re (I) is. Türk alfabesinin yirmi birinci harfinin adı, okunuşu.
re (II) is. ît. re müz. Gam (II) dizisinde do ile mi arasındaki ses.
Re kim. Renyum elementinin simgesi.
reaksiyon is. Fr. reaction 1. Tepki, aksülamel: "İçinden gelen reaksiyonu ifade ettiği için, annesinin sözünü yarıda kesti." -P. Safa. 2. kim. Tepkime.
reaktif is. Fr. reactif kim. Ayıraç.
reaktör is. Fr. reacteur fiz. 1. Yakıt olarak çevre havayı kullanan ve pervanelerin yardımı olmaksızın doğrudan doğruya tepki ile çalışan, iki ucu açık boru biçiminde itici. 2. Bir katalizör yardımıyla kimyasal tepkime yaparak üretim elde edilen endüstri kuruluşu: Atom reaktörü.
→ nükleer reaktör, atom reaktörü
realist sf. Fr. realiste Gerçekçi: "Kukla oyunu realist bir yansıtma değil." -H. Taner, realist olmak gerçekçi olmak: "Her türlüsünde de faydalarım ve mahzurlarım görecek kadar realist olalım." -P. Safa.
realite is. Fr. realite Gerçek, gerçeklik: "Bir meseleyle karşılaştı mı, realiteleri göremez. " -O. S. Orhon.
realizm is. Fr. realisme Gerçekçilik.
reasürans is. Fr. reassurance Bir sigorta ortaklığının sigorta ettiği paranın bir bölümünü, olabilecek zarara karşı, başka bir ortaklığa yeniden sigorta ettirmesi işi.
reaya is. (rea:ya:) Ar. re'aya esk. 1. Bir hükümdarın yönetimi altındaki halk. 2. Tanzimat'tan önce Osmanlı İmparatorluğunun Müslüman olmayan uyrukları: "Buradaki Türkler de tek tük reayayı görmemezliğe gelebiliyorlardı." -A. Ş. Hisar. 3. mec. Hristiyan.
rebabi is. (reba:bi:) Ar. rebabi esk. 1. Rebap çalan kimse. 2.sf. mec. İnce, duygulu: "Mesela, en rebabi olan bir fazilet... aşk, değil mi? "-Ö.Seyfettin.
rebap, -bı is. (reba:p) Ar. rebab esk. Gövdesi Hindistan cevizi kabuğundan yapılmış uzun saplı saz.
rebiyülahir is. (rebi'yülâ:hir) Ar. rebi' + âhir esk. Ay takviminin dördüncü ayı, küçük mevlit ayı.
rebiyülevvel is. (rebi'yülevvel) Ar. rebi' + evvel esk. Ay takviminin üçüncü ayı, büyük mevlit ayı.
recep, -bi is. Ar. receb Ay takviminin yedinci ayı, üç ayların birincisi.
recim, -emi is. Ar. recm esk. Taşa tutma, taşa tutarak öldürme.
→ recmetmek
recmetme is. Recmetmek işi.
recmetmek, -der (nsz) Ar. recm + T. etmek esk. Taşa tutmak, taşa tutarak öldürmek.
reçel is. Far. rîçâl Meyvelerin şekerle kaynatılmasıyla hazırlanan tatlı: "Onlar kahve, süt, hatta kışın salep içmeyi, zeytin, peynir, reçel ve ekmek yemeyi tercih ederler." -A. Ş. Hisar.
→ ayva reçeli, çilek reçeli, erik reçeli, kayısı reçeli, kızılcık reçeli, kiraz reçeli, meyve reçeli, vişne reçeli
reçelci is. Reçel yapan veya satan kimse.
reçelcilik, -ği is. Reçel yapma ve satma işi.
reçellik, -ği sf. Reçel yapmaya uygun veya reçel yapmak için ayrılmış olan (meyve).
reçete is. (reçe'te) İt. ricetta 1. Üzerinde doktorun hastası için gerekli gördüğü ilaçlarla, bunların kullanılış biçimleri yazılı olan kâğıt. 2. mec. Yol, yöntem, çare: "Reçete gibi kati ve veciz bir beyit ki, dört kelime ile bu derdin devasını söylüyor." -R. N. Güntekin. 3. hlk. Yemek veya halk tedavisinde kullanılan ilaç tarifesi: "Hele bir portakal şurubu reçetesini tarif etti..." -Ö. Seyfettin, reçete gibi okunaksız (yazı), reçete yaptırmak reçetede yazılı olan ilaçları hazırlatmak veya satın almak: "Tramvay caddesine çıktı, bir eczaneye girdi, reçete yaptırdı." -T. Buğra.
→ naylon reçete
reçeteli sf. Reçete karşılığında satılan (ilaç).
reçetesiz sf. Reçete aranmaksızın satılan (ilaç).
reçina is. Reçine ile yapılan bir tür alkollü içki.
reçine is. (reçi'ne) İt. resina 1. bot. Bazı bitkilerde, özellikle çamlarda oluşan, katı veya yarı akışkan organik salgı maddesi, ağaç sakızı: "Ata Efendi, depoya yığılı kerestelerin reçine kokusundan hazzettiğini anladı." -N. Araz. 2. kim. Sonsuz polimerleşme ile elde edilen, büyük moleküllü yapay madde.
→ reçine kanalı, reçine kesesi, reçine yağı, köknar reçinesi
reçine kanalı is. bot. Genellikle çam türü ağaçlarda bulunan, başkesitte gözeneklere benzeyen küçük noktalar hâlinde görülen, içi reçine dolu bölüm.
reçine kesesi is. Bazı açık tohumlular ile benzerlerinde bulunan ve reçineli maddelerin birikmesine yarayan küçük kese.
reçineli sf. Özünde reçine bulunduran.
reçine yağı is. Reçineden çıkan yağ.
redaksiyon is. Fi: redaction 1. Yazılmış bir metin üzerinde gereken düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır duruma getirme. 2. Yazı yazma, kaleme alma.
redaktör is. Fr. redacteur 1. Yazılmış bir metin üzerinde gereken düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır duruma getiren kimse. 2. Yazı yazan, bir yazıyı kaleme alan kimse.
redaktörlük, -ğü is. Redaktörün görevi.
reddedilme is. Reddedilmek durumu veya biçimi.
reddedilmek (nsz) Ar. redd + T. edilmek Reddetme işine konu olmak.
reddediş is. Reddetme işi veya biçimi: "Çehov'un kendisine verilen bir şeref üyeliğini Gorki'ye verilmedi diye reddedişi herkesin malumudur." -H. Taner.
reddetme is. Reddetmek işi.
reddetmek, -der (-i) Ar. redd + T. etmek 1. Verilen veya yapılması istenen bir şeyi kabul etmemek, geri çevirmek: "Kendisine evlenme teklif ettim, reddetti." -S. F. Abasıyanık. 2. Aileden olan birini aileden bir kişi olarak saymamak, tanımamak: "Evlatlıktan reddettim, evime koymayacağım. " -H. E. Adıvar. 3. Yalanlamak, çürütmek: "Reddedersem gücenirsiniz diye korkmuştum." -S. F. Abasıyanık.
reddeyleme is. Reddeylemek işi veya durumu.
