Po kim. Polonyum elementinin simgesi.
podösüet is. Fr. peau de Suede 1. Yumuşak, yüzü ince havlı bir tür deri, süet: "Potinlerim, altı rugan, üstü podösüet, yandan düğmeli olacak." -Y. Z. Ortaç. 2. sf. Bu deriden yapılmış olan: Podösüet ayakkabı.
podyum is. (po'dyum) Fr. podium Genellikle atletizm yarışmalarında derece alan atletlerin veya giysileri sergilemek için mankenlerin çıktıkları merdivenli, yüksekçe yer,
pof is. Yere düşen kaba ve yumuşakça bir şeyin veya havası boşalan bir nesnenin çıkardığı ses: Yastık pof diye yere düştü. Balon pof diye söndü.
pofurdama is. Pofurdamak işi.
pofurdamak (nsz) Can sıkıntısı sebebiyle sesli nefes vermek: Burada oturduğu sürece pofurdadı durdu.
pofurdatma is. Pofurdarmak işi.
pofurdatmak (-i) Pofurdamasına sebep olmak.
pofur pofur zf. 1. Sürekli bir biçimde "pof sesi çıkararak. 2. Duman, bol ve sürekli biçimde çıkarak.
pog sf. Gür ve uzun (bıyık).
pogrom is. Rus. Yahudilere yapılan soykırım: Yahudileri hedef alan pogromlar.
poğaça is. (poğa'ça) İt. focaccia İçine peynir, kıyma vb. konarak hazırlanan bir tür tuzlu çörek: "İstersen öğleyin sana taze poğaça alır gelirim." -S. F. Abasıyanık,
→ kakırdak poğaçası
poğaçacı is. Poğaça yapan veya satan kimse.
poğaçacılık, -ğı is. Poğaçacının işi veya mesleği,
pohpoh is. Pohpohlama işi: Bazı insanlar pohpohtan hoşlanır.
pohpohçu sf. Pohpohlamaktan hoşlanan (kimse).
pohpohlama is. Pohpohlamak işi.
pohpohlamak (-i) Birini, yüzüne karşı gereğinden çok övmek, koltuklamak, pehpehlemek: "Yaparsın, edersin diye adamı pohpohladılar, borca soktular." -R. N. Güntekin,
pohpohlanma is. Pohpohlanmak işi.
pohpohlanmak (nsz) Pohpohlama işi yapılmak veya pohpohlama işine konu olmak: "Hayatta sanatçı da korunuyor, destekleniyor, pohpohlanıyor." -H. Taner.
poker is. Fr. poker Bir tür kâğıt oyunu, poker çevirmek poker oynamak: "Kış geceleri arkadaşlar arasında bir el poker çevirmek de keyiftir." -P. Safa.
pokerci is. Poker oynayan kimse: "Pokercileri evlerine bırakıp boş dönen taksiyi durdurdu." -A. Gündüz.
pokercilik, -ği is. Poker oynama veya oynatma işi.
polar ir. (polar) Fr. polaire Kutup.
polargı is. fiz. Polarıcı.
polarici is. fiz. Işığı polarmaya yarayan alet, polargı.
polarimetre is. (poîarime'tre) Fr. polarimetre fiz. Polarölçer.
polarimetri is. Fr. polarimetrie fiz. Polarma sisteminde etkin maddelerden geçerken oluşan dönmenin ölçülmesi,
polariskop, -bu is. Fr. polariscope fiz. Bir ışığın doğal veya polarılmış olup olmadığını belirlemeye yarayan alet.
polarite is. Fr. polarite fiz. Bir elektrik üretecinin kutupların! birbirinden ayırt etmeyi sağlayan nitelik.
polarizasyon is. Fr. polarisation fiz. 1. Kutuplanma, 2. fiz. Polarma.
polarma is. fiz. 1. Doğrudan doğruya kendi kaynağından çıkan bir ışığın, yansıdıktan veya kırıldıktan sonra gösterdiği özelliklerin tümü, polarizasyon, 2. Kimyasal tepkimeler dolayısıyla bir pildeki gerilimin düşmesi,
→ polarma düzlemi
polarma düzlemi is. fiz. Polarılmış ışıkta, ışık titreşimlerinin doğrultusunu belirleyen düzlem.
polarmak (-i) fiz. Polarma olayına uğratmak.
polaroit, -di is. Fr. plaroit fiz. 1. Geçirdiği ışığı polaran saydam yaprak. 2. Çekim ve baskı işlemlerini çok çabuk ve otomatik olarak yapan fotoğraf makinesi. 3. Bu makineyle çekilen fotoğraf. .
polarölçer is. fiz. Bir ışığın polarma oranını ölçmeye yarayan alet, polarimetre.
polat, -di is. Far. püîâd esk. Çelik (I), polat gibi çelik gibi, güçlü kuvvetli: "Atletinin örtmediği pazıları polat gibi." -R. H. Karay.
