-ra / -re İsimlerden yer ve zaman zarfı türeten ek: iç-re, son-ra, taş-ra (taş "dış").
Ra kim. Radyum elementinin simgesi.
Rab, -bb'i öz. is. Ar. rabb din b. Tanrı.
rabbani sf. (rabba:ni:) Ar. rabbani din b. esk. 1. Allah ile ilgili, Allah'a bağlı, ilahî, Allah'tan gelen, 2. Kalbini ve fikrini Allah'a bağlamış ve sadece onunla meşgul olan.
Rabbena is. (rabbena:) Ar. rabbenâ din b. esk. Tanrı'mız. Rabbena hakkı için ant içerken inandırmak için kullanılan bir söz.
rabıt, -ptı is. Ar. rabt esk. 1. Bağ, bağlama. 2. dbl. Bağlaç.
→ rabıt edatı, raptetmek, zapturapt
rabıta is. (m:bıta) Ar. râbita 1. Bağlayan şey, bağ: "Bu dünya öyle bir dünya ki, zengin ile fakir arasında kardeşlik rabıtaları bile kalmıyor. " -R. N. Güntekin. 2. İki şeyi birbirine bağlayan ip. 3. İlgi, ilişki: "Bit rabıtamı sizden gizlemek pek fazla azap veriyor, bu his beni tamamıyla değiştirdi, bambaşka bir insan yaptı." -P. Safa. 4. Birbirini tutma, tutarlık. 5. Düzen, sıra. 6. Birbirine geçmeli tahtadan bir döşeme türü. 7, Tarikatlarda müridin şeyhi aracılığıyla kalbini Allah'a bağlaması.
rabıtalı sf. 1. Düzgün, düzenli: "Acaba Gecik'te rabıtalı bir ev bulmak kabil mi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sözünü bilen, tutarlı, ağırbaşlı: "Gönül isterdi ki herkes akıllı ve rabıtalı otsun." -A. Ş. Hisar. 3. Bağlantılı.
rabıtasız sf. 1. Düzensiz, birbirini tutmaz: "Rabıtasız, saçma sözlerinden ruhbana düşman olduğu anlaşılan bu güzel ve garip kadın..." -Ö. Seyfettin. 2. Ağırbaşlı olmayan, tutarsız: Rabıtasız adam. 3. Bağlantısız. 4. zf. Birbirine bağlı veya tutarlı olmadan.
rabıtasızlık, -ğı is. Rabıtasız olma durumu.
rabıt edatı is. dbl. esk. Bağlaç.
raca is. (ra'ca) İng. Fr. raja (Hint dillerinden) Hindistan'da prenslere verilen unvan, mihrace.
raci sf. (ra:ci) Ar. râci' esk. 1. Geri dönen. 2. Dokunan, ilgilendiren, dayanan, raci olmak dokunmak, dayanmak, ilgilenmek: Bu sözün ona raci olmadığını temin ederim.
racon is. argo 1. Yol, yöntem, usul: "Hayri bütün kumar raconunu bilirdi." -S. F. Abasıyanık. 2. Gösteriş, fiyaka: Racon meraklısı bir adam. racon kesmek 1) görünüşe göre hüküm vermek; 2) gösteriş yapmak: "Hayati ortaya atılır, tosunca raconu keser, ya da dövülürdü." -H. R. Gürpınar.
radansa is. (rada'nsa) ît. radencia den. Yelkenlere açılan deliklere ve halat ilmiklerine geçirilen metal halka.
radar is. (ra'dar) İng. radar (Radio Detecüng And Ranging sözlerinden) 1. Radyo dalgalarının yankısını alarak cisimlerin yerini ve uzaklığını bulabilen, genellikle uçak ve gemilerde kullanılan cihaz. 2. Trafik polisleri tarafından kullanılan, taşıtların hızını saptamaya yarayan aygıt. 3. mec. İçgüdü, seziş: "... büyük yurt sevgisinin yüce boyutlarını analık radarı ile pek iyi sezebilmektedir." -H. Taner.
radarcı is. Radar kullanan veya radarın bakım ve onarımıyla görevli kimse.
radarcılık, -ğı is. Radarcının görevi.
radde is. Ar. radde esk. Derece, kerte: "İşe polisi karıştırmadım. Son raddeye gelmedikçe de karıştırmak niyetinde değilim." -R. H. Karay.
raddelerinde zf. esk. Sularında: "Ertesi sabah on iki raddelerinde kalkılır ve beyler iki buçuğa, üçe doğru işlerine giderlerdi." -A. Ş. Hisar.
radika is. (radi'ka) bot. Yaprakları salata olarak yenen baharlı, çok yıllık bir bitki (Taraxacum ojficinale).
radikal, -li sf. Fr. radical 1. Köklü, kesin, kökten: Radikal hareket. 2. Köktenci.
radikalizm is. Fr. radicalisme feî. ve sos. Köktencilik.
radikalleşme is. Radikalleşmek durumu.
radikalleşmek (nsz) 1. Köktenci olmak. 2, Kesin durum almak.
radikalleştirme is. Radikalleştirme işi.
radikalleştirmek (-i) Radikal duruma getirmek.
radon is. Lat. radon kim. Atom numarası 86, atom ağırlığı 222 olan, radyum tuzunun su ile işlenmesinden, hidrojen ve oksijenle kanşım durumunda elde edilen, boru yardımıyla sıvı hava içinden geçirilerek karışımdan ayrılan radyoaktif element (simgesi Rn).
radyan is. Fr. radian mat. 1. Bir dairede yarıçap uzunluğundaki yay parçasını gören merkez açıya eşit açı ölçme birimi. 2. sf.fiz. Işın veya ısı yayan: Radyan soba.
radyasyon is. Fr. radiaüon fiz. Işınım.
radyatör is. Fr. radiateur 1. Bir akaryakıtın yanmasından veya sıcak bir akışkandan aldığı ısıyı dışarı ileten dilimli borulardan oluşan ısıtma aracı: "Radyatörün üzerine bırakılmış küçük kutudaki su kaynıyor, kutu fıkırdıyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bağlı bulunduğu motordaki ısı derecesinin yükselmesini önleyen soğutucu: "Radyatörün suyunu tazeledikten sonra virajlı yokuşu tırmanmaya başladı." -A. Gündüz.
radyatörcü is. Radyatör yapan, satan, onaran veya döşeyen usta.
radyatörcülük, -ğü is. Radyatörcü olma durumu.
radyo is. (ra'dyo) Fr. radio 1. Elektrik dalgalarının özelliğinden yararlanarak seslerin iletilmesi sistemi. 2. Elektrik dalgalarıyla düzenli olarak yayın yapan istasyon ve bu istasyonun programlarını düzenlemekle görevli kuruluş. 3. Bu istasyonun yayınlarım alan araç: "Kasabanın matemine hürmet olarak bu akşam radyo susturulmuştu." -R. N. Güntekin.