reddeylemek (-i) Ar. redd + T. eylemek Reddetmek.
reddiye is. Ar. reddiyye esk. Bîr düşünceyi, bir öğretiyi çürütmek için yazılan yazı.
redd olunma is. Reddolunmak işi veya durumu: "Fahim Bey böyle birçok heyecanlar geçirdiği hâlde işinin reddolunmasından büyük bir sukutuhayale uğrayarak ümidini kaybetmiyor." -A. Ş. Hisar.
reddolunmak (nsz) Ar. redd + T. olunmak Verilen veya yapılması istenen bir şey kabul edilmemek, geri çevrilmek.
redevans is. Fr. redevance tic. Bir berat, lisans hakkı veya ticari marka sahibinin bunu devrettiği firmalardan aldığı maddi karşılık.
redif is. (redi:j) Ar. redif 1. tar. Son dönem Osmanlı ordusunda, askerlik görevini bitirdikten sonra yedeğe ayrılan er: "Bir büyük karargâhta kumandan ve zabitlere hizmetçi dağıtıldığı zaman, zabit namzetlerinin payına eğer salak bir Şam redifi düşerse gene iyidir." -F. R. Atay. 2. ed. Şiirde uyaktan sonra tekrarlanan, aynı harflerden oluşan kelime veya ek, yedek.
redingot is. Fr. redingote Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun, çift sıra düğmeli, resmî erkek ceketi: "Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler." -M. Ş. Esendal.
redingotlu is. Redingot giymiş olan: "Sarıklı, şalvarlı ne isek, fesli, redingotlu veya silindirli, fraklı yine oyuz." -F. R. Atay.
redoks is. İng. red (uction) + ox (idation) kim. Bir atom veya molekülden ötekine bir veya daha çok elektronun geçişi olayı.
redresör is. Fr. redresseur fiz. Doğrultmaç.
redüksiyon is. Fr. reduetion İndirgeme.
reeksport is. İng. reexport Bir ülkeden alınan malın başka bir ülkeye satılması.
reel sf. Fr. reel Gerçek.
reenkarnasyon is. Fr. reincarnation Ruh göçü, tenasüh.
reeskont is. Fr. reescompte Bir bankanın elinde bulundurduğu, vadesi gelmemiş senetlerin bir başka bankaya iskonto ettirmesi.
refah is. (-a:hı) Ar. refah Bolluk, varlık ve rahatlık içinde yaşama, gönenç: "Sağlığında borç içinde olmakla beraber müthiş bir refah havası içinde yüzen aile beş parasız kalıyor. " -S. F. Abasıyanık.
refahlı sf. Müreffeh, rahat, huzurlu: "Bu mesut ve refahlı hayat güzel güzel arızasız geçerken ne kıyametler koptu." -R. H. Karay.
refakat, -ti is. (refa:kat) Ar. refakat 1. Arkadaşlık etme, birlikte bulunma: "Nice yıllar devam eden bir refakatin hatırası bundan mı ibaretti?" -A. Ş. Hisar. 2. müz. Eşlik etme, refakat etmek 1) beraberinde gitmek, arkadaşlık etmek, eşlik etmek: "Fahri, Cağaloğlu'na kadar onlara refakat etti." -P. Safa. 2) müz. eşlik etmek: "Sabih Hüsnü, kemanla bana refakat etti." -Ö. Seyfettin.
refakatçi is. Hastanelerde hastanın yanında kalan, hastaya yardımcı olan kimse.
refakatçilik, -ği is. Refakatçi olma durumu.
referandum is. (refera'ndum) Fr. Referendum Halk oylaması. referans is. Fr. reference 1. Bir kimsenin yararlığını, yeteneğini gösteren belge. 2. Başvurulması gereken kaynak. 3. Tavsiye. refetme is. Refetmek işi.
refetmek, -der (-i) Ar. ref + T. etmek esk. 1. Yukarı kaldırmak. 2. Ortadan kaldırmak, gidermek.
refik is. (refuk) Ar. refik esk. 1. Arkadaş, dost: "Bey oğlum, bu zat benim en aziz, en eski refıkimdir." -Ö. Seyfettin. 2. Koca, eş, zevç.
refika is. (refv.ka) Ar. refika esk. Karı: "Bu adam, şayamhayret bir yüzsüzlükle refikanın omuz başına yanaştı. "-R. N, Güntekin.
refleks is. Fr. reflexe biy. ve psikol. Tepke: "Parmakları yere dokununca şiddetli bir refleks hareketiyle bacağı kasıldı." -P. Safa.
→ refleks yayı, şartlı refleks, şartsız refleks
refleks yayı is. biy. Uyarının alınması, duyu siniri ile merkeze iletilmesi, merkezden verilen cevabın motor sinir ile kasa aktarılması sonucunda meydana gelen bir sinir sistemi mekanizması.
reflektör is. Fr. reflecteur Gelen ışıkları yansıtan araç, yansıtaç.
reform is. Fr. reforme Daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme, düzeltme, ıslahat: Dil reformu.
reformcu is. Reform yanlısı, ıslahatçı.
reformculuk, -ğu is. Eldeki imkânlarla, ihtilale başvurmadan toplum düzeninin daha iyi duruma getirilebileceğini, sosyal adaletin sağlanabileceğini ileri süren siyasi sistem, ıslahatçılık.
reformist sf. Fr. reformiste Reform yanlısı olan.
reftiye is. Far. reft + Ar. -iyye îar. Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat'a kadar ihraç edilen maldan alınan vergi.
refüj is. Fr. refuge Taşıt trafiğinin yoğun olduğu yollarda yayaların karşıdan karşıya geçmesi için yolun ortasında düzenlenmiş kaldırım, orta kaldırım.
Regaip Gecesi öz. is. Hz. Muhammed'in ana rahmine düştüğü kabul edilen recep ayının ilk cuma gecesi.
Regaip Kandili öz. is. Regaip Gecesi kutlanan kandil.
reglan is. (reglân) İng. raglan 1. Pelerinli bir çeşit palto. 2. sf. Omuzlardan geçerek boyna kadar uzanan (kol): Reglan kollu bir ceket.
regresyon is. Fr. regression Diğer bir olayın belirli bir büyüklüğüne karşılık bulan bir olayın yaklaşık büyüklüğünü bulma amacını güden işlem.
regülatör is. (regülâtör) Fr. regulateur fiz. Bir makinenin görevini istenilen ölçüde tutup ayarlayabilen araç, düzenleyici.
reha is. (reha:) Far. rehâ esk. Kurtuluş, kurtulma.
rehabilitasyon is. Fr. rehabilitation tıp Bir kimsenin iş yapmaya engel olan sakatlığım veya yetersizliğini gidermek amacıyla uygulanan tedavi, iyileştirme.
rehavet is. (reha:vet) Ar. rehavet Vücutta görülen gevşeklik, ağırlık, tembellik: "Bayıltıcı bir rehavet hissediyordu, uykuya çok ihtiyacı vardı ve uyudu." -P. Safa. rehavet çökmek (veya basmak) gevşeklik, ağırlık duymak ve uyumak istemek,
rehber is. Far. reh-ber 1. Kılavuz. 2. mec. Birinin doğruyu bulmasına yardımcı olan, yol gösteren kimse veya şey, delil: "Ben bunları düşünürken rehberim eliyle bir büyük bina gösterdi." -R. H. Karay.