polemik, -ği is. Fr. polemigue Siyaset, bilim, edebiyat alanında yapılan sert tartışma: "Kavgalarım, edebiyat polemiğinin en canlı örnekleriydi o zaman." -Y, Z. Ortaç, polemiğe girmek (veya girişmek) siyasi, bilimsel veya edebî konularda sert tartışmalar yapmak: "Polemiğe girdiği genç kuşak yazarların soluksıızluğunu yoksulluk yıllan ürünü olmalarına bağlamıştı." -H. Taner, "Delegasyonumuz aleyhine çalakalem bir polemiğe girişmiş bulunuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
polemikçi is. Polemik yapan kimse: "Bir polemikçi, bir savaşın insanı değildi." -H. Taner.
polemikçilik, -ği is. Polemikçinin işi,
polen is. Fr. pollen bot. Çiçek tozu.
poliandri is. Fr. polyandrie sos. Çok kocalılık.
poliasit, -di is. Fr. polyacide kim. Birleşiminde birçok asit fonksiyonu bulunan madde.
poliçe is. (poli'çe) İt. polizza 1. Belirli bir sürenin sonunda belirli bir parayı kendi adına veya bir başkasının emrine ödemesi için alacaklının borçluya yazdığı bildiri. 2. Sigorta senedi, poliçe çekmek bir müşteriye ödeme yapması için bildiride bulunmak.
→ açıkpoliçe, ekpoliçe, sigorta poliçesi
polietilen is. Fr. polyethylene kim. Etilenin çeşitli yöntemlerle polimerleştirilmesinden elde edilen, dayanıklı, parlak, birçok kimyasal madde etkisiyle bozulmayan saydam katı.
polifoni is. Fr. polyphonie müz. Çok seslilik.
polifonik, -ği sf. Fr. polyphoniaue 1. müz. Çok sesli. 2. müz. Çok seslilikle ilgili, çok sesliliğe ilişkin. 3. mec. Çok yönlü: "... sosyal sorunları da insan sorunları ışığında ele alan çok polifonik bir yaklaşımı vardı." -H. Taner.
poligam sf. Fr. polygame sos. Çok eşli,
poligami is. Fr. polygamie sos. Çok eşlilik.
poligon is. Fr. polygone 1. Ateşli silahlarla atış yapılan yer, ateş yeri, atış yeri. 2. mat. Çokgen.
polijini is. Fr. polygynie sos. Çok kanlılık.
poliklinik, -ği is. Fr. policliniaue Çeşitli has-' talıklarm bakıldığı klinik.
polimer sf. Fr. polymere kim. Tekrarlanan yapısal kümelerin oluşturduğu yüksek molekül ağırlıklı (birleşikler).
polimeri is. Fr. polymerie kim. Polimerlik.
polimerleşme is. Polimerleşmek işi veya durumu.
→ polimerleşme derecesi
polimerleşme derecesi is. kim. Bir plastiğin makromolekülünü hazırlamak için gerekli olan molekül sayısı.
polimerleşmek (nsz) kim. Benzer veya farklı birçok küçük molekül "polimer" denilen büyük moleküller biçiminde birleşmek.
polimerleştirilme is. Polimerleştirilmek işi.
polimerleştirilmek (nsz) kim. Bir madde polimer durumuna dönüşmek.
polimerleştirme is. Polimerleştirmek işi.
polimerleştirmek (-i) kim. Bir maddeyi polimer durumuna dönüştürmek,
polimerlik, -ği is. Biri, diğerinin polimeri olan iki molekül arasındaki bağıntı, polimeri.
polip, -bi is. Fr. polype 1. zool. Sölenterlerden, toplu veya tek başına yaşayabilen basit yapılı hayvan. 2. tıp Mukoza ile kaplı boşluklar içinde gelişen, yumuşak, telsel, genellikle saplı bir armut biçiminde ur.
polis is. Fr. poliçe 1. Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta. 2. Bu kuruluşta yer alan görevli, kollukçu: "fki gün sonra, polisler eve giderek annesini götürdüler." -H. E. Adıvar.
→ polis arabası, polisevi, polis hafiyesi, polis karakolu, polis noktası, adli polis, gizli polis, sivil polis, belediye polisi, koruma polisi, süvari polisi, toplum polisi
polisaj is. Fr. polissage 1. Dokunmuş kumaşlardaki tarak izlerini yok etmek için bu kumaşları bir bıçaktan geçirme işlemi. 2. Parlaklık verme.
polis arabası is. Polislerin görev sırasında kullandığı araba.
polisevi is. Polis hizmetinde bulunanların dinlenmek ve barınmak amacıyla kullandığı bina.
polis hafiyesi is. Suç sayılan bir işi veya bu işi yapanı ortaya çıkarmakla görevli kimse, dedektif.
polisiye sf. Fr. policier Konusu polisin ilgilendiği alanlarda olan (olay, roman, film vb).
→ polisiye film, polisiye roman
polisiye film is. Konusunu polisin görev alanına giren olaylardan seçen film.
polisiye roman is. Konusunu polisin görev alanına giren olaylardan seçen roman.
polis karakolu is. Güvenliği sağlamakla görevli polislerin görev yaptığı bina: "Bana evvel, işi anlamak için polis karakoluna gitmemi tavsiye etti." -R. N. Güntekin.
polislik, -ği is. 1. Polis olma durumu. 2. Polisin görevi.
polis noktası is. Polisin karakol dışında konuşlandığı yer.
politeist sf. Fr. polytheiste sos. Çok tanrıcı.
politeizm is. Fr. poîytheisme sos. Çok tanrıcılık.
politik, -ği sf. Fr. politique Politika ile ilgili, siyasi, siyasal: "Politikpartilerin tekelci görüşlerinin etkisinden daha kolay sıyrılıyor." -H. Taner.