→ radyo etkinliği, radyoevi, radyo gazetesi, radyo İstasyonu, radyo muhabiri, radyo oyunu, radyo taksi, radyo yayını, özel radyo, yerel radyo
radyoaktif sf. Fr. radioactif fiz. Işınetkin.
→ radyoaktif izotoplar
radyoaktif İzotoplar ç. is. tıp ve fiz. Bazı hastalıkların teşhisinde ve iyileştirilmesinde yararlanılan izotoplar.
radyoaktifleştirme is. fiz. Bir elementi radyoaktif duruma getirmek.
radyoaktiflik, -ği is. Radyoaktif olma durumu.
radyoaktivite is. Fr. radioactivite fiz. Işınetkinliği.
radyobiyoloji is. Fr. radiobiologie biy. ve fiz. X ışınlarının canlı dokular üzerindeki etkisini inceleyen bilim, radyofizyoloji.
radyobiyolojik, -ği sf. Fr. radiobiologique biy. ve fiz. Radyobiyoloji ile ilgili.
radyocu is. 1. Radyo yapan, onaran veya satan kimse. 2, Radyoda görevli kimse. 3. Radyo yapılan veya onarılan yer.
radyoculuk, -ğu is. 1. Radyo yapma, onarma veya satma işi. 2. Radyo kuruluşlarım işletme ve yönetme işi.
radyoelektrik, -ği is. Fr. radioelectrique fiz. Fiziğin elektromanyetik dalgaların araştırılması ve uygulanması ile ilgili bölümü.
radyo elektriksel sf. 1. Radyoelektriğe ilişkin. 2. Radyofrekans.
radyoelektronik, -ği is. Fr. radioelectronique fiz. Elektroniğin radyoelektriğe uygulanması.
radyo etkinliği is. Işınetkinlik, radyoaktivite.
radyoevi is. Radyo yayınlarının gerçekleştirildiği yapı.
radyofizik, -ği is. Fr. radiophysiaue fiz. Radyoelektriğe ilişkin olayları inceleyen bilim ' dalı.
radyofizyoloji is. Fr. radiophysiologie fiz. Radyobiyoloji.
radyofoni is. Fr. radiophonie fiz. Elektromanyetik dalgaların özelliklerinden yararlanarak sesleri ileten sistem.
radyofonik, -ği sf. Fr. radiophonigue Radyo ile ilgili, radyo ile yayımlanan: Radyofonik oyun.
→ radyofonik piyes, radyofonik ses
radyofonik piyes is. Radyo oyunu.
radyofonik ses is. Radyoda konuşma yapmaya uygun ses.
radyofoto is. Fr. radiophoto fiz. 1. Fotoğraf, yazı vb. görüntülerin radyo dalgalarıyla uzaktan iletilmesini sağlayan sistem. 2. Bu sistemle alınan fotoğraf.
radyo gazetesi is. Radyo aracılığıyla yayımlanan haber, yorum ve röportajların tümü.
radyografi is. Fr. radiographie fiz. ve tıp 1. X ışınlarından yararlanılarak resim çekme: Radyografi birçok hastalıkların teşhisine yardım eder. 2. Bu teknikle alınan fotoğraf: "Ağzımın radyografisini, kalıbını alıp Paris'e gönderdiler." -S. F. Abasıyanık.
radyogram is. Fr. radiogramme Telsiz telgrafla verilen haber ve bunun yazılı olduğu kâğıt.
radyo istasyonu is. 1. Radyo vericilerinin bulunduğu merkez. 2. Radyoda alınan veya bulunan her bir yayın.
radyoizotop is. Fr. radio-isotope fit. Doğal bir elementin radyoaktif izotopu.
radyokimya is. Fr. radio + Ar. kimya fiz. ve kim. Radyoaktif cisimleri ve onların kimyasal özelliklerini inceleyen bilim dalı.
radyolink is. İng. radio link Radyo, telefon, televizyon, teleks vb. iletişim araçlarının kablo bağlantısı olmaksızın, istasyonlar arasında veya stüdyo ile verici istasyon arasında yüksek frekanslı radyo dalgaları ile bağlantı kurmasına yarayan sistem.
radyolog, -ğu is. Fr. radiologue fiz. ve tıp Işın bilimi uzmanı.
radyoloji is. Fr. radiologie fiz. ve- tıp Işık, elektrik ve ısı ışınımlarının uygulama alanlarını inceleyen bilim dalı, ışın bilimi.
radyolojik, -ği sf. Fr. radiologiaue fiz. Radyoloji ile ilgili.
radyometre is. (radyome'tre) Fr. radiometre fiz. Işınölçer.
radyometri is. Fr. radiometrie fiz. Işıma şiddetinin ölçümü.
radyometrik, -ği sf. Fr. radiometriaue fiz. Radyometri ile ilgili.
radyo muhabiri is. Radyo haber ve röportajlarını hazırlayan gazeteci.
radyo oyunu is. tiy. Radyoda seslendirilmek üzere yazılan oyun, radyofonik piyes.
radyoskopi is. Fr. radioscopie fiz. ve tıp Bir organ veya cismin ışınlar altında muayenesi.
radyo taksi is. Telsiz telefon ağı ile bir şirkete veya durağa bağlı olarak çalışan taksi.
radyoteknoloji is. Fr. radiotechnologie Elektro filmi çekme tekniği.
radyotelefon is. Fr. radiotelephone Telsiz telefon.
radyotelgraf is. Fr. radiotelâgraphe Telsiz telgraf.
radyoterapi is. Fr. radiotherapie fiz. ve tıp X ışınlarının biyolojik etkisine dayanan tedavi yöntemi.
radyo yayını is. Doğrudan kamuya seslenen ve sesli programları yayan iletişim aracı.
radyum is. (ra'dyum) Fr. radium kim. Atom numarası 88, atom ağırlığı 226,05 olan, 700 °C'de eriyen, 1898 yılında Pierre Curie ve eşi tarafından bulunan, soğukta suyu ayrıştıran, ışınetkinliği çok bir element (simgesi Ra): "Küçük ve radyum mineli zarif bir saat çıkardı." -Ö. Seyfettin.
raf is. Ar. reff Üstüne öteberi koymak için duvara veya bir dolabın içine birbirine paralel olarak tutturulmuş, genellikle geniş, uzun tahta veya metal levha: "Yemek paketini, raflarda yer bulamadığı için masa üstüne koydu." -M. Ş. Esendal. (bir işi) rafa koymak (veya kaldırmak) savsamak, artık üstünde durmamak, ihmal etmek: "Anayasayı rafa kaldırarak keyfî, gelişigüzel sınırlar çizmeye kalkışmak, bu yaygaraları koparanların başlıca özelliğidir." -N. Cumalı.