→ rehber öğretmen, adres rehberi, şehir rehberi, telefon rehberi
rehberli sf. Rehberi olan: "Eli rehberli Amerikan turistleri gibi geldikleri şehrin önce tarihî anıtlarım ziyaret ederler. " -H. Taner.
rehberlik, -ği is. 1. Kılavuzluk: "Şuursuz olarak bir 'eczane' kelimesinin rehberliğini arıyordu." -P. Safa. 2. Öğrencilerinin sorunlarını öğrenerek onlara yardımda bulunma, rehberlik etmek yol göstermek, kılavuzluk etmek: "Yemlik ve gençlik hareketine rehberlik etmektedir." -F. R. Atay.
rehber öğretmen is. eğt. Öğrencilerin özel durumlarıyla yakından ilgilenen ve öğrenciye, zorluklar karşısında yardımcı olan öğretmen.
rehbersiz sf. Rehberi olmayan.
rehbersizlik, -ği is. Rehbersiz olma durumu.
rehin is. Ar. rehn Bir borcun ödeneceğine teminat olarak, ödenince, geri alınmak şartıyla borçlunun alacaklıya verdiği değerli şey, tutu, ipotek: "Hâlbuki, yalının rehinde olduğunu pekâlâ işitmiştim." -Y. K. Karaosmanoğlu. rehin almak bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için bir kimseyi ele geçirmek, tutmak, rehin etmek rehin olarak vermek. rehine koymak (veya vermek) ödünç para almak için değerli bir şeyi rehin olarak vermek: "Beş lira için ananın saatini rehine koyduğunu unuttun mu?"-H. R. Gürpınar.
rehine is. (rehi:ne) Ar. rehine Bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirilen kimse, tutak: "Bu anda elimizde, bir rehinemiz var, onun için karşı karşıya olan vaziyetimiz sizinkinden çok sağlamdır." -H. R. Gürpınar.
reiber is. (ra'yba) Alnı. Reiber bk. pürüzalır.
reis is. Ar. re'is 1. Başkan: "İstanbul'un belediye reisi olmak çok şerefli, fakat hiç de heves edilecek bir şey değildir." -H. E. Adıvar. 2. Lider. 3. den. Küçük tekne kaptanı.
→ reis bey, reis efendi, aile reisi, belediye reisi, ceza reisi, cumhur reisi, liman reisi
reis bey is. Başkan.
reis efendi is. tar. Reisülküttap.
reisicumhur is. (rei'sicumhu:r) Ar. re'ıs + cumhur Cumhurbaşkanı.
reislik, -ği is. 1. Başkanlık: "Zavallı adam ihtiyarlıkta sürünmesin diye bir kulüp açarak reisliğini ona verdiler." -F. R. Atay. 2. den. Küçük tekne kaptanlığı.
reisülküttap, -bı is. (rei'sülkütta:p) Ar. re'is + kuttâb îar. 1. XVII. yüzyıla kadar Osmanlılarda padişah divanı kâtiplerinin başı, reis efendi. 2. Tanzimat'tan önce Osmanlı İmparatorluğunun Dışişleri bakanı.
reji is. Fr. regie 1. tiy. ve sin. Sinema, tiyatro, radyo ve televizyon oyunlarında oyunu yönetme: "Schweikart'tn rejisindeki temsilî bir defter dolduracak kadar notlar alarak izlemiştim." -H. Taner. 2. esk. Tekel idaresi: "Daha edeceğiniz nice iyilikleri bekleyen reji hademesi sizi evliya bilir." -A. Ş. Hisar.
→ reji asistanı, reji kolcusu, reji masası, reji odası
reji asistanı is. Yönetmen yardımcısı.
reji kolcusu is. Kolcu.
rejim is. Fr. regime 1. Yönetme, düzenleme biçimi, düzen: "Hiç kimse Türkiye'de normal, sürekli ve dengeli bir basın rejimi yaşamış olduğunu iddia edemez." -B. Felek. 2. Diyet: "Sıkı bir rejim takip etmelidir." -R. H. Karay. 3. Bir devletin yönetim biçimi: "Birinci Dünya Harbi'nden beri dünyanın temellerini sarsan totaliter rejimlerin hiçbiri lehinde beyanâtta bulunmuş değildir. " -H. E. Adıvar. 4. coğ. Akarsu debisinin yıl boyunca gösterdiği değişikliklerin tümü. rejim yapmak sağlığı korumak veya zayıflamak amacıyla belirli yiyecekleri yemek.
→ açık rejim, kapalı rejim, gıda rejimi
reji masası is. tiy. Rejisörün oyunu yönlendirdiği yer.
reji odası is. Sinema, tiyatro, radyo ve televizyon oyunlarında oyunun yönetildiği yer,
rejisör is. Fr. regisseur sin. ve tiy. Yönetmen: "Bir piyes seyrederken o piyesin içine giren, dekorla, yabancı rüzgârla, kımıldayan mor ışıkla bizi korkutan rejisördür." -S. F. Abasıyanık.
→ başrejisör
rejisörlük, -ğü is. Rejisörün görevi, yönetmenlik, rejisörlük etmek tiyatro ve sinema sanatında yönetmenlik yapmak: "Dublaj yapıyor, film çeviriyor, rejisörlük ediyor, senaryo yazıyor." -S. F. Abasıyanık.
→ rejisörlük odası
rejisörlük odası is. Reji odası: "Üç, beş dakikalık bir müzakereden sonra heyet, rejisörlük odasından çıktı." -R. N. Güntekin.
-rek bk. -rak / -rek.
rekabet is. (rekaıbei) Ar. rekabet Aynı amacı güden kimseler arasındaki çekişme, yarışma, yarış: "Bu seferki kovuluşun sebebi meslek rekabeti değil, meslek ahlakı İdi." -R. N. Güntekin. rekabet etmek yarışmak: "Herkesin size delilik isnat etmekte birbirleriyle âdeta rekabet etmeleri kaidedir." -A. Ş. Hisar.
→ ezelî rekabet
rekabetçi is. Rekabet yanlısı olan kimse, yarışçı.
rekabetçılik, -ği is. Rekabetçi olma durumu.
rekâket is. (rekâıket) Ar. rekâket esk. Kekemelik, pepemelik.
rekât is. Ar. rek'at din b. Namazda bir kıyam, bir rükû ve iki secdeden oluşan bölüm: "Öğle namazının kaç rekât olduğunu unutmuş, aklında hiç namaz suresi kalmamıştı." -H. R. Gürpınar.
rekiz, -kzi is. Ar. rekz Dikme, saplama, kurma.
reklam is. (reklâm) Fr. reclame 1. Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol: "Şehirde canlı reklam dolaştırmak hiçbirimizin aklına gelmemişti." -R. N. Güntekin. 2. Bu amaç için kullanılan yazı, resim, film vb. reklam etmek herhangi bir kimseyi veya olayı, durumu açığa vurmak, ilan etmek, afişe etmek, ifşa etmek, reklam yapmak her türlü aracı kullanarak bir şeyi halka tanıtmak, ünlenmesini sağlamak: "Sizin için geniş bir reklam yapacağım, adımı ortaya koyacağım." -T. Buğra.