→ ekonomi politik, jeopolitik
politika is. (politi'ka) ît. politica 1. Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı, siyaset, siyasa: "Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı maliye politikasının sosyal amacıdır." -Anayasa. 2. Yöntem: "Bir mirasyedi politikasıyla, birikmiş altını, el sürülmedik kaynaklarım har vurup harman savurdular. " -N. Cumalı. 3. mec. Bir hedefe varmak için karşısmdakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme: "Bana karşı kullandığı tehdit ve şantaj politikası güverte halkınca malumdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. politika gütmek politika izlemek, politika yapmak politika yoluyla bir işi çözümlemek istemek.
→ dış politika, iç politika, açık kapı politikası, açıklık politikası, bağlantısızlık politikası, idareimaslahat politikası
politikacı is. 1. Politika ile uğraşan kimse, siyasetçi: "Meşrutiyetten sonra en meşhur politikacılar bunlardan yetişmiştir." -Ö. Seyfettin. 2. sf. mec. Karşısındakinin duygularını okşayarak çıkar sağlayan (kimse), siyasetçi.
politikacılık, -ğı is. Politika ile uğraşma işi veya tutkusu: "Mutlaka, Mustafa Kemal o esnada bunları düşünmüş ve kendisindeki büyük devlet adamı şuuru politikacılık ihtiraslarına galebe çalmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
poliüretan is. Fr. polyurethanne Yoğunluğu çok düşük cam, vernik, kauçuk veya köpük görünüşündeki lastiğe benzeyen madde.
polka is. (polka) Leh. Polka 1. Bir çeşit Polonya dansı. 2. Bu dansın müziği.
polo is. (polo) İng. polo At üzerinde sopayla oynanan bir tür top oyunu, çevgen.
polonez is. (polönez) Fr. polonaise müz. 1. Bir çeşit dans. 2. Bu dansın müziği: Chopin 'inpolonezleri.
Polonez öz. is. (polönez) Fr. polonaise Polonyalı.
Polonyalı öz. is. (polo'nyalı) Polonya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
polonyum is. Fr. poîonium kim. Atom numarası 84, atom ağırlığı 210 olan, ilk radyoaktif element (simgesi Po).
polyester is. İng. polyester Tahta üzerine sürüldüğünde koruyucu, parlak bir katman oluşturan poliasidin doymamış alkollere veya glikollere etkimesiyle elde edilen kimyasal madde.
Pomak öz. is. Rumeli'de Bulgarca konuşan bir Türk ve Müslüman topluluğu.
Pomakça öz. is. (poma'kça) Pomak dili.
pomat, -di is. Fr. pommade Yağlı ve kokulu merhem.
pomel menteşe is. Yaprakları, milleri düz yaprak menteşelerden daha kaim ve mil yatakları palamut, mermi, yumurta ve silindir biçimlerinde olan menteşe.
pompa is. (po'mpa) İt. pompa 1. Hava veya herhangi bir akışkanı bir yerden başka bir yere aktarmaya yarayan makine. 2, Bir kapta boşluk oluşturmak için, o kaptaki havayı emmeye yarayan alet.
→ benzin pompası, gres pompası
pompaj is. Fr. pompage Pompalama.
pompalama is. Pompalamak işi.
pompalamak (-i) 1. Pompa ile şişirmek, tulumba ile suyu çekmek veya vermek: "Takım kaptanı Tulum Hayrı, topu iki dizinin araşma almış habire pompalıyordu." -R. İlgaz. 2. mec. Kızıştırmak, şiddetlendirmek, körüklemek.
pompalanma is. Pompalanmak işi.
pompalanmak (nsz) Pompalama işi yapılmak: "Sanki kafam fazla pompalanmış bir lüks lambası idi." -R. H. Karay.
pompalı sf. Pompası olan.
→ pompalı silah,pompalı tüfek
pompalı silah is. Pompası olan, içindeki mermiyi mekanik olarak veya basınçlı hava yardımıyla fırlatan silah.
pompalı tüfek, -ği is. Havanın sıkıştırılması ve basıncının artmasıyla patlayıcı madde atan silah.
ponje is. Fr. ponge Düz, ince ve sık dokunmuş bir tür ipekli.
→ ponje patis
ponje patis is. Ponje gibi parlak ve ince patis.
ponksiyon is. Fr. ponction tıp Vücudun herhangi bir boşluğunda bulunan bir sıvıyı akıtmak veya çekmek için, içi boydan boya açık bir iğneyi batırma işi.
ponpon is. Fr. pompon 1. Yuvarlak püskül. 2. Pudra sürmek için kullanılan yumuşak tüylü tuvalet gereci.
ponton is. Fr. ponton, İng. pontoon den. 1. Batmış gemileri askıya alma işinde kullanılan büyük duba. 2. Tombaz.
ponza is. (po'nza) ît. pomice min. Bazı yüzeylerin temizlenmesinde, mermerlerin parlatılmasında, ovma işlerinde kullanılan, çok gözenekli, çok hafif kaya, sünger taşı, ponza taşı.
