pianta İt. pianta Ayakkabının alt kenarı.
piç is. Far. piç 1. Anası ile babası arasında evlilik bağı olmadan dünyaya gelen çocuk, veledizina. 2. Babası belli olmayan çocuk. 3. sf. Her şeyin küçüğü, aslına benzemeyeni. 4. kaba Terbiyesiz, arsız çocuk: "Şimdi bir karış piçler bile zavallıya -Ulan, hödük, bana baksana- diye hitap ediyorlar." -Ö. Seyfettin. 5. bot. Bir ana bitkinin çevresinde yeniden beliren sürgün ve filizler, (bir işi) piç etmek tkz. 1) yapayım derken bozmak, çıkmaza sokmak; 2) tadım kaçırmak, tatsız bir durum yaratmak: "Can sıkıntısı, pişmanlık ve öfkenin, bu Vaniköy akşamım nasıl piç edeceğim şimdiden kestirebiliyordum." -A. İlhan. 3) boş geçirmek, boşa harcamak: "Nasıl olsa bugünü de harcadık, piç ettik." -A. İlhan, piç olmak 1) tadı bozulmak; 2) boşa gitmek.
→ piç kurusu
piç kurusu is. hkr. Soysuz ve yaramaz kimse: "O piç kurusuna bütün aylığını teslim ediyor. " -P. Safa.
piçleşme is. Piçleşmek işi.
piçleşmek (nsz) Yozlaşıp bozulmak.
piçlik, -ği is. 1. Piç olma durumu: "Anaları nikâhlı değil, benim diye kaydolurlarsa piçlikten kurtulurlar." -H. E. Adıvar. 2. Kalleşçe yapılan kötü davranış.
piçsinek, -ği is. Bir tür olta iğnesi.
piç uta is. (piçu'ta) Yun. Palamut balığının iri bir türü.
pide is. (pi'de) Yun. Mayalı hamurdan yapılan, isteğe göre üzerine yumurta, kıyma, peynir, pastırma vb. konarak pişirilen, ince, yayvan yiyecek, pide gibi yamyassı: Minderler pide gibi olmuş.
→ pide fırını, etli pide, kıymalı pide, peynirli pide, ramazan pidesi
pideci is. Pide yapan veya satan kimse.
pidecilik, -ği is. Pidecinin işi veya mesleği.
pide fırını is. Özellikle pide pişirip satan fırın.
pideli sf. Pidesi olan, pideyle yapılan.
pigme is. Fr. pygmee Boy ortalaması 150-cm altında olan Afrika kökenli bir zenci topluluğun bireyi.
pigment is. Fr. pigment biy. Canlı bir organizmanın oluşturduğu, ona özel bir renk veren kimyasal madde.
pijama is. (pija'ma) Fr. pyjama İki parçadan oluşan yatak giysisi: "Üçü de pijamalarının üstünü masaya bırakarak aşağı koştular. " -F. R. Atay.
pik (I) is. İng. pig Dökme demir, font.
→ pik boru
pik (II) is. İt. pic den. Geminin kıç tarafındaki bayrak serenine açılan üçgen biçimindeki yelken.
pik (III) is. Maça.
pikaj is. Fr. pîguage Bilgisayarda dizilen yazıları milimetrik kartona yapıştırıp düzenleme işi.
pikajcı is. Pikaj yapan kimse.
pikajcılık, -ğı is. Pikajcınm yaptığı iş.
pikap, -bı is. İng. pick-up 1. Küçük kamyon, kamyonet: "Kamyonlar, pikaplar arka arkaya park etmiş duruyorlardı yan sokaklarda." -Ç. Altan. 2. esk. Elektrikle veya pille çalışan, plak dinlemekte kullanılan araç.
pik boru is. Kaim demir veya dökme boru.
pike (I) is. Fr. pique 1. Kabartmalı pamuklu kumaş. 2. Bu kumaştan yapılan yatak örtüsü. 3. sf. Bu kumaştan yapılan: "Gece sıcak olduğu için üzerine yalnız ince bir pike örtü örttük." -R. N. Güntekin.
pike (II) is. Fr. pique 1. Uçağın yüksekten, hedef üzerine büyük bir açı ile inmesi. 2. Uçağın yüksekten hedefin üzerine dik olarak saldırması. 3. Yüksek bir yerden suya dik olarak dalma, pike yapmak 1) uçak dik biçimde inmek; 2) bilardoda, masaya dikey durumda tutulmuş isteka ile topa vurmak; 3) suya dalmak.
pike (III) is. İyi ayrılamama sebebiyle un veya irmik içerisinde kalmış olan, gözle görülebilen, iri ve koyu renkli kepek vb. parçacık.
piket is. Fr. piauet İki, üç veya dört kişi arasında ve otuz iki kâğıtla oynanan bir tür iskambil oyunu.
piknik, -ği is. Fr. picnic 1. Kırda yenen yemek: "Bizimkiler, bugün damat bey ailesi tarafından tertip edilmiş bir pikniğe davetli..."-R. N. Güntekin. 2. Suyu, yeşilliği olan mesire yeri. 3, Açık alanda yemek yemek, eğlenmek için yapılan günübirlik gezinti. piknik yapmak kırda yemek yemek ve gezinti yapmak.