→ açık raf, köşe rafı
rafadan sf. Kaynar suda kabuğu ile az pişirilmiş (yumurta), alakok.
Rafızi öz. is. (raıfizi:) Ar. râfizi esk. Rafıziliği benimseyen kimse.
Rafızilik, -ği öz. is. Şii mezhebinin bir kolu ve bu koldan olanların inancı.
rafinaj is. Fr. raffınage Arıtım.
rafînatör is. Fr. raffinateur Odun liflerini içinde bulunabilecek yabancı maddelerden arıtma ünitesi.
rafine sf. Fr. raffine 1. İncelmiş, ince, arıtılmış, saflaştırılmış: Rafine yağ. 2. mec. Hassas, duygulu, nazik, ince, seçkin: "Alabildiğine entelektüel, rafine, ayrıntılı bir duygululuk sahibi. " -H. Taner.
rafineri is. Fr. raffinerie Şeker, petrol vb. maddelerin antıldığı yer, arıtımevi, tasfiyehane.
rafit, -di is. Fr. raphide biy. Bazı hayvan ve bitki hücrelerinde bulunan, iğne biçiminde billur madde.
rafting is. İng. rafting bk. sal yarışı,
rafya is. İng. raffia bot. 1. Afrika ye Amerika'da yetişen, iri gövdeli, uzun yapraklı palmiye (Raphie). 2. Bu palmiyenin dokuma işlerinde kullanılan lifleri. 3. sf. Bu liflerden yapılmış olan: Rafya çanta.
ragbi is. Fr. rugby On beşer kişilik iki takım oval bir topla oynanan oyun.
rağbet is. Ar. rağbet 1. İstek, arzu, ilgi. 2. Beğenme, itibar: "Fakat memlekette böylelerine rağbet yok" -H. R. Gürpınar, rağbet etmek (veya göstermek) istemek, beğenmek, istekle karşılamak: "italyan kadınları o kumaşlara o kadar rağbet göstermişlerdir ki..." -F. R. Atay. rağbet görmek (veya kazanmak) istenilmek, beğenilmek, istekle karşılanmak: "... haftanın bîr gecesinde yalnız kadınlara oynayacak kadar mahallede rağbet kazandı." -H. E. Adıvar.
rağbetli sf. İstek gören, rağbet gören, rağbet edilen.
rağbetsiz sf. 1, İsteksiz, gönülsüz, rağbet etmeyen. 2. İstenilmeyen, rağbet edilmeyen.
rağbetsizlik, -ği is. 1. İsteksizlik, gönülsüzlük, rağbet etmeme. 2. İstenilmeme, rağbet edilmeme.
rağmen zf. (ra'ğmen) Ar. rağmen Karşın: "Bütün isteğime rağmen, gerçi bu çocuğa içimi dökmemiştim." -H. E. Adıvar.
rahat is. Ar. rahat 1. İnsanda üzüntü, sıkıntı, tedirginlik olmama durumu, huzur: "Eniştem de üşengen bir adamdır, rahatı kaçar diye üstüne düşmedi." -M. Ş. Esendal. 2. sf. Üzüntü, sıkıntı ve tedirginliği olmayan: "Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, huzur ve mutluluk verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki..." -R. H. Karay. 3. sf. Sıkıntı veya yorgunluk, tedirginlik vermeyen: "Ben sana güzel ve rahat bir oda hazırlattım." -P. Safa. 4. sf Aldırmaz, gamsız: Rahat adam. 5. zf Kolay bîr biçimde, kolaylıkla: "İstersen beraber gidelim. Haydi al torbanı. Bir saatte rahat varırız." -M. Ş. Esendal. 6. ünl "Hazır ol" durumunda bulunanlara, oldukları yerde serbest bir durum almaları için verilen komut, rahat batmak tkz. iyi bir durumdayken bu durumu olmayacak sebepler yüzünden bırakanlar için sitem yotlu söylenen bir söz. rahat bırakmak daha rahat ve huzurlu oturmayı sağlamak, rahat bırakmamak (veya vermemek) tedirgin etmek: "Beni son nefesimde rahat bırakmayan herif bana o vakitler akla gelmez cefalar çektirmişti.” -Ö. Seyfettin, rahat durmak yaramazlık etmemek veya kımıldamamak. rahat etmek sıkıntısız durumda olmak, ferahlanmak, dinlenmek: "Benim ve kardeşimin mektep veya sokak dönüşü kirliliklerimiz yüzünden içlenirdi, bizi yıkayıp temizleyinceye kadar rahat etmezdi." -Y. K. Beyatlı. rahat kıçına batmak tkz. bulunduğu rahat durumun değerini bilmemek, rahat olmak üzüntülü, sıkıntılı veya tedirgin durumda olmamak, rahat yüzü görmemek hiç rahat etmemek: "Derler ki, bugünden itibaren Zeliha'nın kalbi rahat yüzü görmedi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. rahata ermek rahatlamak, rahata kavuşmak rahatlamak. rahatı kaçmak rahatsız, tedirgin olmak, üzülmek. rahatına bakmak hiçbir şeye aldırış etmeyerek rahatım sağlamaya çalışmak.