→ ponza taşı
ponzalama is. Ponzalamak işi.
ponzalamak (-i) Ponza ile silmek, ovmak, temizlemek.
ponza taşı is. miri. Ponza.
pop sf. İng. pop Halkın arasında yaşayan motiflere, öğelere yer veren, onlardan yararlanan (kültür), popüler.
→ pop müzik
popçu is. Pop müzikle uğraşan kimse.
popçuluk, -ğu is. Popçunun işi.
poplin is. Fr. popeline 1. Pamuk, keten veya ipekten sık dokunmuş ince bir tür kumaş: "Dekolte, sade poplinden bir ev elbisesi giymişti." -P. Safa. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan: Poplin gömlek.
pop müzik, -ği is. İngiliz ve Amerikalıların başlattıkları, hareketli, yerel motiflerden yararlanılarak yapılan, gençler arasında çok beğenilen bir müzik türü.
popo is. tkz. Kaba et, kıç.
popülarite (popülarite) Fr. popülarite Halk tarafından sevilme, tutulma, ünlü olma, iyi tanınma, popülarite kazanmak halk tarafından sevilmek, tutulmak: "Bir halk çocuğu olarak popülarite kazanmış, önce elinizde, sonra partinizde basamakları çıkmış, parlamentoya girmişsiniz." -H. Taner.
popülasyon is. (popülâsyon) Fr. population 1. Canlı varlıkların sayısal yoğunluğu veya dağılımı. 2. Nüfus.
popüler sf. Fr. populaire 1. Halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan. 2. Herkesçe tanınan: "Her şeyden Önce, pala bıyıkları ile meşhur kırk, kırk iki yaşlarında popüler bir yazar." -H. Taner, popüler olmak ünlü olmak.
→ popüler bilim,popüler müzik
popüler bilim is. Toplumun her kesiminin anlayacağı bir dille ve biçimle yapılan bilim.
popülerlik, -ği is. Popüler olma durumu: "Onun erişilmez popülerliğinin sebeplerini şimdi tekrarlayacak değilim." -H. Taner.
popüler müzik, -ği is. Pop müzik.
popülist is. Fr. popüliste Halkçı.
popülizm is. Fr. populisme 1. Politik durumu dramatize ederek halkın ilgisini uyandırmak amacıyla yapılan politika. 2. Halkçılık.
porfir is. Fr, porphyre min. Kayaç.
porfirit is. Fr. porphyrite jeol. Andezit birleşiminde bir çeşit püskürük taş.
porno is. Pornografik.
pornografi is. Fr. pornographie Açık saçık yayın veya resim.
pornografik, -ği sf. Fr. pornographique Pornografi ile ilgili olan, porno: "Danimarka'da pornografik kitap ve resimlerin yayımlanması yasağı kalktı." -F. R. Atay.
porselen is. Fr. porcelaine 1. Kaolinden yapılma, beyaz, sert ve yan saydam çömlek hamuru. 2. sf. Bu hamurdan yapılmış (tabak vb.): "Maroken bir koltuğa uzanmış, beyaz porselenden bîr pipoyu içiyordu." -Ö. Seyfettin.
porselenci is. Porselen yapan veya satan kimse.
porselencilik, -ği is. Porselen yapma veya satma işi.
porsiyon is. Fr. portion Herhangi bir yemekten bir kimseye verilen belirli miktar: "Sosisin ekmeği ve hardalı o kadar boldur ki, bir porsiyonla iki kişi bile doyar." -S. Birsel.
→ yarım porsiyon
porsuk, -ğu (I) is. zool. Sansargillerden, su kıyılarında kazdıkları deliklerde yaşayan, ot ve etle beslenen, pis kokulu, memeli bir hayvan (Meles).
porsuk, -ğu (II) sf. Porsumuş, porsumuş.
porsuk ağacı is. bot. Porsukgillerden, yaprakları iğne biçiminde, kışın yapraklarını dökmeyen bir orman ve süs ağacı (Taxus baccata).
porsukgiller ç. is. bot. Açık tohumlulardan, örneği porsuk ağacı olan bir familya.
porsuma is. Porsumak işi veya durumu.
porsumak (nsz) Pörsümek.
portakal is. Fr. Portugal "Portekiz" bot. 1. Turunçgillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, yapraklan sert bir ağaç (Citrus aıırantium). 2. Bu ağacın turuncu renkli, yuvarlak ve kabuğu güzel kokulu meyvesi.