→ reklam filmi, reklam ışınlısı, reklam kuşağı, reklam levhası
reklamcı is. Reklam işi ile uğraşan kimse.
reklamcılık, -ğı is. Reklamcının işi.
reklam filmi is. Herhangi bir ürünü tanıtmak amacıyla çevrilen kısa metrajlı film.
reklam ışıntısı is. Spot.
reklam kuşağı is. Reklamların yayımlandığı belirli zamanlar.
reklam levhası is. Herhangi bir ürünü tanıtan, duvara, özel hazırlanmış çerçevelere veya yerlere yapıştırılan, asılan veya tutturulan ilan: "Nedir o tabelaların, reklam levhalarının çirkinliği?" -N. Cumalı.
rekolte is. (reko'lte) ît. ricolta Tarımda bir yılda derlenen ürünlerin bütünü: Bu yılın buğday rekoltesi...
rekonstrüksiyon is. Fr. reconstruction Yeniden kurma.
rekor is. Fr. record 1. Bir spor dalında erişilmiş derecelerin en üstünü. 2. mec. Daha önce elde edilmemiş olan sonucu aşan yeni sonuç, rekor kırmak 1) eski rekoru aşıp yeni, üstün bir sonuç elde etmek; 2) daha iyi bir derece elde etmek.
rekortmen is. İng. recordman Rekor kıran kimse.
→ vergi rekortmeni
rekortmenlik, -ği is. Rekor kırma işi.
rekreasyon is. Fr. recreation İnsanların boş zamanlarında, eğlence ve spor amacı ile gönüllü olarak katıldıkları faaliyetler, yeniden yapma.
→ rekreasyon alam
rekreasyon alanı is. Rekreasyon amacıyla özel olarak düzenlenmiş alan.
rektör is. Fr. recteur Üniversitenin tüzel kişiliğini temsil eden, yönetimden, eğitim ve öğretimin düzenli yürütülmesinden sorumlu profesör.
→ rektör yardımcısı
rektörlük, -ğü is. 1. Rektörün görevi. 2. Rektörün makamı. 3. Rektör ve görevlilerinin çalıştığı bina.
rektör yardımcılığı is. Rektör yanması olma durumu.
rektör yardımcısı is. Üniversitelerde rektöre yardım eden öğretim üyesi.
rektum is. Lat. rectum anat. Göden.
rekzetme is. Rekzetmek işi.
rekzetmek, -der (-i) Ar. rekz + T. etmek Dikmek, saplamak, kurmak.
rembetiko is. Rum. Nüfus mübadelesi sonucu, Anadolu'dan Yunanistan'a göç eden Rumların orada oluşturdukları müzik türü.
remel is. Ar. remel ed. 1. Aruz ölçülerinden biri. 2. müz. Klasik Türk müziğinde bir usul.
remi is. İng. rummy İskambillerle oynanan bir tür oyun.
remil, -mli is. Ar. remi esk. 1. Kumda birtakım çizgiler çizerek fala bakma. 2. Bu biçimde bakılan fal. remil atmak (veya dökmek) kumda birtakım çizgiler çizerek fala bakmak: "Ondan sonra bakıcı hoca remil atsa nerede olduğumu bulamaz." -H. R. Gürpınar.
remilci is. Kumla fala bakan kimse.
remilcilik, -ği is. Remilcinin işi.
remiz, -mzi is. Ar. remz esk. Sembol, rumuz: "Acaba iki kişi oturup birtakım remizler mi düşündüler?" -S. F. Abasıyanık.
rencide sf. (renctde) Far. rencide İncinmiş, kalbi kırılmış, rencide etmek incitmek, kalbini kırmak: "O gece sabaha kadar hiçbir ses, onların mukaddes uykularını rencide etmedi." -M. Ş. Esendal. rencide olmak incinmek, kalbi kırılmak: "Bir dostluk havası içinde bile olsa ferdin şahsi hürriyeti ve şahsi vakarı bundan rencide oluyor. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
rencidelik, -ği is. Rencide olma durumu: "Rencideliklerini onulmaz yaralar gibi saklardı."-Y. K. Beyatlı.
rençper is. Far. renc-ber 1. Tarla, bağ, bahçe, yapı ve toprak işlerinde ağır işleri gören gündelikçi, ırgat: "Kan tere batmış, rençper gibi çalışırdı." -R. H. Karay. 2. Çiftçi: "Ben dünyada balıkçıları, toprakla uğraşan rençperleri severim." -S. F. Abasıyanık.
rençperlik, -ği is. Rençper olma durumu, rençperin işi, ırgatlık.
rende is. Far. rende 1. Tahta yüzeyleri pürüzsüz duruma getirmek, biçim vermek için marangozların kullandığı araç. 2. Üzerinde küçük delik ve kesici çıkıntıları bulunan, peynir, soğan, havuç vb. ufak parçalara ayırmak için kullanılan mutfak aleti. 3. Bu aletle ufak parçalara ayrılmış şey: Peynir rendesi. Sabun rendesi.
rendeleme is. Rendelemek işi.
rendelemek (-i) 1. Rende ile pürüzlerini gidermek, istenilen biçimi vermek: Tahtayı rendelemek. 2. Rende ile ufak parçalara ayırmak: Peynir rendelemek.
rendelenme is. Rendelenmek işi.
rendelenmek (nsz) Rendeleme işi yapılmak.
rendeli sf. Rendesi olan, rendelenmiş: Rendeli tahta.
rendesiz sf. Rendesi olmayan, rendelenmemiş: "Rendesiz, kuru ağaç dallarından yapılmış masanın üzerine dirseklerini dayayarak düşündü." -Y. K. Karaosmanoğlu.
rengârenk, -gi sf. (re'ngâ:renk) Far. reng-â-reng Çeşitli renkleri olan, renk renk: "Rengârenk kâğıtlara sarılı paketlerde birtakım yiyecekler, içecekler alır." -A. Ş. Hisar.
Ren geyiği is. zool. Geyikgillerden Kuzey Kutbu'na yakın soğuk bölgelerde koşum hayvanı olarak kullanılan ve etinden, sütünden, derisinden de yararlanılan evcil bir memeli türü (Flangifer tarandus).
renk, -gi is. Far. reng 1. Cisimler tarafından yansılanan ışığın gözde oluşturduğu duyum: "Birisi sütsüz çikolata renginde, uzun boylu, geniş omuzlu, Amerikan boksörlerine benziyordu." -A. Gündüz. 2. nıec. Nitelik: İşin rengi değişti, renk almak yeni bir renk kazanmak, (bir şeye) renk gelmek renklenmek, canlanmak: Sarı yanaklarına hafif bir renk geldi." -Ö. Seyfettin, renk vermek (veya katmak) 1) çamaşır rengi solmak; 2) neşe, canlılık veya değişiklik kazandırmak: "O bunu dostuna duyduğu hayranlığa yeni bir renk katmak sevinci ile yapıyordu." -H. Taner, renk vermemek duygularım, düşüncelerini veya başka bir durumunu belli etmemek, bir şeyi bildiği hâlde bilmez gibi görünmek: "Fakat Hacı İlhamı Efendi ile kızım en çok çekemeyenler bile onların vakur bir vaziyet aldıklarım, her ne olursa olsun, ele güne renk vermediklerini itirafa mecbur oldular." -H. E. Adıvar. rengi atmak (veya kaçmak veya uçmak) 1) solmak: "Rengi uçmuş kenarları yenmiş ... bir fotoğrafı var." -A. Ş. Hisar. 2) korku, heyecan vb. sebeplerle benzi sararmak: "Kadınlar da bu defa Tevfık'i dükkânın kapısında yakaladılar, aynı şeyi ona açtılar, fevfık'in rengi uçtu, dudakları titredi." -H. E. Adıvar. rengini belli etmek yandaşlığını açıklamak, düşüncesini, eğilimini açığa vurmak, renkten renge girmek korkudan veya utançtan yüzünün rengi değişmek, sıkılmak: "Genç kız, renkten renge giriyor, verecek cevap bulamıyordu." -R. N. Güntekin.