→ piknik alanı, piknik tip, piknik tüpü, piknik yeri
piknik alanı is. Piknik yapmaya elverişli geniş ve yeşil alan.
piknikçi is. 1. Piknik yapan kimse. 2. Piknik yapmayı seven kimse.
piknik tip is. tıp Orta boylu, şişmanca, geniş ve yumuşak yüzlü, kalınca boyunlu, yukarı doğru daralan şişkin göğüslü ve iri göbekli kimse.
piknik tüpü is. 1. Piknikte kullanılan küçük bütan gazı tüpü. 2. Boyutu küçük olan tüp.
piknik yeri is. Piknik alanı.
piknometre is. (piknome'tre) Fr. pycnometre fiz. Özgül ağırlığı ölçmeye yarayan alet.
piko is. Fr. picot Kimi örtülerin veya çamaşırların kenarına makineyle yapılan bir tür süs. pikoya vermek piko yapılması için bazı örtü, çarşaf, çamaşır vb.ni pikocuya götürmek.
pikocu is. Piko yapan kimse veya piko yapılan yer.
pikoculuk, -ğu is. Pikocunun işi veya mesleği.
pikolo (I) is. İt. piccolo bot. Büyüklüğü 5 mm’ den küçük fındık içi.
pikolo (II) is. İt. piccolo müz. Normal bir flütün bir oktav tizine ayarlanmış küçük flüt.
pikrik asit, -di is. Fr. acide picrique kim. Nitrik asidin anilin, ipek, yün vb. maddelere etkiraesiyle elde edilen asit OH-C6H2(NO2)3.
pil is. Fr. pile Kimyasal enerjiyi elektrik enerjisine çeviren araç, batarya, pili bitmek 1) aşırı yaşlanmak; 2) gücü kuvveti kesilmek.
→ kalem pil, kuru pil, termoelektrik pil
pilaki is. (püâ:ki) Yun. 1. İçine soğan, sarımsak, maydanoz, havuç vb. katılarak zeytinyağıyla pişirilen ve soğuk olarak yenen yemek: Fasulye pilakisi. Balık pilakisi. 2. sf. argo Aptal, ahmak.
→ fasulye pilakisi
pilav is. (pilâv) Far. pelüv, pilâv Pirinçten, bulgurdan veya kuskustan yapılan bir yemek: "Servis tabağını pilavla doldurdu, tepesine de kale burcu gibi etleri dikti." -M. İzgü. pilav gibi dağınık (ev, dolap, masa). pilav yiyen kaşığını yanında (veya belinde) taşır bir şeyden yararlanmak isteyen kişi, bunun için gereken aracı eli altında bulundurmalıdır, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın yararlı bir şeyi elde etmek için sonuna kadar uğraşılacağını, direnileceğini anlatmak için kullanılan bir söz.
→ bulgur pilav, hamsili pilav, iç pilav, örgülü pilav, perdeli pilav, Acem pilavı, biryan pilavı, düğün pilavı, kuskus pilavı, mercimek pilavı, Mevlevi pilavı, meyhane pilavı, Özbek pilavı, pirinç pilavı, temcit pilavı
pilavlık, -ğı sf. Pilav yapmaya elverişli: Pilavlık pirinç.
pile is. bk. pili.
pili is. Fr. pli Kumaş, kâğıt vb.nde bir bölümün öbürünün üzerine gelmesiyle oluşan kıvrım, kırma: "Gayet ince pililer külahın tepesinde birleşiyordu. " -B. R. Eyuboğlu.
piliç, -ci is. 1. Tavuğun küçüğü, erginleşmemiş tavuk veya horoz. 2. argo Genç, güzel ve alımlı kız veya kadın.
pilili sf. Pilisi olan, kırmalı.
piling is. (pi:ling) İng. peeling Cildin ölü hücrelerden arındırılmasını sağlayan, kan dolaşımını hızlandıran bir krem türü.
pilisiz sf. Pilisi olmayan.
pilli sf. Pili olan, pille çalışan: Pilli radyo.
pilot is. Fr. pilote 1. Bir hava taşıtını kullanmak ve yönetmekle görevli kimse. 2. Oto yarışlarında veya otobüslerde aracı kullanan kimse. 3. sf. Deneme niteliğinde olan: Yüz milyon lira sermayeli bir pilot şirket kuruldu.
→ pilot bölge, pilot kabini, pilot köşkü, kaptan pilot, uzay pilotu
pilotaj is. Fr. pilotage Bir hava taşıtını yönetme: Pilotaj hatası.
pilot bölge is. Tarım, tıp, endüstri, eğitim gibi herhangi bir çalışma alanında, devletin ve halkın ortak çalışmasıyla kalkınma hareketini kolaylaştırmak ve örnek olmak için ayrılmış bölge.
pilot kabini is. Pilot köşkü.
pilot köşkü is. Uçakların ön tarafında pilot ile uçuş teknisyeninin bulunduğu, uçağın yönetildiği özel bölüm, kokpit.
pilotluk, -ğu is. Pilotun görevi.
pim is. İng. pin 1. İç içe geçen veya birbiri üzerine gelen parçalan tutturmaya yarayan bir tür tahta veya metal çivi. 2. Mobilyalardaki cam rafları taşımak için yan tablalara yerleştirilen kapsüllerin içine takılan silindirik, yassı ve L biçimli raf taşıma aleti. pimini çekmek başkasına zarar verecek kötü bir olayı başlatmak.