→ portakal bahçesi, portakal rengi, portakal suyu, Fenike portakalı, kan portakalı
portakal bahçesi is. Portakal yetiştirilen yer.
portakalraısı sf. Portakalsı.
portakallık, -ği is. Portakal bahçesi: "Bahçemizin cadde tarafındaki parçasında, alçak bir parmaklığın koruduğu küçük bir portakallık vardı." -Y. K, Karaosmanoğlu.
portakal rengi is. 1. Portakal kabuğunun rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
portakalsı sf. Portakalı andıran, portakala benzeyen, portakal gibi, portakalımsı.
portakal suyu is. Portakal sıkılarak elde edilen su.
portal, -li is. İng. portal 1. mim. Ana kapı. 2. Sadece bir konuda yoğunlaşmış bilgilerin yer aldığı Genel Ağ sayfası.
portatif sf Fr. portatifi. Kolay taşınabilen, katlanarak taşınabilir duruma getirilebilen, seyyar: "Bir köşede portatif bir çadır karyolası, bir küçük masa vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Sökülüp başka yerde kurulma imkânı bulunan: Portatif ev.
portbagaj is. Fr. porte-bagages Otomobil, bisiklet vb. taşıtlarda eşya konacak yer, yük yeri, bagaj.
portbebe is. Fr. porte bebe Bebekleri kucakta, elde ve sırtta taşımak için kullanılan çanta.
porte is. Fr. portee 1. Bir işin genişlik, önem derecesi, etki alanı. 2. Bir iş için gereken para tutarı. 3. müz. Üzerine veya arasına nota yazılan, aralıkları birbirine eşit, beş paralel çizgi. 4. Değer, önem.
Portekizce öz. is. (po'rtekizce) Hint-Avrupa dillerinden, Portekiz'de, Brezilya'da ve Portekiz uygarlığını benimsemiş ülkelerde kullanılan dil.
Portekizli öz. is. (po'rtekizli) Portekiz halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
portföy is. Fr. portefeuille 1. Para cüzdanı: "Elindeki portföyü yazıhanenin üzerine atar." -Ö. Seyfettin. 2. ekon. Banka, simsar veya bir aracı kuruluşun kendi elinde tuttuğu, istediği gibi tasarruf ettiği menkul değerler toplamı.
portmanto is. Fr. portemanteau Palto, şapka vb. şeyleri asmak için yapılmış, raflı, bazıları aynalı askılık: "Antrede duran portmantonun aynasına göz attı." -R. H. Karay.
portmone is. Fr. porte- monnaie Bozuk para cüzdanı.
porto (po'rto) (Portekiz'de Porto şehrinin adından) Portekiz'de yapılan ünlü bir şarap.
portör is. Fr. porteur 1. Taşıyıcı. 2. Dağıtıcı.
portörlük, -ğü is. 1. Portör olma durumu. 2. Taşıyıcının işi veya mesleği.
portre is. Fr. portrait 1. Bir kimsenin yağlı boya, suluboya, karakalem vb. bir yolla yapılmış resmi: Biri ötekinin portresini yapıyor, biri kitap okuyor ve öteki notlar alıyor. " -P. Safa. 2. ed. Bir kimsenin, bir şeyin sözlü veya yazılı tasviri: "Milliyet'in eski pazar eklerinde on beş hafta boyu portreler yazmıştım." -H. Taner.
portreci is. Portre ressamı.
portrecilik, -ği is. Portrecinin işi.
pos sf. Gür ve uzun (bıyık).
→ pos bıyık
posa is. (po'sa) 1. Suyu alınmış her tür yiyecek maddesinin artığı. 2. Tortu, çökelti. 3. Ezilmiş pancarın soğuk suda birkaç kez sıkılmasından sonra geriye kalan ve suda erimeyen artık, (bir şeyin) posasını çıkarmak 1) bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek: "Onlar öyledir, adamın posasını çıkarırlar, dedi." -R. H. Karay. 2) birini çok dövmek.
posalanma is. Posalanmak işi.
posalanmak (nsz) Tortu durumuna gelmek, tortulanmak.
posalı sf. Posası olan.
posasız sf. Posası olmayan.
pos bıyık, -ğı is. Uzun ve gür bıyık: "Pos bıyıklarım çekiştirerek düşündükten sonra kafasına vurur." -R. N, Güntekin,
pos bıyıklı sf. Pos bıyığı olan: "O, pos bıyıklı, bahçıvan kılıklı birinin başını tıraş ediyordu. " -M. Yesari.