→ rahat döşeği, rahat duruş
rahatça sf (raha'tça) 1. Rahat. 2. zf Rahat bir biçimde: "Buradan hem aşağı obayı hem yukarı obayı rahatça seyredebiliyordu." -N. Araz.
rahat döşeği is. Ölüyü kaldırıncaya değin içinde yatırdıkları döşek: "Talihsiz hatun odasında, rahat döşeğinde mi can vermiş?" -H. R. Gürpınar,
rahat duruş is. sp. 1. Vücudun alıştırmalar arasında dinlendirilmesi için, eller arkaya dik olarak birleştirilmiş, bacaklar önde veya yana yarım adım duruşunda aldığı gevşek durum. 2. ask "Rahat" komutuyla geçilen duruş biçimi,
rahatlama is. Rahatlamak işi.
rahatlamak (nsz) 1. Üzüntü, sıkıntı, tedirginlik veren bir durum ortadan kalkmak veya azalmak, rahata kavuşmak: Hasta ilacım içtikten sonra rahatladı. 2. Sakinleşmek.
rahatlatma is. Rahatlatmak işi.
rahatlatmak (-i) Rahatlamasını sağlamak, ferahlatmak,
rahatlık, -ğı is. 1. Üzüntüsü, sıkıntısı, tedirginliği olmama durumu, rahat: "Nilgün'ü sükûna kavuşmuş görmenin rahatlığı içindeyim." -R. H. Karay. 2. Yorgunluk veya sıkıntı vermeme durumu: "Başkalarının rahatlık saydığı işlerde sıkıldım, sinir kesildim." -N. Cumalı, rahatlıkla rahat bir biçimde, kolaylıkla: Büyük bir kamyonet bu eşyayı rahatlıkla alabilir.
→ gönül rahatlığı
rahatsız sf. 1. Rahat olmayan, tedirgin, huzursuz: "Bu üç zavallı bizden rahatsız oldular ve derslerini keserek çekildiler." -M, Ş. Esendal. 2. Rahat kullanılmayan, sıkıntı, tedirginlik veren: Bu sandalye pek rahatsız. 3. Hasta, keyifsiz; "Onlar buradayken kendisini âdeta rahatsız hissediyordu." -F. F. Tülbentçi, rahatsız etmek rahatını bozmak, rahatını, keyfini kaçırmak: "Geceleyin aptalca tık tıklarıyla insanı rahatsız eden bir masa saati imiş." -R. H. Karay, rahatsız olmak rahatı bozulmak, keyfi kaçmak, sağlığı bozulmak: "O rahatsız olunca ben de inadına bakmaya başladım." -S. F. Abasıyanık.
rahatsızlanma is. Rahatsızlanmak işi.
rahatsızlanmak (nsz) Sağlığı bozulmak, hastalanmak, rahatsız olmak.
rahatsızlık, -ğı is. 1. Rahatsız olma durumu, tedirginlik: "Bununla beraber, içimde bir rahatsızlık var, unutulmaktan korkuyorum." -H. E. Adıvar. 2. mec. Hastalık, rahatsızlık duymak tedirgin olmak, huzurunun ve rahatının kaçtığını hissetmek: "Anasını ayakta, kara, korkunç bir yüzle görünce tuhaf bir rahatsızlık duydu." -H. E. Adıvar. rahatsızlık vermek rahatını bozmak, rahatını, keyfini kaçırmak.
rahibe is. (ra:hibe) Ar. rahibe Kadın rahip: "İşgali müteakip tekmil yabancı kadınları, rahibeler ve hasta bakıcılar da dâhil, alıp götürdüler." -R. H. Karay.
rahibelik, -ği is. 1. Rahibe olma durumu. 2. Rahibenin görevi.
rahim, -hmi (I) is. Ar. rahm anat. Döl yatağı: "Benim ta ana rahmine düştüğüm andan beri olan hayatımı güya araştırmışlar." -H. R. Gürpınar.
→ ana rahmi
rahim, -hmi (II) is. Ar. rahm Acıma, esirgeme.
→ stlairahim
rahîm sf. (rahi:m) Ar. rahim 1. Koruyan, acıyan, merhamet eden Tanrı. 2. zf. esk. Koruyarak, acıyarak, merhamet ederek: "Fakat pederimiz hiçbir zaman bendenize rahîm davranmamıştır." -F. F. Tülbentçi.
rahip, -bi is. (ra:hip) Ar. râhib Hristiyanlarda genellikle manastırda yaşayan din adamı, keşiş: "Biri bir rahipti; dağınık, birbirine karışmış uzun yağlı saçlarım parmaklarıyla taradı, kalpağının altında topladı." -M. Ş. Esendal,
→ başrahip
rahiplik, -ği is. 1. Rahip olma durumu. 2. Rahibin görevi.
→ başrahiplik
rahle is. Ar. rahle Üzerinde kitap okunan, yazı yazılan, bazıları açılıp kapanabilen alçak, küçük masa: "İlk defa yeni usul bir rahleye oturtuldum." -Y. K. Beyatlı.
→ rahleitedris
rahleitedris is. Ar. rahle + tedris esk. Birinin bilgisi ve görgüsü altında alınan eğitim. rahleitedrisinden geçmek birinden eğitim almak.
rahman sf. (-a:ni) Ar. raffmân din b. Herkese, her canlıya merhamet eden (Tanrı).
rahmani sf. (rahmaıni:) Ar. rahmanı esk. Tanrı île ilgili, tanrısal, şeytani karşıtı: "O, meyvelerin tadında, yarınki Cennet'in rahmani kokularım duymasını bilirdi." -A. Ş. Hisar.
rahmet is. Ar. rahmet 1. Birinin suçunu bağışlama, yarlıgama, merhamet etme: Allah rahmet eylesin. 2. hlk. Yağmur: "Kubbedeki açıktan rahmet yağar, güneş vurur." -A, H. Tanpınar. rahmet okumak 1) Tanrı'nin merhamet ve bağışlaması için dua etmek; 2) biri, kötü bir kimseden daha kötü çıkmak. rahmet olsun canına hlk. "Allah rahmet eylesin" anlamında ölüler anılırken kullanılan iyi dilek sözü.
rahmetli sf 1. "Tanrı'nın rahmetine kavuşmuş, yarlıganmış" anlamlarında ölmüş kimseleri saygıyla anmak için ad veya unvanlarının başına getirilen bir söz, merhum: "Hocamız rahmetli Muhsin Bey, bunu sınıfta okurken gözleri yaşarırdı." -H. Taner. 2. Ölmüş, merhum: "Rahmetli, insanların en iyilerinden biriydi." -P. Safa. rahmetli olmak ölmek.
rahmetlik, -ği is. Rahmetli, rahmetlik olmak ölmek.
rahne is. Far. rahne esk. Gedik: "Bir taraftan aylık taksiti bütçesinde büyük bir rahne açan bu borcu senelerce ödeye ödeye bitirememiş." -A. Ş. Hisar.
raht is. Far. raht esk. 1. At takımı. 2. Yolda lazım olacak şeyler. 3. Döşeme vb. takımları. 4. Pencere ve kapı kanatlarını çerçeveye tutturan menteşe takımı.
rahvan is. Far. rahvan 1. Koşarken bir yandaki iki bacağını aynı anda atan binek hayvanlarının biniciyi sarsmayan koşma biçimi: "Hecin üstünde kısa rahvan en rahat yürüyüştür." -F. R. Atay. 2. sf. Bu biçimde koşan (binek hayvanı). 3. zf. Binek hayvanı bu biçimde koşarak.