→ emniyet pimi
pimpirik, -ği sf. 1. Çok yaşlı ve güçsüz (kimse). 2. Gereksiz yere titizlik gösteren. 3. Kuşkucu. 4. mec. Harap, bozuk, virane: "Üç katlı, tahtadan, pimpirik bir evdir burası." -S. Birsel.
pimpirikçe zf (pimpiri'kçe) Pimpirikli bir biçimde.
pimpiriklerime is. Pimpiriklenmek işi.
pimpiriklenmek (-i) 1. Kuşkulanmak. 2. Gereksiz yere titizlik göstermek.
pimpirikli sf. 1. Gereksiz yere titizlik gösteren. 2. Kuşkucu.
pimpiriktik, -ği is. Pimpirik olma durumu. pimpiriklik etmek pimpirikçe davranmak.
pinekleme is. Pineklemek işi.
pineklemek (nsz) 1. Uyuklamak, uyuklar gibi hareketsiz kalmak: İki gün hemşehrilerinin kahvesinde pinekledi." -Ö. Seyfettin, 2. mec. Boşa zaman harcamak. 3. mec. Bir yerde hiçbir iş yapmadan oturmak: "Senin gibi babaevinde... pinekleyen taze dul çok!" -H. R. Gürpınar.
pinel is. ît. penelo den. Rüzgârın estiği yönü göstermek için direk şapkalarının üstüne konulan yelkovan biçimindeki araç.
pines is. (pi'nes) Yun. zool. Yumuşakçalardan, midye biçiminde, ondan daha büyük kabuklu bir deniz hayvanı (Pinna nobilis).
pingpong is. bk. pinpon.
pinhan sf Far. pinhân, penhân esk. Gizli, saklı, gizlenmiş.
pinpon (I) sf. argo Yaşlı, çökmüş.
pinpon (II) is. İng. ping-pong Masa tenisi.
→ pinpon masası
pinpon masası is. Üzerinde masa tenisi oynanan masa.
pinti sf. Aşırı derecede cimri, hasis.
pintileşme is. Pintileşmek işi.
pintileşmek (nsz) Pinti duruma gelmek.
pintilik, -ği is. Cimrilik: "Sen kardeşinin, eniştenin ne pintiliğini gördün?" -N. Cumalı.
pipe line is. İng. pipe line bk. boru hattı.
pipet is. Fr. pipette 1. kim. Sıvıları, solukla içine çekip kaptan kaba aktarmaya yarayan cam boru. 2. Sıvı içecekleri bardak veya şişeden kolayca içmek için kullanılan ince, plastik boru, kamış.
pipi is. Çocuk dilinde erkeklik organı.
pipiriklenme is. Pipiriklenmek işi veya durumu.
pipiriklenmek (nsz) Kuruntulu, vesveseli bir duruma düşmek.
pipo is. (pi'po) İt. pippo Ucundaki lüle içine tütün konulan ve yakılarak dumanı çekilen kısa, çubuk biçimindeki tütün içme aracı: "Piposunu yaktı, kibriti sokağa attı." -H. Taner.
pir is. Far. pır 1. Yaşlı, koca, ihtiyar kimse: "Âk sakallı pir, bunları söyleyerek sırra kadem basmış." -Y, K. Karaosmanoğlu. 2. Bir tarikat veya sanatın kurucusu: "Büyük Itri'ye eskiler derler /Bizim öz musikimizin piri." -Y. K. Beyatlı. 3. zf. Adamakıllı, iyice: Bir söyledi, ama pir söyledi. 4. mec. Herhangi bir konuda, bir meslekte deneyim kazanmış, eskimiş kimse, pir aşkına karşılık gözetmeden veya karşılık görmeden tam inançla, gerçek bir sevgi ile: iki ay pir aşkına çalıştık, pir ol! şaka "çok yaşa, var ol" anlamlarında bir beğenme sözü.
piramidal, -li sf. Fr. pyramidal 1. mat. Piramit biçiminde olan. 2. Piramitle ilgili.
piramit, -di is. Fr. pyramide mat. 1. Tepeleri ortak bir noktada birleşen, tabanları da herhangi bir çokgenin birer kenarı olan birtakım üçgenlerden oluşmuş cisim, ehram. 2. sp. Gösteri jimnastiklerinde, jimnastikçilerin, araçlı veya araçsız olarak birbirlerinin omuzlannda, dizlerinde oluşturdukları gösterişli ve düzenli biçimler. 3. tar. Mısır firavunlarının mezarı.
→ kesik piramit, üçgen piramit, peri piramidi
piramitçik, -ği is. Eski Mısır piramitlerinde ve dikili taşlarında tepelik olarak yer alan küçük piramit.
piramitli sf. Piramit biçiminde olan.
piramitsi sf. Piramide benzeyen veya piramidi andıran.
pirana is. Port. piranlıa zool. Genellikle Güney Amerika'da rastlanan, grup hâlinde avlanan ve avını kısa sürede iskeleti kalıncaya kadar yiyen yırtıcı balık.
pire is. zool. Pireler takımında, insanın ve bazı hayvanların kanım emerek yaşayan, iyi sıçradığı için kolay yakalanamayan, küçük, asalak böcek (Pulex). pire gibi çevik, çok hareketli, yerinde duramayan, pire için (veya pireye kızıp) yorgan yakmak önemsiz bir durum karşısında kızarak kendisine daha büyük zarar verecek davranışta bulunmak. pireyi deve yapmak önemsiz bir olayı büyütmek: "Onların başıboş duygusallıklarının deve yaptığı pireleri, büyüttükleri sorunlarını çözümlemeye çaba harcamıyor muyuz?" -H. Taner, pireyi gözünden vurmak keskin bir nişancı olmak: "Hem o kadar nişancıdır ki, pireyi gözünden vurur." -H. R. Gürpınar.