post is. Far. püst 1. Tüylü hayvan derisi: Kaplan postu. Geyik postu. 2. mec. ve esk Tarikatlarda şeyhlik makamı: Hacı Bektaş postu. 3. mec. Makam: Post kavgası. Post peşinde koşmak. 4. Bazı deyimlerde "can" anlamında kullanılan bir söz. post elden gitmek 1) öldürülmek; 2) bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak. post vermek canını vermek, ölmek: "Az değildir varmadan senin gibi yurduna / Post verenler yabanın hayduduna, kurduna. " -F. N. Çamlıbel. postu deldirmek argo 1) kurşunla vurulmak; 2) ölmek: Sen o zamana kadar postu çoktan deldirmiş, kuyruğu titretmiş olursun, postu kurtarmak öldürülmek tehlikesini atlatmak: "Binlerce kişiden ancak birkaç kişi postunu kurtarabildi." -F. R. Atay. postu sermek gittiği yerde uzun süre kalmak: "Sabiha Hanım'ı eğlendirmek bahanesiyle konağa postu sermiş." -H. E. Adıvar. (birinin) postuna oturmak bir başkasının makamına geçmek, postuna saman doldurmak öldürmek. postundan olmak bulunduğu makamı yitirmek: "Bizim Balkanlı arkadaşlar ise, böyle bîr hadise neticesinde postundan olmak gibi fena bir akıbete uğrayacaklarından korkuyorlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ post kavgası, keçi postu
posta is. (po'sta) İt. posta 1. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emanetlerin tümü: "Eşyalarımı ilk posta ile bir denk yapıp İstanbul'a gönderdim." -Ö. Seyfettin. 2. Bu emanetleri toplayan ve dağıtan kuruluş ve bu kuruluşun bulunduğu yer: "Yazısı silinmiş, kâğıdı sarı / Mektubunu geri getirdi / Dünya postaları." -A. N. Asya. 3. Genellikle posta götüren taşıt. 4. Takım, kol: Sağa sola postalar çıkarıldı. İşçi postaları nöbetleşe çalışırlar. S, Kez, defa, sefer: Bu araba bütün eşyayı dört postada taşır. 6. 24 saatlik çalışma gününün, çalışma bölümlerinden her biri, vardiya. 7. Bîr sanayi veya ticaret işletmesinde aynı süre içinde çalışanların tümü. 8. ask. Hizmet nöbetinde bulunan er: Posta, şu zarfı komutana götür. 9. tar. Tatar. 10. esk. Vapur, tren, uçak vb. taşıtlarla yapılan yolculuk: Karadeniz postası. Avrupa postası, posta etmek 1) görevliler, birini resmî bir daireye götürmek; 2) birini, gönlü olmasa da bir kimseye teslim edip bir yere göndermek, posta koymak (veya atmak) tkz. birini korkutmak, gözdağı vermek: "Daha dün Kel Mahmut'u yıkayıp yağlayan yavşak bugün kalkmış ona posta koyuyor." -R. İlgaz, posta yapmak bir yere gidip gelmek, sefer yapmak: Araba şehre günde üç posta yapar. postaya atmak (veya vermek) mektup, gazete, paket vb.ni gideceği yere ulaşması için posta kuruluşuna vermek, postalamak: "Evet. Dilekçeyi de şimdi verdim postaya." -T. Buğra, postayı kesmek 1) ilgiyi kesmek; 2) bir şeyi yapmaktan vazgeçmek: Ben postayı kestim, artık toplantılara gitmeyeceğim.
→ postane, posta kartı, posta kutusu, posta pulu, posta treni, acele posta, e-posta
postacı is. Mektup, gazete, havale, paket vb.ni gönderilen yere ulaştıran posta idaresi görevlisi: "Parlak yıllarında, postacı, her gün kadınlardan bir çanta dolusu mektup taşırdı ona. "-N. Cumalı.
postacılık, -ğı is. 1. Posta işletme işi. 2. Postacının görevi.
postahane is. bk. postane.
posta kartı is. Sert ve dayanıklı kâğıttan yapılan, bir tarafı haberleşme için ve diğer tarafının yansı alıcının adresi, pul veya postalama işaretleri için ayrılmış bulunan, zarfsız postalanarak da kullanılan bir haberleşme malzemesi.
posta kutusu is. Postanelerde veya halkın kolayca ulaşabileceği yerlerde bulunan mektup, kart vb. haberleşme evrakının konulduğu özel kutu.
postal is. Far. postgâl 1. Genellikle askerlerin giydiği konçlu ve kaba potin: "Ayaklarındaki postalların yarısı yok bir hâlde mart havasının sert soğuğunda âciz ve sefil titriyordu. " -H. E. Adıvar. 2. mec. Düşkün kadın.
postalama is. Postalamak işi.
postalamak (-i) 1. Postaya vermek. 2. tkz. Herhangi bir sebeple birini yanından uzaklaştırmak.
postalanma is. Postalanmak işi.
postalanmak (nsz) Postalama işi yapılmak.
postane is. (posta:ne) İt. posta + Far. hâne Posta ile gönderilen maddelerin kabul edildiği, postaya verilmiş maddelerin ayrım ve dağıtımının yapıldığı bina.
posta pulu is. Posta ile gönderilen şeylere yapıştırılan ve para karşılığında alınan pul.
posta treni is. Genellikle ticari mal veya posta ulaşımını sağlayan tren: "Bu kara saplanmış posta trenindeki köşemi de bir lüks gibi görmek lazımdır." -R. N. Güntekin.
poster is. İng. poster 1. Duvara asılan büyük boy resim. 2. Bilimsel toplantılarda panolara asılan kısa bildiri, poster sunumu.
→ poster sunumu
poster sunumu is. Bilimsel toplantılarda panolara asılan kısa bildiri.
postiş is. Fr. postiche Kadınların genellikle başlarının arkasına taktıkları ek saç.
post it is. İng. post it bk. pusulacık.
post kavgası is. İktidarı veya bir makamı ele geçirme çekişmesi.
postlu sf.. Postu olan.
postmodern sf. Postmoderaizm yanlısı.
postmodernizm is. Fr. postmodernisme ed. 1. XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başlarındaki modemist arayışın canlılığım kaybetmesinden sonra ortaya çıkan çeşitli üslup ve yönelişlerin adı. 2. mim. Günümüz mimarisinde işlevsel olmayı bir tarafa bırakıp değişik yapı biçimlerini serbestçe kullanma eğiliminde olan üslup.
postnişin is. Far. pûst-nişin esk. Postta oturan, tekkenin şeyhi olan kimse: "Babası 5-lünce yüzüne çok yakışan güzel bir sakal bıraktı ve tekkenin posinişini oldu." -Y. Z. Ortaç.
postrestant is. Fr. poste restante Alıcısı tarafından postaneden alınmak üzere gönderilen mektup veya paket.
postsuz sf. Postu olmayan.
postulat is. (postulat) Lat. postulatum man. ve mat. Konut (II).
poşet is. Fr. pochette Küçük torba.