→ renk bilimi, renk cümbüşü, renkgideren, renk körü, renkölçer, renk ölçme, renk yuvarı, basit renk, metalik renk, ölü renk, pastel renk, rengârenk, sağır renk, açık kahverengi, bakır rengi, bal rengi, barut rengi, buğday rengi, çivit rengi, duman rengi, fes rengi, fildişi rengi, gurup rengi, gül rengi, gümüş rengi, hardal rengi, kahverengi, kemik rengi, kestane rengi, kiremit rengi, koyu kahverengi, kurşun rengi, kül rengi, kül rengi et sineği, Ula rengi, menekşe rengi, pas rengi, portakal rengi, saman rengi, saz rengi, şarap rengi, tahin rengi, ten rengi, toprak rengi, tütün rengi, zeytin rengi, sıcak renkler, soğuk renkler
renk bilimi is. Rengi ve renk olaylarım inceleyen bilim dalı.
renk cümbüşü is. Türlü renklerin oluşturduğu karışım.
renkçi is. 1. Işığı, gölgeyi ve biçimleri renk yoluyla veren ressam. 2. Renklendiren kimse.
→ çiğ renkçi
renkgideren is. kim. Bazı maddelerin rengini yok etmekte kullanılan kimyasal madde.
renk körlüğü is. tıp Bütün renkleri veya birkaç rengi, özellikle kırmızı ile yeşili birbirinden ayırt etmeye engel olan görme bozukluğu, daltonizm, akromatopsi (Akromatopsi).
renk körü is. Renk körlüğüne tutulmuş kim-. se.
renkleme is. Renklemek işi.
renklemek (-i) Boyamak, renk vermek.
renklendirici is. 1. Renk veren madde. 2. Fotoğrafçılıkta renk yaratma işlemini yapan alet. 3. kim. Şeker, pasta, dondurma vb. besinlere organik veya inorganik olarak eklenen madde.
renklendirme is. 1. Renklendirmek işi. 2. sin. Kimyasal işlemlerle tek renkli pozitif görüntüde değişik renkli sonuçlar elde etme.
renklendirmek (-i) 1. Bir şeyin renkli olmasını sağlamak: Arka kapak için, dünya karikatürleri için seçtiklerini istif eder, o renklendirir..." -Y. Z. Ortaç. 2. nıec. Neşelendirmek, canlılık ve hareket kazandırmak: "Hintli kadın, toplantıyı renklendirmek için, herkesin kendisine bazı şeyler sormasını teklif ediyordu." -B. Felek.
renklenme is. Renklenmek işi.
renklenmek (nsz) 1. Renkli duruma gelmek. 2. mec. Canlılık, hareket kazanmak.
renkli sf. 1. Rengi olan: "Narın ağacı ne kadar civelek, çiçeği ne ince, kabuğu ne renklidir. " -R. H. Karay. 2. Beyaz dışında başka rengi veya renkleri olan: "Havaya renkli fişekler atıyordu." -P. Safa. 3. mec. Neşeli, canlı, ilgi çekici: Renkli bir toplantı. "Aşırı renkli ve hareketli ise onu yolculukla dengeleyin, frenleyin." -H. Taner. 4. mec. Kendine özgü, ilginç, çarpıcı nitelikleri olan (kimse): Renkli bir politikacı. 5. is. sin. Doğadaki renkleri olduğu gibi görüntüye aktarmayı gözeten film.
→ renkli basın, renkli film, renkli işitme, renkli televizyon, tek renkli
renkli basın is. Boyalı basın.
renkli film is. Renkleri yansıtan film.
renkli işitme is. psikol. Ses duyumu sırasında göze birtakım renklerin görünmesi durumu.
renklilik, -ği is. Renkli olma durumu.
renkli televizyon is. Renkleri olduğu gibi ekrana yansıtan televizyon sistemi veya aletı.
renkölçer is. fiz. Bir sıvının renk derecesini ölçmeye yarayan araç, kolorimetre.
renk ölçme is. fiz. Sıvı, dağıtıcı yüzey, canlı vb.nin renklilik derecesini ölçme, kolorimetri.
renksemez sf. fiz. 1. Beyaz ışığı çözümlemeden veren, akromatik. 2. biy. Hücrede boyayı kabul etmeyen.
renkser sf. fiz. Renklerle ilgili olan, kromatik.
renksiz sf. 1. Rengi olmayan: "Islak topraklardan renksiz dumanlarla beraber keskin bir toprak kokusu yükseliyor." -H. E. Adıvar. 2. Gereği gibi rengi olmayan, solgun görünen, soluk: "Bu sabah Munise biraz hasta ve renksiz uyandı." -R. N. Güntekin. 3. mec. Davranış ve düşünce yönünden belli bir niteliği olmayan: "Geriye kalan üç dört yolcuya gelince bunlar lalettayin ve renksiz insanlardı." -F. F. Tülbentçi
renksizlik, -ği is. 1. Renksiz olma durumu: "Bu açık ve soluk havanın renksizliği içinde, adanın yeşillikleri, kıyılara ve havaya yeşil kurşuni gölgeler salıyor." -H. E. Adıvar. 2. mec. Kendini belirtecek, göze çarpıcı niteliği olmama durumu.
renktaş sf. Aynı renkte olan,
renktaşlık, -ğı is. 1. Aynı renge bağlı olma veya aynı rengi taşıma, renktaş olma durumu. 2. bot. Bir hayvanla yaşadığı ortamda renk benzerliği sağlayarak hayvanın görülmesini, hiç değilse insan gözüyle görülmesini zorlaştıran renk özdeşliği.
renk yuvarı is. astr. Güneşin yuvarını saran, yaklaşık olarak 10.000 km kalınlığındaki küre kabuğu, kromosfer.
renyum is. Fr. rhenium kim. Atom numarası 75, atom ağırlığı 186,2, yoğunluğu 21 olan ve 3150 oC'de eriyen, parlak beyaz renkte bir element (simgesi Re).
reomür is. (Reaumure adından) fiz. Suyun buz tutması 0 °C, kaynaması 80 °C olarak esas alınıp ikisi arası seksen eşit parçaya bölünerek elde edilen sıcaklık birimi.