→ pirekapan, pirekıran, pire otu, su piresi
pirekapan is. bot. Pire otu.
pirekıran is. Pireyi yok etmeye ve öldürmeye yarayan ilaç.
pirelendirme is. Pirelendirmek işi.
pirelendirmek (-i) Kuşkulandırmak, işkillendirmek, şüphelendirmek, huylandırmak.
pirelenme is. Pirelenmek işi: "Ancak kız bunu o kadar diline dolamıştı kî büyük hanımın pirelenmesine imkân olamazdı." -R. N. Güntekin.
pirelenmek (nsz) 1. Üzerinde pire olmak: Kedi pirelenmiş. 2. Pirelerini ayıklamak. 3. mec. İşkillenmek, huylanmak, kuşkulanmak.
pireler ç. is. zool. İnsanlarla hayvanlarda dış asalağı olarak yaşayan, ağız yapıları kan emmeye elverişli, birçok familyaya ayrılan kanatlılar takımı.
pireli sf. 1. Pire bulunan: Pireli yatak. 2. mec. Her şeyden bir anlam çıkaran, kuşkulu, işkilli, vesveseli: Pireli bir adam.
pire otu is. bot. Yaklaşık 25-50 cm yükseklikte, parçalı yapraklı, soluk veya koyu pembe çiçekli, böcekleri özellikle pireleri öldürmek amacıyla kullanılan, otsu bir bitki, oltu otu, pirekapan (Tanacetum coccineum).
pirifâni is. (pi:'rifa:ni:) Far. pir + Ar. fâni İhtiyar kimse.
pirina is. (piri'na) Yun. Zeytinin, sıkıldıktan sonra yağ bakımından zenginliğini yitirmeyen, gübre veya hayvan yemi olarak kullanılan küspesi.
pirinç, -ci (I) is. Far. birine bot. 1. Buğdaygillerden, kökleri bol su içinde yetişen bir bitki (Oryza sativa): "Oradaki uçsuz bucaksız pirinç bataklıklarının sahibidir." -R. N. Güntekin. 2. Bu bitkinin besin olarak kullanılan taneleri, (birinin) pirinci (çok) su kaldırmamak (veya götürmemek) alıngan, çabuk darılır olmak, şakadan anlamamak.
→ pirinç çorbası, pirinç örgü, pirinç pilavı', pirinç taneleri, pirinç unu, Hint pirinci
pirinç, -ci (II) is. Far. birine 1. Bakıra çinko katılarak elde edilen sarı renkte bir alaşım. 2. sf. Bu alaşımdan yapılmış: Pirinç mangal.
pirinç çorbası is. Pirinç ile pişirilen çorba.
pirinç örgü is. İlmekleri bir ters bir düz örüp arka sırayı da buna uygun örme biçimi.
pirinç pilavı is. Pirinç ile yapılan pilav.
pirinçsi sf. Pirinci andıran, pirince benzeyen, pirinç gibi.
pirinç taneleri ç. is. astr. Güneşin küresinin yerden görünen yüzündeki tanecikler.
pirinç unu is. Kurutulmuş pirinç tanelerinin öğütülmesiyle elde edilen un.
pirit is. Fr. pyrite jeol. Birçok doğal maden sülfürü ve özellikle demir ve bakır sülfürü.
pirogravür is. Fr. pyrogravure Dağlama resim.
piroksen is. Fr. pyroxene jeol. Doğal kalsiyum, magnezyum ve demir silikatlarına verilen ad.
piromani is. İng. pyromania tıp Yangın çıkarma hastalığı.
pirometre is. (pirome'tre) Fr. pyrometre fiz. Çok yüksek sıcaklıkları ölçmeye yarayan alet.
pirometri is. Fr. pyrometrie Çok yüksek sıcaklıkları ölçme yöntemi.
pirosfer is. Fr. pyrospherejeol. Ağır küre.
pirpiri is. tar. Pırpırı.
pirpirim is. hlk. Semizotu.
pirsing is. İng. piersing Vücudun herhangi bir yerine süs amacıyla takılan metal halka.
piruhi is. Rus. Bir çeşit hamur yemeği.
pirüpak, -ki sf. (pi:'rüpa:k) Far. pır + pak esk. Tertemiz, lekesiz: "İnsan o merhemden bir kere sürdü mü haftasına kalmaz, pirüpak olur." -R. N. Güntekin. pirüpak olmak tamamen kurtulmak, rahatlamak, huzura kavuşmak: "Akhöyük'teki nar ağacının yanında bir gün yatarsanız, cümle dertlerinizden pirüpak olursunuz." -Y. K. Beyatlı.
piryol is. (Prioli özel adından) esk. Üzerinde kümbet biçiminde bir kapağı bulunan, oldukça büyük bir tür cep saati: "Adem Ağa, kordonunu şehadet parmağına sarıp geniş şal kuşağından piryol saatini çıkardı." -F. R. Atay.
pirzola is. (pi'rzola) İt. brisiola 1. Kasaplık hayvanda omurganın iki yanındaki bölge: Koyun pirzolası. Kuzu pirzolası. Sığır pirzolası. 2. Bu bölgeden dilimler hâlinde çıkarılan kemikli et parçası, kotlet: "Ardiyelerin arkasındaki bahçede pirzolalar pişer..." -S. F, Abasıyanık.
pirzolalık, -ğı sf. Pirzola yapmaya elverişli: Pirzolalık et.
pis sf. 1. Leke, toz veya kirle kaplı olan, kirli, iğrendirici, murdar, mülevves. 2. Kendinde pislik olan veya pislenmiş olan: Lağım suları pistir. 3. mec. Beğenilmeyecek durumda olan, kötü, zararlı: "Şu pis dünyanın acılarında bile öyle bir tat var ki, her şeye razıyım." -R. N. Güntekin, 4. mec. Çirkin, sevimsiz olan: "Demin o pis, ukala suratıyla sırıta sırtta yanıma yaklaştı." -R. N. Güntekin. 5. mec. Dinleyenleri utandıracak durumda olan (söz): Pis sözler. 6, mec. İsçinden çıkılması çok güç, karışık: Pis bir iş.