→ poşet çay
poşet çay is. Sallama çay,
poşetleme is. Poşetlemek işi veya durumu.
poşetlemek (-i) Bir şeyi poşetin içine koyup paketlemek.
poşetlenme is. Poşetlenmek işi,
poşetlenmek (nsz) Poşetleme işi yapılmak.
poşetletme is. Poşetletmek işi.
poşetletmek (-i) Poşetleme işini yaptırmak.
poşu is. Far. püşi hlk. Kenarları saçaklı ipek, pamuk, yün vb.nden yapılmış bir tür baş örtüsü: "Ege köylülerinin güneşe karşı başlarına sardıkları renkli iki poşu, bir dizi de deve çanı almıştı." -N, Cumalı.
poşulu sf. Poşusu olan: "Kadınların hepsi poşuluydu, yalnız gözleri görünüyordu." -T. Dursun K.
poşusuz sf. Poşusu olmayan.
pot is. 1. Kötü dikiş sebebiyle kumaşta oluşan büzülme veya kıvrım: "Ceketinin arkasındaki potlar, bugün mutlaka her zamandan çok ensesine binmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Poker vb. iskambil oyunlarında oyuncuların tümünce ortaya sürülen eşit miktardaki para veya fış. 3. mec. Yanlışlık, hata, gaf, (iş) pot gelmek sonu iyi olmamak, ters gelmek: "işlerin doğru gitmeyen, pot gelen yerleri çok ise de, sorulunca söylenecek karşılıklar bulunmuştu." -M. Ş. Esendal. pot kırmak yersiz ve karşısındakine dokunacak söz söylemek, gaf yapmak: "Gri redingotlu efendi, bir pot kırdığını hemen anlamış olacak ki sözünü çevirdi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. pot yapmak dikişte kabarıklık veya büzülme olmak.
→ pot yeri
pota (I) is. (po 'ta) Far. büte İçinde maden eritilen kap.
pota (II) is. Fr. poteau sp. Basketbolda düşey bir levhaya monte edilmiş yatay çember ile ağdan meydana gelen düzenek.
potalı sf. Potası olan.
potalı atış is. sp. Basketbolda topu potaya çarptırarak çembere sokma.
potansiyel sf. Fr. potentiel 1. Varlığı, gücü ortaya çıkmamış olan, gizil. 2. is. fiz. Gizil güç.
→ potansiyel farkı, potansiyel suçlu
potansiyel farkı is. fiz. Gerilim.
potansiyel suçlu is. huk. Suçlu olduğu varsayılan veya tahmin edilen kimse.
potas is. Fr. potasse kim. Potasyum hidratı, potasyum karbonatı vb. potasyum birleşiklerine verilen genel ad.
→ potas kostik
potas kostik, -ği is. Potasyum hidroksit.
potasyum is. (pota'syum) Fr. potassium kim. Atom numarası 19, atom ağırlığı 39,10, yoğunluğu 0,87 olan, 62,5 °C'de eriyen, 15 °C'de mum gibi yumuşak, soğukta sert ve kırılgan, potasyum hidroksit içinde bulunan bir element (simgesi K).
→ potasyum hidroksit, potasyum klorür, potasyum nitrat, potasyum sülfat, potasyum sülfür
potasyum hidroksit, -di is. kim. Akkor derecede uçucu olan, 360 °C'de eriyen, suda ısı açığa çıkararak çözünen, beyaz bir katı madde (KOH).
potasyum klorür is. kim. Öbür potasyum birleşiklerinin çoğunun hazırlanmasında kullanılan, susuz dutumda 768 °C'de eriyen, renksiz küpler biçiminde billurlaşan madde (KCI).
potasyum nitrat is. kim. Güherçile.
potasyum permanganat is. kim. Mikrop öldürücü olarak kullanılan, suda eriyiği menekşe renginde bulunan madde.
potasyum sülfat is. kim. Potasyum klorür üstüne sülfürik asidin etkisiyle elde edilen, tarımda gübre olarak kullanılan madde (K2SO4).
potasyum sülfür is. kim. Kükürtlü hidrojenin potasyum hidroksite etkimesiyle oluşan birleşik (KHS).
potin is. Fr. bottine Koncu ayak bileğini örtecek kadar uzun olan, bağcıktı veya yan tarafı lastikli ayakkabı: "Soyunmaya, hatta potinlerini çıkarmaya takati yoktu." -S. F. Abasıyanık.
potkal is. İt. boccale Kaza veya başka bir olayı karadakilere bildirmek için gemilerden denize salınan, içinde mektup olan şişe.