-rak / -rek Sıfatların karşılaştırma derecesini türeten ek: küçürek "daha küçük", ufarak "ufakça" vb.
rakam is. Ar. rakam mat. 1. Sayıları göstermek için kullanılan işaretlerden her biri: 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9,1, II, III... 2. Bu işaretlerle yazılmış sayı. 3. Nicelik, miktar: Kayıplar yüksek bir rakama çıktt.
→ astronomik rakam, toparlak rakam, Arap rakamları, Romen rakamları
rakamlama is. Rakamlamak işi.
rakamlamak (-i) müz. Bas notalarının üstüne akortlarını belirten rakam koymak.
rakamlı sf. Rakamı olan, içinde rakam bulunan: Üç rakamlı sayı.
rakamsız sf. Rakamı olmayan.
raket is. Fr. raquette sp. Masa tenisi, tenis vb. oyunlarda topa vurmak için kullanılan, oval tahta bir kasnağa gerilmiş bir ağla veya lastikle kaplanmış saplı araç, vuraç.
rakı is. Ar. 'arakî Üzüm, incir, erik vb. meyvelerin alkolle mayalanarak damıtılmasıyla elde edilen içki, aslan sütü: "Mollanın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu." -Ö. Seyfettin.
→ rakı âlemi, rakı bardağı, rakı meclisi, ayazlandırılmış rakı, düz rakı, ardıç rakısı, erik rakısı, sakız rakısı
rakı âlemi ıs. Rakı meclisi.
rakı bardağı is. Rafa içmek için özel olarak üretilen, dar ve uzunca bardak.
rakıcı is. 1. Rakı yapan veya satan kimse. 2. Rakı içen kimse.
rakıcılık, -ğı is. Rakı yapma veya satma işi.
rakım is. (ra:kım) Ar. râkim coğ. Yükselti.
rakı meclisi is. Rakı veya başka içki içilip yemekler, mezeler yiyerek vakit geçirilen, çalınıp söylenerek eğlenilen toplantı.
rakibe is. (rakv.be) Ar. rakibe esk. Kadın rakip: "Kocalarının aşkına sahip ve hâkim olmak hususundaki mübarezede kadınlar rakibelerine nispetle pek müsait olmayan bir mevkide bulunurlar." -H. C. Yalçın.
rakik sf. (raki:k) Ar. rakik esk. 1. İnce, narin: "Yazılarında olduğu gibi konuşurken de kelimelerin en asil ve en rakiklerinden seçiyordu." -O. S. Orhon. 2. mec. Merhametli, yufka yürekli.
rakip, -bi sf. (rakiıp) Ar. rakîb Herhangi bir işte, bir yarışta, birbirini geçmeye çalışan, aynı şeyi elde etmeye uğraşan (kimse): "Bakarsın erkek rakibini de, sevgilisini de öldürmüş. " -S. F. Abasıyanık.
rakiplik, -ği is. Birbirine rakip olma durumu, rekabet
rakipsiz sf. Daha üstünü, daha iyisi bulunamayan (kimse veya şey): "Bunlar mizah edebiyatımızm hâlâ rakipsiz romanlarıdır." -Y. Z. Ortaç.
rakipsizlik, -ği is. Rakipsiz olma durumu.
rakit, -di sf. (ra:kit) Ar. râkid esk. Durgun (su).
rakkas is. (rakka:s) Ar. rakkas fiz. esk. 1. Sarkaç: "... rakkasın çıkardığı o muntazam tak tuklar, gündüzlünden birkaç derece daha büyümüş gibi işitiliyordu." -H. R. Gürpınar. 2. Raksı meslek edinmiş erkek.
rakkase is. (rakka:se) Ar. rakkase esk. Raksı meslek edinmiş kadın: "Çeşitli gösteriler arasında bir rakkase vardı." -T. Buğra.
rakkaslı sf. Sarkacı olan: "Evlerin başka odalarında duvara asılmış rakkaslı ve rakamları alaturka bir çalar saat işler." -A. Ş. Hisar.
rakor is. Fr. raccord Sıhhi tesisatta iki boruyu döndürmeden birbirine bağlanmasını sağlayan bağlantı parçası.
→ rakorla musluk
rakorlu musluk, -ğu is. Hortum bağlamak için kullanılan musluk.
raks is. Ar. raks esk. 1. Bir tür dans: "Zil, şal ve gül Bu bahçede raksın bütün hızı." -Y. K. Beyatlı. 2. fiz. Salınım, raks etmek oynamak, dans etmek: "Bu küçücük yaramaz, koşar gibi, sıçrar gibi herkes eğlenir gibi ayoklarını çarparak memnun, güle güle raks ediyordu." -H. C. Yalçın.
→ raks aksağı
raks aksağı is. muz. Klasik Türk müziğinde bir küçük usul.
rakun is. zool. Kuzey Amerika'da, ağaçlarda yaşayan, kafası tilkiye benzeyen, uzun kuyruğu alaca halkalı, boyu takriben 90 cm, kuyruğu 30 cm olan, kürklü hayvan (Procyon lotor).
ralli ıs. İng. rally Yarışmacıların otomobille belli yolları izleyerek ve özel kurallara uyarak belirli bir yere ulaşmalarına dayanan otomobil yarışması.
rallici is. Ralliye katılan yarışmacı.
rallicilik, -ği is. Rallici olma durumu.
ram sf. (raim) Far. ram esk. Boyun eğen, kendini başkasının buyruğuna bırakan, ram etmek boyun eğdirmek, itaat ettirmek: "İlk defa huzuruna çıkan herhangi bir kadım derhâl sersemletiyor, iradesini elinden alıp kendine ram ediveriyordu." -E. E. Talu. ram olmak boyun eğmek, itaat etmek: "Onun şekillerine ve anatomisine ram olmayı kendime bir zillet addederim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
ramak is. Ar. ramak "Bir şeyin olmasına çok az kalmak" anlamına gelen ramak kalmak deyiminde geçer: "Gerçekten deli olmama ramak kalmıştı." -A. Mithat.
ramazan is. Ar. ramazân Ay takviminin dokuzuncu ayı, üç ayların sonuncusu, oruç tutulan ay: "Mübarek ramazanın ... o misilli güzelliğini nasıl anlatabilirdim?." -R. H. Karay.