→ pis bıyık, pisboğaz, pis lakırtı, pis pis, pis söz, pis su, ağzı pis, eteğine pis
pi sayısı is. mat. Çember çevresinin uzunluğunun çapının uzunluğuna bölünmesi ile elde edilen sabit sayı (3,1416).
pis bıyık, -ğı is. 1. Kılları gür olmayan ve biçime girmeyen bıyık. 2. Yakışıksız ve seviyesiz kimse.
pisboğaz sf. Eline geçeni zamansız ve ayırt etmeden yiyen (kimse); "Demek ki, küçük kız son derece pisboğaz olmasına rağmen bu paraları yemeyip biriktirmiş." -R. N. Güntekin.
pisboğazlık, -ği is. Pisboğaz olma durumu veya pisboğazca davranış.
pisi is. Çocuk dilinde kedi.
→ pisi balığı, pisi pisi, pisipisi otu
pisi balığı is. zool. Kemikli balıklardan, uzunluğu 40 cm kadar olan, sırtı pürtüklü, esmer renkli, yassı bir tür balık (Limanda limanda).
pişik, -ği is. hlk. Kedi.
pişik otu is. bot. Çok yıllık, 25-50 cm yükseklikte, kokusu kuvvetli, koyu mor çiçekli, yaprakları çorba ve yemeklere koku vermek için kullanılan, otsu bir bitki, nezle otu (Nepeta racemosa).
pisin is. Fr. pistine Yüzme havuzu: "Sadece kıyıdaki lüks klüpte bir pisin vardı." -Ç. Altan.
pisipisi is. 1. Çocuk dilinde kedi. 2. Halk oyunu oynarken giyilen, üzeri tüylü özel ayakkabı.
pisi pisi ünl. Kedileri çağırmak için kullanılan bir seslenme sözü.
pisi pisine zf. Boş yere, boşuna: "Bırak vursun, temizlesin, ne hâli varsa görsün. Ya pisipisine geberip gitseydin." -H. Taner.
pisipisi otu is. bot. Buğdaygillerden, tarla ve yol kenarlarında kendi kendine biten bir tür arpa (Hordeum murinum).
piskopos is. Yun. din b. Katoliklerde, bir bölgenin din işlerine başkanlık eden, papazlığın en yüksek aşamasında olan din görevlisi.
→ piskoposhane, başpiskopos
piskoposhane is. (piskoposha:ne) Yun. + Far. hâne Piskoposluk.
piskoposluk, -ğu is. 1. Piskoposun yönettiği bölge. 2. Piskoposun oturduğu bina. 3. Piskoposun görevi.
→ başpiskoposluk
pis lakırtı is. Pis söz.
pisleme is. Pislemek işi.
pislemek (-i) 1. Büyük veya küçük abdestini etmek, kirletmek: Kedi halıya pislemiş. 1, Pisletmek.
pislenme is. Pislenmek işi.
pislenmek (nsz) Pis olmak, pisliğe bulaşmak.
pislesin e is. Pisleşmek durumu.
pisleşmek (nsz) Pis duruma gelmek.
pisletme is. Pisletmek işi.
pisletmek (-i) 1. Pis duruma getirmek, kirletmek: "Ortalığı pisletmekten başka bir işe yaramayan kediler..." -R. N. Güntekin. 2. mec. Kötü bir duruma sokmak: Dikkat et, bu işi de pisletme.
pislik, -ği is. 1. Kir: Çocuğun yüzü gözü pislik içinde kaldı. 2. Dışkı, necaset: Şu kedi pisliğini temizlesinler. 3. Pis olma durumu: Şu mutfağın pisliğine bakın. 4. mec. Kötü, zararlı davranış veya iş: "Bu emel bizi elimizden tutarak yükseltiyor, muhitin pisliğinden uzak tutuyordu." -H. C. Yalçın. 5. mec. Kötü durum. 6. mec. Başkalarına zarar veren kimse, (bir yeri) pislik götürmek o yer, çok pis olmak, pislik parmağından (veya paçalarından) akmak çok kirli olmak.
→ pislik böceği, etek pisliği
pislik böceği is. zool. Bok böceği.
pislikçil is. Dışkısal.
pis pis zf. Hoşa girmeyecek biçimde, pis pis bakmak karşısındakini rahatsız edici ve sinirli bir biçimde bakmak, pis pis düşünmek derin ve üzüntülü düşünceye dalmak. pis pis gülmek başkalannı kızdıracak, sinirlendirecek biçimde gülmek.
pis söz is. Ayıp sayılan veya hakaret olarak kabul edilen, yakışık almayan söz, pis lakırtı.
pis su is. 1. Kirlenmiş su. 2. Ayakyolu, banyo, mutfak vb. yerlerden gelen kirlenmiş, suların karışımı, lağım suyu.
→ pis su borusu, pis su tesisatı
pis su borusu is. İçinde pis su ve pisliklerin aktığı boru.
pis su tesisatı is. Pis sulan yapıdan dışarı taşıyan boru ağı.
pist (I) ünl. Kediyi kovmak için kullanılan bir seslenme sözü.
pist (II) is. Fr. piste 1. Gösteri yapmak, dans etmek vb. için düzenlenmiş, genellikle yuvarlak yer: "Biz bunu bütün hüneri, inceliği ile oynamaya başlayınca pistte ancak dört çift kalmıştı." -R. H. Karay. 2. Bir havaalanında uçakların kalkıp inmesine, park yerlerine gidip gelmesine yarayan özel olarak hazırlanmış şerit. 3. sp. Motorlu araçların yarışları ve koşular için özel olarak düzenlenmiş yer, yarışlık.
