgı. 2. Türk halk müziğinde bağlama, cura, tar vb. mizraplı çalgıların genel adı. 3. Türk halk müziğinde kullanılan, gövdesi ağaçtan oyularak yapılmış, telli, uzun saplı çalgı, bağlama: "ince ve yüksek bir sanat eseri olan saz da milliyetimizin bir hususiyetidir." -A. Ş. Hisar. 4. Birden çok çalgının bulunduğu takım. 5. Çalgılı eğlence yeri.
→ saz eseri, sazevi, saz semaisi, saz şairi, saz şiiri, saz takımı, ince saz, ritim saz, divan sazı, meydan sazı, vurma sazlar, yaylı sazlar
sazak, -ğı is. 1. coğ. Kuvvetli esen rüzgâr: "Ne yaman esiyor Şad'ın sazağı / Kahpe felek bize kurdu tuzağı." -Halk türküsü. 2. Bataklık, sazlık. 3. bot. Mersin.
sazan is. zool. Sazangillerden, Avrupa, Asya ve Amerika'nın tatlı sularında yaşayan, sırt yüzgeci uzun, eti beğenilen kılçıklı bir balık (Cyprinus carpio).
→ aynalı sazan, pullu sazan, yeşilsazan
sazangiller ç. is. zool. Tatlı sularda yaşayan kılçıklı balıkların geniş bir familyası.
saz benizli sf. Solgun, san renkli: "Nasıl da incecik, saz benizli, hırçın ve fettan bir kızdı."-R. H.Karay.
sazcı is. müz. 1. Saz çalan kimse: "Bir sazcı ile beraber halk türküleri söylemeye razı olursanız ne âlâ..." -R. N. Güntekin, 2. Saz yapan veya satan kimse.
sazcılık, -ğı is. Saz çalma veya yapıp satma işi.
sazende is. (sa:zende) Far. sâz-ende esk. Sazcı.
sazendelik, -ği is. Çalgıcılık, saz sanatçılığı.
saz eseri is. müz. Klasik Türk müziğinde yalnızca saz takımının çalması için bestelenen eser,
sazevi is. 1. Her türlü müzik aleti yapılan ve satılan yer. 2. Sazlı sözlü eğlence yeri.
sazkâr is. Far. sâz-kâr müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
sazkayası is. zool. Kayalık bölgelerde yaşayan bir tür balık.
sazlı sf. Saz çalınarak yapılan: "Köşkte sık sık sazlı toplantılar olurmuş." -R. N. Güntekin.
→ sazlı sözlü
sazlık, -ğı is. Sazları (I) çok olan yer: "Bu sık sazlığın gölgesinden kurtulan yerlerde, derenin sakin suları, buğulanmış bir gümüş rengiyle görünüyordu." -M. Ş. Esendal.
sazlı sözlü sf. Saz çalınarak yapılan (eğlence).
saz rengi is. 1. Soluk, uçuk san: Üstünde daima saz rengi, hardal rengi ... nohudi renklerde veya bunları andıran bir renkte bir esvabı... vardı. 2. sf. Bu renkte olan.
saz semaîsi is. müz. Klasik Türk müziğinde faslın en son çalınan sözsüz parçası.
sazsız sf. Sazı olmayan.
saz şairi is. ed. Saz çalarak şiirler, deyişler ve destanlar söyleyen halk sanatçısı, ozanı: "Bütün saz şairleri gibi duyarak, kendini güfteye vererek söylüyordu." -H. Taner.
saz şiiri is. ed. Halk edebiyatında genellikle saz eşliğinde söylenen şiir.
saz takımı is. müz. Ut, keman, kanun, bağlama vb. müzik araçlarını çalanların oluşturduğu çalgı takımı: "Hatır, gönül, nüfuz tesiri sayesinde bu saz takımlarının birbirlerine hemen denk olmasını temin ederdi." -A. Ş. Hisar.
saz tavuğu is. zool. Bir tür tavuk.
Sb kim. Antimon elementinin simgesi.
Sc kim. Skandiyum elementinin simgesi.