→ Ramazan Bayramı, ramazan davulu, ramazan keyfi, ramazan pidesi, ramazan topu
Ramazan Bayramı öz. is. Ay takvimine göre Şevval ayının ilk üç gününde kutlanan dinî bayram, Şeker Bayramı.
ramazan davulu is. Ramazan günlerinde oruç tutacakları sahura kaldırmak için mahalle aralarında çalınan davul.
ramazaniyelik, -ği is. (ramaza:niyelik) esk. Ramazanda iftar ve sahurda yenmek için alınan yiyecekler: "Ramazan yaklaşırken, yakın dostları konağına ramazaniyelik gönderirlerdi. Yağ, şeker, pirinç, güllaç." -Y. Z. Ortaç.
ramazan keyfi is. Oruç tutan bazı kimselerde iftar saatine yakın görülen sinirlilik.
ramazanlık, -ğı sf. Ramazan için ayrılmış (yiyecek): Ramazanlık güllaç.
ramazan pidesi is. Ramazan ayında özel olarak yaptırılan pide.
ramazan topu is. Ramazan ayında sahur ve iftar vakitlerini halka duyurmak için atılan top.
rambo is. (İngiliz kişi adından) Dövüşçü.
rambursman is. Fr. remboursement Geri ödeme.
rami (I) is. İng. ramee bot. 1. Isırgangillerden, Çin, Vietnam ve Malezya'da yetişen değerli bir bitki (Boehmeria nivecı). 2. Bu bitkinin dokumacılıkta kullanılan lifi.
rami (II) sf. Ar. rami esk. Atıcı, atan kimse.
ramp is. Fr. rampe tiy. Bir tiyatro sahnesinin önünde, ışık ve ışıldakların yerleştirildiği, izleyiciye en yakın yer. ramp ışığına çıkarmak bir oyunu sahnelemek: "Yasak oyunum bu rejimde aklandı, Ulvi Uraz onu ramp ışığına çıkardı." -H. Taner,
rampa is. (ra'mpa) İt. rampa 1. Bir arazinin, bir kara yolunun, bir demir yolu hattının yatay doğrultuya göre yokuş olan bölümü: "Tren, rastgele bir yerlere gidiyor, rampalarda, küçük istasyonlarda saatlerce duruyordu. " -R. N. Güntekin. 2. Özellikle istasyonlarda, vagonlara eşya yüklemek veya boşaltmak için yapılan, ambarın önünde bulunan set. 3. Bir vagonu raya sokmak veya raydan çıkarmak için kullanılan araç. 4. ast Füzelerin havaya fırlatılmak için üstüne yerleştirildikleri eğik destek. 5. den. Bir geminin bir başka gemiye, dubaya, iskeleye veya sala değecek biçimde yanaşması. 6. den. İki ağacı veya takozları birbirine kenetlemek için kullanılan, uçlan eğriltilmiş ve sivriltilmiş demir çubuk, rampa etmek 1) taşıt bir yere, bir şeye veya bir başka taşıta yanaşmak: "Bu arabalar her akşam Beyoğlu'nda Tokatlıyan'ın yaya kaldırımına rampa eder."-H. R. Gürpınar. 2) argo birinin içki masasına çağrılmadığı hâlde oturmak.
rampacı is. tar. Deniz savaşlarında, borda bordaya savaşıldığında karşı gemiden gelen saldırıları önleyen veya düşman gemisine atlayıp savaşan er: "Rampacılar gemimize ayak basarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım." -O. Pamuk.
ranıpalama is. Rampalamak işi.
rampaları ak (nsz) Rampa etmek.
rampalı sf. Yokuşu olan: "Bu dönemeçti, rampalı saadet beni biraz ürkütmeye başladı. " -A. Gündüz.
randa is. (ra'nda) İt. randa den. Gemilerin mizana direğinin gerisindeki yelken,
randevu is. Fr. rendez-vous Belli bir saatte, belli bir yerde iki veya daha çok kişi arasında kararlaştırılan buluşma: "Bunlar bana öyle gelir ki, vaktiyle verdikleri bir randevuya o gün canları istememiş de gitmemişler. " -S. F. Abasıyanık. randevu almak bir kimseden belli bir saat ve yerde buluşmak için söz almak, gün almak: "Adamcağız, samimi bir refah ve zevkle yeni bir randevu aldıktan sonra gitti." -A. Gündüz, randevu vermek belli bir saatte, belli bir yerde biriyle buluşmak için söz vermek: "Az sonra birbirimize randevu vermişiz gibi ben de gelirim." -R. H. Karay, randevusu olmak belli bir saatte, belli bir yerde buluşmak için biriyle sözleşmiş olmak: "Bilmem ki anne, gene o Fahriyle randevusu olmasın?" -P. Safa.
→ randevuevi
randevucu is. Randevuevi işleten kimse.
randevuculuk, -ğu is. Randevucunun işi.
randevuevi is. Gizli fuhuş amacıyla işletilen yer: "Demek devlethaneyi pansiyona çevirdiniz yahut yeni tabirle randevuevi yaptınız. " -H. R. Gürpınar.
randevulaşma is. Randevulaşmak işi.
randevulaşmak (nsz) îki veya daha çok kişi belli bir yerde veya zamanda buluşmak için sözleşmek.
randevulu sf. 1. Randevusu bulunan. 2. zf. Randevusu olarak.
randevusuz sf. 1. Randevusu olmayan. 2. zf. Randevusuz olarak.
randıman is. Fr. rendement Verim: "Orada evin randımanı artıyorsa burada da kulübün randımanı artacak." -M. N. Sepetçioğlu.
randımanlı sf. Verimli.
randımansız sf. Randımanı olmayan.
rant is. Fr. renle ekon. Bir mal veya paranın, belirli bir süre içinde emek verilmeksizin sağladığı gelir.
rantabilite is. Fr. rentabilite ekon. Yatırılmış sermayenin bir kuruluşun veya bir plasman konusunun gelir sağlayabilme olanağı, verimlilik.
rantabl is. Fr. rentable ekon. Gelir getiren, kâr sağlayan, verimli, getirimli.
rantçı is. Rant işiyle uğraşan kimse.
rantçılık, -ğı is. Rantçının yaptığı iş.
rantiye is. Fr. rentîer ekon. Bankada bulunan paranın faiziyle veya sahibi bulunduğu hisse senedi vb. değerli evrakın geliriyle yaşayan kimse, getirimci.
rantiyeci is. Rantçı.
rantiyecilik, -ği is. Rantçılık.
ranza is. (ra'nza) İt. rancio Gemi, tren, kışla, yatılı okul vb. yerlerde üst üste yapılan yatak yeri.
rap is. Ayakların yürürken çıkardığı ses. rap diye ansızın: "Delikanlı, yokuşa saptı, arabayı rap diye cakalı bir tavırla durdurdu." -H. Taner.