reorganizasyon is. Fr. reorganisation (bir kurum, bir kuruluş vb. için) Yeniden düzenlenme, yeniden düzen verme.
reosta is. (reo'sta) Fr. rheostat fiz. Elektrik akımının şiddetim azaltıp çoğaltmaya yarayan araç, dimmer.
repertuvar is. Fr. repertoire 1. Bir tiyatro kurulunun oynamak için seçip hazırlamış olduğu oyunların listesi: "Atılacak bu ilk adımdan sonra repertuvar meselesi kalır." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir oyuncunun ezberlediği ve oynadığı rollerin listesi. 3. müz. Bir müzik topluluğunun veya sanatçının hazırlamış olduğu parçalar, dağarcık. 4. mec. Birikim: "Evrenin zengin repertuvarı onun tükenmez ilham kaynağıdır." -H. Taner.
replik, -ği is. Fr. repliaue tiy. 1. Oyuncunun sözü karşısındakine bırakırken söyleyeceği son söz. 2. Oyunda, karşısındakinin sözüne gerekli karşılığı verme, (dişi) replik almak tiy. oyuncunun karşısındakinden kendi yapacağı espriye hazırlık mahiyetinde bir söz veya cümle almak: "Spritüel dostum Pişekâr'ından dişi bir replik almış bir Kavruklu kadar sevinçli, gülümsedi." -H. Taner.
repo is. ekon. 1. Bankalar arası işlemlerde bir gecelik faiz uygulaması. 2. Faiz.
→ ters repo
repocu is. Repo uygulayan veya repoya para yatıran kimse.
repoculuk, -ğu is. Repocu olma durumu.
reprodüksiyon is. Fr. reproduction Aynısını yapma, tıpkısını meydana getirme.
resen zf. (re:'sen) Ar. re'sen esk. 1. Kendi başına, kendiliğinden. 2. Bağımsız olarak, kimseye bağlı olmaksızın: "Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine ... yargı mercilerine başvurulamaz. " -Anayasa.
resepsiyon is. Fr. reception 1. Kabul, kabul etme. 2. Resmî ziyafet, kabul töreni. 3. Bir kuruluşta müşteri ile ilgili büro ve büroda çalışan kimselerin hepsi.
reseptör is. Fr. recepteur fiz. Almaç.
resesif sf. Fr. recessif biy. Çekinik.
resesyon is. Fr. recession Durgunluk.
resif is. Fr. recif jeol. Su düzeyindeki sıra kayalar,
→ mercan resifi
resim, -smi is. Ar. resm 1. Varlıkların, doğadaki görünüşlerinin kalem, fırça gibi araçlarla kâğıt, bez vb. üzerinde yapılan biçimleri: "Konulu resim parçaları kendiliğinden ve doğru olarak yan yana gelivermiş, hikâye ortaya çıkmıştı." -T. Buğra. 2. Bunu yapmak için gerekli yöntemleri öğreten sanat: "Türkiye'de resim bir müddetten beri soysuz bir sanat hâline gelmeye başladı. " -O. S. Orhon. 3. Fotoğraf: "Güzel İnebolu kızı, duvara yapıştırılan Gazi'nin resmine uzun uzun baktı." -A. Gündüz. 4. huk. Bazı eşyadan ve işlerden alınan vergi veya harç: "Osmanlı Devleti'nin birçok vergi ve resimleri bu yüzden doğrudan doğruya yabancı alacaklıların cebine gider." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Tören, resim almak 1) bir şeyin resmini yapmak; 2) resim çekmek; 3) vergi ödetmek, resim çekmek (veya çıkarmak) fotoğraf makinesiyle bir şeyin biçimini kâğıda geçirmek, resim gibi çok güzel. ...-nın resmidir bir durumun olacağı kesin ve bellidir: "Beş dakika beklerse vapuru kaçırdığının resmidir." -H. Taner.
→ resim yazı, resmetmek, resmigeçit, resmikabul, baskı resim, cam resim, canlı resim, çıplak resim, çizgi resim, dağlama resim, gölgeli resim, ıstampa resim, kazıma resim, net resim, nevresim, saydam resim, temsilî resim, vesikalık resim, yakma resim, atölye resmi, demir resmi, duvar resmi, geçit resmi, imalat resmi, işgaliye resmi, kabul resmi, mağara resmi, palamar resmi, tellaliye resmi
resimci is. 1. Fotoğrafçı. 2. Resim öğretmeni. 3. Nakkaş.
resimcilik, -ği is. Resimci olma durumu.
resimleme is. Resimlemek işi.
resimlemek (-i) 1. Bir yazının konusu ile ilgili resimleri o yazının uygun yerine koymak. 2. Herhangi bir konuyu resimlerle anlatmak: Yazar, kitabım resimledi.
resimlendirme is. Resimlendirmek işi.
resimlendirmek (-i) Resimlemek.
resimleşme is. Resimleşmek işi.
resimleşmek (nsz) Resim durumuna gelmek: "Dünya güzel göründü resimlesmiş uykuda." -Y. K. Beyatlı.
resimli sf. İçinde resimler bulunan, musavver: "Yağmurlu günlerde orada oturuyor, çay içiyoruz, resimli mecmualar karıştırıyoruz." -S. F. Abasıyanık.
→ resimli roman
resimlik, -ği is. 1. Resim takmaya yarayan çerçeve: "Nevin salonda asabi dolaşıyor, bazı küçük vazoların, resimliklerin, heykellerin yerlerini değiştiriyor." -P. Safa. 2. Albüm.
resimli roman is. ed. Konusu bir dizi resimle anlatılan roman veya hikâye.
resimsi sf. Resmi andıran, resme benzeyen, resim gibi.
resim yazı is. tar. Eski çağlarda, bazı uygar uluslarca kullanılan, nesnelerin yalınlaştırılmış resimlerine dayanan yazı, hiyeroglif.
resital, -li is. Fr. recital müz. 1. Tek bir sanatçının tek bir çalgı ile verdiği konser: Piyano resitali. 2. sp. Oyuncunun tek başına gösterdiği başarılı etkinlik.
resmen zf. (re'smen) Ar. resmen 1. Devlet adına, devletçe, resmî olarak. 2. Kanuna, yönteme uygun olarak, yöntemince. 3. Kesinlikle, açıkça, kesin olarak: "Kızların ikisi japone kollu, üçüncüsü resmen kombinezonlu idi." -H. Taner.
resmetme is. Resmetmek işi.
resmetmek, -der (-i) Ar. resm + T. etmek 1. Bir şeyin resmini çizmek. 2. mec. İz yapmak, işlemek, nakşetmek.
resmî sf. (resmi:) Ar. resmi 1. Devletin olan, devlete ait, devletle ilgili, özel karşıtı: "Bulunduğumuz yer resmî bir dairenin bürosudur." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Devletin öngördüğü yöntemlere uygun olarak yapılan: Resmî muamele. Resmî müracaat. 3. mec. Samimi olmayan, teklifli, ciddi, içten olmayan: "Kâmuran hemen hemen resmî tavırla hafifçe eğildi." -R. N. Güntekin.