→ helikopter pisti
piston is. Fr. piston 1. Bazı araçlarda, motorlarda bir silindir içinde düzenli hareket eden daha küçük çaplı silindir, itenek: Şırınga pistonu sıvıyı önce çeker, sonra dışarıya verir. 2. mec. Kayıran kimse, arka, iltimas.
→ piston vida
pistonlu sf. 1. Pistonu olan. 2. mec. Arkalı, iltimaslı: "Bu merdiven, pistonlu bir memuriyet olabilir, zengin bir evlilik olabilir." -H. Taner.
piston vida is. İş makinelerinde vida biçiminde olan ve taşıyıcı görevi yapan pistona benzer araç.
pisuvar is. Fr. pissoir Genel tuvaletlerde erkeklerin kullandığı, duvar kenarına yerleştirilmiş sidiklik.
pişdar is. Far. piş-dâr esk, 1. ask. Öncü. 2. Öncülük eden, önde giden kimse: "Pişdarlarımız son dağların üstünden İzmir'e bakıyor. " -F. R. Atay.
pişeğen sf. Kolay pişen: Pişeğen fasulye. Pişeğen nohut.
pişek, -ği sf. hlk. Pişeğen.
Pişekâr öz. is. (pi:şekâ:r) Far. pişe-kâr Orta oyununda Kavuklu ile karşılıklı konuşarak oyunu açan kimse.
pişi is. hlk. Mayalı hamurdan yapılan, yağda kızartılarak pişirilen bir tür yiyecek: "Şebit ekmekleri ve pişiler som altın gibi değerli; sarılmış düzülmüş, yol azığı diye ayrılmıştı."-N.Araz.
pişik, -ği is. Apış yeri, koltuk altı gibi tenin birbirine sürtünen yerlerinde ter ve idrarın yakmasıyla oluşan kızartı.
pişim is. 1. Pişme işi veya biçimi. 2. sf. Pişirim.
pişirgeç, -ci is. Ocakta börek pişirmeye yarayan alet.
pişirici is. 1. Pişirmeyi sağlayan şey. 2. Fırınlarda ekmek pişirme işini yapan kimse.
pişiricilik, -ği is. Pişirici olma durumu.
pişiriliş is. Pişirilme işi veya biçimi.
pişirilme is. Pişirilmek işi.
pişirilmek (nsz) Pişirme işine konu olmak.
pişirim sf. Bir kez pişirmeye yetecek ölçüde olan, pişim: Bir pişirim pirinç.
pişirimlik, -ği is. Pişirim.
pişiriş is. Pişirme işi veya biçimi.
pişirme is. Pişirmek işi.
pişirmek (-i) 1. Bir besin maddesini gerektiği kadar ısıda tutarak yenebilecek bir duruma getirmek: "Kahvesini de pekâlâ kendi pişirebilecekken eşinin önüne getirmesini bekler." -H. Taner. 2. Isı etkisiyle belirli bir kullanıma elverişli duruma getirmek: Tuğla pişirmek. Çömlek pişirmek. 3. mec. Çalışarak öğrenmek. 4. mec. Olgunlaştırmak: "Feleğin nice çevir ve mihneti, nice aldanışlar, nice hayal ve ümit kırılışları benî pişirmeye kâfi gelmedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. mec. Bunaltacak kadar ısıtmak, yakmak: Bu ceket beni pişirdi, pişirip kotarmak bir işi sonuçlandırmak, tamamlamak.
pişirtme is. Pişirtmek işi.
pişirtmek (-i, -e) Pişirme işini yaptırmak: "Ben olsam kuru fasulye pişirtirdim." -O. Kemal.
pişkin sf. 1. Gereğince pişmiş: Pişkin ekmek. 2. Çabuk pişen, pişeğen, pişek: Pişkin nohut. 3. mec. Saygısızca davranarak işini yürüten: "Hiç istifini bozmayan bir pek pişkin hırsız hâli buldum." -S. F. Abasıyanık, 4. mec. Girgin: "Vasıf ı hem arkadaş canlısı bîr insan hem de gayet pişkin bir politikacı olarak tanıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. mec. Deneyimi olan, herhangi bir şeye alışmış olan, olgun: "Onların çoğu şimdi, yaşım başım almış, akıllı uslu, pişkin adamlardır. " -R. N. Güntekin.
pişkince sf. 1. Biraz pişkin. 2. zf. mec. Pişkine yakışır biçimde.
pişkinlik, -ğî is. Pişkin olma durumu veya pişkince davranış: "Genç olmasına karşın belli bir pişkinliği, yırtılmışlığı, rutini vardı. " -H. Taner, pişkinliğe vurmak kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.
pişman sf Far. peşimân Yaptığı bir işin veya davranışın olumsuz sonucunu görerek üzülen, nadim, pişman etmek pişman olmasını sağlamak, pişman olmak yaptığı bir işin yanlış veya uygunsuz sonuç verdiğini anlamak: "Aceleciliğinden ötürü pişman oldu ama verdiği sözden geri dönmek huyu yoktu. " -N. Cumalı.
pişmaniye is. (pişma:niye) Far. peşimân + Ar. -iyye Telleri ince ince ayrılabilen bir tür helva.
pişmaniyeci is. Pişmaniye yapan veya satan kimse.
pişnıaniyecilik, -ği is. Pişmaniyeci olma durumu.