→ rap rap
rapor is. Fr. rapport 1. Herhangi bir işte, bir konuda yapılan inceleme ve araştırma sonucunu, düşünceleri veya gözlemleri bildiren yazı: "Yanımdaki küçük masanın üstünde çabucak raporunu yazdı." -Ö. Seyfettin. 2. tıp Hastalığın teşhisi, hastanın dinlenme durumu vb.nî gösteren, doktor veya doktorlar kurulu tarafından verilen yazı. rapor vermek herhangi bir konuda yapılan inceleme, araştırma sonucu düşünce veya gözlemleri yazıyla bildirmek.
→ ön rapor, bilirkişi raporu, denetleme raporu, ekspertiz raporu, hava raporu, morg raporu, soruşturma raporu, teftiş raporu, temiz raporu, uygulanabilirlik raporu, uzman raporu
raporcu is. Bir işi, bir konuyu inceleyerek onunla ilgili rapor vermekle görevli kimse.
raporlama is. Raporlamak durumu.
raporlamak (-i) Rapora bağlamak, rapor hâline getirmek.
raporlu sf. 1. Raporu olan. 2. Hastalandığı için rapor alarak işinden ayrılmış olan. 3. hlk. Ruh sağlığının bozuk olduğunu bildiren rapora olan, kaçık.
raporsuz sf. Raporu olmayan.
raportör is. Fr. rapporteur Sözcü.
raportörlük, -ğü is. Sözcülük.
rappadak zf. (ra'ppadak) Ansızın.
rap rap is. Bîr birliğin, yürüyüş düzenine girmiş bir topluluğun, uygun adım yürürken çıkardığı ses.
rapsodi is. Fr. rhapsodie 1. ed. İçinde, Homeros'un şiirlerindeki olaylardan birini işleyen şarkı veya parça. 2. muz. Genellikle halk türkülerinden ve millî ezgilerden oluşturulmuş müzik eseri: Liszt'in Macar rapsodileri.
rapten zf. (ra'pten) Ar. rabten esk. Bağlı olarak, tutturulmuş biçimde: "Oradan da bir mahzen kapağı açtılar, bir sopaya rapten beni içerisine indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar. "-R. H. Karay.
raptetme is. Raptetmek işi.
raptetmek, -der (-i) Ar. rabt + T. etmek Bir şeyi bir yere iliştirmek, tutturmak.
raptiye is. Ar. rabtiyye Düz, geniş başlı, kısa bir çivi görünüşünde, kâğıt veya karton vb. şeyleri bir yere tutturmak için kullanılan araç.
raptiyeleme is. Raptiyelemek işi.
raptiyelemek (-i) Raptiye ile tutturmak.
raptiyelenme is. Raptiyelenmek işi.
raptiyelenmek (nsz) Raptiye ile tutturulmak.
raptiyeletme is. Raptiyeletmek işi.
raptiyeletmek (-i) Raptiyeleme işini yaptırmak.
rasat, -di is. Ar. raşad Gözlem: "Türkler Belgrat'a yaklaştıkları zaman evvelki keşif ve rasat merkezi olmak üzere Havale kalesini inşa etmişlerdi," -F. R. Atay.
→ rasathane
rasatçı is. Gözlemci.
rasathane is. (rasatha:ne) Ar. raşad + Far. hâne astr. Gözlemevi: "Şimdi rasathane korusuna çıkarız, ben her şeyi hesapladım, korkma..." -P. Safa.
rasit, -di is. (ra:sıt) Ar. râşid esk. Gözlemci.
raspa is. (ra'spa) ît. raspa 1. Demir, tahta yüzeylerdeki boya, pas vb.ni çıkarma, pürüzleri gidermek amacıyla kullanılan iri dişli bir törpü. 2. Kunduracılıkta köselenin yüzünü sıyırmaya ve perdahlamaya yarayan alet. raspa etmek raspalamak.
→ raspa taşı
raspacı is. Raspa yapan (kimse).
raspacilık, -ği is. Raspacı olma durumu.
raspalama is. Raspalamak işi.
raspalamak (-i) Raspa kullanarak boyalan, pasları kazımak, pürüzleri gidermek veya iki yüzeyi birbirine yapıştırmak, oturtmak.
raspalanma is. Raspalanmak işi.
raspalanmak (nsz) Raspalama işine konu olmak.
raspa taşı is. Gemi güvertelerini temizlemek için kullanılan sünger taşı.
rast (I) sf. Far. rast esk. 1. Doğru, düzgün. 2. is. Tesadüf. 3. is. Atılan şey hedefi vurma. rast gele! işiniz rast gitsin, rast gelmek 1) düşünmediği, ummadığı hâlde karşılaşmak, rastlamak, tesadüf etmek: "Bu kadın kadar tamahkâr bir insana ömründe rast gelmedi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) düşünmediği veya düşülmediği hâlde payına düşmek: Kumaşın iyisi bana rast geldi. 3) atılan şey hedefi bulmak: Çok ev aradım, ama hiçbir yerde rast gelmedi. 4) tesadüf etmek, denk gelmek: "Yumrukları ile başına, ne tarafına rast gelirse vurmaya, tekrar vurmaya başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu. rast getirmek 1) rast gelmesini sağlamak: Üç kurşun attı, ikisini rast getirdi. 1) kollamak, seçmek: Neşeli bir anında rast getirip dilediğimi söyledim, hemen kabul etti. 3) aranmakta olan bir şeyi veya kimseyi umulmadık bir yer ve zamanda bulmak; 4) Tanrı, uygun getirmek, başarılı kılmak: Allah işinizi rast getirsin, rast gitmek uygun düşmek, istenilen biçimde gelişmek: İşi rast gidiyor.