→ resmî dil, resmî elbise, resmî giysi, resmî nikâh, yarı resmî
resmî dil is. Bir ülkede kanunla kabul edilen dil: "Türkçenin, Karamanoğlu'nun Türkçeyi resmî dil olarak kabullenmesinden çok evvel konuşulan zengin bir dil olduğu muhakkak." -B. Felek.
resmî elbise is. 1. Üniforma. 2. Bazı bayram, toplantı, yemek vb.nde giyilmek zorunda olunan belli niteliklerdeki giysi; kıyafet, resmî giysi: "Uşakların hepsi resmî elbiseler giymişler." -Ö. Seyfettin.
resmigeçit, -di is. (re'smigeçit) Ar. resm + T. geçit Geçit töreni: "Eğri kılıcının kabzasına dayanmış, süvarilerin resmigeçidine bakıyor." -F. R. Atay.
resmî giysi is. Resmî elbise, üniforma.
resmikabul, -lü is. Ar. resm + kabul Kabul töreni.
resmîleşme is. Resmîleşmek durumu veya biçimi.
resmîleşmek (nsz) Resmî bir duruma girmek.
resmîleştirme is. Resmîleştirmek işi.
resmîleştirmek (-i) Resmî bir duruma getirmek.
resmîlik, -ği is. (resmvîik) Resmî olma durumu, resmiyet.
resmî nikâh is. Kanunlara uygun olarak nikâh memurunun kıydığı, devlet kayıtlarına geçen nikâh.
resmiyet is. Ar. resmiyyet Resmîlik: "Vecihe, aynı soğuk resmiyetle kısa cevaplar verdi." -R. N. Güntekin. (bir işi) resmiyete dökmek bir iş veya durumu resmî bir yola sokmak, resmî bir nitelik vermek.
ressam is. Ar. ressam Resim yapan sanatçı: "Ben kendi hesabıma ressam olmak isterdim." -H. E. Adivar.
→ benzetici ressam, benzeti ressamı
ressamlık, -ğı is. 1. Ressam olma durumu: "Ressamlığı hayatla kendime bir mefkure diye kabul ediyordum." -H. C. Yalçın. 2. Resim yapma sanatı.
rest is. Fr. reste 1. Pokerde, bir oyuncunun önündeki paranın tümü. 2. Karşı çıkış, rest çekmek 1) oyuncu önündeki paranın tümünü ortaya koymak; 2) mec. herhangi bir konuda sert ve kesin olarak son sözü söylemek, resti görmek ileri sürülen paranın miktarını kabul edip aynı miktarda parayı ortaya koymak.
restitüsyon is. İng. restitution Yeniden tasarımlama.
restleşme is. Restleşmek işi veya durumu.
restleşmek (nsz, -le) Karşılıklı restini görmek.
restoran is. Fr. restaurant Lokanta.
→ vagon restoran
restorasyon is. Fr. restauration mim. Eski bir yapıda yıkılmış, bozulmuş olan bölümleri aslına uygun bir biçimde onarma, yenileme.
restore sf. Fr. restaure mim. Eski durumuna veya ilk biçimine getirilmiş, restore etmek eski ve değerli bir yapıyı onarıp eski durumuna getirmek.
resul, -lü is. (resmi) Ar. resul 1. din b. Kendisine kitap indirilmiş, peygamber, yalvaç. 2. esk. Haberci.
resülmal is. (re:'sulma:l) re's + mâl esk. Anamal, anapara.
reşit, -di sf. Ar. reşid huk. esk. Ergin, reşit olmak erginleşmek.
resme is. hlk. Hayvanın başlığı, yuları ve gemi.
ret, -ddi ıs. Ar. redd 1. Uygun bulmama, geri çevirme, kabul etmeme: "Dostundan ve ötekilerden kuvvetli bir ret bekliyordu." -P. Safa. 2. Aile bireylerinden birinin sorumluluğunu üstünden atma, varlığım tanımama, aileden saymama: Evlatlıktan ret.
→ reddedilmek, reddetmek, reddeylemek, reddolunmak
retina is. (reti'na) Lat. retina anat. Ağ tabaka.
retorik, -ği is. Fr. rhetorique ed. 1. Güzel söz söyleme, hitabet sanatı. 2. Söz sanatlarım inceleyen bilim dalı, belagat.
reva sf. (reva:) Far. reva Yakışır, yerinde, uygun: "Reva mı hiddetin, reva mı şiddetin / Zulmeden sen misin, bilmem ki ben miyim?" -Şarkı, (bir davranışı birine) reva görmek (veya görmemek) bir davranışı, bir olayı bir kimse için uygun görmek (veya görmemek): "İstanbul'da işgal kuvvetleri fertlerinin halka reva görmediği cefa ve zulüm kalmamıştır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
revaç, -cı is. Ar. revâc tic. Sürüm: "Geniş pencereli, manzaralı salonlar revaçta." -R. H. Karay, revaç bulmak geçerli ve değerli sayılmak: "Yememek herkesin elinden geldiği için, sıskalaşmak revaç buldu." -R, H. Karay, revaçta olmak değerli, üstün veya geçerli olmak: "Saka! ve bıyığın revaçta olduğu bir dönemden geçmedik değil!" -H. Taner.
revak is. (revaık) Ar. rivâk esk. Üstü örtülü, önü açık yer, sundurma.
revakiye is. (reva:kiye) Ar. rivâkiyye fel. esk. Stoacılık.
revalüasyon is. Fr. revaluation Bir paranın değerini altına ve dövize göre yeniden ayarlama, değer katma.
revan sf. Far. revân esk. Giden, yürüyen: "Arabalarımıza binip Tiran yoluna revan, âdeta, kır gezintisine çıkmış bir aile hâlinde idik." -Y. K. Karaosmanoğlu. revan olmak yola çıkmak.
→ devrirevan, tahtırevan
revani is. (reva:ni) Far. revğâni Yumurta ve irmikle yapılan, fırında kabarıp piştikten sonra üzerine şerbet dökülen bir tür tatlı: "Ben bütün bu yemeklerin sonunda gelecek revani tatlısına bayılırım." -S. F. Abasıyanık.
revanici is. Revani yapıp satan kimse.
revanicilik, -ği is. Revanicinin işi veya mesleği.
revanlaşma is. Revanlaşmak işi veya durumu.
revanlaşmak (nsz) Yürüyüp gitmek, uyum sağlamak: "Her şey, arabacı ve atlar bile, artık bizim- neşemizin ahengiyle revanlaşırdı."-A. Ş. Hisar.
reverans is. Fr. reverence Selam veya teşekkür için eğilerek veya dizleri kırarak yapılan hareket: "Kalktı, bir reverans ve bir çöküş; başını uzattı, ellerini yere koydu." -A. Gündüz.
revir is. Alnı. Revier Okul, kışla vb. yerlerde hastalar için ayrılmış bölüm.
revis is. Far. reviş esk. 1. Gidiş, yürüyüş. 2. Üslup. 3. Tutum, yol.
revize is. Fr. reviser "Düzeltmek, yenilemek" anlamlarındaki revize etmek sözünde kullanılır.
revizyon is. Fr. revision Yeniden gözden geçirme, düzeltme, yenileme, yemlenme, inceleme, kontrol etme,
revizyoncu is. Revizyonist.