pişmanlık, -ğı is. Pişman olma durumu, nedamet: "Son pişmanlık fayda vermez." -Atasözü, pişmanlık duymak (veya getirmek) pişman olmak: "Buraya kalkıp geldiğinden dolayı pişmanlık duyuyordu." -E. E. Talu. "Gerçekle, hükümet görevine girmiş olduğuma pek çok pişmanlık getirdim," -S. Birsel.
pişine is. Pişmek işi: "Şef, gayretli bir adamdı. Pişmeye muhtaç olan parçaları durmadan tekrar ettiriyor..." -R. N. Güntekin.
pişmek (nsz) 1. Ateşte, fırında, kaynar suda veya yağda ısı etkisiyle yenilebilir duruma gelmek: Börek geç pişer. 2. Isıtma sonucu belirli bir kullanıma uygun duruma gelmek: Tuğla, çanak çömlek özel ocaklarda pişer. 3. Meyve olgun duruma gelmek: "... yere düşenlerin beraberce yenmesine önce ses çıkarmadılar, fakat yemişler pişip tatlılaşınca iş değişti." -R. H. Karay. 4. Pişik oluşmak: Çocuğun apış arası pişmiş. 5. mec Bir konuyu iyice öğrenmek. 6. mec. İşe alışıp beceri ve ustalık kazanmak, zorluklan göğüslemek: "Ama ticarette küçükten pişmek lazım." -S. F. Abasiyanık. 7. meç. Herhangi bir iş için konuşup hazırlanmak. 8. mec. Bunalacak kadar sıcaklık duymak. pişmiş armut gibi (birinin) eline düşmek olmuş armut gibi birinin eline düşmek. pişmiş aşa (soğuk) su katmak yoluna girmiş olan bir işi bozmak: "Biz olanca gücümüzle Batılılaşmaya çalışırken senin bu düşüncelerin pişmiş aşa soğuk su katıyor." -H.. E. Adıvar. pişmiş kelle gibi sırıtmak dişlerini göstererek yersiz ve aptalca gülmek. pişmiş tavuğun başına gelmemek Her türlü zarara, kötülüğe, felakete uğramak, çok sıkıntı çekmek: "Büyük kalabalığa varana kadar sanat eserinin başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmemiştir." -B. R. Eyuboğlu.
pişpirik, -ği is. Bir çeşit iskambil oyunu: "Rüyasında pişpirik oynar." -S. F. Abasıyanık.
pişpirikçi is. Pişpirik oynayan kimse.
pist is. Söylenen sözün onaylanmadığını ifade eden bir hareket: ... sağ gözünün kapağım pist diye aşağıya çekti.
pişti is. Bir çeşit iskambil oyunu, pastra.
piştov is. İt. pistole Bir tür tabanca: "İbiş yıldırım gibi asılır piştovuna, hızla döner." -T. Buğra.
pitikare is. Pötikare.
piti piti zf. Zorlukla, yavaş yavaş (adım atmak): "Başını biteviye sağa sola titreterek küçücük adımlarla, piti piti uzaklaştı." -H. Taner.
piton is. Fr. python zool. Boagillerden, Afrika ve Asya'da yaşayan, zehirsiz, çok güçlü ve büyük bir yılan (Python).
pitoresk sf. Fr. pittoresaue Durumu ve görünüşü resim konusu olmaya değer (görünüş): "Şam, yabancılar için pek pitoresk olabilir." -R.H. Karay.
piyade is. (piya:de) Far. piyade 1. ask. Yaya olarak savaşan askerlerin oluşturduğu smıf: Genellikle piyadeler savaşta en önde giderler. 2. ask. Bu sınıftan olan asker: "Sınıfımda piyade birincisi olarak çıktım." -Ö. Seyfettin, 3. Piyon. 4. Bir çift kürekle yönetilen bir tür hafif kayık. 5. esk. Yaya.
→ deniz piyadesi
piyale is. (piya:le) Far. piyâle esk. Şarap bardağı, içki kadehi: "Ateş doludur tutma, yanarsın / Karşındaki şu gülgûn piyale." -A. Haşim.
piyan is. Fr. pian tıp Mantara benzeyen kabarcıklarla ortaya çıkan, ciltte yaralar yapan, bulaşıcı sıcak bölge hastalığı.
piyango is. (piya'ngo) İt. bianco 1. Düzenleyenlerce bastırılmış numaralı kâğıtları satm alanlar içinden, kazananların kura ile belirlendiği talih oyunu: Millî piyango. 2. mec. Beklenmedik olay veya durum, piyango çekmek talih oyunu için hazırlanmış kâğıtlardan birini bulunduğu yerden almak, piyango vurmak (veya çıkmak) 1) piyangoda ikramiye kazanmak; 2) beklenmedik bir yerden büyük kazanç sağlamak.
piyangocu is. Piyango satılan yer veya piyan-. go satan kimse: "Fatoş ... piyangocu dükkânında çalışırdı." -S. F. Abasıyanık.
piyangoculuk, -ğu is. Piyango satma veya düzenleme işi.
piyangolu sf. Şanslı, talihli kimse: "Esma, bu havalide sıtma çekmeyen tek tük piyangolulardan biridir." -R. N. Güntekin.
piyangosuz sf. Piyangosu olmayan.
piyanist is. Fr. pianiste Piyano çalan kimse.
piyano is. (piya'no) İt. piano müz. 1. Klavyeli, telli, değişik tuşlara basılarak çalınan ağır ve büyük çalgı: "Her evden ut veya piyano, muhakkak bir saz sesi duyulur." -R. H. Karay. 2. zf. Yavaş bir biçimde, sesleri hafifleterek.