→ rastgele
rast (II) is. Far. rast müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
rastgele sf. 1. Gelişigüzel: "Maazallah, birimize, kitaptan rastgele bir şey soracak olsa yandığımız gündü." -H. Taner. 2. zf. Seçmeden, iyisini kötüsünü ayırmadan, gelişigüzel, lalettayin.
rastık, -ğı is. Far. rösuht 1. Kadınların kaşlarını veya saçlarım boyamak için sürdükleri siyah boya: "Rastıkla, yanağındaki beni boyamayı da unutmadı." -S. M. Alus. 2. Sürme (III). rastık çekmek rastık sürmek.
rastıklı sf. Rastık sürülmüş olan (kaş veya saç): Kaşları rastıklı taze, tatlı bir gözle şimdi kendilerine yaklaşmış askeri süzdü." -S. F. Abasıyanık.
rastlama is. Rastlamak işi.
rastlamak (-e) 1. Bir kimse ile karşı karşıya gelmek, karşılaşmak, rast gelmek, tesadüf etmek: "Eskicizade'ye indiğim otelin kıraathanesinde rastladım." -S. F. Abasıyanık. 2. Atılan şey hedefi bulmak, rast gelmek: Taş cama rastladı.
rastlanma is. Rastlanmak işi veya durumu.
rastlanmak (-e) Karşılaşılmak, rast gelinmek, tesadüf edilmek.
rastlantı is. Bilgiye; isteğe, kurala veya belli bir sebebe dayanmaksızın oluveren karşılaşma, tesadüf: "Avlu kapısı önünde atından indiği sırada, iyi bîr rastlantıyla, Hayrettin Ağa, oğlu ile avludaydı." -N. Cumalı.
rastlantısal zf. Rastlantı sonucu.
rastlaşma is. Rastlaşmak işi.
rastlaşmak (nsz, -le) 1. Birbiriyle karşılaşmak, birbirine rastlamak, tesadüf etmek: "Rastlaştığımız her Allahın kulu bir selama değer, çıkarımız olmasa da." -H. Taner. 2. Aynı zamanda olmak, üst üste gelmek.
rastlayış is. Rastlama işi veya biçimi.
rasyon is. Fr. ration zool. Bir hayvanın 24 saatlik bir periyot için besin maddeleri ve enerji gereksinimini sağlayan toplam yem miktarı.
rasyonalist sf. Fr. rationaliste Akılcı, usçu.
rasyonalite is. Fr. rationalitefel. Ussallık.
rasyonalizasyon is. Fr. rationalisation Ussallaştırma, akla dayattırma.
rasyonalizm is. Fr. rationalisme sos. Akılcılık.
rasyonel sf. Fr. rationnel Akla uygun, aklın kurallarına dayanan, ölçülü, ussal, hesaplı: Rasyonel bir çalışma.
→ rasyonel sayı
rasyonelleşme is. Rasyonelleşmek durumu.
rasyonelleşmek (nsz) Rasyonel duruma gelmek.
rasyonelleştirme is. Rasyonelleştinnek işi.
rasyonelleştirmek (-i) Rasyonel duruma getkmek.
rasyonel sayı is. mat. Tam veya kesirli sayıların ortak adı.
raşe is. (ra:şe) Ar. ra'şe esk. Titreyiş, ürkme: "Doktor Hikmet, ilk defa olarak ölüm korkusunun raş esini ta yüreğinin içinde hissetti. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
raşelenme is. Raşelenmek durumu.
raşelenmek (nsz) esk. Titremek, ürpermek.
raşi is. (ra:şi) Ar. rüşt esk. Rüşvet veren kimse: "Rüşvet yiyene mürteşi, rüşvet verene de raşi denir." -B. Felek.
raşitik, -ği sf. Fr. rachitigue Raşitizm hastalığına yakalanmış (çocuk).
raşitizm is. Fr. rachitisme tıp Özellikle süt çocuklarında D vitamini eksikliği ile kalsiyum, fosfor eksikliğinden veya dengesizliğinden ileri gelen, biçim bozukluğuna sebep olan kemik hastalığı.
ratanya is. (ra'tanya) Fr. ratanhia bot. Karabuğdaygillerden, 20-40 cm yükseklikte, basit yapraklı, kökü sürgün kesici olarak kullanılan ağaççık (Krameria triandra).
rate is. Alın. Raîte 1. zool. Büyük fare. 2. sf. mec. Yaşlı, verimsiz, geçimsiz (kimse): "Kaldı ki, dikkat edilince görülür ki, bunlar gençliklerinde de olumlu bir şeyler verememiş olan ratelerdir." -H. Taner. 3. sf. Başarısız,
ratıp, -bı sf (ra:tıp) Ar. râtib esk. Yaş, nemli.
rating is. İng. rating bk. değerlendirme, takdir.
raunt, -du is. İng. round Boks karşılaşmalarında devrelerden her biri.
ravent is. (ra:vent) Far. râvend bot. Karabuğdaygillerden, 1-2 m yükseklikte, büyük yapraklı, beyaz çiçekli, çok yıllık ve otsu bir bitki (Rheum officinale).
ray is. Fr. rail Tren, tramvay vb. taşıtlarda tekerleklerin üzerinde hareket ettiği demir yol. raydan (veya rayından) çıkmak düzeni bozulmak, altüst olmak, rayına girmek bir iş, bir girişim düzene sokulmak, iyi bir duruma getirilmek, rayına oturtmak bir işi yoluna, yöntemine koymak, düzgün işler duruma getirmek.
rayiç, -ci is. (ra.yiç) Ar. râyic Bir para biriminin veya malın satış ve sürüm değeri: "Türk lirasının rayicinin en yüksek olduğu bir dönemden söz ediyorum." -H. Taner.
→ rayiç bedel, rayiç fiyat
rayiç bedel is. Piyasa fiyatı.
rayiç fiyat is. tic. Piyasa fiyatı.
rayiha is. (ra.yiha) Ar. râyiha esk. Koku, güzel koku: "Yağmur yağar yeşil otlar bitirir / Yel estikçe rayihasın getirir." -Karacaoğlan.
rayihalı sf. Güzel kokulu: "Onun sıcacık vücudundan yükselen rayihalı dumanı teneffüs ederken, titremişti." -P. Safa.
razakı is. Ar. râzikî Kalınca kabuklu, iri ve uzunca taneli, şekeri çok bir tür üzüm.
razı sf. (ra:zt) Ar. râzi Uygun bulan, benimseyen, isteyen, kabul eden: "O anda insan her felakete, her musibete razıdır." -R. H. Karay, razı etmek kabul etmek: "Yalvardı yakardı, beni, fabrikayı beklemeye razı etti." -S. F. Abasıyanık. razı gelmek uygun bulmak, kabul etmek, razı olmak uygun bulmak, beğenmek, benimsemek, istemek, kabul etmek: "Allanın emri, Peygamberin kavliyle varmaya belki razı olurum." -H. R. Gürpınar.
razmol, -lü is. Rus. İri, kepekli un.
Rb kim. Rubidyum elementinin simgesi.
-re bk. -ra / -re.