revizyonculuk, -ğu is. Revizyonizm.
revizyonist sf. Fr. revisionniste Bir öğretinin, bir anayasanın, bir antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi için savaşan (kimse) veya yeniden gözden geçirmeyi gerektiren (görüş), revizyoncu.
revizyonizm is. Fr. revisîonnisme Bir öğretinin, bir anayasanın, bir antlaşmanın ana temellerini tartışma konusu yapanların tutumu.
revnak is. Ar. revnak ssk. Parlaklık, göz alıcılık, revnak vermek hoşluk, güzellik, renklilik katmak: "Sefiremizin (iyatrosever oluşu konuşmalara daha da revnak verdi." -H. Taner.
revnaklı sf. Revnakı olan, renkli, popüler, göz alıcı olan: "O devrin en revnaklı bir şahsiyeti idi." -Y. K. Beyatlı.
revolver is. Fr. revolver Fişek koymaya yarayan bölümü silindir biçiminde ve namlu gerisinde olan, tek parçadan oluşmuş tabanca, altıpatlar: "Sedef ve gümüş kakmalı bıçaklara, revolverlere meraklıydı." -Y. K. Beyatlı.
revü is. Fr. revue Çeşitli dans ve. oyunlardan oluşmuş, zengin görünümlü sahne gösterisi: "Güzel bir kadın, filmlerdeki asker revü kızları gibi bir selam verdi." -S, F. Abasıyanık.
rey is. Ar. re y esk. 1. Oy: "Parlamentoda itimat reyi alamayan her hükümet şüphesiz istifa etmek zorunda kalacaktır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Düşünce, görüş, fikir: "Vicdanları ile baş başa düşünüp sonra da aralarında müşavere ederek reylerini bildireceklerdi. " -T. Buğra, rey vermek oy kullanmak: "Ekseriyeti öksürüklü ise de, henüz rey verecek kadar kolunu oynatabilir." -F. R. Atay.
reybi is. (reybi:) Ar. reybıesk. Şüpheci.
reye sf. Fr. raye Çizgili çubuklu çizgileri olan (kumaş): "Fenerliler, sarı lacivert reye fanila giymişler." -H. Taner.
reyhan is. Ar. reytyân bot. Fesleğen: "Yedi türlü çiçek vardır başında / Kokar reyhan ile gül karmakarış." -Karacaoğlan.
→ dağ reyhanı
reyhani sf. (reyha:ni:) Ar. reyhanı esk. 1. înce nakışlı. 2. is. Arap harfleriyle yazılan bir yazı türü.
reyon is. Fr. rayon Bir mağazanın yalnız bir tür eşya satılan bölümü: Ayakkabı reyonu.
rezalet is. (rezadet) Ar. rezalet Toplumun duygularını inciten olay veya durum, kepazelik, maskaralık, rezillik: "Trafik düzeni rezalettir günden güne." -N. Cumalı. rezalet çıkarmak rezalet sayılacak bir durumun ortaya çıkmasına yol açmak: "Her kadının takdim edilmek için can attığı böyle büyük bîr adamla dansı yarıda bırakıp rezalet çıkarmak için insanın aklı kaçık olmalı." -H. E. Adıvar.
reze is. Ar. rezze 1. Menteşe: "Kapının reze tarafına yakın yerinde bir parmak kalınlığında bir çatlak gözüme ilişti." -P. Safa. 2. Kapıyı içeriden ve dışarıdan açıp kapamaya yarayan ve başparmakla basılarak işletilen düzen: "Gece yağan yağmurdan rezeler şişmiş mi şişmiştir." -S. Birsel.
rezede is. bot. Muhabbet çiçeğigillerden, 1,5 m yüksekliğinde, tohumlarından kandil yağı, çiçeklerinden san boya çıkarılan otsu bir bitki (Reseda luteola).
→ rezede çiçeği
rezede çiçeği ıs. bot. Rezede.
rezeksiyon is. Fr. resection Sağlam kısımları korumak ve gerekiyorsa o kısımların bağlantısını yeniden kurmak suretiyle bir organın bir parçasını kesip çıkarmak için yapılan cerrahi müdahale.
rezeleme is. Rezelemek işi.
rezelemek (-i) Reze ile kapamak.
rezene is. (reze'ne) Far. râziyâne bot. Maydanozgillerden, 1-1,5 m yüksekliğinde, san çiçekli, yapraklan iplik biçiminde parçalı, hoş kokulu, baharatlı meyveleri anason gibi yemeklerde ve bazı içkilerde tat verici olarak kullanılan, hekimlikte gaz söktürücü o-. larak yararlanılan çok yıllık otsu bir bitki (Foenictılum vulgare).
→ deniz rezenesi, su rezenesi
rezerv is. Fr. reserve 1. Saklanmış, biriktirilmiş şey. 2. Yedek, ihtiyat: Döviz rezervi. 3. Yatağında veya havzasında bulunduğu hesaplanan, henüz işletilmemiş kömür, demir, petrol vb. 4. Çekince.
rezervasyon is. Fr, reservation 1. Otel, gazino, lokanta vb. yerlerle uçak, tren, otobüs gibi taşıtlarda yer ayırma işi. 2. Müşterilere yer ayırma işini üstlenen bölüm.
rezervuar is. Fr. reservoir Tuvaletlerde kullanılmaya yarayan su deposu.
rezidans is. Fr. râsidence Yüksek devlet görevlileri, elçiler vb.nin oturmalarına ayrılan . konut.
rezil sf. (rezi.i) Ar. rezil Alçak, aşağılık, (birini) rezil etmek isteyerek veya istemeyerek birini çok utanacak güç bir duruma sokmak: "Sadece rezil etmekle kalmayacağım, hapse de tıktıracağım." -P. Safa. rezil olmak çok utanacak bir duruma gelmek: "Parmaklarının bileğime yapışacağından ve daha fazla rezil olacağımdan şüphe etmiyordum. " -R. N. Güntekin. rezil rüsva (veya kepaze) olmak toplum içinde ayıplanacak bir duruma düşmek: "Hasan, bu dediğini yapsaydı, dört başı mamur bir dayak yiyip âleme rezil rüsva olacaktı." -O. C. Kaygılı, (bir şeyin) rezili çıkmak çok eskimek, bozulmak, parçalanmak: "Şu gömleğe bak, rezili çıkmış!" -Ç. Altan.
rezilce sf. 1. Aşağılık, alçak bir nitelikte olan. 2. zf. Rezil bir biçimde.
rezilleşme is. Rezilleşmek işi.
rezilleşnıek (nsz) Rezîl duruma gelmek.
rezillik, -ği is. Rezil olma durumu, rezalet: "Onlar ne rezillik yaparlarsa yapsınlar, bundan bize bir zarar gelmez." -H. R. Gürpınar.
rezistans is. Fr. resistance fiz. Direnç.
rezonans is. Fr. resonance fiz. Düzgün itmelerin etkisiyle bir salınım genliğinin artışı, seselim, tannanlık.
Rf kim. Kurçatovyum elementinin Amerikalılar tarafından adlandırılan Rutherfordyum biçiminin simgesi.
Rg kim. Ruentgeniyum elementinin imgesi.
Rh kim. Rodyum elementinin simgesi.