potlaç, -cı is. Fr. potlatch din b. Kızılderililerin birbirlerine armağanlar verdikleri dinî bayram.
potlanma is. Potlanmak işi.
potlanmak (nsz) Pot yapmak, potu olmak, kıvrımı olmak.
potpuri is. Fr. pot-pourri mite. Sevilen müzik eserlerinden seçilmiş bölümlerin sıralanmasıyla oluşan müzik parçası: "Rumen orkestrası Balkan ülkelerinin folklorundan bir potpuri çalıyordu." -H. Taner.
potrel is. bk. putrel.
potuk, -ğu (I) sf. Kırmalı ve geniş.
potuk, -ğu (II) is. hlk. Deve yavrusu.
potur sf. 1. Kırmalı ve potlu. 2. is. Arka tarafında kırmaları çok, bacakları dar bir tür pantolon: "Ayağında lacivert Karamürsel kumaşı bir potur vardı." -S. F. Abasıyanık.
poturlu sf. Potur giymiş olan: "Kıran Bey, şimdi bacaklarına dolak sarmış, siyah poturlu, keçe külahlı, göğsünde fişeklikler ve elinde mavzer, tığ gibi bir delikanlıydı." -R. H. Karay.
pot yeri is. Kötü dikiş yüzünden elbisede oluşan kıvrım veya büzülme yeri.
poy is. bot. Tohumları kırmızıbibere benzeyen, 10-50 cm yükseklikte, karabiberle karıştırılarak pastırma çemeninde kullanılan bir bitki, çemen (Trigonella joenumgraecum).
poyra is. (po 'yra) Yun. Tekerleğin ortasındaki parmakların ve dingilin geçirildiği yuvarlak kısım, göbek.
poyraz is. Yun. 1. Kuzeydoğudan esen soğuk rüzgâr: "Vapur, Kız Kulesi açıklarından geçiyor, poyraz solumuzdan çarpıyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Kuzey yönü: Rüzgâr poyrazdan esiyor.
→ yıldız poyraz
poyrazlama is. Poyrazlamak işi.
poyrazlamak (nsz) Poyraz esmeye başlamak: Hava poyrazladı.
poz is. Fr. pose 1. Resim ve fotoğrafta duruş: "Yastıkları hastaya vereceğim yan oturma pozuna göre dizdim." -R. N. Güntekin. 2. Fotoğrafta objektifin açık kaldığı süre. 3. mec. Kurum, çalım, poz vermek resim yaptırmak veya fotoğraf çektirmek için durum almak: "Tam çizerken bir arkadaşı geliyor, poz veren çocuğun ensesine bir küfür ve bir de şamar yapıştırıyor." -B. R. Eyuboğlu.
pozisyon is. Fr. position 1. Bir şeyin, bir kimsenin bir yerde bulunuş durumu, konum. 2. mec. Bir kimsenin toplumsal durumu.
pozitif sf. Fr. positif Olgulara, deneylere dayalı olarak bazı nitelikleri belli olan, olumlu, müspet, negatif karşıtı.
→ pozitif ayrımcılık, pozitif bilimler, pozitif elektrik, pozitif film, pozitif görüntü, pozitif hukuk, pozitif kutup, pozitif sayı
pozitif ayrımcılık, -ği is. Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplara çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme.
pozitif bilimler ç. is. Deney sonuçlarına dayanan bilim veya bilimler, müspet ilim veya ilimler.
pozitif elektrik, -ği is. fiz. 1. Cam çubuğunun bir kumaşa sürtünmesi sonucu oluşan, artı (+) işaretiyle gösterilen elektrik. 2. mec. Kişiler arasında olumlu etki.
pozitif film is. sin. Film üzerine alınan siyah beyaz görüntülerin, renklerinin aslına uygun olarak oluşmasını sağlamak için kopya yapılan düşük duyarlıkta film, kopya film.
pozitif görüntü is. sin. Renkli ve siyah beyaz filmlerde doğadaki renklerin asıllarına uygun olarak belirlendiği görüntü, saydam.
pozitif hukuk is. huk. Belli imkân ve zamanda konulmuş kurallar birliği.
pozitif kutup, -tbu fiz. Elektrik yükü artı (+) olan kutup.
pozitiflik, -ği is. 1. Pozitif olma durumu. 2. fiz. Pozitif elektriklenme olayları gösteren bir cismin durumu.
pozitif sayı is. mat. Artı sayı.
pozîtivist is. Fr. pozitivistefeî. Olgucu.
pozitivizm is. Fr. positivismefel. Olguculuk.
poziton is. bk. pozitron.
pozüonyum is. Fr. positonium bk. pozitronyum.
pozitron is. Fr. positron fiz. Pozitif elektron, elektron karşıtı.
pozitronyum is. Fr. positronium fiz. Negatif bir elektronla bir pozitrondan oluşan, hidrojen atomuna benzeyen kararsız yapı.
pozsuz sf. Kurumsuz, çalımsız: "Türk sahnesinde pozsuz konuşmanın, Türkçeyi Türkçe konuşmanın temsilcileri karagözcülerimiz, ortaoyuncularımız, tuluatçıtarımızdı," -H. Taner.