→ piyano menteşe, kuyruklu piyano
piyanocu is. Piyanoyu akort eden veya onaran kimse.
piyanoculuk, -ğu is. Piyanocunun işi.
piyano menteşe is. Boy menteşe.
piyasa ıs. (piya'sa) İt. piazza 1. Satıcıların mal satmak için bir araya geldiği yer, pazar: "Şimdi de pazar, piyasa yerlerinde, mahalle dolaylarında tanır, sayarlar." -M. Ş. Esendal. 2. Bir yol üzerinde gidip gelerek gezinme: "Kahvenin önünden dört beş kere daha geçer, aksam piyasasını yapardım." -S. F. Abasıyanık. 3. Alışveriş fiyatı, geçerli fiyat: "Sonbaharda, yakında açılacak tütün piyasasının haberleriyle ümitlenir, tasalanır, yüzleri bir gün gülerse beş gün kederli kalırdı." -N. Cumalı. 4. ekon. Arz ve talebin karşılaştığı alan. 5. Ortalık: "Bunlardan bir kısmı bugün piyasada alaturka çalgıcılığın en ileri gelenlerindendir." -O. C. Kaygılı. piyasa etmek dolaşmak: "Akşamları böyle kapı önünde piyasa eder." -R. N. Güntekin. piyasaya çıkmak 1) bir ürün satışa sunulmak; 2) fuhuş yapmak üzere müşteri aramak, piyasaya düşmek 1) çok bulunur olmak; 2) kadın, kötü kadın olmak.
→ piyasa bedeli, piyasa değeri, piyasa fiyatı, piyasa ekonomisi, piyasa yeri, açık piyasa, dış piyasa, düşen piyasa, peşin piyasa, yükselen piyasa, akşam piyasası, sermaye piyasası
piyasa bedeli is. Piyasa fiyatı.
piyasacı is. Piyasa yapan kimse.
piyasacılık, -ğı is. Piyasacı olma durumu.
piyasa değeri is. Piyasa fiyatı.
piyasa ekonomisi is. ekon. Üretimin bir plana göre değil, isteğe göre yapıldığı, fiyatının arz ve talebe göre belirlendiği ekonomi, planlı ekonomi karşıtı.
piyasa fiyatı is. Bir para biriminin veya malın sürüm değeri, piyasa bedeli, piyasa değeri, rayiç bedel, rayiç fiyat.
piyasa yeri is. 1. Alışverişin çok olduğu yer. 2. argo Fuhuş yapmak üzere müşteri aranan yer: "Bu kart hatunun hâlâ piyasa yeri araması beni çıldırtıyor." -H. E. Adıvar.
piyata is. (piya'ta) ît. piatto 1. Yassı ve büyük yemek tabağı. 2. sf. Yassı.
→ piyata eğe,piyata tabağı
piyata eğe is. Yassı eğe.
piyata tabağı is. Düz ve büyük yemek tabağı: "Bu ipek gibi et, genelde bademli pilavla birlikte gelirdi sofraya piyata tabağında." -N. Araz.
piyaz is. Far. piyaz 1. Haşlanmış kuru fasulyenin üzerine ince doğranmış, tuzla ovulmuş soğan ve maydanoz katıldıktan sonra zeytinyağı, sirke dökülerek yapılan fasulye salatası. 2. Kebap, ızgara köfte, balık vb.nin yanma katılan, ince doğranmış ve tuzla öldürülmüş maydanozlu soğan. 3. argo Bir çıkar sağlamak düşüncesiyle söylenen övücü söz: Benim bu piyazlara karnım tok.
→ fasulye piyazı
piyazcı is. 1. Piyaz yapıp satan kimse. 2. argo Yüze gülücü, içten olmayan davranışlarda bulunan kimse.
piyazcılık, -ğı is. Piyazcının işi.
piyazlama is. Piyazlamak işi.
piyazlamak (-i) 1. Eti pişirmeden birkaç saat önce soğan ve karabiber, tarçın vb. baharatla ovup bir süre bırakmak. 2. argo Bir çıkar sağlamak amacıyla birini aşın övmek: "Sen memleketin en iyi aktörüsün. Seni piyazlıyorum sanma!" -S. F. Abasıyanık.
piyes is. Fr. piece Oynanmak için yazılmış eser, tiyatro eseri veya oyunu, oyun: "Geceleri tiyatroların önünde saatlerce bekleyerek ucuz yerlere yerleşirdik, sevdiğimiz piyesleri seyrederdik." -Y. K. Beyatlı.
piyon is. Fr. pion 1. Satrançta oyun başında ön sıraya dizilen, bulundukları sıra üzerinde ilk hamlede bir veya iki hane gidebilen sekiz küçük taş, piyade. 2. mec. Bir çıkar sağlamak için yararlanılan, istenildiği gibi kolayca kullanılabilen kimse.
piyore is. Fr. pyorrhâe tıp Diş eti iltihabı.
pizolit is. Fr. pisolithe jeol. Kalsiyum karbonat birleşimli, nohut büyüklüğünde, yuvarlağımsı kalsit tanecikleri veya bunların bağlanmasıyla taş durumuna geçen kireç taşı.
pizza is. İt. pizza Genellikle domates, zeytin, peynir, mantar, çeşitli et ve sebze türlerinin üzerine konulmasıyla hazırlanıp fırında pişirilen pide.
pizzacı is. Pizza yapan veya satan kimse.
pizzacılık, -ğı is. Pizzacının yaptığı iş.
pizzicato is. (pitsika'to) İt. müz. Yaylı sazlarda tellerin parmak çekişleriyle seslendirilmesi.